Yeni Üyelik
3.
Bölüm

BÖLÜM 1 ( İlk Karşılaşma)

@nefelicalliope

 

 

Acı, hayatımın dört bir yanında bedenimi sarmalayan bir gölge, ruhumu acıtan bir sanrı benim için.

 

O sabah, uyandığında her şeyin bambaşka olacağını tüm zerrelerinde hissediyordu. Üniversitede geçirdiği keyifli ve yoğun dört yılın ardından yüksek lisansını Paris Sanat Koleji'nde tamamlamıştı. Paris'te eşsiz anlar yaşamıştı. Sonunda staj için yurtdışına adım atma hayalini gerçekleştirmişti. Tutkuyla bağlandığı alanı onu gururlandırırken, bu yolda ilerlerken içindeki mutluluğu hissediyordu. Kimseye ihtiyaç duymadan ne istediğini biliyordu. Elbette zor zamanlar yaşamıştı ancak kararlılığı ve tutkusu hiç eksilmedi. Ailesinin sevgisi ve desteği, onu çok mutlu ederken, her zaman yanında olan sıcak yürekli dostlarının varlığı da onun için paha biçilmezdi.

Esma, o arkadaşlarından biriydi. Paris'te yaşıyordu ve iki yıllık serüvende ona çok desteği olmuştu. Esma, kimyager kimliğinin ardında parfüm yapma hayaliyle yanıp tutuşuyordu ve bu arzusu için Paris'e adım atmış, kendine bir yer edinmiş ve iş bulmuştu. Süreyya’ nın Paris'teki macerasına rehberlik ederek başvurularını yapmasını sağlamıştı. Hafta sonu için İstanbul'a dönüş planları yapıyordu. Onun gelişiyle birlikte veda yemeğinde buluşacaklardı. Çünkü staj başvurusu olumlu yanıtlanmıştı. İçi coşkuyla dolarken bu mutluluğu sevdikleriyle paylaşmanın heyecanıyla yanıp tutuşuyordu.

Yatağında uyandığında, tüm bunları düşündü. Sonra heyecanını dizginleyerek yatağından çıktı. Banyosuna girip, duş aldıktan sonra giyinerek aşağıya indi. Mutfaktan gelen sesleri duyunca o tarafa yöneldi. Annesi evin yardımcılarıyla beraber kahvaltıyı hazırlıyordu. Arkasından sessiz adımlarla yaklaştı ve ona sarıldı.

"Günaydın anne."

"Günaydın deli kızım, ay dur ellerim dolu." annesi, gülümseyerek konuştu.

Süreyya da onu, umursamadan gülümsedi. "Babam çıktı mı?"

"Ee uykucu, babanın bu saate kadar evde kaldığı nerede görülmüş?"

"Haklısın. Abimler ve Leyla'lar geliyor değil mi?"

"Evet, Süreyya tabii gelecekler. Senin içinde bizim için de geri sayım başladı. Ah kızım şurada gitmene kaç gün kaldı." Annesi hüzünlüydü, Süreyya’ da bu hakikatin farkındaydı. Onun içsel dünyasından, duruşundan, sesinden bu gerçeği okuyabiliyordu. Aynı zamanda annesinin onun için çok sevindiğini biliyordu. Çünkü annesini, hayallerini gerçekleştirdiğini ve bu uğurda yürümesinin değerini çok iyi anlıyor destek oluyordu.

Daha önce yüksek lisans için evinden ve ailesinden ayrılması hepsi için zorlu bir süreçti. Enver’ ler, birbirine sımsıkı bağlı bir aileydi. İlk olarak abisi Ahmet Kağan evlenmişti ve Göktuğ adında tatlı bir oğlu olmuştu. Ardından kız kardeşi Leyla da evlenmiş, prenses gibi bir kızı dünyaya gelmişti. Herkes hayatını kurmuş, mutlu ve güzel evlilikler yapmıştı. Ancak Süreyya’ nın hala evlenme gibi bir düşüncesi yoktu; öncelikleri farklıydı.

"Hadi kahvaltıya Süreyya, oyalanma daha akşam için hazırlık yapacağım."

"Tamam, anne." Annemle olan bağımız eşsizdi, babamı da seviyordum. Onlar, bana bu hayatta en çok değer verenlerdi. Onları çok ama çok özleyecektim...

Kahvaltı sonrası bahçeye çıktıklarında, kahvelerini yudumladılar. Havada bir tazelik vardı ve manzara büyüleyiciydi.

Evleri Kavacık’ taydı, kocaman bahçesi vardı. Annesi, bahçeyle ilgilenmeyi bir şeyler ekmeyi, toprakla haşir neşir olmayı çok severdi. Süreyya da annesi gibiydi.

Her hafta bahçeyle ilgilenmeye gelen Hüseyin, ''Bana bir iş bırakmıyorsunuz Münevver Hanım.'' diye tatlı tatlı söylenirdi. Münevver, kahvesinden bir yudum alıp ayaklanmıştı. Yine solan bir yaprak ya da üzgün olduğunu düşündüğü bir çiçek gözüne ilişmişti.

''Anne, yine ne oldu? Nereye?''

''Ee, kızım baksana küsmüş bu boynunu bükmüş.''

''Sevgisiz bıraktın muhtemelen.'' Süreyya, annesine takılmayı severdi. Özellikle çiçekleriyle ilgili.

''Süreyya! Bak kızdırıyorsun beni yine! Nerede görülmüş benim onları sevgisiz bıraktığım, baksana şunların güzelliğine."

Süreyya gülmeye başladı. ''Anne.''

''Ama öyle kızım.''

''Yok yok ilgisiz kalmışlar. '' diyerek, inatla ona takıldı.

''Deli kız, uğraşıyorsun benimle yine. Özleyeceğim seninle bahçe sohbetlerimizi.''

''Merak etme anne, seni Paris'e gittiğim zamanda rahatsız edeceğim, söz!''

''Her zaman Süreyya, her zaman edebilirsin sevgili kızım.'' dediğinde, masaya ona doğru yaklaşmıştı.

"Canım kızım benim, gel sana güzelce sarılayım pamuk kokulum. Hadi ama işler beklemez, Sevinç Hanım birazdan yardıma gelir. Ben içeriye giriyorum.''

Münevver kızını, bahçede bırakıp eve girmişti. Süreyya ise sessizliğin ve manzaranın büyüsünü daha fazla hissetmek isteyerek biraz daha kaldı. Birkaç saat içinde ev, adeta rengarenk balıkları andıran bir nehir yatağına dönecekti.

İlk olarak Leyla ve prenses Zeynep Hanım geldi. Eniştesi akşama doğru gelecekti. Zeynep, üç yaşındaydı; neşeli, hiç yerinde durmayan ve son derece sevimli bir kızdı. Hemen Süreyya’ nın üzerime atladı. Onu çok özleyecekti... O masum kokusunu içine çektim. Zeynep, prenses oyunu oynamak istedi. Zeynep, teyzesinin kıyafetlerine, takılarına ve makyaj malzemelerine büyük bir ilgi duyardı. Hazine kelimesinin anlamını bilmiyordu fakat odasına adım attığı anda gözleri parlar, ağzı açık kalır, sevinçten ne yapacağını şaşırır neşeli çığlıklar atardı.

''Feyay bana goçteyçene.'' İsmi onun için böyleydi.

''Neyi tatlım?''

''Yeni ciciyeyinii.''

''Gel buraya prenses.'' Zeynep'i kucağına alıp, ellerinden tutarak kendi etraflarında dönmeye başladılar. En sevdiği şeylerden biriydi. Şahane bir kahkahası vardı. Münevver, "Gülüşü sana benziyor. Küçük yaramazlıkları da.'' derdi. Kaç tane rujunun mahvolduğunu saymıyordu artık. O sırada aşağıdan sesler duydu, abisinin eşi Serra, Göktuğ Yusuf' la beraber gelmişti. Göktuğ beş yaşındaydı. Abisi de akşam gelecekti. Zeynep'le birlikte aşağıya indi.

''Beni de al Süreyya hala, beni de al.''

''Tatlım dur bakalım, kollarım o kadar güçlü mü?''

''Güçlüsün Hala güçlü.''

Herkes güldü. "Öyle mi ufaklık?''

''Göktuğ gel bakalım, kocaman sarılalım.''

Leyla ve Serra aynı anda güldüler. "Süreyya'yı yormayın çocuklar.''

Sonrasında, Leyla ve Serra ile birlikte oturup biraz konuştular. O sırada çocuklar da anneannelerine seslenerek mutfağa geçtiler. Akşam olmuş Münevver, masayı, yemekleri, her şeyi Serra ve Leyla'nın da yardımlarıyla halletmişti. Ailenin erkekleri de gelmişti.

Babası, torunlarının geleceğini bildiği için eli boş gelmemişti. Onları, şımartmayı severdi. "Neredeymiş benim güzel torunlarım?'' Hikmet, seslendiği anda çocuklar, mutfaktan fırlayarak çıktılar. Hediyelerini alıp merakla açtılar.

O sırada Münevver, ''Hikmet Bey, hadi masaya geçelim artık her şey hazır.'' dedi.

Herkes masadaydı. Keyifli, güzel bir yemekti. Sohbetler, gülüşmeler yemek boyunca devam etti. Yemekten sonra herkes evlerine gitti. Yolculuk Pazar günüydü. Yarın da Esma Paris'ten geliyordu. Esma ile birlikte, arkadaşlarıyla veda yemeği yiyecekti.

Ertesi gün Esma saat 14: 00' de havaalanında olacaktı. Hem arkadaşlarını görecek hem de Süreyya’ yala birlikte Paris’ e geri döneceklerdi. Buluşma için aksam 18: 00' de toplanacaklardı. Cumartesi trafiğini göz önünde bulundurup ona göre hazırlanmalıydı. Geç kalmaktan hoşlanmazdı ama hep geç kalırdı. O yüzden erken kalkarak, çoğu işini halletmişti. Valizlerini hazırlamış, kitaplarına da ayrı bir valiz yapmıştı. Okumayı çok seviyordu. Okumak için zaman ayırmak onun için ayrı bir keyifti.

Saat 17: 00 gibi çıkmaya hazırdı. Annesiyle vedalaşarak evden çıktı. Cumartesi trafiği her zaman ki gibi berbattı. Buluşmaya, Güniz, Ceren, Yiğit Ali, Eymen ve Kaan gelecekti. Güniz, Yapımcıydı Medya sektöründe çalışıyordu, Ceren Editörlük yapıyordu, aynı zamanda Blooger' di, Kaan oyuncuydu, Yiğit Ali 'nin ailesi tekstille uğraşıyordu. O da işin başındaydı, Eymen kahve zincirlerinin sahibiydi, aileleri zengindi, evet işler babadan oğula geçiyordu belki ama onlarda donanımlıydı.

Kaan mimarlık bölümünde son sınıfta oluyordu. Yiğit Ali ekonomi okumuştu, Eymen de işletme bitirmişti. Güzel, sıcak, samimi bir arkadaş grubu vardı. 15 dakika gecikmişti. İçeriye girdiğinde gözleri arkadaşlarını aradı. Mekan kalabalıktı, müzik her yerdeydi. Etrafa bakarken o sırada ona el salladıklarını gördü. Hepsinin yüzü gülüyordu. Süreyya, bu manzarayı özleyeceğimi düşündü. Onlara doğru gülümseyerek ilerlemeye başladı ve yanlarına gitti.

''Selam, özür dilerim. Biliyorum geç kaldım.''

''Yine.'' dedi, Kaan.

''Alışığız bu duruma.'' dedi, Güniz.

''Gücenme ama en uzakta ben oturuyorum.'' dedi, Ceren.

''Kimse konuşmasın, Paris'ten geldim ben.'' dedi, Esma.

''Eh hepimize sarılırsan affedilirsin belki.'' diyerek, araya girdi Yiğit Ali.

''Benden başla lütfen, ısrar ediyorum.'' diyerek, sarıldı Eymen.

Hepsi gülmeye başladı sonra da birbirlerine sarıldılar. Akşamın çok güzel geçeceği belliydi. Herkesin keyfi yerindeydi. Süreyya da masaya oturduğunda siparişlerini verdiler.

Ceren'in daha önce kitabıyla ilgili söylediği şey aklındaydı, hemen sordu ve tahmin ettiği gibi kitabı onaylandığını öğrendi. Bu konuyu diğerleri bilmiyordu. O an öğrendiklerinde Ceren'i tebrik etmeye başladılar. Ceren'in en büyük hayaliydi kitap yazmak ve bunu hak ediyordu. Kutlamak için iyi bir haber daha vardı.

İlerleyen saatlerde Kaan'ın da yeni bir senaryo okumasına başladığını öğrendiler. Gece iyi haberlerle başlamıştı.

''Bu arada ilk basım benim! Sakın başkasına söz verme, imzalamayı da unutma tatlım. Süreyya Feray Enver adına!" dedi, gülümseyerek. Herkes ufak da olsa isyan etmeye başladı. Neyse ki ısrarcı olmadılar. İlk basım Süreyya’ nın olmuştu. Konu kapanmıştı. Kitap kapağını çok uzun zaman önce Süreyya tasarlamıştı.

Herkes birbirine bir şeyler anlatıyor, gülüyordu. Süreyya bir an durdu hepsine tek tek baktı. ''Hepinizi özleyeceğim. Hem de çok...''

''Bizde seni özleyeceğiz canım, ama unutma her zaman yanındayız.'' dedi, Ceren.

''Biliyorum, teşekkür ederim ve bana güzel haberler verdiğiniz için de minnettarım... Sizi seviyorum.''

Esma sayesinde ev işini gitmeden önce halletmiştim. Her şey hazırdı. Geriye sadece gitmek kalmıştı...

Hafif caz müziği ve mum ışıkları, mekânın zarif atmosferini tamamlıyordu. Üzerinde zarif, açık omuzlu bir elbise vardı; uzun buğday rengi saçları omuzlarına dökülüyor, ela gözleri etrafa huzurlu bakışlar saçıyordu. Şık ama abartısız bir görüntüyle, masadaki arkadaşlarının arasında parıldıyordu. Onun doğal cazibesi, kendiliğinden gelen bir zarafetti.

“Paris’e gittiğinde bizi unutmayacaksın, değil mi?” diye takıldı Güniz. Süreyya gülümsedi, ince parmaklarını kadehinin sapına doladı.

“Tabii ki hayır. Sadece bir süreliğine… Dönünce yine birlikte olacağız.”

Masadaki herkes ona imrenen ve biraz da hüzünlü bakışlarla karşılık verdi.

Süreyya’nın özgürlüğü ve bağımsızlığı, çevresindekileri her zaman etkilemişti. Ama o sırada, restoranın loş köşelerinden birinde, Süreyya’nın varlığı çok daha derin bir etki yaratıyordu; Yavuz Selim, gözlerini ondan bir an olsun ayırmıyordu. Gözleri, o kalabalıkta Süreyya’ya mıhlanmıştı. Masasında, Katarlı iş ortaklarıyla birlikte yeni bir anlaşmayı kutluyordu. Ama sohbetin içine tam anlamıyla girememişti. Gözleri sürekli Süreyya’ya kayıyor, zihni istemsizce onun varlığına saplanıp kalıyordu. O an, Süreyya’yı ilk gördüğünde, zamanın bir anlığına durduğunu hissetti. Sanki kalabalığın ortasında yalnızca o vardı, geri kalan herkes bulanık birer gölgeden ibaretti. Gözleri, dalgalı bir denizin üzerinde kayan iki yıldız gibi parladı. O an hissettiği, Süreyya yalnızca bir insan değil, bir keşifti; kendini bulduğu ama kaybetmekten korktuğu bir yolculuk. Öyle bir cazibesi vardı ki, onun yanında olmak nefes almak gibiydi ama aynı zamanda o nefesin içinde boğulma ihtimaliyle doluydu. O bakış, ona hem huzur hem de huzursuzluk veren bir girdap gibiydi; uzak durması gereken ama bir o kadar da içine çekildiği.

Uzun boylu, geniş omuzlu ve kusursuz bir duruşu vardı. Giydiği koyu mavi takım elbise, vücuduna mükemmel oturuyordu. Yeşil gözleri, mekanın loş ışığında bile tehlikeli bir parıltıyla parlıyordu. Kendisini zenginliğin ve gücün karanlık oyunlarına adamış, acımasız bir mafya lideriydi. Ancak şu anda tüm dikkatini ele geçiren şey, bir kadının huzurlu varlığıydı. “Kim bu kadın?” diye düşündü, bakışları Süreyya’nın gülümseyen yüzünde dolanırken. Onu daha önce tanıyormuş gibi tuhaf bir his içindeydi. Tanıdık ama bir o kadar da ulaşılmaz… Bu karşılaşma, kesinlikle sıradan bir tesadüf olamazdı. Kendine hâkim olmaya çalıştı, ama içindeki kıpırtı her geçen saniye büyüyordu. Onun dünyasında tesadüflere yer yoktu. İnsanları kontrol eder, kaderlerini çizer ve oyunlarını kazanırdı. Ama Süreyya… O, Yavuz’un soğukkanlı dünyasına bir çatlak açmak üzereydi. Süreyya’ya ilk baktığında, sanki hayatının geri kalanı o bakışta saklıydı. Onunla göz göze gelmek, tanıdık ama bir o kadar da yabancı bir yere adım atmak gibiydi. Bir yanı karanlık, bir yanı aydınlık ama her iki yanıyla da büyüleyici. Onun bakışı, ruhuna işlenen bir imzaydı; silinmesi imkansız, anlamı ise çözülmeyi bekleyen bir sır. O anda anladı, onunla yollarının kesişmesi, planlanmamış ama kaçınılmaz bir kaderdi. Her insan bir hikaye anlatır, ama Süreyya’nınki yaşamaya değer bir destandı.

Süreyya, tam o anda sanki bir şey hissetmiş gibi başını çevirip, rastgele etrafına bakındı. O an, gözleri Yavuz Selim’in gözleriyle buluştu. Yeşil gözlerin derinliğinde, bir anlığına başka bir dünyanın ağırlığını gördü ama bunu fark ettiğinde hemen bakışlarını kaçırdı. “Bana bakışı, içime işleyen bir emir gibiydi; kaçmak istedim ama yapamadım.” diye geçirdi içinden… Onun bakışlarıyla karşılaştığı an, içinde tarif edemediği bir kıvılcım çaktı. Sanki hiç tanımadığı biriyle değil de, yıllardır beklediği biriyle göz göze gelmişti. O an, tüm dünya sessizliğe büründü ve sadece onun varlığı kaldı. O bakış, her şeyin başlangıcı gibiydi. Bir adım atmakla geri çekilmek arasında kalmanın büyüsü. Tehlikeli, ama bir o kadar da çekici. Kaçmayı düşündü ama kaçarken ona daha çok yaklaştığını hissetti. Çünkü o, uzak durulması gereken bir tehlikeydi ama aynı zamanda o tehlikeye teslim olmak, hayatın anlamını bulmaktı.

Bu bakışma yalnızca bir saniyelikti, ama Yavuz için o saniye, zamanın durduğu bir andı. Yavuz’un kalbi hızlanmıştı. O bakışta, yıllardır içinde sakladığı boşluğu bir anlığına dolduran bir şey hissetmişti. İçgüdüleri ona, bu kadının sıradan bir hayatın parçası olmadığını söylüyordu. Onunla tanışmak ya da hayatına girmek için bir neden bulmak zorundaydı. Kontrol, her zamanki gibi Yavuz’un elinde olmalıydı. Ama bu bakışmayla kontrolü yerle bir olmuştu. “Ona bakmak, bir uçurumdan atlamak gibiydi; dibe vurmayı bile umursamadım.” Toplantı masasında otururken, konuşulanların bir kısmı kulağından akıp gidiyordu. Zihni, Süreyya’nın o anlık bakışına takılıp kalmıştı. Onunla göz göze gelmek, hayatında uzun zamandır eksik olan bir şeyi bulmuş gibi hissettirmişti ama ne olduğunu bilmiyordu. Gülüşünün yankısı, zihninde her şeyden daha canlıydı. Bir anda bu düşüncelerin fazla derin olduğunu hissetti… Ama aklını ondan çekmeye çalıştıkça daha da çekiliyordu.

Süreyya, masasına dönerek arkadaşlarına odaklanmaya çalıştı. “Kimdi o adam?” diye düşünmeden edemedi. Bir anlığına bakışlarını yakalayan bu adamın karanlık bakışları, kalbinde bir huzursuzluk yaratmıştı. Onu tanımıyor olmalıydı, ama o gözlerde bir şeyler vardı… Tehlikeli, ama aynı zamanda tuhaf bir çekim yaratan bir şey. “Gözleri, tüm savunmalarımı bir anda yerle bir etti.” diye içinden geçirdi. Onunla ilk göz göze geldiğinde, içinde bir rüzgar esti; hafif ama derinden gelen bir rüzgar. O bakış, ona unutulmuş anılarını hatırlatan bir melodi gibiydi; her notası tanıdık ama bir türlü çıkaramadığı bir şarkı. O anda, onun bir yabancı değil, kendi hikayesinin eksik bir parçası olduğunu fark etti. Korkutucuydu, çünkü o hikayeyi yazmaya cesareti yoktu. Ama aynı zamanda çekiciydi; o hikayenin içinde kaybolmak, en büyük arzusu haline geldi. Çünkü bazı insanlar hayatınıza bir fırtına gibi girer ve bir daha gitmezdi.

Yavuz, bakışlarının ona bu kadar etki etmesine şaşırdı. Normalde kadınlarla uğraşmak, onun için sadece bir eğlenceydi. Ama Süreyya… Onun varlığı, Yavuz’u kontrol edemediği bir saplantıya doğru sürüklüyordu. Bu, sıradan bir ilgi değil, daha derin bir şeydi. Onun hayatına girmek zorundaydı. Dişlerinin arasından hafif bir hırıltı kaçtı. “Bu kadın… Gözleri, tüm karanlık oyunlarımı altüst etti ve kaçınılmaz olarak beni esir aldı.” diye fısıldadı kendi kendine. “Onu gördüğüm an, sahip olma arzusu damarlarıma zehir gibi yayıldı.” diye devam etti. Kulakları kutlamaya odaklı gibi görünüyordu ama her şey bulanık bir arka plan gürültüsüne dönüşüyordu. Süreyya’nın o bakışını unutamıyordu O kadar kısa sürmüş olmasına rağmen her saniyesi zihnine kazındı. Sanki o anlık bakış, kalabalığın içinde ona ulaşan tek gerçekti. Kendini ona bakarken yakalıyordu. Çünkü bazı insanlar, hayatına bir melodi gibi girer ve bir daha susmazdı.

O sırada masadaki Katarlı iş ortaklarından biri ona dönerek konuştu. “Yavuz Bey, sizi biraz dalgın gördüm. Kutlamayı yeterince takdir etmiyor musunuz?”

Yavuz, soğukkanlı bir gülümsemeyle cevap verdi: “Her şey tam istediğim gibi…” İçten içe bu cümlenin iki anlamı olduğunu biliyordu; Hem iş hem de Süreyya için. Bu gece, onun hayatına gireceği ilk an olacaktı. O kadın, şimdi farkında olmasa bile Yavuz Selim’in dünyasına adım atmıştı. Ve bundan sonra kaçış yoktu. “Sadece bir an yetti; bu kadın benim olacak, kırarak, parçalayarak, her ne pahasına olursa.” dedi içinden, masadakiler koyu bir sohbete dalmıştı o ise içinde ki büyüye kapılmıştı.

Süreyya’nın kahkahaları masanın çevresinde yankılanırken, Yavuz Selim bakışlarını ondan bir an olsun çekmedi. Bu kadını izlemek, onun için bir ritüele dönüşmüştü. Her gülüşü, her hareketi, içindeki saplantıyı biraz daha büyütüyordu. “Bir bakışla hayatımın kontrolünü elimden alıp beni kendine mahkûm etti. Ruhuma işleyip benden kaçışı imkânsız bir takıntıya dönüştü. Bu nasıl mümkün olabilirdi?” diye, içinden geçirdi. Arkadaşları konuşuyor, gülüşüyordu ama Süreyya onların arasında değildi. Zihni, o yabancının gözlerinde takılı kalmıştı. Bakışlarındaki o ağırlık, sanki onu olduğu yerden söküp almıştı. Daha önce hiç böyle bir bakışla karşılaşmamıştı. Onu düşündükçe bir sıcaklık hissediyordu ama bu sıcaklık huzur değildi. Kalbinde bir fırtına koptu çünkü o bakış, sınırlarını zorlayacak bir şeyler vaat ediyordu.

“Daha yeni başlıyoruz.” diye düşündü Yavuz ve o anda kararını verdi. Süreyya’nın hayatına sadece girmekle kalmayacaktı. Onu kontrol edecek, varlığının ayrılmaz bir parçası haline gelecekti. Her adımı planlı, her hamlesi hesaplı olacaktı. Ama aynı zamanda, Yavuz Selim için bu sadece bir plan değil, hayatta kalmasını sağlayan bir takıntıydı. Süreyya’nın fark etmediği şey, bu oyunun çoktan başladığıydı. Ve Yavuz Selim’in dünyasına giren herkesin, bir gün mutlaka bedel ödediğini öğrenecekti.

Yavuz Selim’in gözleri hala Süreyya’nın üzerindeydi. Onu izlemek, içindeki karanlığı bir an için susturmuştu. “Tenine dokunmadan bile kalbimi teslim aldığını hissettim.” dedi içinden, Bu kadın, kaçırılmaması gereken bir fırsattı, ama sadece bir takıntı değil; daha fazlası olabileceği ihtimali Yavuz’un aklını kurcalıyordu. O, her zaman bir sonraki adımı planlayan bir adamdı ve şimdi Süreyya’nın hayatına nasıl gireceğini düşünmekten kendini alamıyordu.

Süreyya’nın kahkahası, Yavuz’un karanlık düşüncelerini böldü. Masasındaki herkese karşı samimi, doğal bir sıcaklık yayıyordu. Hiçbir şeyin farkında değildi; ne o gece etrafını saran tehlikeden, ne de Yavuz’un dikkatini çekmiş olduğundan… Ama Yavuz Selim, o gece Süreyya’nın dünyasının bir parçası olmaya karar vermişti bile. Kaçış yoktu.

Yavuz, masanın kenarında duran telefonunu çıkardı ve hızlıca bir mesaj yazdı. Serhat, Yavuz’un hem şoförü hem de en güvenilir adamıydı. Onun için işlerin karmaşık olduğu anlarda her zaman doğru zamanda doğru müdahaleyi yapmıştı. “Burada bir kadın var. Uzun buğday rengi saçlı ve ela gözlü, açık omuzlu bir elbise giymiş. Hemen hakkında her şeyi öğren.” Bir an tereddüt etti, sonra ekledi, “Hata yapma Serhat. Bu önemli.” Telefonu cebine koyarken yüzünde soğuk bir gülümseme belirdi. Bu kadın, onun oyununun merkezine oturmuştu. Ve artık geri dönüş yoktu.

Bu arada, Süreyya masadaki sohbete katılmaya çalışsa da, aklının bir köşesinde o garip bakış dolanıyordu. Yavuz’un yeşil gözleri, zihnine kazınmış gibiydi. Kendine kızarak içkisinden bir yudum daha aldı. “Ne saçma…” diye düşündü. “Sadece bir bakış, hepsi bu.” Ama içindeki huzursuzluk hissi geçmek bilmedi. “Sanki o an, tüm varlığıyla üzerime çöktü ve nefesimi çaldı.” Gözlerini kaçırdığı an, onu düşünmekten vazgeçeceğini sanmıştı. Ama yanılmıştı. Zihni, her an ona dönmek için fırsat kolluyordu. Onun varlığı, bir fırtına öncesi rüzgar gibiydi. Henüz hiçbir şey yaşanmamış olabilirdi ama her şeyin yaşanacak olması ihtimali bile Süreyya’ yı sarsıyordu. Arkadaşlarının yanındaydı ama aslında değildi. Çünkü bazen bir bakış, insanı başka bir hayata sürüklerdi. Ve Süreyya, sürüklendiğini fark ettikçe daha çok onunla olmak istedi.

Ceren, onun daldığını fark edip hafifçe dirseğiyle dürttü. “Yine dalıp gittin?”

Süreyya, hafif bir gülümsemeyle başını salladı. “Ah, aklımda birkaç düşünce vardı. Paris’ le ilgili.” Ancak o an, içinden geçen düşüncelerle kendini bile kandıramıyordu. “Bana baktığında, hem korktum hem de o karanlıkta kaybolmak istedim.” dedi içinden, “Ama neden?” Bu gece bir şey değişmişti. Bunu hissediyordu, ama henüz ne olduğunu bilmiyordu.

Yavuz, tüm dikkati ile masasına geri döndüğünde, iş ortaklarıyla yüzeysel birkaç cümle kurdu. Ama zihni hala Süreyya’daydı. Bu kadını zihninden atamamak, onu daha da hırslandırıyordu. O her zaman kontrol sahibi olan bir adamdı. Ama şimdi, bir kadının varlığı bile dengelerini sarsmıştı.

Yanındaki Katarlı iş ortaklarından biri, ona keyifli bir sesle döndü, “Selim Bey, bakıyorum ki kutlamaya odaklanmakta zorlanıyorsunuz. Bir sorun mu var?”

Yavuz, yüzünde soğuk bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Hayır. Sadece… Bazı şeyler düşündüğümden daha ilginç hale geldi.” dedi ortağına, içinden geçen şey ise, bambaşkaydı. “Ona sahip olmamak, dünyayı elimde tutup bir kum tanesine yenilmek gibi olurdu.” düşünceleriyle birlikte sanki kendisiyle bir iddiaya girmiş gibi hissetti.

Bu gece, her iki dünya da farkında olmadan birbirine doğru çekiliyordu. Süreyya, özgürlüğe doğru adım attığını sanırken, Yavuz Selim onun hayatına çoktan bir sanrı gibi girmişti. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Süreyya o gece arkadaşlarıyla güzel keyifli bir şekilde geçirerek sonlandırdı. Yavuz içinse sıkıcı olan kutlama yemeği Süreyya ile karşılaşma anından sonra ilginç bir hale gelerek sonlanmıştı.

Ertesi gün Süreyya, Paris’ e gitmek üzere uçağına bindi. Çok sevdiği ailesini, dostlarını ve İstanbul' u bir süreliğine geride bırakmak zorundayım. Bunu daha önce de yaşamıştı ve atlatmıştı. O yüzden artık tecrübesi olduğundan bir garip hüzün dışında daha iyiydi. Esma da yanındaydı. Beraber dönüyorlardı. Paris’ e indiklerinde, havaalanından ilk önce Süreyya’ nın evine geçtiler.

"Aman Allah'ım! Esma, burası çok güzel, cidden bu kadar kısa sürede böyle bir evi nasıl buldun?"

"Benim için çok zor olmadı canım, al bakalım anahtarların."

"Harika! Ee, kahve mi yapsak? Biraz sersem gibiyim evde kahve var mı? Onu bile bilmiyorum gerçi."

"Daha iyi bir fikrim var. Evin altındaki kafede birer kahve içmeye ne dersin? Bana teşekkür etmek için sen ısmarlıyorsun."

"Bunun için sadece bir kahvenin yeterli olacağını düşünmüyorum ama elbette hadi gidelim."

"Daha sonra da yerleşirsin ama ben kalamayacağım yani tek başınasın."

"Anlaştık, sorun değil."

Kahvelerini içip, biraz daha sohbet ettikten sonra vedalaşıp ayrıldılar. Süreyya yeni evini bir kere daha turladı. Çok büyük değildi tabii ama onun için yeterliydi. Yerleşmeye başladı. Büyük ölçüde her şeyi düzenledikten sonra acıkmaya başladığını hissederek ve markete gitmeye karar verdi. Ev bomboştu. Alışverişini tamamlayıp eve geldiğinde kendine güzel bir makarna yaptı. Yemeğini yedikten sonra evdeki ilk aklına gelen eksikleri not aldı.

Son bir kaç gündür yaşadığı yoğunluk, onu yormuştu ve yarın ilk iş günüydü. Sabah erken kalkacağı için eline kitabını alıp yatağına gitti. Daha 20 sayfa okumuştu ki gözlerinin kapanmaya başladığını anlayınca ışığı kapatıp uyumaya karar verdi.

Sabah erken uyanmıştı, biraz heyecanlıydı. İlk günden aksilik olsun istemiyordu. Hazırlanıp ve kahvaltı için aşağıdaki kafeye indi. Sonra da şirkete gitmek için yola çıktı. Şirket Şanzelize Caddesindeydi. Aslında evine çok da uzak sayılmazdı. 25 dakika yürüme mesafesindeydi ve Süreyya yürümekten çok hoşlanırdı.

Şirketin adı "Graines D'etoiles" idi. Asansörle 4. kata çıktı. Şirkette Ceo ile birlikte toplam 10 kişiydiler. Herkes çok sıcakkanlıydı. Hoş bir karşılama oldu. Ona biraz işleyişten bahsettikten sonra Ceo Madelyn Patrice Lambert ile tanıştı. Çok hoş bir kadındı. Ekipteki diğer herkesle de tanıştıktan sonra ufak ufak işlere dahil oldu. Burada ona ilk söyledikleri şey sabahları çok erken işe gelmemesi gerektiğiydi. Zamanla ona da alışabilirdi.

Günler onun için hızlı ilerliyordu. Her gün mutlaka bir tanıtım, lansman gecesi vb. şeyler oluyordu. Sağlam, dünyaca ünlü markalarla çalışan bir şirketteydi ve burayı sevmişti. Hatta buradan olumlu yanıt alabilmek için çok uğraşmıştı. Nihayetinde de buradaydı.

İlk hafta Süreyya için çok hızlı geçmişti. Ailesiyle sık sık konuşuyordu, onları çok özlemişti. Evinin konforuna da alışmıştı. Her şey göz alıcı güzellikte, yoğun, hareketli bir şekilde ilerliyordu. Şirkette 3 büyük proje vardı. Hazırlıklar için çalışma gruplarına ayrılmışlardı. Arada Esma Süreyya’ da kalıyor birlikte vakit geçiriyorlardı. Bazen de Süreyya ona gidiyordu. Esma da yoğun bir zamandan geçiyordu. İlk proje için hazırlıkları tamamdı. Her şey çok güzel sorunsuz başlamış ve bitmişti.

Arada Esma' yla kaçamak yaptılar. Birkaç günlüğüne, onu Fransa'nın Güney 'inde yer alan Saint-Paul Dvence kasabasına götürdü. Çok güzel bir Orta Çağ kasabasıydı. Dönüşte ikinci proje hazırlıklarına başladılar ve o da sorunsuz ilerledi.

Ekip çok iyi iletişim içindeydi. Son projeleri ise dünyaca ünlü tasarımcı Alexandre Thayer Depardieu ' nın defilesiydi. Bu proje kusursuz olmalıydı! Her şey çok yoğun, hızlı ve yorucuydu. Çünkü Alexandre Thayer Depardieu çok sorunluydu. Kolay birisi değildi ki bu da şaşırtıcı değildi. Tam her şey yolunda derken, mutlaka bir pürüz buluyordu. Fikirlerin çoğunu beğenmeme gibi bir ruh hali içindeydi. "Sanatçı kaprisi." diyordu, Madelyn ve "Biz bunun için buradayız!"

O gün gelip çatmıştı... Bu süreçte İstanbul’ da kalan Yavuz Selim için de günler yoğun bir şekilde ilerliyordu. Süreyya’ yı gördüğü o anı unutamıyordu. Serhat istediği şeyi yapmıştı.

İki gün sonra, Yavuz Selim her zamanki disiplinli haliyle ofisine geldi. Siyah deri koltuk, şık ahşap masa ve büyük pencerelerden içeri süzülen güneş ışığı, ofisin soğuk ve güçlü atmosferini tamamlıyordu. Ancak bugün ofiste alışılmadık bir enerji vardı.

Masasının üzerinde, Süreyya’ya dair bütün bilgileri içeren o dosya yatıyordu. Serhat sabahın erken saatlerinde dosyayı bırakmış ve hiçbir şey sormadan çıkmıştı. Yavuz, masasına oturdu ve dosyaya bakmadan bir süre öylece durdu.

Kalbi alışık olmadığı bir hızla atıyordu. “Neden böyle hissediyorum?” diye düşündü. O dosyayı açıp kadının kim olduğunu öğrenmek, onun dünyasını tamamen anlamak istiyordu. Ancak elini dosyaya uzatmak ona garip bir ağırlık hissettiriyordu. Sanki açtığı an, artık geri dönüşü olmayan bir yola girmiş olacaktı. “Neden bu kadar sabırsızım?” diye düşündü. İçindeki bu sabırsızlık, şimdiye kadar aldığı en zor kararlardan bile daha yorucuydu.

Normalde iş dünyasında duygularına yer vermeyen, hesaplı ve soğukkanlı biri olarak tanınırdı. Ama şimdi, bir kadın hakkında toplanan bilgileri görmek için içten içe yanıp tutuşuyordu. Bir an gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. “Sakin ol, Yavuz.” diye, kendine fısıldadı. Ancak ne kadar sakin olmaya çalışsa da, içindeki merak onu kemiriyordu. “Bu sadece bir dosya.” diye mırıldandı. “Sadece bir kadının hayatı hakkında birkaç bilgi. Hepsi bu.” Fakat zihninin bir köşesinde başka bir his yankılanıyordu, “Ya o dosya, beklediğinden fazlasını içeriyorsa? Ya bu kadın hayatında gerçekten bir değişiklik yaratacaksa?”

Telefonu masanın kenarında duruyordu, ama Serhat’ı tekrar aramak bile istemedi. Zaten bütün cevaplar dosyanın içindeydi. Ama o cevapları bilmekle bilmemek arasında sıkışmış gibiydi. Bir şeyler değişiyordu. Dosyayı açtığı an, artık Süreyya sadece bir karşılaşma olarak bırakamayacaktı. Yavuz Selim, gözlerini masanın üzerinde duran dosyaya sabitledi. Parmaklarını bir an için dosyanın köşesine uzattı, ama sonra geri çekti. “Henüz değil…” diye mırıldandı. Onun hakkında her şeyi öğrenmek için sabırsızdı ama o anın büyüsünü biraz daha yaşamak istiyordu. Ayağa kalkıp pencerenin önüne gitti.

Yavuz Selim, pencereden dışarı bakarken derin bir nefes aldı ve bakışlarını yeniden masanın üzerindeki dosyaya çevirdi. Geri dönüp sandalyesine oturdu. Parmakları istemsizce dosyanın kenarını okşadı. İçinde beliren his, alıştığı hiçbir şeye benzemiyordu. Dosyayı açıp, Süreyya’nın hayatını gözler önüne sermek istiyor ama aynı zamanda bundan korkuyordu. Sanki bu dosya, açıldığı anda yalnızca bir kadının kimliğini değil, kendi kalbini de açığa çıkaracaktı. Sonunda daha fazla bekleyemedi. Dosyayı açtı.

İlk sayfada Süreyya’nın bir fotoğrafı vardı. Yüzündeki o masum ve sıcak gülümseme, tüm duvarlarını yıkıp geçti. Kalbinde beklenmedik bir fırtına koptu. Fotoğrafın içinden bile Süreyya’nın gözleri, sanki doğrudan ruhuna bakıyordu. O an, her şey değişti.

Elindeki dosyayı yavaşça kapattı ve sandalyesine yaslandı. İçindeki his, kaçınılmaz bir gerçekle yüzleşmesini sağladı. O kadına, o geceki o kısa karşılaşmadan beri saplanıp kalmıştı. Ve şimdi, tüm benliğiyle biliyordu; Ona aşık olmuştu. “Lanet…” diye fısıldadı kendi kendine, elini yüzüne kapatıp derin bir nefes alırken. “Daha ilk bakışta. Nasıl olabilir?” Bu hissi kendine bile itiraf etmek zordu. Yıllar boyunca zırh gibi kuşandığı soğukkanlılığı, kontrol ve disiplin takıntısı, bu kadınla sarsılmıştı. İlk kez, birine karşı zayıf olduğunu hissetmek ürkütücüydü. Ama Süreyya… Onunla ilgili hissettikleri bir zayıflıktan çok daha ötesiydi. Bu, ruhunun derinliklerinde yankılanan bir ihtiyaçtı.

Kendi kendine söylenmeye devam etti: “Aşık oldum… Lanet olsun, gerçekten aşık oldum.” Bu itiraf, onun için hem bir yenilgi hem de bir zafer gibiydi. Yıllardır hiçbir kadına böyle hissetmemişti. Hayatına giren herkes ya kısa süreli bir oyundu ya da uzak tutulması gereken bir tehdit. Ama Süreyya Feray Enver… O, başka bir şeydi. Onu kaybetme fikri, Yavuz Selim’in içini kavuran bir korkuya dönüşüyordu.

Dosyayı yeniden açıp Süreyya’nın hayatıyla ilgili detaylara göz gezdirdi. Paris’e gitmek üzere olduğu gerçeği, içini burktu. “Bırakıp gidemez…” diye mırıldandı. “Gidemez. Gitmesine izin veremem.”

Artık geri dönüşü olmayan bir yoldaydı. Süreyya’nın kim olduğunu öğrenmek değil, onun bir parçası olmak istiyordu. Onu tanımak, hayatına almak ve bir daha asla bırakmamak. Bu kadın, onun için sadece bir tesadüf değildi. Bu kez gerçekten kaybetmekten korktuğunu fark etti. Süreyya’ya olan duyguları, Yavuz Selim’in kontrol takıntısını yerle bir ediyordu. İlk kez, birine karşı böylesine yoğun bir bağ hissetmek onu sarsıyordu. Ama aynı zamanda bu his, onu hayatta tutacak tek şey gibi geliyordu.

Telefonuna uzandı ve Serhat’ı tekrar aradı.

“Yavuz Bey?” dedi Serhat, aramanın nedenini bilirmişçesine.

“Onu bul Serhat. Nerede olursa olsun bul. Paris’e gitmeden önce onunla konuşmam lazım. O kadın, benim olacak.” Sesi kararlı ve sarsılmazdı. Bu, yalnızca bir arzu ya da anlık bir saplantı değildi. Bu kadın, onun kaderiydi.

“Yavuz Bey, o gitti…” Yavuz duyduğu iki kelimenin şokuyla allak bullak oldu. Geç mi kalmıştı. Telefonu sert bir şekilde kapatmadan önce, hiddetle konuştu. “Ne demek gitti? Hemen Paris’ e adam yolla ve onu takibe aldır! Bütün bilgileri istiyorum. Orada nerede, ne yapıyor, nerede yaşıyor? Her şeyi, duydun mu beni?”

Serhat’ ın aldığı emir kesindi. Bu karşılaştığı kadına kafayı fena takmıştı. Onun dediklerini hemen yerine getirmek için harekete geçti. Ama aynı zamanda ilgilendiği bir sürü iş vardı. Süreyya’ yı takip etmesi ve onlara bilgi vermesi için aynı gün bir adamlarını organize edip Paris’ e gönderme işlemlerini tamamlamıştı. Artık Süreyya’ nın attığı her adımın raporlarını gün be gün Yavuz’ a vermek de yoğun iş listesine eklenmişti. Tüm bunlarla uğraşırken gelen haberle paniklemişti. Bu haberi Yavuz’ a vermek onun için şu an çok zordu. Bu kadın yüzünden zaten aşırı gergin ve sinirliydi. Ama yine de vermek zorundaydı. Neler olacağını ise Allah bilirdi. Akşam Yavuz’ un ofisinin kapısında durarak derin bir nefes aldı ve tıklattı. İçeriden derin ve karanlık bir sesle “Gel.” dediğini duyunca açıp içeriye girdi. Yavuz önündeki dosyaları dikkatle inceliyordu.

İstanbul geceleri, Yavuz için huzursuzlukla doluydu. Onun dünyasında hata yapmak yasaktı ve bu sefer ciddi bir problem ortaya çıkmıştı; yasa dışı olarak ürettikleri bazı maddelerin dağıtım zincirinde bir sızıntı meydana gelmişti. Polis sevkiyatın bir kısmını ele geçirmiş ve bu Yavuz’ un düzenini bozabilecek tehlikeli bir pürüz yaratmıştı.

“Evet Serhat, ne var?”

Serhat ilerleyerek masanın yanına geldi ve Yavuz’ un önüne ince bir dosya bıraktı.

“Yavuz bey, problem büyük, Polis baskın yapmış. İçeriden birinin bilgi sızdırdığına eminiz.”

Yavuz’ un gözleri önce ince bir halde kısıldı. Ardından öfkeyle parladı. Dudakları ince bir çizgiye dönüştü. Bu tür bir hata onun dünyasında ölümcül sonuçlar doğururdu. Koltuğunda arkasına yaslandı, parmaklarını birbirine kenetledi ve soğukkanlı ama tehditkar bir sesle konuştu.

“Kim yaptı?”

Serhat başını eğdi. “Henüz bilmiyoruz ama birkaç adamdan şüpheleniyoruz. Hepsini de alıp her zamanki yere götürelim mi?”

Yavuz’ un gözlerindeki karanlık, odayı doldurdu. Bu işin bedeli ağır olacaktı.

“Götürün!”

Gece yarısına doğru, Yavuz ve Serhat şehrin dışında gizli bir mekanda buluştular. Önlerinde diz çökmüş üç adam, kafalarını yere eğmiş, korku içinde titriyorlardı.

Yavuz adamlara bir bakış fırlattı ve soğukkanlılıkla sordu; “Hanginiz?”

Adamlar sessiz kalınca, Yavuz ağır adımlarla onlara yaklaştı. Gözlerindeki soğuk öfke, ölümcül bir tehdit gibi üzerlerine çöktü.

“Serhat,” dedi, sakince. “Silah ver.”

Serhat tereddütsüz bir şekilde silahı uzattı. Yavuz tabancayı eline alıp şüpheli adamlardan birine doğrulttu. “Son şansınız!” dedi, “Hata yapan kimse, ya şimdi söyler ya da hepiniz aynı kaderi paylaşırsınız.”

Yavuz’ un sözlerinin ardındaki sessizlik bir mezar taşının soğukluğunun hepsinin yüzünü yalayıp geçmesine sebep oldu. Kimse konuşmaya cesaret edemedi. Yavuz gözlerini kırpmadan tabancayı adamın başına dayadı ve tetiği çekti. Silahın sesi karanlık gece de yankılanırken, bir hayat daha onun elinden son buldu.

Diğer iki adam da korkuyla titrerken, Yavuz sakinliğini koruyordu. “İhanet edenin cezası her zaman aynıdır.” dedi, sesi buz gibi. “Şimdi konuşmak için üç saniyeniz var!” dediğinde, mırıltıyla gelen “Bendim!” sesi kulaklarına ulaştı.

Hiç düşünmeden ve tereddüt etmeden ani bir refleksle dönüp kafasına sıktı. Adam ayaklarının dibine boş bir çuval gibi yığılırken, “Bir daha böyle bir hata olursa, hepiniz sıradaki olacaksınız!” dedi ve silahı Serhat’ a uzattı.

Serhat kalan adamı sürükleyerek uzaklaştırırken, Yavuz gökyüzüne baktı. Onun dünyasında merhamet yoktu. Hataların bedeli her zaman kanla ödenirdi.

Telefonunu çıkarıp, ortaklarına hızlı bir mesaj gönderdi. “İş yeniden düzenlendi. Sorun kalmadı. Operasyon devam ediyor.”

Yavuz arabasına döndüğünde bir sigara yaktı. İçinde olduğu hayat her zaman böyleydi. Tehlike ihanet ve acımasızlık.

Ama bu gece ondan farklı bir şey daha vardı. Bu kez zihninin bir köşesinde başka bir düşünce daha dolanıyordu. Süreyya… Onun huzurlu varlığı, Yavuz’ un karanlık dünyasında beklenmedik bir ışık gibi belirmişti. Ama bu iki dünya ve kalp, bir arada nasıl var olabilirdi?

Yavuz sigarasından bir nefes daha aldı ve gözlerini kapattı. “Süreyya… Sana dokunan tek şey ben olacağım. Seni koruyacağım, her ne pahasına olursa olsun.”

Ve o an, Yavuz Selim karanlık planlarının ortasında bile, bu kadının hayatına tam anlamıyla girmeye karar verdi.

...

Buraya okumaya başladığımız tarihi yazalım mı? 🎈✨🔥

 

Gölge ve Sanrı' YI SEVECEĞİNİZİ UMUYORUM. BENİM İÇİN KURGUMU SEVEREK OKUMANIZ HER ŞEYDEN ÖNEMLİ ELBETTE AMA YILDIZLARINIZ ⭐️ VE SATIR ARASI YORUMLARINIZA DA TALİBİM... 🌟 YORUMLARDA BULUŞALIM. 🪐 GÖLGE VE SANRI ' ya OLAN DESTEĞİNİZİ GÖRMEK BENİ HEP MUTLU AYRICA MOTİVE EDECEKTİR.

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%