Yeni Üyelik
6.
Bölüm

Göçebe Kızı Konakta B.5.

@my_lore

Merhaba, nasılsınız?

Hikayemi desteklediğiniz sürece ben çok keyifliyim. Hade o zaman ne duruyoruz köyümüze gidelim ve orada neler yaşanıyor okuyalım.

Lütfen oy verip yorum yapmayı unutmayın:)

Birlikte yanalım

🔥🔥🔥

Çalkantılı geçen bir gündüzün günahını yine geceye yükledik. Gece gündüzü özledi zamanın çarkları durmaksızın döndü ve gecenin isteği gerçekleşti.

 

Perşembenin geleceği çarşambadan belli olacağı gibi bugünün de nice nice olaylara gebe kalacağı en başından belliydi.

Güneş bir mızrak boyu yükselmiş ağa konağında kıpırtılı uyanışlar başlamıştı. Her zamanki gibi gün doğmadan ilk kalkan yine konağın hatunuydu. Konak ahalisi birer birer yatağından kalkmaya niyet ederken, hanımeli çiçekleri misk kokusunu konağının dört bir yanına cömertçe sunuyordu.

 

Tarihi belirleyen zaman hızla ilerlerken Menekşe, her gün önünden gelip geçtiği konağın bugün iki kanatlı dış kapısının önünde duruyordu.

 

Kalbi amansızca çarpıyor, nefes alıp vermekte zorlanıyordu. Elini göğüs kafesine bastırdı derin bir soluk alıp verdi. Biraz rahatlayınca az aralık bırakılmış cümle kapısından içeri süzülür gibi avluya girdi.

Geniş alana sahip toprak zeminli avluyu durağan adımlarla yürüyerek geçti. Oradan da evin dış kapısının önüne gelince durdu. Çekingen bakışları önce etrafta gezindi. Öyle korkak bakıyordu ki, sanki avcıdan kaçan ürkek bir ceylan yavrusu gibiydi."

 

Genç kızın çekingenliği doğal bir tepkiyi. Murathan, gel konakta çalış demişti demesine ama bakalım ailesi buna izin verecek miydi? Yüreğine çöreklenen korkunun kaynağı konağın kapısına her geldiğinde çoğu zaman azar işitiyor olmasıydı.

 

Başına ne geleceğini bilememek kalbinin sancımasına neden oluyordu. Yaz günü neredeyse eli ayağı buz kesmişti. Heyecandan titreyen ellerini yumruk yapıp iyice sıktı. Ellerini öyle çok sıkıyordu ki, parmak boğumları bembeyaz olmuştu. Son bir gayretle bütün gücünü topladı ve sağ elini kapıya doğru uzattı ama kapı tokmağına vuramadan uzattığı elini geri çekti.

 

Haklı olarak tedirginlik yaşıyordu. Şu an sanki midesine koca bir öküz oturmuş gibiydi. Bir kez daha nefesini yenileyerek sakinleşmeyi denedi. Ne olacaksa olsun kafasıyla hafif vuruşlarla kapı tokmağına birkaç kez dokundu.

Tam o esnada balkona kahvaltı tepsisi götürüyordu Zeyno.

Kapının önünden geçerken kapının tıklama sesini duydu. Elindeki kahvaltı tepsisini bir tarafa bırakıp hemen kapıyı açtı. Karşısında duran koca koca menekşe gözlü kızı baştan ayağa süzdü.

 

Belli ki, daha sabahın mahmurluğunu üzerinden atamamıştı Zeyno... Konuşmaya üşenmiş olacak ki, karşısında duran kıza kaş göz işareti yaparak ne istiyorsun, der gibi ima yollu sordu. Sanırım ağabeyinin dünkü olayını tamamen unutmuştu genç kız.

 

Zeyno'nun huysuz tavrı karşısında Menekşe'nin dili boğazına kaçmış gibi sesi soluğu kesilmişti. Zeyno, karşısında duran kızdan bir cevap alamayınca bu kez sesli olarak, "Ne istiyorsun?" diye sordu.

 

Menekşe ve ağa kızı bakışa dursunlar biz biraz daha göçebe gurbetlerin huyundan suyundan bahsedelim. Göçebe gurbetlerin veya başka bir deyişle çingenlerin klasik ezberleri vardır.

 

Mesela; karşılarına çıkan her kadına kendilerinden yaşça büyük ya da küçük olsun hiç fark etmez (abla) erkeklere ise (ağam) diye hitap ederlerdi. Türkçe, bilgileri fazla yoktu.

Sadece kendilerine yetecek kadar bilgiye sahiptiler. Onları da iyice ezber etmişlerdi. İçlerinde baya iyi konuşanlar olsa da kelime dağarcığı az olanlar harfleri yutarak konuşurdu. Öğrenip belledikleri kelimelerden kısa cümleler kuruyorlar bunu da günlük hayatlarında yerel halka karşı kullanıyorlardı.

 

Mesela; karşılarına çıkan insanın cinsiyetine bakmaksızın en başta kullandıkları hitap cümleler şunlardı. Allah rızası için. Eğer karşılarındaki gençten biriyse Allah, ne muradın varsa versin. Yaşlı ise Allah, seni çoluk çocuğuna bağışlasın gibi. Bu konuda bir genelleme yapacak olursak eğer, bu dualar her insanın önce maneviyatını ortaya çıkarır sonra merhametini. İşte onlar da teknik olarak insanı en can alıcı yerinde vuruyordu. Sizin anlayacağınız işi biliyorlardı.

 

Göçebeler hakkında minicik analizimizi de yaptığımıza göre tekrar ağa konağına dönelim biz. Zeyno'nun asi tavırları karşısında Menekşe, ağız boşluğunda yuvarlanan birkaç kelime mırıldandı. "Şey, ağam dedi ki, yarın bizim eve gel. Ben onun için geldim abla!" derken sesi varla yok arası çıkmıştı.

 

Zeyno, gülkurusu dudaklarını hafifçe yayarak gülümsedi. Olayı ana hatlarıyla hatırlamıştı ve şu çalışma meselesi diye tekrar etti içinden. Kızın endamını görüp de beğenmemek nankörlük olurdu doğrusu. Murathan Ağasının güzelden anladığı ayan beyan ortadaydı. Bir taraftan içten içe kıs kıs gülerken, diğer taraftan Menekşe'yi azarlamaktan geri durmayarak, "Nereden ablan oluyorum kız senin, baksana ikimiz de aynı yaştayız?"

 

Zeyno, aklından geçenleri diline döktükten sonra devamında iş bitirici bir üslupla, "Tamam, sen biraz bekle. Ben ağabeyime haber vereyim," diyerek kapıyı kızın suratına "pat" diye kapatıp gitti.

 

Menekşe, kapı önünde bir süre bekledikten sonra evin kapısı usulca açıldı.

Murathan, sakin ve içten bir ses tonuyla, "Geldin demek, hadi içeriye geç bakalım," dedi Menekşe'yi tepeden tırnağa süzerek. Göçebe gurbet kızı dış görüntüsüyle pek göze hitap etmese de onun gözlerinde taşıdığı masumiyet ağa oğlunu büyülemişti.

 

Konağın içlerine doğru adımladıkça Menekşe'ye kıyasla Murathan, çok rahat görünüyordu ya da öyle bir görüntü çizmeye çalışıyordu. Şimdilik O'nun ne yapmaya çalıştığını bilemeyeceğiz ama gözle görülen bir gerçek vardı ki, o da çingen kızının çok tedirgin olduğuydu. Konağa adım atmıştı atmasına lakin başına neler geleceğini bilememek Menekşe için bir kördüğümden farksızdı. Çekingen ve ürkek görüntüsünün altında yatan gerçek buydu. Kızın çekingenliğini kırmak için ağa oğlu olabildiğince içten davranmaya çalışıyordu. "Bak, çekinmene hiç gerek yok, zaten biz de seni bekliyorduk."

 

Göçebe gurbet kızı Menekşe, her şeye rağmen konağa girmeyi başarmıştı ama bakalım bu adımlar O'nu nereye kadar götürecekti? İşte bu bir muammaydı...

 

***

 

Mahmut Ağa'dan fazla bahsetmedik. Ne dersiniz biraz da O'nu tanıyalım mı? Bundan sonraki süreçte ondan bolca söz edeceğiz çünkü.

Bakmayın siz lakabının "ağa" olduğuna. Çok eskiden ağalık, beylik, hüküm sürermiş yörede. Tabii zaman hepsinin devrini kapatmış.

 

Mahmut Ağa, arazi zengini olduğu için kendi köylüsü ve civar köylerin insanları ağalık vasfını yakıştırmış. Yoksa hiç kimse O'nun marabası falan değil.

 

Buraya kadar her şey anlaşıldığına göre biz Mahmut Ağayı biraz daha tanıyalım. Uçsuz bucaksız sulak arazilerinde yazları pamuk ekip yetiştirir, kışları ise buğday ekip biçerdi. Bölge ılıman iklime sahip olduğun için bir yıl içinde iki kere ürün yetiştirmeye müsaitti.

 

Bu arazilerde birçok işçi çalıştırırdı. Bunların bazıları mevsimlik işçi bazıları da günü birlik işçiler olurdu. Günü birlik çalışanların bazıları çevre köylerden bazıları ise kendi köyünden olurdu.

 

Mahmut Ağa'nın köyünden olanlar yevmiye hesabı çalışırlardı.

Bu işçilerin başında ise Osman, dururdu.

 

Osman, sabah erkenden konağa gelir akşam olunca da evine dönerdi. İşi olsun olmasın bu bir rutindi. Genç adam, sabah namazından sonra hiç yatmaz kapı kapı dolaşıp işçileri toplar, akşam olunca da herkesin günlük yevmiyelerini dağıtır ve tek tek evlerine geri bırakırdı.

İşi Osman'a ve oğlu Murathan'a bırakan Mahmut Ağa ise kendisini kısmen emekliye ayırmıştı. İşte bu yüzden ne konağın işleriyle ne de tarla tapan işleriyle pek ilgilenmiyordu. Tamam, oğluyla işe gidip geliyordu ama hesaba kitaba karışmıyordu. Sadece evde sıkıldığı ve belki işte bir sıkıntı çıkarsa aklına ihtiyaç duyulur diye öylesine gidip geliyordu.

 

Eşi Dilber Hatun için de geçerliydi bu durum. O'nun da konakta yaptığına ettiğine karışmazdı. İşlerin büyük çoğunluğunu zaten Murathan'a bırakmıştı. Murathan, tek erkek evlat olunca bir an evvel işleri güçleri öğrensin bütün yükü sırtlansın istiyordu. Eğer bir gün oğlu tüm işlerin başına geçecekse önce O'na güvendiğini belli etmeliydi. Belki de sırf bu sebepten ötürü Menekşe, meselesinde oğlunun aldığı kararı desteklemiş ve O'nu yargılamamıştı.

 

***

 

Tekrar konağın içine dönecek olursak eğer Murathan, önde Menekşe, arkada balkona geldiler. Menekşe zavallısı tıpkı yavru bir ceylan gibi ürkek atıyordu adımlarını. Balkona geldiklerinde mahcupça başını öne eğerek iki kollarını önünde birleştirmiş Menekşe, çünkü ev sahiplerinin yüzüne bakmaya çekiniyordu. Onların karşısında dururken öyle çok sıkılıyordu ki, avuç içleri buğul buğul terliyordu.

 

Konak ahalisinin karşısında sıkıntıdan terleyen ellerini kurulamak için kıyafetinin eteğine silip duruyordu. Ev ahalisi top yekûn balkonda kahvaltı yapma telaşı içindeyken Murathan, yüzüne keyifli bir hava yerleştirdi. "Bakın işte size bahsettiğim kız bu!"

 

Konağın hatunu, önce istemez bir bakış attı sonra başını sağa sola salladı ve bir iki "cık cık" çekti. "Kim olduğunu biliyoz oğlum, her zamanki gördüğümüz dilenci kız işte!"

 

İlk dakikada hezimete uğrayan Murathan, anasının alaycı ve hakaret barındıran sözlerine karşı rengi kızarıp bozarmıştı. Bu kadar acımasız olmak zorunda değildi. Kendine muhatap aldığı kişi acınası bir kızdı. Şimdi her şeyi bir yana bırakıp kırıp dökmek vardı ama yapamıyordu çünkü kırıp dökeceği anasıydı. Sabretmeliydi birazcık sabır zamanla her şey yoluna girecekti. Sadece anasına imayla baktı ve içinden sessizce sabır çekti. Oğlunun imalı bakışına dudak büktü kadın.

 

Genç adam, anasını iyi tanıyordu biraz tatlı dil onu yumuşatabilirdi. Mecburen alttan alarak konuşmalıydı yoksa katır inadı tutarsa "tövbe billah" hiç kimse O'nu fikrinden caydıramazdı. Sesinin yoğunluğunu biraz kıstı, "Bak hatun anam, artık bu kızcağızı senin merhametine ve şefkatli ellerine bırakıyorum. Sen nasıl dilersen öyle çalıştır, buna bir sözüm yok. Yeter ki usulüne uygun çalıştır."

 

Özüne dokunan oğluna diyecek söz bulamayan kadın, "Kız, duydun mu ağabeyini?" diye sordu.

 

Zeyno, gözlerini devirip süzgün süzgün bakarken, "He, ana duydum!" diye cevap verdi.

 

Sanki çok uzağındayım, her şeyi görüp duyuyom işte. Bana ne diye soruyorsa hiç anlamıyom, diye kendi iç sesiyle söyleşti.

 

"Madem duydun karşımda dikilip duracağına git banyonun sobasını yak. Bir güzel yunsun arınsın. Şu kire pasağa bak, bite pireye boğar bu kız bütün evi. Giymediğin kıyafetlerden birkaçını ayır kıza ver. İyicene tembihle saçını başını iki sudan aşağı yıkamasan."

 

"Kahvaltımı yapsaydım bari..."

 

"Sonra yaparsın." Tekrar istemez bakışlarını Menekşe'ye çevirdi ve iğrenir gibi baktı. "Saçlara bak, yapış yapış. Sakın unutma saçlarını örgü yapsın, başını da bir yazma ile kapatsın."

 

Zeyno, anasının peş peşe sıraladığı buyruklardan sıkılmış gibi yaparak, "Yeter, ana. Başka söyleyeceğin kalmadıysa ben gidiyom. Kızı bir çamaşır suyuna yatırmadığımız kaldı onu da yapsaydık bari." Son sözünü sesini kısarak söylemişti.

 

Gür kaşlarının gölgelediği koca gözlerini sağa sola devirerek belertti kadın. "Ne söylediysen hepsini duydum duymadım sanma!" Zeyno, anasının yanından biraz uzaklaşınca uzaktan uzağa seslendi. "Ne yapayım yani duyduysan, sana kalsa bu kızı yonta yonta bir kuşa benzetirsin." İşaret parmağını kullanarak balkon kapısına hayali bir şeyler yazdı. "Bak şuraya yazıyorum, ne söylediysem bir gün hepsi çıkacak sonra demedi demeyin."

 

Murathan, "Kızı bir kuşa benzetmediğin kalmıştı Zeyno, sonunda onu da benzettin," derken içinden kıs kıs gülüyordu. Gülüyordu çünkü keyfi yerindeydi.

 

Zeyno, ağabeyine kıkırdayarak bir gülücük attıktan sonra yönünü Menekşe'ye dönerek, "Kız söylesene adın ne?" diye sordu.

 

Menekşe'nin cevap vermesini beklemeden konuşmaya devam etti. Hem konuşuyor hem de arada bir kızın omzuna dürtüyordu.

"Kız valla hatun anam da az değil ha, hem oğluna karşı çıkmıyor hem de sana kızıyor. Bak ben sana bir sır vereyim, anamdan korkmana hiç gerek yok. Kız valla anam öyle asabi görünür ama merhametlidir. Murathan ağabeyim desen anamdan daha merhametli. Yani O'na her açıdan güvenebilirsin!"

 

Zeyno'nun içtenliğini ve samimiyetini gören göçebe gurbet kızı, bir nebze olsun rahatlamıştı.

 

"Unutmadan söyleyeyim; benim adım Zeynep ama kolayına herkes Zeyno, diyor. Senin anlayacağın biri beni Zeynep, diye çığırsa başkasına diyorlar sanıyom." Susan Menekşe, sürekli konuşan Zeyno'ydu.

 

İki genç kız, önce banyo sobasını yakıp suyu ısıttılar. Sonra Menekşe'ye ne yapacağını tek tek anlattı Zeyno.

Bir müddet sonra Menekşe, yunmuş arınmış olarak banyodan çıktı. Zeyno'nun verdiği kıyafetleri de üzerine giymişti.

 

Kıyafet olarak o zamanlar günlük iş güç yaparken çiçekli basmadan şalvar giyilirdi. (Gerçi hala giyiliyor o ayrı mesele ama) Bu yöresel bir kıyafetti. Şalvarla hareket etmek daha kolay oluyordu çünkü.

 

Banyodan çıkan Menekşe, sağına soluna çekingen bakışlar attıktan sonra banyo kapısının tam karşısında asılı duran aynayı gördü. İçgüdüsel olarak aynada kendini görmek istedi. Kimseye görünmemek için usulca parmak uçlarına basarak yaklaştı. Ne de güzel olmuştu yahu. Uzun uzun aynadaki aksine baktı ama kendisi olduğuna inanamadı. Hoş kim görse aynadaki kızın bir saat önceki kız olduğuna inanmazdı.

 

Menekşe'yi banyodan çıkmış gören ağa kızı, hayretini gizleyemedi. Sözü yüzünde biriydi ve ne düşündüğünü hiç saklamaz dobra dobra konuşurdu.

 

"Kız, sen ne kadar güzel olmuşsun. Gözümle görmesem bu denli değişeceğini söyleseler inanmazdım. Sahi adın neydi hala söylemedin?"

 

Menekşe, mahcup ve kısık bir ses tonuyla; "Menekşe, benim adım Menekşe." dedi.

"Kız, senin ne güzel adın varmış. Gözlerin de mor menekşeye benziyo. İsminle gözlerin aynı..."

 

Sözlerini Menekşe'den sakınmayarak kızın yüzüne karşı okuduktan sonra emrivaki yapar gibi arkamdan gel işareti yaptı. Menekşe, sıkılgan ve korkak adımlar atarak Zeyno'yu takip etmeye başladı. Balkondakiler kahvaltısını yapmış tahta sedirlerin üzerine çıkıp oturmuşlardı. Balkona geçmeden önce Murathan'ın odasına oradan balkona geçildiği için odaya gelince Zeyno, hinlik yaparak, "Burası Murathan Ağamın odası. Belle diye söylüyom!" dedi.

 

Kaş altından bakan menekşe gözler odayı sessizce taradı. Odadan çıkıp balkona geçtiler. Menekşe'nin kolundan tutup çekiştirerek anasının karşısına çıkardığında, "İstediğin gibi olmuş ana?" diye sordu Zeyno.

 

Tahta sedirin üzerinde bağdaş kurarak oturan Dilber Hatun, mağrur başını kaldırıp kem gözlerini Menekşe'nin üzerinde gezdirmeye başladı. Etli alt dudağını arada bir büzüp, ela gözlerini devirse de beğenmiş gibiydi. "Olmuş ama saçlarını kapatmamış. Sana yazma ver saçını kapatsın demiştim ama her zamanki gibi beni dinlememişsin. Yazmayla kapatsın saçlarını da oraya buraya dökülmesin. Hadi bakalım, kız yunup arındığına göre evi baştan aşağı süpürüp silin," dedi ve ekledi "sende yanında ol, ne yapılacaksa göster. İkiniz birlikte yapın işleri..."

 

Zeyno, anasının yumuşlarından bezdiğini göstermek için yanaklarını şişirinceye kadar nefes aldı oflayarak geri verdi. "İşimiz çok desene. Of ya, onca işi bize yükledin sen ne yapacan acaba? Bari kahvaltı yapsaydım."

 

"Karşımda söylenip durana kadar git kahvaltını yap. Kız açsa onun da karnını doyur. Laflara bak sen, görende ben boş oturuyom sanır. Siz temizlik işlerini yaparken ben de öğle yemeğini yapacam. Orada durup bana laf yetiştirene kadar çabuk iş başına. Kızdırma beni, vallahi terliği elime alacam şimdi ha," deyip yanında duran terliği aldığı gibi fırlattı. Terlik hedefi vurmamış ıskalamıştı ama zaten anası da hedefe odaklanmamıştı.

 

"Tamam ya tamam, kızma!" diyerek kıkırdadı Zeyno...

 

Hanım ağa, dudak ucuyla gülümseyerek; "Hadi benim terliği getir, kıza da bir terlik ver," dedi.

 

Bütün bunlar yaşanırken konakta Murathan ve babası çoktan işlerinin başına geçmişlerdi.

 

****

Günler birbirini özleyip koşar adım geçip giderken Murathan'ın içinde birilerine yardım etmenin huzuru hüküm sürüyordu.

 

Menekşe, bu geçen zaman içinde o evin kızı gibi olmuş ve bu konağın her bir köşesini kendi eviymiş gibi öğrenmişti. Hiç kimsenin kendisine iş buyurmasına gerek kalmadan ne yapması gerektiğini biliyordu.

 

Geçip giden zamana ayak uyduran yalnızca Menekşe, değildi elbette. Zeyno da gurbet kızına iyiden iyiye alışmıştı, zira Onun yalnızlığına el vermiş aralarında samimi bir arkadaşlık oluşmuştu. Onlar iki kız kardeş gibi güle oynaya neşe içinde geçiriyorlardı günlerini.

 

Hani derler ya, insanoğlu her koşula çabuk uyum sağlar diye. Menekşe de alışık olmadığı bu yaşam koşuluna çok çabuk uyum sağlamıştı. Günün sonunda konaktan ayrılıp kendi yaşam alanına dönerken defalarca arkasına dönüp bakar içinden ne kadar şanslı olduklarını bir bilseler, diye geçirirdi.

 

Kendisinin asla böyle bir yaşama ait olamayacağını düşünür içten içe hayıflanırdı. Benim ait olduğum tek yer kara çadırım. Kendi yaşamıyla onların yaşamını kıyasladığında menekşe gözleri dolar hüzün yağmuruna tutulurdu. Nemli kirpik uçlarına biriken yaşlar, sanki birer inci tanesi gibi o esmer yanaklarından geçerek biçimli dudaklarına doğru süzülürdü.

Menekşe için gündüzleri konakta sürdürdüğü yaşam tıpkı "Külkedisi" masalını andırıyordu ama tam tersi olarak. Bizim "Külkedisi" gündüzleri prenses olarak sarayında yaşarıyor gece yarısını beklemeden ilk akşamdan külkedisine dönüşürdü.

 

Menekşe kendi masalına alışmıştı. İki genç kızın arkadaşlığı günbegün ilerliyor şen şakrak gülüşleri konağın duvarlarında çınlıyordu. Birbirlerinden hiç ayrılmıyorlar her işi birlikte yapıyorlardı. Şimdilik mutlu ve huzurluydular...

 

Ta ki, baskın bir öğle sıcağında hanım ağa, "Menekşe, hadi çeşmeden bir kap serin su al da gel," diyene kadar.

Buzdolabı icat olmamış mıydı, diye soracak olursanız. Belki icat olmuştu ama küçük yerleşkelerde elektrik olmadığı için doğal olarak elektronik alette yoktu.

 

Menekşe garibim, hanımının sözünü ikiletmedi. Su kaplarını kaptığı gibi koşar adımlarla mahalle çeşmesinin başına vardı.

Tam suyunu doldurup eve dönmeye hazırlanmıştı ki, iki gençten erkek geldi çeşme başına.

Bölgesel olarak yaz günleri hele öğle vakti hava aşırı sıcak olurdu. Buna müteakip olarak öğle saatlerinde sokaklar baya tenha olur hiç kimse dışarıya çıkmazdı; zaten köy yerinde bir avuç insan yaşardı.

 

Menekşe, suyla doldurduğu kovaları aldı tam eve doğru yollanmıştı ki, bu esnada genç adamın biri Menekşe'nin önüne geçip karşısına dikildi; diğeri ise etrafında dolanmaya başladı. Ön tarafına geçen şahıs, "Güzellik, sana zahmet olmasın ver biz taşıyalım kovaları," dedi sırıtarak.

 

Arka tarafta bulunan diğer genç ise Menekşe'nin etrafında dolanıp onun dikkatini dağıtıp duruyordu. Menekşe haddinden fazla korkmuştu ama belli etmemeye çalışıyordu. "Olmaz, ben taşırım!"

 

Gençlerden biri, "Neden olmaz kız, ağaya oluyor da bize neden olmuyor?" diye ahlak dışı bir soru sordu. Menekşe, ne yapacağını bilemez bir şekilde korkudan tir tir titremeye başladı. Körpe bedenine yayılan korkunun izleri sesine yansımış ses telleri çatallaşmıştı. "Çekilin ya!" sesindeki korku onu ele veriyordu. Onun dalından kopan bir yaprak misali ayakta sallandığını gören kör zihniyet avına odaklanmış bir avcı gibi sevinç naraları atmaya hazırdı.

 

İblise ruhunu satan ve ihtiraslarına gem vuramayan irade yoksunlarından biri ani bir hareketle arkadan dolanıp Menekşe'nin ağzını kapattı.

"Sus kız, bir duyan eden olacak şimdi." Elleriyle kızın ağzını mengene gibi kapatıp sıkan genç henüz sözünü bitirmemişti ki, uzaktan bir yaşlı kadın göründü. Yaşlı kadını ilk gören genç, "Açtın gene şom ağzını, çek elini kızın üzerinden yoksa görecek bizi. İstemeseler de geri çekilmek zorunda kaldılar lakin içlerindeki kıza sahip olma arzusu dillerine ket vuramıyordu. "Bir gün illa alıp götüreceğim seni. Bu gün elimden ucuz kurtulduğuna bakma. Sana sahip olmadan bu işten vazgeçmeyeceğim..."

 

Sahip olmak ve alıp kaçırmak sözcükleri zavallı Menekşe'nin korkuyu iliklerine kadar yaşamasına neden olmuştu. Yüreğine ve ruhuna sinen bu sözcükler yenir yutulur cinsten değildi. Buradan uzaklaşmak istiyordu fakat yaşadığı korku dolu dakikalar buna müsaade etmiyordu. Eli ayağı boşalmış üflesen düşecek gibi zar zor ayakta duruyordu. Başına gelenleri hazmetmek zaman alacaktı ama hemen konağa dönmesi gerekiyordu. Son kalan gayretini toplayıp zor bela konağa vardığında; "Suyu getirdim hanımım!" diyebildi ancak ve olduğu yere yığılıp kaldı.

 

Menekşe, yere yığılırken elindeki kovaların her biri bir tarafa devrilmişti. Genç kızın kendinden geçip yere yığılışını film izler gibi izlediler. İlk şaşkınlıkları geçince ayağa fırlayıp hemen genç kızın başına geldiler. Sararıp solmuştu yanık teni. "Zeyno kızım, çabuk kolonya getir. Ne oldu bu kıza durup durukken?" Hiç vakit kaybetmeden kolonyayı getirdi genç kız. Hoş kokulu tütün kolonyasından Menekşe'nin eline yüzüne sürdüler. Çok geçmeden kendine gelen Menekşe'ye soruları peş peşe yapıştırdı kader arkadaşı; "Ne oldu kız sana, elin ayağın buz gibi olmuş? Baksana betin benzin atmış, sararıp solmuşsun?"

 

Menekşe ne yaşadığını söyleyemedi, söyleyemezdi. O bir gurbet kızıydı hiç kimse onu haklı çıkarmazdı. Önemsemezdi. Bu gibi küçük yerleşim yerlerinde üzerine atılan çamur kalıcı bir iz bırakırdı. Bir kere adın dillendi mi, it kopuk bırakmazdı peşini, dahası kimsesizdi ve bütün bunlarla baş edecek güçte değildi.

 

"Yılan çıktı da önüme büyüktü çok büyüktü. Ben yılandan korkunca koşarak geldim eve, ondan yani ondan." Genç kızın dili yalana alışık değildi ama mecbur kalmıştı. Konakta yaşamaya başlayalı çok olmamıştı eğer gerçeği söylese ne kadar inanırlar ve arkasında dururlardı. Kim bilir belki de başlarına bela almak istemezler bu bahaneyle kapının önüne koyverirlerdi.

 

"Korkuttun bizi kız. Sen çadırda yaşayan birisin. Yılandan çıyandan korkmaman gerekmiyor mu?"

 

"Şey bu başka iki taneydi birbirine dolanmış." Yalan yalanı doğuruyordu kendi bile neredeyse söylediği yalana inanmak üzereydi.

 

"Ha, o yılanlara dokunmamak yaklaşmamak lazım, onlar sevgili olurlarmış. Bize öyle derlerdi büyüklerimiz. Sakın ha, bir daha sarmaş dolaş yılan görürseniz hemen uzaklaşın yanlarından." Menekşe'nin yalanını destekleyen konağın hatunu, hayat tecrübesini dile getirmişti hemencecik. İyi de olmuştu, yılanı çıyanı bol olurdu buraların tedbirli olmakta her zaman yarar vardı.

 

Menekşe, söylediği yalanın itibar görmesinden memnundu. İri gözlerini hayretler içinde kocaman kocaman açtı. "Ya, sevgili olurlarmış demek, ben ilk defa duydum. Bir daha hiç yaklaşmam."

 

Kulaktan kulağa aktarılan varsayım bir efsaneden ibaret miydi, yoksa gerçekle ilgisi var mıydı? Tabii ki, bunu doğrulamak işin uzmanına düşüyor biz sadece aktarıcıyız.

 

Menekşe'nin yaşadığı sahne hayal perdesine düştükçe içini bir ürperti yokluyordu.

 

Giderayak serserilerden biri, "Bir gün mutlaka elime düşeceksin demişti." Savruldu benliği söndü gözlerinin feri. Onların bu isteği gerçekleşmezdi değil mi?

 

 

Loading...
0%