@neverbeganthobeit
|
Kumul tepelerin ardındaki çorak Nardus topraklarında, komşuları tarafından sefalet ve yoksulluğuyla bilinen Narabat'ın despot kraliyet ailesinin ikinci çocuğu dünyaya geldiğinde Luliq, yedi yaşındaydı. Kumun kızıştığı ve gece vaktine rağmen bayıltıcı bir havanın olduğu 7 haziran 1704 yılında, yönetimde kaldıkları süre boyunca halkına ve harap düşmüş ordularına sadece bir avuç verimli toprak vaat eden ve girdiği her savaştan kayıpla çıkan konseydeki budalalarının yatıştıramadığı avam kesiminden kendilerini kurtarmak için kral ve kraliçe, kraliyet ailesinin haricinde kimsenin bilmediği yer altındaki kanalizasyon tünelinden kaçıyorlardı. Kumtaşan kalesinden ve tünelin çıkışından gelen kulakları tırmalayan barut ateşlemelerinin seslerinden ürkmesin diye kraliçe çocuğunu sıkı sıkıya sarmıştı. Luliq ise anne ve babasını takip ederek sadece çıkışa ulaşmayı istiyordu. Aniden uyandırıldığı uykusundan dışarı baktığında aylardır babasına bahsettiği şeyin sonunda cereyan verdiğini anlamıştı. Ayaklanma. Düşüncelerini bir kenara bırakarak koşmaya devam etti. Aydınlık göründüğünde önlerinde sadece siluetlerle karşılaştılar. "Bu yolu bilen sadece ben ve abimdik!" Diye bağırdı az sonra başına gelecekleri tahmin bile edemeyen kral. Belindeki kraliyetin sembolü olan kılıcı çekti. Kraliçe ve oğlunu arkasına alarak hazır ola geçti. Durumun dezavantajına olduğunun farkındaydı. "Lütfen çocuklara bir şey yapmayın!" diye bağırdı kraliçe. Kendilerine ihanet eden kişinin kim olduğunu çoktan öğrenmişti. Bu her kraliyet ailesindeki ferdin bilebileceği bir yoldu. Onlara tuzak kuran kralın küçük kardeşi Dük Pelez'den başkası olamazdı. Çocuk, o yaşıyla olan biteni anlamıştı. Amcasının sonu gelmekte olan bir krallığın başına geçmek için sarf ettiği çabaları biliyordu. Yüzünü açan Dük Pelez'i gördüğünde sadece kardeşini kapmak ve kaçmak istedi. "Bunu yapmak zorunda değilsin, Pelez!" Hala hiç kimse hareket etmemişti. Karşıdaki adamlar sadece emir verilmesini bekliyordu. "Kral Alzar, kabinenin bana verdiği yetkiye dayanarak ülkeyi sürüklediğin hezimet dolu savaşlardan dolayı idamını gerçekleştirmek üzere görevlendirildim. Fakat bir ayaklanma sırasında olduğumuz için formalite icabı mahkemen görülmeyecek. Avukatın benim, yargıcın halk, davacın ise yaptıkların." Yüzünde saklayamadığı bir gülümseme vardı. Kurduğu cümleler özenle seçilmişti, iğneleyiciydi. "Ülkenin gidişatını kötüye yönlendirmekten, basiretsiz bir lider olmaktan ve..." Elinde tuttuğu kağıttan listeleri okumayı bıraktı ve tekrar ceketinin cebine koydu. Tüylü şapkasını düzelterek askerlerine emir verdi. "Etkisiz hale getirin. Tüm ayaklanma bittiğinde başa geçecek kralınızın emridir." Suikastçiler pelerinlerinden çıkardıkları kılıçlarla saldırarak kralı hızlı bir şekilde etkisiz hale getirmeye çalışırken kılıç tutan elini kestiler. Attığı çığlık halkın kopardığı gürültüden duyulmasa da küçük Luliq ve kraliçenin göz yaşlarını engelleyemedi. "Aptallar, onu öldürmeye mi çalışıyorsunuz? Bir işi de düzgün becerin." Aralarından bir tanesi söylenerek sargı bezi çıkarttı. Kralın kopan ve kanamakta olan kolunu sargıladı. Anlaşılan hala kimseyi öldürme planları yoktu. Amcasının zeki bir adam olduğunu bilen Luliq, ülkenin başına tekrar halkı yatıştırmak için kral ve kraliçeyi o yakalamış gibi göstereceğini anlamıştı. Luliq babasının kılıcını kaptı. Gözlerinden akan yaşa rağmen babası birkaç kelime söyleyebildi. "Yapma... teslim olun..." Elleri titreyen Luliq annesinin önüne geçti. Yerde kıvranan babasını ve kolunun bıraktığı boşlukta ince işlenmiş kıyafetine akan kanını görmek onun içerisinde büyük bir ürperti oluşturmuştu. "Biliyor musun Luliq? Sen cesur bir çocuksun." Dük Pelez askerlerin arkasından gelerek ona yaklaştı. Babasının kolunun koptuğu yere bilerek ya da bilmeyerek bastı fakat ayağını üzerinden çekmedi. Alzar'ın attığı çığlık küçük Luliq'i daha da korkutmuştu. Fakat dik duruşundan taviz vermedi. Gözlerinden akan yaşın etrafını buğulaştırmasına rağmen gözleri Pelez'in üzerindeydi. "Babana neler anlattığını da biliyorum. Bir babanın evladının tavsiyelerini dinlemeyecek kadar büyük burunlu olmasının sonuçlarını yaşıyorsunuz." Luliq daha fazla duramadı ve kılıcıyla öne atıldı. Pelez ise kılıcına karşılık verdiğinde aralarındaki vücut farkı aşılamayak kadar barizdi. Luliq'i kolayca durduran Pelez, onu karnına attığı tekmeyle annesinin ayaklarına geri yolladı. Yediği tekmeden afallayan küçük çocuk midesinin ağzına geldiğini hissettiğinde ne yediyse çıkarmıştı. Yüzü artık kusmuk, ter, kan ve göz yaşlarıyla kaplanmıştı. Annesine ve kardeşine baktı. Pelez annesini çekip elindeki tüfeğin kabzasıyla kafasına vurarak onu da bayılttı. Babası yaşadığı acıdan bayılmıştı ve yerde öylece yatıyordu. Annesini de onun yanına fırlatan Dük gözünü yerde yatan Luliq'e çevirdi. Memnundu, sonunda tahta geçebilecekti. Yıllardan beri arzuladığı taht sadece birkaç adım elinin uzağındaydı. Bu geceyi hızlı bir şekilde atlatmayı planlıyordu. Luliq ise, herkesin burada olmasa bile öldürüleceğini anlamıştı. Yüzünü silmeye çalışıp tekrar ayağa kalkmaya çalışırken o anda aklından tek bir şey geçti. Kardeşinin asla bahçelerindeki orkideleri göremeyeceği gerçeği. Öfkeli değildi. Nasıl olabilirdi ki? Durumun buraya geleceğini daha 7 yaşında olmasına rağmen aylar öncesinden biliyordu. Defalarca amcasının çocuklarıyla oynamaya gittiğinde ağzını yoklamıştı. Aynı yaşta olduğu kuzeni onunla oynamayı çok severdi ve her zaman evine gelip gidenleri anlatır dururdu. Kuzeni, Mareşal Karmen'in kızından hoşlandığı için sürekli ondan bahsedip dururdu. Mareşal ile babasının aralarında iyi ilişkiler olduğundan bahsederken bir çocuktan beklendiği gibi hayalperest bir aşık tavrına bürünürdü ve o yüzden kızıyla da ilişkilerinin iyi olduğunu sanırdı. Aylar içerisinde Dük Pelez'in hangi Kontlar ile hangi mareşal ve subaylarla görüştüklerini, nerelerde silah stokları yaptığını araştırmıştı. Babası böyle şeyleri araştırdığını öğrendiğinde ise onu azarlamış ve bir daha böyle bir şey yapmamasını istemişti. Luliq'in anlattığı her şeyi ise bir çocuğun ağzından çıkıyor diye umursamamıştı. Luliq derdini ne annesine ne de başkasına anlatabilmişti. Olanların büyük çoğunlukta suçlusu ise Kral Alzar'dı. Çünkü aynı zamanda kardeşini çok seviyordu ve onun böyle bir şey yapmayacağını düşünüyordu. Ayağa kalkmak için kendinde yeterince güç toplayamadı. Olanları birkaç yaş daha büyük olsaydı değiştirebilecek miydi düşündü. Kardeşine baktı. Çocuk aklı olsa gerek aklından, onu kardeşiyle bahçelerinde oynarken çiçeklere bakıp havadan sudan konuşurken zaman geçirdiği bir anı geçti. Hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir anı. Birden zihninde hiç duymadığı bir ses yankılanmaya başlamıştı. Sesin ne dediğini Luliq anlamıyordu. Kafasının içinde sadece bir kuru gürültü furyası kopmaya başladı. Düşüncelerine odaklanamıyordu. Halbuki kendisini toparlaması gerekiyordu. Hayatın buna bağlıydı. Kendi düşüncelerini bastırdığında konuşmalar aniden fısıltılara dönüştü. Luliq zihninde dolanan seslerin ağırlığına daha fazla dayanamayarak kafasını kavradı ve yere çöktü. Fısıltılar arasından birkaç tanesi söz aldı. Onların ne dediğini anlayamayacak kadar acı hissediyordu. "K-kapa çeneni." Sese kulak vermiyordu çocuk. Seslerden bir tanesi diğerlerini bıçak sırtı gibi keserek söze girdi. Luliq ansızın gelen sükunetin yarattığı barış ile biraz da olsa kendini toparladı. Bu sesi daha önceden duymuştu. Ses tonu krala her zaman üstten konuşan birisinin sesiydi. Kralın soytarısının sesiydi bu. Ses küçük çocuğun ne dediğini umursamadan ona konuşmaya başladı. "Sırada" sen varsın! Hahaha! Annene bak! Babana bak! Seni kurtarabilirim. Burada boşu boşuna öleceksiniz! Sadece..." az önce susan sesler tekrar hep bir ağızdan konuştu. Her biri harmoni içerisinde konuştuğunda kafalardan çıkan sesler anlık olarak Luliq'i az da olsa ürpertti. "Bizden yardım iste." "Ne yapmamı istiyorsun?!" diye çıkıştı Luliq daha fazla dayanamayarak. Aniden konuşan sesler ve sürekli tekrar eden aynı üç kelime başını çatlatacak hale getirdi. Bu sefer ise önceden duyduğu başka bir ses lafa girdi. Rahibe Theres. Sesi artık o ilahi şarkıları söylerken çalan harp ve koroyla özdeşleşmişti küçük Luliq'in kafasında. Bir anne şefkati gibi sarmaladı onun zihnini ve daha önceden duyup artık çıkartamadığı diğer seslerin her birini teker teker susturdu. "Çocuğum, sana yaklaşıyorlar başka şansın yok! Eğer bayılırsan her şey bitecek. Hiçbir şeyin böyle sonuçlanmasına izin veremezsin. Sana yardım etmemize izin ver. Bize... güven." Çocuk sese kulak verdi ve etrafına tekrar baktı. Başka şansı olmadığını biliyordu. Kim olursa olsun ona yardım etmeyi teklif eden birileri çıkmıştı. Ne olduğunu veya kim olduğunu bilmediği bu iç sesinin eşliğinde anne ve babasının baygın bedenlerinden dolayı durumun ciddiyetini daha da iyi anlamlandırdı ve kendini toparladı. Şehri aydınlatan gaz lambaları oldukları yere de yaklaşıyordu. Her ne kadar şatonun çıkışında olsalar da hala şehir içindeydiler. Adımlar yaklaşıyor ve havadaki gaz yağı kokusu burnuna daha keskin bir şekilde gelmeye başlıyordu. Silah sesleri ve insan çığlıklarının eşliğinde şatonun girişindeki askerler ve kraliyet muhafızları ile halkın çatışmaları başlamıştı. Onları buradan kurtaracak başka kimse olmadığından emindi. Halk ayaklanmıştı ve yıllardır yaşadığı huzursuzluğun hesabını sormak için şatoya girmekte kararlıydı. "Kimsin bilmiyorum ama bana yardım et." Geceyi aydınlatan ışıklar ve yüzlerce gürültüye rağmen ortam aniden sessizleşti ve karardı. İçinde bulundukları alanın kararmasıyla Luliq ne olduğunu anlayamadan etrafta uçuşan leş yiyiciler, ve sokak hayvanları geçidi kaplayan dar koridora doğru yönelmeye başladı. Hayvanlar on metreyi aşan zeminden aşağıya atlıyor ve Kanalizasyon çıkışındaki yere değdiğinde ayaklarını kırarak acı çığlıklar atıyordu. Beş maskeli adam üzerlerine doğru gelen hayvanlara dönmüştü ki ayağı kırılan hayvanlar yanlarından bir misket topu gibi geçerek Luliq ve ailesinin çıktığı deliğe doğru akın akın girmeye başladı. Kuşlar ise hepsinin üzerinden süzülüp kanatlarını ve bedenlerini dar geçit arasında çarpa çarpa kanalizasyona girdi. Az sonra ise büyük bir gürültü koptu. Karanlık geçidin içinden aniden üç kişi belirdi. Pelerinlerinden kara dumanlar çıkıyordu. Üstleri ise kanlıydı. Bu kişilerin hiç durmaksızın çıkardığı sesler ise tuhaftı. En soldakinden sürekli köpek, kedi, fare, tilki ve kurt sesleri geliyordu ve diğerlerine kıyasla boyu kısaydı. Yerde sürünerek geçidin çıkışındaki demir kapıya tutundu. Ortalarındaki ise sessizdi ve dimdik durarak diğer ikilinin aksine direkt olarak Luliq'e bakıyordu. En sağlarındaki ise karga, kumru, akbaba, güvercin ve envai çeşit kuş çığırtmalarıyla olduğu yerde sürekli kollarını bir yukarı bir aşağı indirip duruyordu. Luliq, ay ışığının üzerlerine vurmasıyla kafalarının olmadığını gördü. Bir iki adım yalpalayarak geriye gittiğinde yere düştü. Elinin yerdeki sıcaklığa alıştığını hissettiğinde babasının kanının akıp olduğu yere kadar geldiğini fark etti. Az önce Alzar'ın koluna basan Dük afallamıştı. Yanındaki askerlere düşman takviyesi geldiğini söyleyip hazır ola geçmelerini emretti. Luliq harici hiçbiri karşısındakilerin insan olmadığını bilmiyordu. "Kimsiniz bilmiyorum beyler. Ancak kralınıza karşı gelmenin cezası ölümdür. Kral ve kraliçe ile çocukları öldürmeyin." Pelez geriye doğru giderek askerlerine eliyle saldırmalarını işaret etti. Dük'ün adamları hızlıydı fakat gecenin karanlığına bir toz bulutu gibi karışan ortadakini Luliq bir anda gözünü kırptığında kaybetti. Nereye kaybolduğunu bilmediği bu adamı daha fazla düşünemedi. Üzerine gelen suikastçilere döndüğünde sadece kapaklanıp gözünü kapatmakla yetindi. Duyduğu ses artık daha keskindi ve bu sesi daha önce hiç duymadığından emindi. Sesin tonu tüylerini diken diken etti. Az önceki sesler kendi düşünceleriymiş gibi kulağına geliyordu fakat artık kendi zihninde yalnız olmadığını anlamıştı. "Sadece 3 tane çağırabiliyorsun demek. Fena değil." Kendi sesiyle konuşabildiği için şükreden ve diğer sesleri aşağılayan bu sesin zihninde hala tam anlamıyla zayıf bir yankı yarattığını anlayan Luliq onun ne olduğunu anlamaya çalışmayı bıraktı. Fakat bildiği tek şey vardı ki artık başka hiçbir sesi duymuyordu. Önceki seslerin bir illüzyon mu yoksa şu anki duyduğu sesin bir parçası mı olduğunu düşündü. "O sesler sana ulaşmam için kullandığım araçtı. Ben... sen var olduğundan beri hep buradaydım." Beyninde yankılanan ses önündeki olan bitene dikkat etmesini söyleyerek onu düşüncelerinden çekip çıkardı. "Odaklan, Luliq. Şimdilik sana yardım edeceğim. Kontrolü sakın kaybetme. Bu üçünü hayatta tutmak demek senin hayatta kalman demek." Köpek ulumaları eşliğinde artık insanı andırmayan soldaki kişi, bir anda kurta dönüşerek üzerine gelen iki kişiden bir tanesine tanınmayacak bir hale gelene kadar saldırmaya devam etti. Fakat diğer üçü aradaki farkı kapatıp bu kurda saldırdığında ise kurt her ne kadar dumanı andırsa da aniden yaralanmış bir enik gibi üzerine saplanan darbelerle oracıkta yığıldı. Ortalıkta sadece büyük bir kan gölü ve belli başlı yenmeyip limelenmiş et parçacıkları kaldığında diğer üçlünün kendine özgüveni artmıştı. Yere düşene omuz uzatıp ayağa kaldırdıktan sonra tekrar saldırmak için hazır ola geçeceklerdi ki bu sefer de gökyüzüne çıkan siluet bir tarafında karga ve serçe diğer tarafında ise baykuş ve şahin kanatlarıyla adamların üzerine doğru süzüldü. Dev pençeleriyle ikiliyi yakalayacağı sırada ayağa yeni kalkmış olan suikastçi elindeki tatar yayıyla kargayı tam açtığı ağzının ortasından vurdu. Silüet bir anda gökyüzünde yağmur sonrası açan bulutlar gibi dağılıverdi ve içerisinden onlarca kuş adamların üzerine düştü. Luliq, gözlerini açıp etrafına baktığında büyük bir kan göledi gördü. Yerdeki sadece bacağı olan adamın ölüp ölmediğini anlayamayacak kadar şoka girmişti, baktığında sadece dolusuyla kırmızı et parçalarını gördü. Olan ve biteni şaşkınlıkla izliyordu. Oysaki içindeki ses artık bu ansızın duygu değişiminden dolayı ona ulaşmakta zorlanırken sadece son birkaç laf söyledi. "B planı. Kaçsan iyi olur, Vasal. Sana vakit kazandıracağım." Luliq, bacakları titrediği halde kendinde tekrar ayağa kalkabilecek gücü bulmuştu. Kaçamazdı! Anne ve babası baygınken onları geride mi bırakacaktı? Ayrıca kardeşi hala adamlara çok yakında duruyordu. Kendisine stratejik olarak geri çekileceği ve onları kesinlikle kurtaracağı yalanını söyledi. Kardeşine doğru baktı, suikastçıların az önce bayılttığı annesinin elinde sıkı sıkıya duruyordu. Babasının kopan kolundan dökülen kanların annesinin üzerindeki beyaz elbiseye döküldüğünü gördüğünde yalpalayarak eliyle ağzını tuttu, kusacak gibiydi. "Kardeşimi kurtarmalıyım." diye aklından geçirdi. Üzerlerine düşen kargalardan birkaç tanesi ölü olduğu halde gökyüzünde ani manevralar yapmaya başladılar. Bunu hiçbirisi fark etmemişti fakat Luliq istemeden de olsa her bir kargayla bağlıymış gibi ne yaptıklarını anlayabiliyordu. Kargalardan bir tanesi bohçadaki bebeğin yanında duran suikastçının göz hizasında patladığında, karganın ayakları adamın yüzüne doğru fırladı. Saplanan tırnaklar yüzünden adam anında kör oldu. Attığı çığlıklara kulak asmayan diğer ikisi tetiğe bile geçemeden diğer kuşların da içten organlarının patlamasıyla bohçayı almak için eline geçen fırsatı değerlendirip koştu. Bohçayı kaptığında eli kaydı ve az kalsın kardeşini yere düşürüyordu. Her ne kadar ayakları yere çarpsa da kafası vurmadan onu kavrayabilmişti. Bohça açıldı ve az önce kör olan adamın yere attığı meşaleden çıkan alevler ile bir anda alev almaya başladı. Kardeşini düşürmenin paniğini atlatamayan Luliq, bohçayı kolayca söndürebilecekken elleri titreyerek hızla onu çıkartmaya çabaladığında ise bohçayı söndürmesi için artık çok geçti. Hızlı hızlı nefes almaya başladı, aynı anda ise bohçadan kurtarmak için kardeşini hızla çektiğinde küçük ayaklarını yerdeki kayanın üzerine çarpmıştı ve artık hafiften kanıyordu. Bir anda diğer adamlara baktı hala ona bir şey yapamayacaklarını varsaydı. Üzerine düşen kuşlarla uğraşıyorlardı. Az önce kurda bürünmüş yaratığın paramparça ettiği adamın kıyafetlerinin bir parçasının hala bütün olduğunu gördü. Onun üzerindeki yırtık ve kan kokan pelerini kaptığı gibi yeraltı geçidinin önündeki patikadan dümdüz gidemeyeceğini anlamıştı. Amcasına yakalanmadan kaçmak için şehre, kuzeye doğru koştu. Anne ile babasını oradan bırakıp arkasına bile bakmadan koştu. Ağlamak için vakti bile yoktu. Sadece lanet okuyordu. Ayaklarındaki gücün onu taşıması için dua ediyordu. Dolan gözlerini silerse kardeşi elinden düşebilir diye sadece burnunu çekiyordu. Kafasındaki sesin keskinliği tekrar kaybolmuştu. Başını çatlatacak kadar ona fısıldayan sesler ona farklı insan sesleriyle hitap etmeye devam ediyordu. Gaz lambalarına doğru koştu. Dük Pelez ardından bağırdı. "O-o bir sezgi doğan! Onu burada öldürmemiz gerek. Yüce Utna aşkına koşun peşinden." Amcası bağırarak adamlarını tekrar küçük Luliq ve kardeşine yöneltti. Yüzlerindeki kan ve iç organları silmeye çalışırken ikili Dük'ü duyamayacak kadar meşgullerdi. Yerde kıvranıp gözünden akan kanları silmeye çalışan, kör olduğu için avcuyla gözlerini tutmaya çabalayan adam peçesini her şeyini fırlattığındaysa sövüp duruyordu. "Luliq, ben, senim. Sen, ise, ben." Neyi ima ettiğini anlayamamıştı çocuk. Ancak içindeki şeyin her neyse, kardeşine ve ona zarar vermek istemediğini biliyordu. Yoksa onu kurtarmak için herhangi bir girişime kalkışmazdı. Akan göz yaşlarını dindirdi. Öfkeli kalabalığın yaklaştığını fark ettiğinde bir duvarın saçağına çöktü. Üzeri kan ve iğrenç et parçalarıyla bezeliydi. "Sana daha fazla yardım edemeyeceğim, şu anki halinle kullanabileceğim en fazla gücü kullandım. Kendi başınasın vasal. Hayatta kalmak zorundasın. Bu gece nasıl hissettiğini asla unutma." Ona seslenen varlık sanki bir şöminedeki korun sönmesi gibi dinmişti. Çocuk yalnız başına olduğunu anladı. İçindeki sese seslense de uzunca bir süre cevap alamayacağını biliyordu bir şekilde. Bunu fark ettiğine sevindi varlık ve tekrar ebedi olmayacağını umarak tasması sıkılan bir köpek gibi mührün ona erişmesiyle geldiği gibi gitti. |
0% |