Yeni Üyelik
2.
Bölüm

Göçebe Kızı B.1.

@my_lore

Seveceğinizi düşündüğüm yeni biri kitaba daha merhaba deyin. Birlikte yol alalım. Beğeni ve yorumlarınızı bekliyorum.

Etkileşim için bu gerekli ;)

Geri dönüşler ne kadar çok olursa bölümler o kadar hızlı gelir.

Hadi birlikte yanalım!

🔥🔥🔥

Bu iklimde güller kan kırmızı açar, sarı beyaza boyanmış hanım-eller kokusunu cömertçe sunardı ilkbahara. İklimleri gibi insanları da içten, samimi ve sıcakkanlı idi.

Amanos dağlarının eteklerine kurulu bu köyde mevsim ilkbaharı terk edip yaza dem vururken, serince bir yaz sabahı Murathan, dış kapıdan gelen seslere uyandı. Uyku mahmuru yatağından kalktı ve dış kapıya doğru yöneldi. Üzerinde kolsuz beyaz atlet altında mavi çizgili pijaması vardı. Çıplak ayakları beton zeminde ilerledikçe attığı her adımda duyduğu ses yoğunluk kazanıyordu. Adımları sıklaştıkça kulak tırmalayan tok ses daha da belirginleşti. Kapı eşiğine geldiğinde hatun anasını elleri böğründe birilerine hararetli hararetli söylenirken buldu.

 

Sabahın köründe anasının neden bu kadar haşin bir tavır sergilediğini merak ediyordu doğrusu. Konuşmaya başlamadan önce boğazındaki kuruluğu ıslatmak için yutkundu. "Hatun anacığım neler oluyor burada, kime ne diye kızıyorsun yine?"

 

Yılgınlık gösteren anasının cevabını beklemeden başını kapı aralığından usulca uzatıp konunun asıl muhatabı kim ona bakmak istedi.

 

Bakış o bakış...

 

"Baksana oğlum, her yaz aynı şey, bunların bitip tükenmez isteklerinden bıktım usandım..."

 

Kadının ağzından dökülen sözcükler yenir yutulur cinsten değildi; adeta göz kapaklarından kibir damlıyordu. Kibrine tutsak olan her insan gibi böbürlendi üsten bakarken karşısında duran ezik büzük kıza...

 

Böbürlenen kadının alçaltıcı bakışları hâlâ hükmünü koruyordu ama Murathan, gördüğünün karşısında lâl olmuş anasını duymuyordu bile.

 

Kapı eşiğinden üç adım ötede duran 14-15 yaşlarında ya var ya yok bir kız vardı.

 

Gelişi güzel bırakılmış beline kadar inen upuzun saçlarında kirden pasaktan kalın bukleler oluşmuş; üstünü başına ne bulduysa giymiş olmasına rağmen esmer yanık tenli düzgün fiziği bir bakışta kendini belli ediyordu.

Kirli pasaklı bu gurbet kızının kavruk tenli masum yüzünde şaheseri andıran irice gözleri vardı. Menekşe rengi gözlerin ömre bedel bakışları insanın yüzüne öyle bir bakıyordu ki; sanırsın ruhundan geçip kalbine sızacak...

 

Dilber Hatun'un aşağılayıcı sözleri karşısında iri gözlü kızın bakışları ağlamaklı bir şekilde Murathan'a çevrilmişti. Bakışlarındaki anlam o kadar derindi ki; sanki afedersiniz elimde olmayan nedenlerle sizi sabah sabah rahatsız ediyorum, der gibiydi.

 

Nemli kirpik uçları, gözlerini her kapatıp açtığında ok olup sinelere saplanan cinstendi.

 

Kavruk teninde gonca bir gül gibi açmıştı hafifçe dışa doğru yaygın dudakları.

 

Yeni kabarmaya başlamış göğüsleri giydiği bir beden küçük elbisesinden dolayı hemen göze çarpıyordu.

 

Her şeye rağmen masumiyet sinmişti çehresine...

 

Çekingen ve masum bakışlı kıza baktıkça Murathan'ın kalbini garip hisler sarıyordu...

Karşısındaki varlığa acıyor muydu yoksa sadece merhamet duyguları mı kabarmıştı, bilmiyordu. Kızın mahzun hali gözünün önündeydi işte.

 

Bir anlık dalgınlıktan uyanıp kendine geldiğinde kaşları çatılıp uyku mahmuru gözlerini kısarak anasına, "Ne istiyormuş?" diye sordu.

 

Üst perdeden bakmaya devam eden anaç kadın, dudaklarını dışa doğru kıvırıp küçümseyici bir ifade takındı yüz hatlarına, "Ne olacak şimdi de kibrit istiyor. Bunların isteği bitmez ki, bıktım usandım." dedi.

 

Kibrit kelimesini duyar duymaz kapı önünden ayrılan Murathan, bir solukta mutfağa gidip geldi ve kızın uzanan avuçlarına kibrit kutusunu bıraktı. Şaşkınlıktan ağzı bir karış açık kalan kadın, hayretler içinde oğlunu izliyordu.

 

"Hiç öyle bakma hatun anam..." derken umursamazdı hali tavrı. "Sabahın köründe iki saat çene çaldın," derken insancıldı duyguları. "Bütün bunlar yetmezmiş gibi kızcağızı azarlayarak dövmekten beter ettin. Yapacağın buydu işte. Bir kibrit vermekti. Bu kadar uzatacak ne vardı?" derken annesini sorgular gibiydi.

 

Murathan, kibriti getirip dilenci kızın avuçlarına bırakmıştı bırakmasına ama kız, işittiği onca sözden sonra kibriti alıp almamakta tereddüt yaşıyordu. Mor menekşeyi andıran koca gözleri, bir avucundaki kibrite baktı bir de ağa oğlunun yüzüne. Yağmur gibi yağmaya hazırdı gözlerindeki beyaz bulutlar çünkü dokunsan ağlayacak kıvamdaydı.

 

Murathan, gözlerini dilenci kızından ayırmadan başını olumlu anlamında aşağı yukarı salladı. "Alabilirsin!"

 

Gurbet kızı Menekşe, dudağının kenarına minicik bir gülücük astı Murathan'ın sahipsiz kalbi o gülücüğe takılı kaldı...

 

Çıtkırıldım parmakları avuç içine bırakılan kibrit kutusunu sıkıca kavrarken, "Allah razı olsun ağam!" dedi.

 

Yeni yetme kız, bugünün kendisine neler vadettiğini bilmeden istediğini almış olmanın verdiği keyifle birbirine dolaşık upuzun beline kadar inen saçlarını, savura savura cümle kapısından çıkıp gitti.

 

Murathan'ın kendisi henüz fark etmese de kalbi bir dilenci kızının tutsağı olmuştu...

 

Mağrur bakışlı kadın, oğlunun yaptığı bu hareket karşısında şaşkın halâ kendisini ağa oğluna ifade etmeye çalışmakta idi.

 

"Oğlum, sen beni anlamıyorsun, bunlara fazla yüz vermeye gelmez."

 

Genç adamın, ağzından dökülen kelimeler fütursuzdu. Oysa şimdiye kadar hatun anasına sesini yükseltmiş biri değildi. Kim bilir belki de bu bir ilkti.

"Ne olur yüz verirsen anacığım? Sana veren Allah, gani gani vermiş. Sorarım sana neyin eksik? Her şeyin depolar dolusu. Sen kalkmış kıymetsiz bir eşyayı verirken bile bu kadar yaygara yapıyorsun. Görende canından bir parça veriyorsun sanır. Hırsızlık mı yapıyorlar? Sadece gelip sana el açıyorlar." Belli ki, anasına karşı iyice bilenmişti Murathan. Haksız da sayılmazdı ama her ne hikmetse bugün Dilber Hatun'un hoyratlığı tutmuştu. Yoksa kapısına geleni asla eli boş çevirmezdi.

 

Murathan, kapı önünden ayrılıp henüz birkaç adım atmıştı ki, geri döndü çünkü anasının fazla üstüne gittiğini fark etmişti. Bu kez daha alttan alarak konuşmayı yeğledi. "Bana kızıyorsun biliyorum ama sende çok iyi biliyorsun ki, bunlar her yaz buraya gelirler ve hiç kimseye bir zarar vermezler. Benim demek istediğim, sana uzanan eli boş çevirme..."

 

Kapı eşiğinde oturan kadın, bir hışımla ayağa kalktı ve ellerini ters olarak bel boşluğuna yerleştirdi. Göz kapaklarını peş peşe kapatıp açıktan sonra, "Kim görmüş benim kapıma geleni boş çevirdiğimi; daha fazla konuşup bayramlık ağzımı açtırma benim..."

 

"Açma zaten!" derken konuyu kestirip atmıştı Murathan.

 

Hatun anasıyla münakaşaya giren Murathan, henüz hiçbir şeyin farkında olmasa da menekşe gözlerin feri, ışık huzmesi olup önce ruhuna sonra kalbine sızmıştı. Kim bilir belki de o bakışların, izi bir ömür silinmeyecekti belleğinden...

 

***

 

Bazı yörelerde çingene, bazı yörelerde davulcu abdal, bazı yörelerde ise sepetçiler ismiyle adlandırılan göçebe yaşayan insan toplulukları vardır.

 

Araştırmalara dayanacak olursak eğer bu insan topluluklarının kökeni rivayete göre ta Hindistan'a kadar dayanıyormuş; oralardan ayrılıp dağılmışlar dünyanın birçok bölgelerine.

 

Bu insanların çoğu göçebe hayatı yaşıyorlarmış çok eskiden beri. Göçebe hayatı yaşadıkları için olsa gerek (göçebe gurbetler) veya sadece (gurbetler) diye adlandırılanlar da varmış.

Akdeniz bölgesinde yaşayan kesim davulcu abdallar ve sepetçi gurbetlerdi.

 

Hikâyenin geçtiği yörede ise hem sepetçi gurbetler hem de davulcu abdallar yaşıyordu. Yöre özellikle yaz aylarında sepetçi gurbetlerin akınına uğrardı.

 

Yerel halk bu göçebe insanları çeşitli isimlerle dillendirirdi. Gurbetler, çingeneler, abdallar ve dilenciler...

 

&&&

 

Murathan, bir ağanın tek oğluydu, kendisinden başka üç kız kardeşi daha vardı.

 

Uzun boyu, kumrala yakın teni ve merhametli bir kalbi vardı. Yaşamı boyunca yokluk görmemiş olmasına rağmen gayet mütevazı bir kişiliğe sahipti.

 

Menekşe ise sepetçi gurbet kızıydı. Anası Menekşe, doğarken ölmüştü. Babası da başka bir kadınla evlenince Menekşe'yi daha kundakta bebe iken babaannesine; yani Menekşe'nin tek varlığı olan nenesine bırakıp gitmişti.

 

Menekşe ve nenesinin tüm varlığı bir eşek, birkaç parça kıyafet, bir iki yer minderi, yorgan vesaire ve olmazsa olmazları kara çadırlarıydı.

 

Bu gurbet kadınları günü birlik dilenmeye çıkarlardı.

 

Menekşe'ler de öyle yapıyorlardı. Bazen yaşlı nenesi bazen kendisi çıkıyordu dilenmeye; akşama kadar ne topladılar ise akşam onu pişirip yiyorlardı. Onların yaşam felsefesi de buydu işte.

 

Biraz daha irdeleyecek olursak bu insanların yaşam koşullarını.

Mesela; erkekler sabahtan akşama kadar çadırın önünde oturup, sele sepet örmekle meşgul olurlar. Ördükleri sepetler çoğalınca bu sepetleri eşeklere yükleyip köy köy gezip takas karşılığı satarlardı...

 

Bu takas karşılığı genellikle buğday olurdu.

Sepetçi gurbet kadınları ise hurç denilen boyu uzun ve iki yanları yırtmaçlı elbiseler giyerlerdi.

 

Bu elbiselerin, arka eteklerini bel hizasında olacak şekilde bağlayıp geniş bir bohça oluştururlardı. Bel kısmında oluşturdukları bohçalarda; çocuğu olan çocuğunu koyup taşır çocuğu olmayan topladığı malzemeyi taşırdı.

 

Onlar seksen kapıya doksan değnek çalarken, çocuklar analarının sırtında akşama kadar güneşin bağrında uyuklayarak dolaşır dururdu. Sepetçi kadınları kapı kapı dolaşıp ihtiyaçlarını isterlerdi ama bu da bir çeşit takas karşılığı olurdu.

 

Yöntem aynı. Sen onlara un, bulgur, verirsin. Onlar sana karşılık olarak dikiş iğnesi, çengeli iğne, süslü tokalar vesaire verirlerdi.

 

****'

 

İlkbahar mevsimi yaz aylarına evirilince sepetçiler her yıl firesiz gelirlerdi hikâyenin geçtiği köye.

 

Murathan'ın yaşadığı konak köyün sınırındaydı. Sepetçiler de her daim konağının kıyısındaki boş araziye gelip kurarlardı çadırlarını. Bu yüzdendi Dilber Hatun'un serzenişleri çünkü sürekli bir şeyler istemek için gelir konağın kapısını aşındırırlardı. İnsan psikolojisi bir yere kadar dayanıyor demek ki...

 

Dilber Hatun, yaptığını oğluna açıklamaya çalışırken belirttiği gibi kapısına geleni asla eli boş çevirmezdi fakat bugün heyheyleri üstünde olmalıydı. Kadın herkesin bilip tanıdığı görmüş geçirmiş bir bey kızı ve dört kardeşin tek bacısıydı. Boylu posluydu ve enine genişçe bir fiziğe sahipti. Söylemeden geçemeyeceğimiz bir gerçek daha vardı ki, varlık içinde büyümenin verdiği öz güvenin yanı sıra şişkin egosu ön plandaydı. "Hatun" lakabı ise bey kızlarına veya eşlerine verilen bir unvandı. Dilber Hatun da bu kategoriye giriyordu çünkü babası Kazım Bey, epeyce arazi zengini biriydi.

 

Öte taraftan yaz mevsimi gelip kışa doğru göçüp giden sepetçiler. Bir başka deyişle "Hasat mevsimi gelip Bağ Bozumu" giden insanlardı onlar...

 

Yöre halkı yazları sepetçi gurbetlerle iç içe geçmiş bir yaşam sürerdi. Her ne kadar onları hakir görüp kendi dünyalarına ait görmeseler de.

 

Göçebeler özellikle bu bölgeyi seçiyordu zira yörede bolca üzüm bağları vardı. Ee, onların mesleği de sele sepet örüp satmak olunca, onlar için en ideal yerdi bölge...

 

Hem uçsuz bucaksız üzüm bağları vardı yörede hem de sepet örmek için bolca hayıt ağacı ve kamış otu bitkisi. Olaya onlar açısından bakılınca bulunmaz bir nimetti bu...

 

İşte onları yöreye çeken başlıca sebepler bunlardı.

 

Yöre halkı sepetçi gurbetlerin her yaz gelip gitmelerine o kadar çok alışmışlardı ki onlar için bu gelip gitmeler sıradanlık haline gelmişti.

 

Bu yurtsuz insanlar büyüklerin pek umurunda olmazdı ama ya çocuklar?

 

İşte onlar safıyane duygulara sahip birer melekten farksızdı. Büyüklerin sakındığı şeyler onların dünyalarını pek etkilemezdi. Tabii büyükler küçüklerin akıllarına ket vurup çocuksu duygularının önüne geçene kadar. Kendi gibi olmayanları hakir görüp dışlamayı ve ötekileştirmeyi öğretene kadar...

 

Büyükler ne düşünürse düşünsün o insanlar hakkında çocuklar için bunun hiçbir önemi yoktu. Hatta sepetçilerin yaşamları çocuklara eğlenceli bile gelirdi çünkü orada farklı bir yaşamı keşfediyorlardı.

İşte bundan sebep büyüklere rağmen çoğu zaman mahallenin çocukları hep bir araya toplaşıp, onların sele sepet örüşlerini izlemeye giderleri.

 

Hele gurbet kadınlarının açık alanda çalı çırpı ile ateş yakıp bir ekmek yapışları vardı ki, görülmeye değerdi doğrusu. Gün boyu ev ev dolaşarak topladıkları undan hamur yoğurur, sonra da yoğurdukları hamurdan bir parça koparıp, iki ellerini kullanarak incecik bir bazlama açarlardı. Kısa sürede birçok ekmeği "şipşak" iki dakikada açar pişirip ayaküstü yerlerdi.

 

Çocuklar, onların kendi annelerinden farklı ekmek yapışlarını ilgiyle izler, canları çekse de isteyip yemeye utanırlardı.

 

Farklıydı işte onların yaşamı, kendi yaşamları gibi sıradan değildi.

 

Bi' kere eğlenceliydi ve yaşamlarında hiçbir kural yoktu.

 

Günübirlik yaşıyorlardı üstelik gelecek kaygısı hiç yoktu.

 

Başlarının üstünde betondan damlar yerine gök kubbe vardı. Geceleri yıldızlara, gündüzleri Güneş'e göz kırpıyorlardı.

 

Köyün çocukları, her fırsatta sepetçi çadırındaki yaşamı çocuksu bir merakla izlerlerdi ama evlerine döndüklerinde anneleri onlara çok kızardı.

 

"Yine mi oraya gittiniz? Sakın bir daha gitmeyin. Yoksa sizi hurçlarına koyup kaçırırlar," diye tembih üstüne tembih ederlerdi ama onlar çocuktu işte. Kim takardı büyüklerin nasihatlerini.

 

Ebeveynlerin çocuklara koyduğu yasaklar kısa sürede unutulur, çocuklar ise bunu fırsata çevirir ve tekrar çekinerek de olsa giderlerdi; o çadırdan kurulu sepetçi köyüne.

 

Kim bilir, belki onların da tek eğlencesi ya da günümüzün deyimiyle tek sosyal faaliyetleri buydu...

 

Mesela; onlar kendi yaşam felsefelerini yansıtan isimler koyarlardı kız çocuklarına...

 

Memleket aşırı diyarlar gezdikleri için olsa gerek, Diyar... Yaşam sürdükleri yerler kırlar ve ovalar olunca, Menekşe, Lale, Sümbül, Nergis... İçlerinde en çarpıcı ve aşk kokan isim hiç şüphesiz Leyla, olurdu çokça da Cemile, ismini koyarlardı.

 

Menekşe'nin nenesini ise köyde herkes tanınır ve ona iyi davranırdım, çünkü her yıl gelenler arasında mutlaka olur ve hiç kimseye bir zararı dokunmazdı. Neredeyse köyün müdavimleri arasındaydı diyebiliriz.

Her ne kadar gurbet yani dilenci olsa da o yaşlı kadının onurlu bir duruşu vardı, diğer gurbet kadınlarına nazaran.

 

Diyar garı, bir hayli yaşlıydı ama çok eskinin izlerini taşıyan özellikleri vardı vücudunda.

 

Görenler hep merak ederdi ellerinin üstünde, çenesinin iki yanlarında ve alnın tam ortasında bulunan; çeşitli figürler kullanılarak yazılmış dövmeleri.

O desen desen dövmelerin mutlaka bir anlamı vardı.

 

Tenine kazınmış figürlerin anlamını merak edip soranlara bozuk Türkçesi ile anlatmaya çalışırdı. "Ben bilmem, bunu bana evlenirken yaptılar," diyerek.

 

Sanırım, hangi topluluğa mensup olduklarını veya hangi topluluktan hangi topluluğa gelin gittiğini anlatıyordu; o güzelim dövmeler.

 

Loading...
0%