Yeni Üyelik
2.
Bölüm

Yeni Tanışmalar

@neverbeganthobeit

Gece vakti, diğer ülkelerden gelen diplomatlarla bir haftayı neredeyse aşmakta olan gizli görüşmelerin uzamasıyla odasına geç gitmek zorunda kalan Kral Alzar, camdan dışarı baktığında şehirdeki hareketliliği görmüş, yükselen tüfek ve koşuşturma sesleriyle odasına haber vermeye gelen hizmetkarlar aracılığıyla durumdan haberdar olmuştu. Ayaklanma çıktığının haberini aldığında daha gece yarısı işlerini doğru düzgün bile bitiremeden diplomatları göndermiş, askerleri derhal görevlendirmesi için mıntıkasına dönen Mareşal Kumrin'i çağırtmak için yeni yaver Bay Klenson'a emir vermişti. Yarım saate yakın beklediği halde kimsenin gelmediğini gördüğünde hiddetlenerek Kumbatan kalesinin etrafını savunan Kuzsam muhafızlarının yanına gitmeye karar vermişti. Fakat surların üzerindekiler dahil olmak üzere, volta atması gereken askerler de ortalıkta yoktu. Sarayın etrafındaki gediklerin tamamıyla açık olduğunu gördü. Kale tamamıyla savunmasızdı.

Bu durum onu şüphelendirdiği gibi sarayın ışıklarının çoğunun dışarıdan kapalı olduğunu gördüğünde de tedirginleşti. Koşar adımlarla ikinci kattaki , daha bir ay önce doğum yapan eşinin yanına çıktı. İkinci katın holünden dışarıya baktığında sivil halkın ellerinde lambalarla hızlıca saraya akın akın koştuğunu görür görmez, camdan bakmayı bırakıp odasına girdi ve hızlıca eşine durumu anlattı. Eşi panikle çocukları, odanın diğer kısmından almaya giderken Alzar da odalarındaki duvarda duran, yeni doğan çocuklarını portreye daha bir ay önce eklettikleri için kurumamış silik boyalı Kraliyet aile portresini hızlıca indirdi. İçerisinde, duvarla aynı alaşımdan yapılma yuvarlak bir kumtaşını kenara koyduktan sonra oğluna döndü. Soru sorma Luliq. Aşağıya in ve bizi bekle. diyerek Kral Alzar, uykulu Luliq'i duvarın içindeki merdivenlerden aşağı inmesi için deliğe itekledi. İlk defa babasının her zamanın aksine bu kadar kendisine emrivaki konuşmasına sinirlenmişti fakat babasına karşı gelmeye cesaret edemedi. Şişman vücudu ilk önce deliğe zor sığsa da kendini zorlayarak en nihayetinde girebildi. Karanlıkta hiçbir şeyi göremediği gibi, küflenmeye yüz tutmuş merdivenin kilosu yüzünden sallanması da onu korkutuyordu. Fakat hiçbir yerini kesmeden inmeyi başardı. Annesi inerken elbisesinin paçasını yırtmıştı. Bir sorun olmadığını söyleyip eşine inmesini söyledi. En son kral, duvara tekrar tersten resmi asıp taşı dar geçidin üzerine çekti ve Karin'i sırtında tutarak aşağıya indi...

Gecenin başlangıcında kendini kaçarken bulduğu gibi şu anda tekrar kaçıyordu Luliq. Ömründe hiç bu kadar koşmak zorunda kalmadığı için şişman vücudunun sallanması yavaşlamasına sebep oluyordu. Uykusuzdu, sinirliydi ve her şeyden de öte bitkin düşmüştü. Fakat zihni hiç olmadığı kadar açıktı. Koşarken zihninde tüm gece bir gezgin tiyatro sahnesi gibi sürekli oynayıp duruyordu, annesinin onu ve kardeşini hiçbir şeyi anlatmadan çekiştirmesi, kanalizasyona indiğinde olayları telaşla tartışmaları, etraflarının çevrilmesi, babasının kolunun kesilmesi, karnına yediği tekme kardeşini sıkı sıkıya tutamayıp düşürmesi...

Koştu. Gece vakti olan biteni bir kenara bıraktı ve koştu. Daha önce savaşlarda gülleler yüzünden kolunu kaybeden askerlerle içten içe dalga geçmiş ve paralarının gerektirdiğini yaptığından dolayı yakınmamalarını düşünüyordu. İlahi adaletin yargısını mı çekiyorlardı ailece? Arkasına bakacak vakti olduğunda korkuyla kafasını çevirdi. Kimsenin onu takip etmediğini gördüğündeyse iç çekti. Nefes nefese kalmıştı ve ayakları onu daha fazla taşıyamayacağını bağırdığında hareket etmeden yere çöktü. Fakat olduğu yere doğru gelen ayak seslerini duyduğunda beti benzi attı. Takip eden adamlar ona yetişmiş miydi? Güçsüz ayaklarını kaldırdı ve kanalizasyondan iyice uzaklaştığından emin olduğu halde uzaktan gelen alevlerin hala sıçramadığı bir evin altına çöktü.

"Bu taraftan. Saraydan neyi koparsak yeridir!" Birden olduğu yere doğru atılan bağrışlardan saklanmaya çalışarak, evin yanında gördüğü varillerin arkasına sindi. Adamları dikkatlice izlemeye koyuldu. Üstleri fabrikaların düzensiz bir şekilde üretmeye başladığı değersiz haşhaştan yapılma boyasız lifli kıyafetlerle beriliydi. Ellerindeyse tırmıkları ve meşaleleri gördü. Serf olduklarını anladı. Aşağılık serseriler. Umarım saraya girdiğinizde muhafızlar sizi vurur! diye düşündü terli elini yumruk yaparak Luliq. İsyancılardan birisi yanında çöktüğü eve doğru geldiğinde görüneceğini düşünerek, pelerini tanınmamak için sıkı sıkıya sarındı ve varillerin arkasında iyice eğildi. En sonunda yanından geçip giden beş serf ona dikkat bile etmemişti ve ayak sesleri geldiği yerin tersine, saraya doğru yol aldı.

Amcası Pelez'in onu ve kardeşini yakalamak için yakın zamanda birilerini göndereceğini biliyordu. Duyduğu her ses daha çok tedirgin olmasına sebep oluyordu. Etrafına bir bakındı. Şu ana kadar kimsenin peşine düşmediğini düşündüğündeyse irkildi. Oradan kaçarken amcası etrafındakilere onu takip etmelerini emrettiği halde bir süredir hiçbir ayak sesi duymamıştı. Çok tuhaf. Beni takip etmeyi bıraktılar mı? diye düşündü tekrar geldiği yöne bakarak. Ortalık sessizdi ve kaleye doğru giden beş serf haricinde şu anda kimse görünürde yoktu. Kanalizasyondan uzaklaşsa da aralarının zorla kapatılabileceği bir mesafede olmadığını düşündü. Hala nefes nefeseydi. Önündeki varillerden açık olanına elini daldırdı ve ay ışığı altında terden boncuk boncuk olan uzun saçlarını içindeki suyla ıslattı. Hazır hala kimse görünürde yokken kendi içine döndü.

Beni duyuyor musun? Lütfen yardım et, ne yapmalıyım? Tekrar tekrar zihninde önceden duyduğu sese haykırsa da Luliq kendi düşünceleri hariç bir şey duyamadı. Bir orkestra misali her enstrümandan çıkan sesler gibi, o kakafoni hiçbir şekilde canlanmadı. Ne yapacağını planlamak için düşünürse belki de ses yardım eder diye düşündü fakat pes etti. Ayak seslerinin uzaklaştığını duyduğunda saçağın ardından etrafa bakmak için kafasını çıkarttı. Şehrin merkezinde daha iki gün önce savaşı kazandığı yalanıyla halka duyuru yaptıkları yerde olduğunun farkına vardığında Kumbatan kalesinden oldukça uzakta fakat şehirden çıkabilmek için de bir o kadar uzun mesafe olduğunu fark etti. Kralın hususi yaveri, savaşı Narabad'ın kazandığına dair bildirgeyi okurken yandan halkın tepkisini izlediğinde Luliq ne kadar büyük bir hata yaptıklarını biliyordu. O bildirgeyi okumaları, yalan söylediklerini halka açıkça duyurmaları olmuştu. Umut verilen bir halkın, gerçekleri öğrendiğinde nasıl bir hale geleceğini ise kestirmek zor değildi. Bildirgenin okunduğu standın üzerinde yüzlerce alev almış tahta vardı. Bir ayağı Luliq baktığında daha fazla dayanamayıp yere çöktü ve yanan tahtaların devrilmesine sebep oldu.

Herkes üç yıl süren savaşın bittiğine sevinirken, Narabad kaleye gelen diplomatlarla özlük haklarından vazgeçtiği bir anlaşma imzaladı. On yaşında idari yönetim eğitimi almak üzere gönderilmesi planlanan Kaşmir adasının ilhakı sonucu Luliq, doğuştan gelen ve gelenekleşmiş Kaşmir Baron'u statüsünü ilk kaybeden prens oldu. Çünkü Kutsal Estafarya İmparatorluğu adayı ele geçirmişti ve anlaşmanın hususlarından birisi de ada çoğunluk Naşarlı olması sebebiyle, sadece yönetiminde söz sahibi olacaklarını belirtiyordu. Adadaki çoğunluk Naşarlıların koruyuculuğunu üstlenirken toprak haklarından vazgeçen Narabad, en önemli kaynaklardan olan altın madenlerini kaybettiğinde ülkesinin ekonomisine tamamen ket vurmuş oldu ve artık bu gizli yapılan anlaşmayla fiili olarak Estafarya'nın kuklası haline gelmişti. Fakat savaşın kazanıldığı yalanı ise silahsızlandırılmış ada askerlerinin cepheden evlerine dönmesiyle iki gün bile geçmeden halk arasında öğrenilmişti. Halk bir hafta geçmeden tüm özgürlüğünü fiili olarak kaybettiğini anladığında, ayaklanmıştı.

Baba niye beni dinlemedin ki? Aptal bunak, aptal, aptal... diye sürekli düşüncelerini tekrar etti Luliq. Gözünde babasının gururlu bir şekilde o stantta savaşı kazandıkları bildirgesini okuturken sergilediği tavır canlandı. Bir anda bu gururlu tavır bir cam gibi kırıldı ve babasının acıyla yerde yatarken kolunu tutan görüntüsü zihnini doldurdu. Dolan göz yaşlarını hafifçe sildi. Ancak hiçbir şeyin artık bir önemi yoktu. Hala karnı koşmaktan ağrısa da acıya direndi. Şehirden çıkmam gerek. dedi ve silkinerek kendine geldi. Tekrar harekete geçmenin vakti gelmişti.

Şehri uzaktaki dört kapıya bağlayan ana yolun aksine ara sokaklara yönelmeyi düşündü. Babası kanalizasyondan ilerlerken şehrin merkezinde tüccar caddesinin yakınındaki evlerin alevler içinde olduğunu söylemişti. Ana caddeyi olduğu yerden göremediği için riske atmayı düşünmüyordu. Şehrin merkezine yakın dumanların yükseldiği yerlerden uzak durmayı düşünerek, sindiği evin yanından kalktı ve ara sokağa girdi.

Fakat girdiği ara sokağın tek çıktığı sokak, gaz lambaları ile yakılmış kerpiç evlerin arasında kalmıştı. Geri dönmeyi düşünse de alevlerin yükselttiği gölgeleri gördüğünde bu fikrinden vazgeçti ve sokağa daldı. Etrafta devrilen tahta kalıpların yola düşmesi ve küllerin saçılmasıyla ilerlemekte zorlandığında öksürmekten kendini alamadı. Pelerinden gelen daha önce hiç burnuna gelmeyen taze et kokusu etraftaki yangınlardan çıkan kokularla birleştiğinde bilincini kaybettirecek kadar nefes aldırmamaya başlamıştı. Küller sürekli yüzüne geliyordu, eliyle ve kanlı pelerinle yüzünü sildi. Hissettiği hafif yanıklardan canı yansa da pelerinin hala kanla ıslak olması bir nevi yüzündeki yanıkları gidermesine sebep oldu. Pelerini, kan ve kül ile kaplı yüzüne kapatıp koştursa da daha fazla ilerleyemeyeceğini fark etti. Sokağı sarmalayan dumandan göremediği dev yanan bir kütükle önü kapandığını anladığında bilincini kaybetmeye başladığını fark etti ve etrafına bakındı. Yol bittiği için rotasını üzerinde hiç tahta olmayan iki kerpiç evin arasına yöneltti. Kerpiç iki evin arasında ayrılan sokağa baksa da alevlerin o evlere de sıçrayacağını düşündüğü için dümdüz ilerleyerek bir öndeki sokağa gitmeye karar verdi. Farkında olmadan ana caddeye çıkmıştı.

Ana caddede bir anda önüne elinde meşalelerle kaleye doğru giden halk çıktığında paniklese de hemen kendini toparlayarak saçak altından ters yöne yürümeye başladı. Şimdi korkmanın zamanı değil, Luliq! Tanrıçam, lütfen beni kimse görmesin, tüm günahlarımı affet... diye içinden dua etti. Yüzüne bir kişi bile dikkat eder de kimliği ortaya çıkar diye başını öne eğerek ilerlemeye başladı. Kalbi küt küt ağzında atıyordu. Başını kaldırıp kısa bir süre de olsa birileri ona bakıyor mu diye etrafına bakındı. Şehir dışından geldikleri belli olan serflerin üzerleri kumla kaplı olmasına rağmen gecenin karanlığını aydınlatan meşalelerle sarı sarı parlıyordu. Öteki taraftan kırmızı işlemeli kıyafetleriyle asker olduğu belli olan kişiler ise serflerin arasından rahatlıkla seçiliyordu. Kalabalık bir grup halinde sloganlar atarak ana caddeden ilerlemeye başladılar. Luliq yüzlerindeki o kısa süre içerisinde öfke ve nefreti görebilmişti. Pelerinin kapüşonunu daha da aşağı çekti. Eğer halktan bir kişi bile onun Prens Luliq olduğunu fark ederse her şey o anda orada biterdi ve sonu babasının kolunu kaybetmesinden bile daha kötü olabilirdi.

Bir anda arkasından aniden ateş sesleri patlak verdiğinde Luliq donakaldı. Etrafına siper almak için bakınsa da bir şey göremedi. Önünde olduğu evin avlusunu kaplayan çiti atlamayı hatta, evin arkasına varana kadar koşsa mı diye düşündü. Edilen ikinci bir ateş eğilerek yere yatıp başını sarmalamasına sebep oldu. Ateşin geldiği yöne baktı. Kuzsam muhafızlarının halka ateş ettiğini anlamıştı. Görünüşe göre nöbet yerlerini terk etmelerinin sebebi aldığı emirle isyanı bastırmak için şehre inmelerinden kaynaklanıyordu. Fakat sarayda hiçbirinin olmaması ise farklı bir meseleydi ve büyük ihtimal Pelez ve Mareşal Kumrin'in kurduğu bir komplonun parçasıydı. Ayağa hala kalkabilir mi diye baktı fakat olduğu yere gelen bir misket kafasının üzerini sıyırdığı için başını eğip dona kalmasına sebep olmuştu. Dağılan serflerin arasından bazı askerler kurmaylığa teslim etmeyi reddettikleri tüfeklerini çıkartıp karşılık vermeye başladı. Aniden bir el küçük Luliq'i yerden kavrayıp evin kapısından içeri sürükledi. Kalbi yerinden çıkacak kadar hızlı atmaya başladığında korkarak onu elinde tutan kişiye baktı. Amcasının adamları tarafından yakalandığını sanmıştı ama onu kavrayan kişi kapıyı kapatıp sadece sessiz olmasını işaret etti. Yüzü kapalı olmasına rağmen çıkarttığı şşt sesinden Luliq onun şefkatli bir kadın olduğunu çıkartmıştı ve rahatlamıştı. Başıyla onaylayarak kafasını camdan aşağıya eğdi ve olan biteni duvardaki küçük bir delikten gözlemlemeye başladı.

Muhafızlar sıraya dizilmişlerdi. Ellerindeki misket tüfekleriyle isyancılara doğru nişan alıyorlardı. Ama mermileri bitmek üzereydi. Bu yüzden aralarındaki toprak büyücüsü borazanını öttürdü.

Önde kılıçlarla çarpışan askerler geri çağrıldığını duyduğunda alandan yavaş yavaş geriye doğru çekilirken arkadan askerler onlara ateş desteği sağlıyordu. Büyücü etrafındakilere baktı. Son mermilerini de sıkmışlardı. Elindeki tüfeği yere doğru salladı ve yerden bir avuç toprak aldı. Toprağı avucunda sıkıştırıp ona güç verdi. Sonra toprağı misket tüfeğinin namlusuna doldurdu. Diğer muhafızlara da aynısını yapmalarını söyledi.

Savaşlarda büyü kullanmak mertlik olarak görülmezdi. Önce silahlar ve mermiler çarpışırdı. Generallerden büyü kullanmayı tercih edenler aşağılanır ve gözden düşerdi. O yüzden asırlardır gelen bir stigma hala aşılamamıştı. En son tercih olarak büyücü kullanıldığındaysa her iki taraf da kaybedecek bir şeyleri olmadığını bilirdi. İsyancıların daha önceden büyüye başvurmamaları Luliq'in tuhafına gitmişti. Düzenli ordu eğitimi almayan halkın arasında sırf savaşı bile fitillemek için büyücü kullanabilecek insanlar yok muydu? Çarpışanların büyük çoğunluğunun eski asker olduğunu varsaydı Luliq, hala savaş kodexlerine sadık kalan insanlar olmalıydılar. Aralarında toprak büyücüsü olduğunu öğrenen isyancılardan birisi bağırdı.

"Büyü kullanıyor korkaklar!"

İsyancılar ise karşılık vermek için öne çıkan bir tanesinin borazan öttürmesini beklediler. Harekete geçeceklerdi ki aralarından bir adam belirdi. İki elindeki camları açık gaz lambalarını havaya fırlattı. Ateş büyücüsü olmalıydı ki, elindeki kibrit kutusundan aldığı kibritleri gaz lambalarının üzerine fırlattı ve lambalar öncesinden kibrit kutusunda yakılmamalarına rağmen havada harladı ve lambaları patlattı. Muhafızların üzerine neft yağıyla doldurulmuş kazanlardan dökülen alevi andırırcasına etrafa yanan yağ saçıldı.

Muhafızlar ateş yağmurundan kaçmaya çalıştılar ama çok geçti. Ansızın hiç beklemedikleri anda karşılarında da bir büyücü belirmişti. Barut kıvamına getirilen topraklar yanan yağların da etkisiyle patlamaya sebep oldu. Birçoğu alevler içinde kaldı. Toprak büyücüsü ise dağılan formasyonu bozmamalarını söyleyerek bir araya gelmeleri için bağırdı. Son bir hamle yapmak istiyordu. Misket tüfeğini ateşledi ve hala yanmayan askerlerine de aynı emri verdi. Yerdeki on tüfeğin üzerine gelen kızgın yağ ile barutlarının patlamasıyla sadece üç tüfekten çıkan toprak mermileri isyancılara doğru uçtu. İsyancılardan birkaç tanesi üzerlerine gelen mermilerden yere yığılsa da atağa geçtiler. Fakat çoğunluğu alev içerisinde olan tugay daha fazla dayanamadı ve etrafa dağılarak yanan askerleri geride bırakıp geri çekilmeye başladı.

Toprak büyücüsü şaşkın bir şekilde baktı. Kaçışan askerlere geri dönerek bağırsa da sesini geçiremedi. Sonra alevlerin arasında kaldığını fark etti. Çığlık atarak yere yığıldı.

Olanları dehşetle izleyen Luliq ilk defa büyücüler arasında dönen savaşa tanık olmuştu. Daha önceleri büyüyü sadece festivallerde eğlence ve şenliklerde gördüğünden hiç böyle kullanılabileceklerini fark etmemişti. Saraya ilk defa gelen büyücülerin, evlerindeki çatal, kaşık takımlarını bükmesi, sonra büktüğü takımları havada uçurmasını gördüğünde onlara ilk defa merakını uyandırmıştı. Muhafızların büyü eğilimi olanlarının özel eğitildiklerini biliyordu ancak kendisinin bile bu eğitimle dahi büyü kullanamayacağını öğrendiğinde yıkılmıştı. Büyücüler genel olarak aşağılık insanlar olarak görüldüğü için pek de iyi bir eğitim almıyorlardı ve sadece Mareşal'in seçtiği, Kuzsam muhafızı olmaya layık olanlar iyi eğitiliyordu. Fakat Luliq onları, talimleri sırasında hep izlemeyi kaçırmazdı.

Kral, oğlunun büyücülere ilgili olduğunu öğrendiğinde onun için büyücülerden oluşma bir gezgin sirki çağırtmıştı. Fakat bu büyücülerin saraya gelirken Estafaryalılar tarafından yakalanıp infaz edildiklerini öğrendiğindeyse bir daha büyücülere olan ilgisini açıkça kimseye dillendirmedi. Kraliyet ordusunda, Estafaryalıların korkusuyla sayıları ise bu yüzdendir ki yüz kişiyi yıllardır aşmamıştı. Büyücüler hem kendilerine yöneltilen ötekileştirmelerden ve öldürülme isteklerinden, hem de azınlıkta olduklarından öne çıkmayı reddediyorlardı.

Az önce büyü kullanan isyancıya kimse teşekkür bile etmedi. Luliq tüm savaşın gidişatını çevirdiği halde bu kadar hor görülmesinden dolayı adama acımıştı. Herkes büyücüye sanki yanlış bir şey yapmış gibi aşağılayıcı bakışlar atmayı sürdürürken yanan muhafızlara doğru koşmaya başladılar. Büyücü ise sadece iç çekmekle yetindi. Kaptıkları silahlar ile taarruza geçip kaleye doğru yöneldiler.

Geri çekilen askerler kalan son güçlendirilmiş barut ve toprak mermilerini kullanarak rastgele ateş açmaya başlamıştı.

Saçılan mermilerden bir tanesi Luliq'in bulunduğu evin camına isabet ederek camı kırdı. Camın yüksek sesle patlamasından dolayı dışarı gözlemeyi bırakıp başını kapattı ve yere çöktü. Camın bir kısmı devrilse de az bir süre sonra kırık camdan tam kafasına bir şeyler damlamaya başladı. Sinirini bozan şeyin ne olduğunu merak ettiğinde eliyle kafasını sildi. Karanlıkta ne olduğunu anlamadığında ise kafasını kaldırarak yukarı baktı. Kafasının ortasında bir misket topu büyüklüğünde boşluk olan adamla göz göze geldi. Ölmeden önce gözlerindeki son ışıltıyı gördüğünde alnındaki boşluktan akan kan yüzüne damladı. Kafasının ortasındaki boşluktan, süzülen et parçası yüzüne düştüğünde gözleri sadece o boşluk içerisinden tavana bakmakla yetindi. Onu içeri çeken kadın başını eğmesini istese de Luliq sanki yanında yüksek sesle bir gülle fırlatılmış gibi sağırlaşmıştı. Hızlı hızlı nefes almaya başladı ve istemsizce bir çığlık attı. Kadın, başını çevirmesini tekrar etse de gözlerini adamın artık boş bakışlarından bir türlü alamayan Luliq bir çift elin onu sarsmasıyla bir anda kafasını çevirebildi.

"Kendine gel çocuk!" Kadın, onu sarstığında kafasını da eliyle kavramış ve katlanmış çenesini tutarak ona döndürmüştü. Luliq, gözlerini hızlıca kırptıktan sonra alnına düşen, adamdan kopan parçayı hızlıca atmak için kapüşonunu hiç vakit kaybetmeden açtı. Yere fırlattığı parçadan gözünü ayıramadığı gibi titremesini de tutamıyordu. Farkına varmadan kadına doğru sarıldı ve kadın da onu kollarıyla kucaklayarak benimsedi. "Sorun yok. Sorun yok. Güçlü ol." Bir anda yüzüne baktığında kadının ona gülümseyerek baktığını fark etti. Bakışları narindi ve onu yatıştırmaya çalışıyordu. Fakat yüzüne doğrudan baktığı aklına geldi ve kimliğinin ortaya çıktığını düşünerek başını yere çevirdi, ancak geç kalmıştı. Dehşete kapılarak kendinden uzaklaştırdı. Kadının onu rahatlatmaya çalışan ellerini, hızlıca yüzünden attı. Prens Luliq olduğunu bilmemesinin imkanı yoktu. Ona dikkatli bir şekilde baktığını hissetmeye başladığında kafasını yerden kaldırmamakta ısrar ederek naif çabalarına rağmen gizlemeye çalıştı.

"Ben Mary. Kraliçenin hizmetkarlarındanım. Burada ne işin var? Dışarıda cehennem kopuyor sen ise almış başını şehir merkezine iniyorsun çocuk." Yüzünü açarak kendini gösterdi. Yüzünü kaplayan çiller odanın aydınlattığı hafif ışıkla belirginleşmişti. Dışarıdaki alevler kadar parlak turuncu saçlarının burmaları aniden hareket ettiği için önüne düşmüştü. Ne diyeceğini ya da ona güvenip güvenmeyeceğini düşünen Luliq onu tanıdı. Fakat tanıdık birisi olduğu için bir anda rahatlasa da aynı zamanda tetikte olmaya devam etti. Nefesi düzelmeye başlamıştı ve cama sırtını döndü. Gözünü her kapadığında aklında o adamın soluk yüzü canlansa da sonsuza kadar bunun kendisini etkilemesine izin vermeyecekti. Derin bir nefes aldı ve zihnini boşalttı. Neden onunla karşılaşmak zorundaydım ki? diye düşündü kendince.

"Daha iyi misin çocuk, adın ne?" Beni gerçekten tanımadı mı? İmkanı yok. Sarayda defalarca karşılaştık. En genç hizmetçi olduğu için bahçeye çıktığında annesiyle ona hep ikramları getirmesi için baş hizmetçinin yanında Mary'i de görevlendirirlerdi. Alışsın diye. Onunla birkaç defa konuştuğundaysa kendisinden hep kaçınmıştı fakat saygıda kusuru asla eksik etmemişti. Luliq, niye böyle davrandığını anlamlandıramadığı için iyice tedirginleşti.

"İmparatorun köpeklerine ölüm! Yaşasın özgürlük!" Dışarıdan bir adam bağırdı ve aniden yüzlerce ayak sesi koşarak kaçmakta olan muhafız alayına doğru tekrar hücum etti. Seslerin yükselmeye başlamasıyla ikilinin konuşması duraklasa da kılıçlar çarpışırken gelen atlı takviyelerle birlikte sesler tekrar boğuklaşmaya başladığında alakalarını yine kendilerine çevirdiler.

"Adım... Eldwin." Beni tanımıyormuş gibi davranmak için bir sebebi olmalı değil mi? Onun başlattığı oyuna devam etsem şimdilik iyi olur. diye aklından dolusuyla sorular geçti ve kafasındaki kapüşonu hala sıkıca tutarak yere bakmaya devam etti.

"Annen ve baban nerede... Eldwin?" İsmini söylemeden önce çocuğu iyice süzerek bekledi. Luliq onun temkinli davrandığını fakat bu tedirginliğin kendisine değil de dışarıya yönelik olduğunu anladığında kafasını kaldırarak doğrudan ona baktı. Mary'nin bir gözü sürekli kırık camdan dışarı bakıyordu. Pelerinin altından hala yüzünü gördüğünden emin olduğu halde daha fazla üzerine düşünmeyi bıraktı. Belki de Mary, kimliğini ortaya çıkarmak istemiyordu ve etrafta duyabilecek birileri olduğu için bu yüzden böyle davranıyordu. Yüzüne, Luliq'i teselli ederken o takındığı gülümsemeyi kondurdu. Amacı her neyse dışarıdaki muhafız ya da isyancılara, bir aslana yem atar gibi göndermediği için en azından şimdilik ona şükran duyuyordu.

Sıradan bir hizmetçi olduğu için ona cevap vermeyi istemedi. Mary iki sene önce sarayda çalışmaya başlamış ve bizzat tanıdığı kişilerden birisiydi. Fakat herkesi araştırmaya başladığında, etrafında olanların ilişkilerini teker teker deşifre etmişti ve Mary'nin geçmişi ise karanlıkla çevrelenmişti.

Mary'nin geçmişi kirli de olsa en azından isyancılar arasında olmadığından emindi. İsyancılara yakın olmaması, kraliyete yakın olduğu anlamına gelmiyordu. Hala kraliyet otoritesinin üzerinde olup olmadığından emin değildi ve o yüzden onunla ters düşüp şımarık çocuğu oynamayı da istemiyordu. Elinin tek hareketiyle yüzlerce hizmetçiyi öldürtebilecek güçten, şu anda bir hizmetçinin merhametine kaldığı kadere düştüğünün son derece farkındaydı. Tarih derslerinde o tarz şımarık insanlara neler olduğunu da çok iyi biliyordu. Halkını hor gören bir lideri kimse sevmezdi. Fakat onunla karşılaşacağına bir isyancıyla karşılaşmayı yeğledi içten içe. Geçmişini aklasa da, o hala baş başa yalnız kalınabilecek kadar güvenilir birisi değildi. Hele şu anda hiç. Tek temennisi ise iki elinin görebildiği bir yerde olmasıydı.

Aslında, şu andan itibaren şehir içinde hala kime gidebileceğini, bir türlü kararlaştıramıyordu. Kendini bu evde bulduğunda tanıdık bir yüzü görüp sevinse de sevinci de basit fakat bir o kadar da tehlikeli olan hizmetçiyi görmesiyle kursağında kalmıştı. Mareşallerden bazılarının ayaklanmayı başlatanlar arasında olacağını çok önceden beri biliyordu. Hizmetkarların son senelerde saraya katılanların hiç birisi tutarlı çalışanlar değildi, her biri soylu bir aile tarafından gönderilmiş ya da önerilmişti. Mary onlardan birisi değildi, fakat bir gün ansızın sarayda belirmişti. Saraya mesaj iletmesi için Mary'e belki güvenebilirim diye düşündü fakat sarayda önemli kimsenin kalmadığını da hatırladığında hayal kırıklığına uğradı. Tekrar derin düşüncelere daldı.

Şehirde kral için hala savaşan erler, subaylar vardı. Emir komuta hala kırılamamış olmalıydı. Güvenebileceği birileri olmalıydı değil mi? En azından güvendiğini inandırabileceği birilerini bulmak zorunda olduğunu düşündü.

İsyancılar en geç sabaha Kumbatan kalesine tamamıyla doluşur gibi gözüküyordu. Kaçarlarken bile üç dört kişinin saraya baskın yapmak için girdiklerini gördüğünü anlatmıştı babası. İçinde, kraliyetin soyundan gelenlerin büyü damarları olmadığı halde, bir çeşit büyü gücü barındırdığın farkındaydı fakat kendi başına bir şey yapamayacak pozisyonda olduğunu da biliyordu. Çünkü daha gücünün ne olduğunu bile anlamamıştı. Tek başına sarayı basıp anne ve babasını daha kontrol bile edemediği bir güçle kurtarmanın toplu intiharı kabullenmekten ne bir eksiği ne bir fazlası vardı. Boğazını temizleyip ayağa kalktı. Bir elinde hala kardeşini tuhaf bir şekilde pelerinin altında tutuyordu. Bunca süre ve çatışmaya rağmen sessiz kaldığı için Mary onu fark etmemişti. Durumunu merak ederek bakmak istese de onu ortaya çıkartmayı da istemedi.

Birçok defa karşısında dolusuyla topluluk varken konuşma yapmıştı. Bir çocuktan beklemedikleri konuşmayı yapabildiği için her defasında istisnasız aristokrasi onu överdi ve önündeki tabağa fazladan bir kek koyardı. Ancak ilk defa ömründe bu kadar stres ve baskı altında hissetmişti. Arkasında hala camda yatan adamın yarattığı ağırlıktan bile kalkarken başka bir ağırlığın altına yatarak yutkundu. Bir kişinin yüzüne bakarak yalan söylemenin, karşında kimliğini bildiğinden emin olduğu birisi varken bu kadar zor olacağını tahmin bile edemezdi. Yüzlerce kişiye doğrudan bakmazken hitap edip öğretilen küçük tatlı yalanları konuşmak kolaydı fakat doğrudan önünde olan tek bir kişiye yalan söylemek ona oldukça zor gelmişti. Soylular söylediği yalanlara aldırış bile etmezlerdi fakat şu anda doğrudan gözlerinin içine bakan bir çift göz ne diyeceğini pür dikkat bekliyordu. Bakışlarını kaçınarak göz temasını bozdu. "Annem ve babam çok kısa bir süre önce şehirden çıkan kervan içerisindeydiler. Onlar hakkında endişeleniyorum."

"Anladım, kervan demek." Eliyle ağzını kapattı ve başını öne eğdi. Ayağa kalkıp çatışmanın bitip bitmediğini kontrol etti. Kendi kendine bir sonuca varması işime gelir. diye düşündü ve daha fazla üzerine gitmeyerek başıyla onayladı.

"Beni neden kurtardın?" Hala Luliq'in pelerininin üzerine kan damlamasına sebep olan camdaki adamı, Mary aşağı attı. Cebinden çıkarttığı mendille alnındaki kurumuş kanı silmeye başladı. Yüzünü kapatmayı unutmuştu fakat kendini istemsizce güvende hissetmeye başladı. Alnını sildikçe zihnindeki endişeler azalmaya başlamıştı. Kendini değişik bir huzur içerisinde bulan Luliq onun buna devam etmesine izin verdi. Mary'e baktı. Ona acıyordu. Bir hizmetçi bozuntusunun bir soyluya acıdığını düşündüğündeyse halini sorguladı ve gözleri istemsizce doldu. Bana...bana öyle bakma. Benim yardıma ihtiyacım yok. Genç kadın, aynı mendilin tersiyle gözlerini sildi ve bir kere daha önünde eğildiği çocuğa sarıldı. Luliq ise karşılık vermeyerek ellerini boşlukta sallandıdı. En azından acısının biraz da olsa hafiflediğini hissetmişti. Yüzünü silmeyi bıraktığında, içini dolduran huzur ve güven de azalarak bitti.

"Seni sorumluluğumdaki kardeşlerimden birisi sandım." Önünden kalkıp ara sokaktaki yangın eve sıçradı mı diye kontrol etmek için diğer cama bakmaya gideceğini söyledi. Birkaç dakika baktıktan sonra perdeyi kapattı.

"Burası bir yetimhane. Çocukların hepsi bodrumda. Seni, Luna aşağı inerken alevler arasından kaçmaya çalıştığında gördüğünü söylemişti. Gregory sanmış, olamayacağın halde. Yardım etmek için ben de koştum." Yüzünde samimi fakat acıyla dolu bir gülümseme vardı. Luliq'in, kurtarmayı yeğlediği çocuk olmadığı için üzgün görünüyordu. Yine de elini uzattı ve onu aşağıda diğerleriyle saklanması için davet etti. Bu gülümsemenin ardındaki mesajı iyi niyete yorsa da ayakları ona doğru gitmedi. Takip etmesini diretse de çocuk sadece doğrulup cama yaslandı. Dışarısı hala karmaşık olduğu halde onu izleyip neyin nesini sakladığı bodruma takip edemezdi. Ondan bir zarar görmemişti fakat, kimseye güvenebilecek kadar kendini de rahat hissetmiyordu. Kendini camdan atlamak için hazır ola geçirdi. Tek yapması gereken arkasını dönmekti. Onu aşağı bodruma indirmek için yalan söylüyor olmalıydı. Aklını kara düşünceler sarmaladı ve tüm negatif duyguları az önceki huzurunu bastırdı. Kendinden emin bir şekilde fark ettirmeden boştaki elini cama attı ve tam arkasını döneceği sırada durakladı.

"Mary! Çocuklar korkuyor o ses neydi? Niye dışarı çıktın? Orada mısın?" Alttan bir çocuk bağırdı. Sesi titriyordu. Yukarıdan sesler geldiğini fark etmiş ve Mary'nin sesini duyduğu için seslenmişti.

"İyiyim. Dışarıdaki çocuğu kurtardım. Gregory değilmiş, Luna. Camlardan birisini indirdiler." İçeriden kapıyı açıp dışarı çıkan kendisiyle neredeyse aynı yaşta gözüken kız Luliq'e döndü. Hala camın yanında duran Luliq rahatlayarak elini geri çekti. Mary'i güvenilmez saylamıştı kafasında fakat söylediğinin doğru çıkması içini rahatlattı. Ardından birkaç çocuk daha merdivenlerden çıkarak Mary'e gelip sarıldı.

Çocuklara olan bağlılığını görünce aralarındaki ilişkiyi görüp istemsizce duygulandı. Onlara katılmak istese de elini sıkarak sadece kapüşonunu çekiştirmekle yetindi. Yedi çocuğa karşı yalnız başına odanın öbür ucunda durduğunda farkına varmadan doğru düzgün tutmadığı kardeşine sarılarak yalnızlığını bastırdı. Yapayalnız olmadığını kendine tekrar etti. Bakışlarını ise onlardan öteye çevirdi. Mary de az önceki tedirgin davranışlarının aksine yöndeki değişimi anlamış olmalıydı ki iknacı tavrından vazgeçerek etrafındakilere döndü.

Mary'e şu anlık güvenebilirim. diye çıkarımda bulundu kendince. Etrafındaki çocuklara zarar vermek istemediği belli oluyordu ve çocuklar da ona güveniyor gibiydi. Kim olduğunu biliyor olması ya da olmaması, ya da bildiği halde bilmiyormuş gibi davranmasının bir önemi yoktu. Luliq hala kendisine zarar verebilecek bir şey yapmadığından ya da çocukları onu etkisiz hale getirmek için göndermediğinden aklındaki şüphe kırıntılarından kurtuldu. Ve tek seferlik de olsa ona güvenmeye karar verdi. Mary, çocukları teker teker kucakladıktan sonra ortalığın hala yatışmadığını söyleyerek tekrar bodruma inmelerini söyledi.

"Şehirden çıkmam gerekiyor. Bana yardım et. Ailem hakkında endişeliyim." Luliq, ona kendini güvendirmek zorunda olduğunu hissetti. Eski dostlarıyla hala işbirliği içerisindeyse onlar aracılığıyla kaçabilir ya da yardım bulup şehre geri dönebilirdi. İlk hareketi attı ve Mary'nin Luna olarak tanıttığı kızı selamladı. Mary'nin tozdan akı gitmiş önlüğünü çekiştirerek arkasına geçen Luna sadece sessizce başıyla selam verdi. Çocuk kırık camdan dışarı baktı ve hala çarpışan adamları gördüğünde Mary'i çekiştirdi.

"Gidemezsin! Dışarısı çok tehlikeli. Biz ne olacağız? Hem Franklyn abi-" Çocuk sanki yanlış bir şey söylemiş gibi Mary lafını kesti ve ona dik dik baktı.

"Şu anda şehirden çıkamazsın. Doğu ve güney kapılarına çok uzağız. Kuzeyde ise büyük bir yangın var." Siyah perdeyi açıp eliyle gösterdi. Ahşap çatılı kerpiç binaların çoğunlukta olduğu kuzey kapısından büyük dumanlar yükseliyordu. Savaş hala orada sürüyor olmalıydı. Aynı şekilde az önce koşarak kaçtığı iki sokak önceki ara sokağın etrafındaki alevler de yön değiştirmiş gibi görünüyordu.

"Olaylar yatışana kadar burada kalmaktan başka şansımız yok." Luliq, şehirde kalmamayı aklına koymuştu. Burada ona yardım edebilecek birilerini bulamayacağını biliyordu. Babası ve annesini acilen kurtarmak için yakın şehirlerdeki askeri kamplardan yardım isteyebileceği aklının ucundan geçti. Amcasının otoritesine karşı gelebilecek birileri var mı diye düşündü. Dayısının bir iki gün önce şehirden ayrılıp başkente en yakın şehirlerden biri olan Tebra'ya gittiğini hatırladı. Aklına başka kimse gelmediği için şimdilik zihnin bir köşesine Tebra'ya gitmeyi koydu.

Kumbatan kalesindekilerden umudu ise az önce kale tarafından gelen yüksek bir gürültüyle kesmişti. Surları yıkan top atışı gerisinde büyük bir toz bulutu yaratmıştı. Gece bitmeden saraya girilirse amcası büyük ihtimal Kral'ı saraya götürecekti ve onu yakalamış gibi halkın önüne serecekti.

Dışarıya baktığında belki başka yerde top atışı olmuştur diye umdu fakat tek bir top atışı yapıldığı için gerçekten yıkılan surlar mıydı yoksa başka bir yer miydi bilemeyeceğini anladığında vazgeçti. İki sokak ötede yanmaya devam eden evlerin alevlerinin yetimhanenin önündeki sokağa sıçradığını gördüğünde eliyle Mary'e alevleri işaret etti. Neyi kastettiğini anlayan Mary neşeli konuşmasını bir anda kesti ve yüzüne oturan yeni donuk ifadeden sonra aşağıya bağırdı.

Alevler buraya doğru geliyordu. Bodrumdaki kilerde, kapalı kapının ardında kaç çocuk vardı kestiremedi ama alevler bu hızda devam ederse bu binaya da gelecekti. Sakinliğini kaybetmeye başlayan Mary az önce yanlarına gelen çocuğa döndü.

"Kardeşlerini al. Evi geçici olarak terk ediyoruz." Ne olduğunu anlamayan çocuk soru soracaktı ki Mary acele etmesini söyledi.

"Peki ya nehir?" Mary, çocukla birlikte bodrumdaki odaya doğru giderken aniden durup Luliq'in sorduğu soruyla ona döndü.

"Bilmiyorum, ama oraya ulaşman imkansız! Lütfen beni bekle ve kendi başına bir şey yapma." İlk başta hiç düşünmeden çıkıp gitmeyi planlasa da gözüne merdivenlerin önündeki dolabın içerisinden parlayan bir şey ilişti. Beklemeye karar verdiğini bahane ederek dolaba yaklaştı. Kapağı açtığında burada olabileceğini düşündüğü en son eşya ile karşılaşmıştı. Yeşim yakut kaplamalı altından yapılma bir saat önünde duruyordu. Sadece o da değil diğer çekmeceleri açtığında daha nice aksesuar, eşya ve alet vardı. Saatler, değnekler, şapkalar ve türlü çeşit mücevherler. Bu saat, para için işine yarar mı yaramaz mı diye düşündü. Meteliksizdi ve şehir dışında paraya ihtiyacı olabilirdi. Mary bunu çalmış olmalı. Hırsız hizmetçinin teki işte. Hakkı olmayan bir şeye, el koyduğunu kendine inandırmaya çalıştı fakat yaptığının hırsızlıktan bir farkı yoktu. Ancak dayısına ulaşmak için neredeyse bir çölün yarısını aşması gerekiyordu. Hayatta kalma isteği guruna ağır bastığında, bunu birilerine satabileceğini umarak cebine tıkıştırdı. Kapıya doğru yöneleceği sırada merdivenlerden hızla gelen seslerle panikleyerek çekmeceyi kapatamadan çıkışa koştu.

"Luliq dur!" Adıyla seslendiğinde Luliq, afallasa da kapıya vardı. Onu beklemek gibi bir niyeti yoktu. Bir hırsızın eşyasını çalmıştı ve faka basmıştı. Kimliğini bilmiyormuş gibi davrandığından da artık tamamıyla emin olmuştu.

Mary'nin yüzünü kapatmak için kullandığı peçeyi yerden alıp yüzüne sarmaladı. Üzerindeki artık kokusuna burnunun alıştığı pelerinle de kendini örttükten sonra titreyen elini durdurup dışarı çıktı. Çıktığında evin çatısının alev almaya başladığını gördü. Çocuklara yardım etmek için bir anda geri dönmeyi düşünse de elinden bir şey gelmeyeceğini düşünerek çocukların sağ salim çıkmaları için içten içe dua ederek onları kaderine terk etti. İleriye bir adım attı ve sadece elinde tuttuğu saati sıkarak evin önünden uzaklaştı. Arkasından kapı açıp onu takip eden olmamıştı.

Az önce çarpışan adamlar ortalıkta yoktu. Sadece birkaç kişi koşup kaleye giden yola yönelmişti. Uzaktan gelen gürültü ve patırtının yankıları eşliğinde nerede olduğunu kestirmeye çalıştı.

"Kanalizasyondan çıktığımda şehir merkezinden uzaklaşıyordum... şu anda şehir merkezine hala en yakın caddedeyim. Nehre uzak olamam." Nehre çıkan düzlüğe doğru ilerlemeye başladı fakat hala yanmaya devam eden ölü askerleri gördüğünde durdu. Yanık deri kokusu burnunda, çölü aşmak için kullandıkları develerin kürkleri yandığında çıkan kokuyla aynı etkiyi yaratmıştı. Taze pişmiş dana bifteğin kokusunu andıran fakat üzerinde yanık saç ve kılların kapladığı değişik aromanın yarattığı koku gecenin başından beri yaşadığı ve karşılaştığı her şeye direnme hassasiyetini anında bitirmişti. Vücutlarının yanından geçip gidecekti ama bu dünya dışı koku midesini daha fazla tutamayıp kusmasına sebep oldu. Öyle bir kustu ki bütün bu gece yaşadıklarının yarattığı etkiyi vücudundan bir zehir gibi atmaya çalıştı. Yedi senelik rahat ve umursamaz ömründe yaşadığı sefa bir gecede en kötü kabusuna çevirmişti. Kusacak daha fazla bir şey kalmadığında cesetlerden uzaklaşmaya çalıştı ama bu sefer mide sıvısına kadar çıkartacak şekilde son kez kustu. Kaynayan kandan çıkan dumanlar, derilerini kaplayan yağın yanmasının yarattığı leziz tadı engellemiş ve boğazını kesmişti. Gözlerine dolan dumandan yüzün kaçınmaya çalıştı.

Yüzü ağzını silmeye çalıştıkça kusmukla, gözleri ise kustukça yaşla dolmuştu. Yere baktı. Gece vakti yatmadan önce içtiği süt de dahil olmak üzere akşam yemeğinde çok aç olmadığı için az biraz yediği yahniyi görebiliyordu. Kavrulan etin yarattığı kokudan karnı guruldasa da asla yiyemeyeceği bir et olduğunu bildiği için başını çevirdi ve çıkardığı etten bile iğrenir oldu. Hızlıca ayağa kalktı ve sahneyi terk etmeyi diledi. Anca hat çizgisinden kaçamayan onlarca asker yerde sıra halinde yatıyordu.

Vücutlarının yerinde olması gereken parçaların çoğu artık gözle bile seçilemediği için kaç kişiyi geçtiğini anlamadı Luliq. Cesetlerin arasından ilerlerken, bir hareket fark etti. Adam belli belirsiz hareketler yapıyordu fakat yanına yaklaştığında onu kurtarmak için çok geç olduğunu düşündü. Gövdesini kaplayan deriler yanmayı bitirmişti ve damarlarıyla iç organları gözüküyordu. Alev, organları da hafiften yakmaya başlamış olmalıydı ki, yer yer siyahlıklar görülüyordu. Midesinin olduğu yerden kabarcıklar çıkıyordu. Adamın kıyafetlerinin bir kısmı hala yanmaya devam ediyordu fakat gövdesini o şekilde görmek midesini kaldırdı ama bu sefer midesi ağzına geldiği halde kusamadı, ve sadece tükürdü.

Ağzını sildi ve adamdan bakışlarını kaçınmaya çalışsa da bu gece zihnine kazınan bu görüntüyle tekrar sarsıldı. *Tanrıça, bu nasıl bir şeydir. O hala nasıl yaşıyor olabilir?* diye düşündü ve adama uzunca baktı. Kendine geldiğinde gözlerini kısarak adamın elinde bir tüfek olduğunu gördü. Tüfeği elinden atmadığı için koluna yapışmıştı bu yüzden tüfeğin üzerinde eriyen deri ve kıyafetten başka bir şey görülmüyordu. Tahta kabzanı hafif yanmış fakat çabucak söndüğü için sadece kararmıştı. İğrenerek ve korkarak adamın yanına çömeldi. Adam, Luliq'in bu yaptığının bilincinde değildi, gözleri yuvalarından eriyerek akmıştı etrafında ne olup bittiğini anlayamayacak kadar acı içerisinde olmalıydı. Son nefesini verdi ve adam tamamıyla hareket etmeyi kesti. Luliq, yüzü artık tanımlanamayacak hale gelmiş adamın elinden işlemeli filintayı çekip hızlıca aldı. Çantası hala alev almadığı için, barutlar da infilak etmemişti. Adama bakamadan sadece son duasını ederek nehre doğru adamın son hali aklında yer ederken son hız koştu. *Anne... baba bu başımıza gelenler ne böyle? Tanrıçam lütfen bu gece hayatta kalmama yardımcı ol.*

Filintayı niye almak istediğinden bile emin değildi. İşine yarardı belki, ancak ömrü boyunca unutamayacağı travmayı yaşamasına değer miydi diye düşündü ve adamlardan uzaklaşarak taş yolun ayırmadığı kumların ve çorak otların bittiği nehir yatağına gitmek için dermansız bacaklarını onu götürmesi için zorladı.

Nereye giderseniz gidin kumla çevrili şehirde, kaleyi sağınıza aldığınızda tek güvenli içme kaynağı olan nehre çıkıyordu. Limanla birleşik olmasından dolayı şehrin bu kısmı büyük bir kanala çevrilmişti ve yaz mevsimlerinde buralarda hep kayık yolculukları yapılırdı.

Batı yakasındaki kapının ötesinde iki girişi olan Yelkesen nehrinde genelde kıyıda hep bir kano ya da sandal olurdu. Kanala yaklaştı. Nehrin aktığı boy ışıksız ve sakin duruyordu. Fakat etrafta yüzlerce sandal vardı. Çoğu demirliklere bile bağlanmamıştı, sakin akıntılarla sürüklenip gidiyordu. Luliq ayaklanmacıların çoğunun bu kayıklar ile şehir merkezine vardığını düşündü. Sonuçta şehrin öbür ucundan buraya gelmeleri saatler sürecekken nehir aracılığıyla dakikalar içinde gelinebiliyordu.

Bu gece olanlardan sonra ilk defa şans yüzüne güldü gibi hissetti. Kaçıp şehir dışına çıkacabilecekti ve oradan birilerini bulabilirdi, değil mi? Arkasına baktı. Anne ve babasını, bu gece yaşadığı her şeyi gerçekten burada bırakıyordu. Ömründe görmediği kadar kan görmüş, bir çocuğun asla tanık olmaması gereken korkulara tanık olmuştu. Saraydaki rahat yaşamına geri dönse bile bu gece gördüklerini uzunca bir süre unutamayacağından emindi. Fakat rahat yaşamına artık döneceğini ise pek de düşünmüyordu. *Onları bu karmaşada hemen öldürülmeyeceklerinden eminim. Amcam kendini kahraman göstermek için elinden geleni yapacaktır.* diye düşündü amcasının planlarını sanki biliyormuş gibi davranarak. Aslında sadece içten içe iyi dileklerde bulunup, en iyi ihtimale bel bağlamaktan başka bir şey yapmıyordu. *Birilerini bulmak için zamanım var, değil mi?* Zihnini saran kararsızlıkların onu daha fazla ele geçirmesine izin vermemeye çalıştı. Fakat yapamadı. Önündeki sandala ayağını atmak istese de bir türlü yapamadı. Ya onları direkt idam ederlerse? Ya birilerini bulamazsa? *Geri dönsem hala bir şey yapabilir miyim... Belki de içimdeki bilmediğim güç yine uyanır?*

Pelerinin içinde tek koluna sarmaladığı ve güçsüz kollarıyla tuttuğu kardeşine, yarası ne halde diye baktı. Az önceden beri niye sesinin çıkmadığını anlamıştı. Dizinin kanamasından dolayı çok fazla kan kaybetmişti ve bayılmıştı. Hala nefes alıp veriyordu ancak nefesleri düzensizdi. Göz yaşlarını pelerinin iğrençliğine silmeye çalıştığında ak yüzü ala paklandı ve pelerinin üzerindeki parçalar yüzüne sürttü. Dizinin kanamasına baktığında halüsinasyon gördü ve kardeşinin kanayan yarasının da fokurdamaya başladığını sandı. Hareketleri düzensizleşti ve yüzündeki korkudan onu bir anda yere atmak istese de kendini zor tuttu. Gözlerini kapattı ve az önce yerden aldığı bez maskeyi diz kapağına sarmalayarak gözünü açmadan tekrar tek koluna soktu ve gövdesinden tutmaya çalıştı.

*Hiç kimseyi kurtaramasam bile kardeşimi kurtarabilirim.* diye düşündü. Daha ona doğru düzgün bile bakamadığı halde onu nasıl kurtaracağını düşünmeyi bile istemiyordu. Kan ya da başka bir şeyin bezden akıp bacaklarına geldiğini hissetti, ılık sıvının ne olduğunu umursamadan sadece bacağını silkeledi. Pelerini açıp, ona bakmaya cesaret edemiyordu. *Ona yardım bulmak için şehirden dışarı çıkmalıydım. Bin artık şu sandala Luliq!* kendini zorladı ve sandığa atladı.

Sandala atladığı sırada arkadan bir sesin ona doğru bağırdığını fark etti. Hızlı hızlı çarpan kalbini dinleyerek kürek çekmeye çalıştı fakat kardeşi hala elinde olduğu için hareket edemedi. Kardeşini alelacele sandalda yere koyup iki eliyle kürekleri kavradı. Kaçmak için küreklere asılmıştı ki kafasını önüme kaldırdığında kim olduklarını gördü.

"Bekle!" Yedi-sekiz çocukla birlikte koşa koşa arkasından gelen Mary nefes nefese kaldığı için iyice bir soluklandı.

"Bekleyecek vaktim yok. Annemleri bulmak zorunda-" Sandallardan birine atladı ve çocuklardan üç tanesine de onun sandalına atlamasını söyledi, limandan hafif uzaklaştığı için az kalsın yere düşüyorlardı. Hayatını borçlu olduğunu söylediği Luna da dahil olmak üzere diğer ikili kürekleri tutmaya çalışan Luliq'e doğru baktı. İri yapılı olan sandala atladığında, sandalı neredeyse alabora ediyordu ve ondan yapıca küçük Luna'nın gazabına uğrayarak küfürler işitti.

"Çocuklar, yardım edin. Şehir kimse için güvenli değil artık. Eldwin, diğerlerine ayak uydurmaya çalış!" Kendisi de dört çocukla başka bir sandala atladı. Onu niye yalnız bırakmaya çalışmadığını ve yüzlerce boş kayığa atlamayıp onunkine geldiklerini kestiremedi, Luliq. Çoktan kıyıdan uzaklaşmaya başladığı için sadece atlayabilen çocuklar gelmişti. Önceden planladıklarını düşünerek kayığına atlayanlardan Luliq iki adım geriye atarak kürekleri tutup teknesindeki yabancılardan uzaklaştı. Mary, kimliğini çocukların önünde saklamakta kararlı gibi görünüyordu. En azından içi rahatlamıştı. Kapüşonu sıktı ve hiçbirine bakmadı.

*Çocukları kullanıp bende vicdan azabı oluşturmaya çalışıyor olmalı. Çaldığım saati mi fark etti? Atlasam karaya çıkabilir miyim? Kardeşim elimdeyken küçük limana çıkabilir miyim.* Aklından yüzlerce soru geçerken diğer çocuklar Luliq'in temkinli davrandığını gördü fakat aralarından bir tanesi lafa girdi.

"Gidecek bir evimiz yok artık, yandı. Geride durup bakamadık bile." Sıska bereli çocuk hıçkırarak ağlamaya başladı. Diğer iri ve gömleğini şeritli pantolonuna sokan çocuk da arkasını dönerek ona katıldı ve omzuna elini attı. Fakat kız Luliq'e yüzündeki acı dolu ifadeyle bakıyordu, diğerlerinin yüzünü görmesini istemiyordu anlaşılan. Luliq kürekleri çekmeye çalıştı fakat gücü yetmedi. Biraz sonra kız ne yapmaya çalıştığını fark ettiği için ona dönüp yanına geldi, kendi gözyaşlarını, burnunu çekerek saklamaya çalıştı. Küreklerden birini Luliq'i iterek kaptı ve yanına oturdu. O da tek başına bir küreği çekemeyince vazgeçip, kuvveti yetmediğini kabullenerek diğer çocuklara seslendi.

"Ağlamaya gücünüz varsa küreklere asılın. Yoksa sizi sandaldan atarım, ona göre." Çocuklar Luna'nın sözlerine kulak vererek göz yaşlarını sildi ve biri Luliq'in soluna diğeri de Luna'nın sağına geçti.

Kızın simsiyah dağınık saçları kürek çekmeye çalışırken sürekli gözüne geldiğinden dolayı iki de bir ağzıyla saçlarını göndermeye çalışmaktan yoruldu. En sonunda sinirlenip büyük bir üflemeyle saçlarını öne gönderdi. Diğerleri ne yapmaya çalıştığını anlasa da Luna sadece dik dik bakıp kafasını çevirip yanındaki iri adama yaklaştı. Yanlarındakilere zar zor küreği çevirip ayak uydurmaya çalışan Luna ve Luliq diğerlerinin hareketlerine ayak uyduramadığı için gereğinden fazla yoruluyordu. En son Luna pes ederek küreği bıraktığında, yardım etmek yerine köstek olduğunu fark etti. Luliq de bir etkisi olmadığını düşünerek küreği bıraksa da az kalsın yanındaki sıska çocuk küreği tutamayıp düşürüyordu. Tekrar eliyle kavradığında sadece azar işitti. Önlerine geçen kız kapüşonu kafasında, yerden başını kaldırmayan Luliq'i incelemeye başladı.

"Çok iğrenç kokuyorsun. Kaçarken bir çöpe falan mı düştün?" Öndeki Mary'nin sandalına yetişmeye çalışırken aralarında ne kadar fark var diye kafasını çevirmeye çalıştı. Çaktırmadan kardeşi de ne durumda diye bakmak için hafifçe pelerini kaldırıp sandalın zeminine göz gezdirmişti. Kızın ne dediğini umursamadan yüzüne baktı. Bu vurdumduymazlığı onu sinirlendirse de kız bir şey demedi. Gözleri az önce çekmeceden aldığı yakutlu saatin işlemeleri kadar yeşildi. Dolunay'ın yüzüne vurmasıyla yüzünü gördüğünde bakışlarını kaçındırmakta zorlanmıştı ancak sonra tekrar sessizce cevap vermeden küreğe asıldı ve başını eğdi. Dağınık yağlı saçlarına rağmen bir asilin kızını andıran sureti vardı. Saçlarını Mary örmüş olmalıydı ki kâkülü ve at kuyruğu bile onunkiyle aynıydı. Neden kızın onu sinirlendirmeye çalıştığını anlamayan Luliq üzerini kokladı ve utanarak ona hak verdi. Üzeri yanık bonfile ve saç, pişmemiş dana antrikot, dışkı, kusmuk, tükürük, kısacası gece boyunca karşılaştığın her şeyin karışımından oluşma bir alaşımla kaplı bir koku yayıyordu. Fakat verecek bir cevap bulamadığı için pelerini sıkı sıkıya üzerine sardı.

Kendini beğenmiş kız, yüzünü iyice Luliq'e çevirdi ve pelerinini koklamaya başladı. Yüzünü ekşitip aniden geriye giderek burnunu tutup öksürdü. Yaptığı hareket sandalın hafifçe sallanmasına sebep olmuştu. Yine küfrü basan o oldu.

"Öf! Şu pelerinden kurtul yoksa seni sandaldan atarım." Daha fazla sessizliğini koruyamayan Luliq, kendisini rastgele bir veledin tehditleriyle aşağılatmasına izin vermeyecekti. *Kafam zaten dolu bir de şu şımarığı çekemeyeceğim.*

"Konuşmaya gücün varsa küreğe asıl. Yoksa ben seni şimdi sandaldan aşağıya fırlatacağım." Diğer çocuklar Luna'ya karşı konuştuğunu gördüğünde kürekleri bıraktılar. Luliq, gözlerini kapatarak derin bir nefes alıp başını kaldırdı. Üçe karşı tek olsa da hiçbir şey yapmadıklarını görünce kendi kendine iç çekti. Boşalan koltuktan sağdaki küreği de kaparak kürek çekmeye çalıştı.

"Hey Luna'ya karşı böyle konuşamazsın. Ve oğlum gerçekten leş gibi kokuyorsun. Köpek mi işedi üzerine?" Sabrını iyice zorlamaya çalıştıklarından emindi.

"En çok ben terlediğim halde ben bile böyle koktuğumu hatırlamıyorum!" Şişman olan espri yaptığını sanıp gülmeye başladı. Luna ise üçünün şişman pelerinlinin ona karşı durmasına aldırış etmeyip küreklere asılmasından dolayı sinirlenmişti.

"Kel, Şişko. Şu pelerini alın da burnunun ne kadar büyük olduğunu göreyim." Kendini savunmak için pelerinin altındaki filintaya elini atmaya hazırlanan Luliq yanlarındaki çocuklar Luna'ya döndüğünde elini hafifçe kınından çekti..

"Hey, ben kel değilim." çocuk kafasındaki şapkayı sıkıca kafasına koydu. "Sadece saçlarım geç çıkıyor." Kendince mırıldanıp Luna'ya sırtını döndü. Luna verdiği bu cevap karşısında şişman olana dönmüştü.

"Arthur yoksa ben de yokum." İkisinden medet uman Luna bir anda sırt çevrildiğini gördüğünde daha da sinirlendi ve Luliq'in saraydaki hiçbir kızdan daha önce hiç duymayı beklemediği lafları ederek sandalın ucuna gitti. O sırada da sandalda hareketlilik olduğunu gören Mary üçlüye bağırdı.

"Leon bir sorun mu var? Acele edin geride kalıyorsunuz." Adının Leon olduğunu öğrendiği şapka takmış ve bunaltıcı sıcağa rağmen üzerinde sararmış yelekle oturan çocuk Mary'e sorun olmadığını söyleyip oturdu.

"Sen ona aldırış etme. Gregory olmadığın için sana kızgın." Luna'ya kıyasla diğer ikisinin bir kavga çıkartmaya çalışmadığını anladığında kendini geri plana attı ve sakinleşerek anlayış göstermeye çalıştı. Sonuçta hepsi aynı sandalın yolcusu olmuştu. Kendisinden daha şişman görünen çocuk da oturdu ve üçü birlikte küreğe asıldı.

Luliq, kim olduğunu merak bile etmediği Gregory hakkında bahsetmeye başladıklarında sadece dinliyormuş gibi yapmaktan öteye gitmedi. Anlaşılan Luna ondan hoşlanıyormuş. Şişko diye konuştuğu çocuğun adının ise George olduğunu öğrendi. Küreği çekerken bile yüzünden şıp şıp ter akıp onun da sararmaya yüz tutmuş gömleğini ıslatıyordu.

Tam karşısına oturup dikkatlice Luliq'e bakan Luna yüzünü göremiyor diye içi içini yiyor olmalıydı. Bakışlarından kaçınmak gibi bir isteği olmayan Luliq de inatlaşarak kafasını ona çevirip dik dik bakmaya karar verdi. Sadece gözlerini görebildiğinden ona baktığını bilmesini istiyordu. *Sinirlerimi bozsa da kendimi bir sokak çocuğuna ezdirmek istemiyorum. Sarayda olsaydık seni diğerlerine bir güzel falakalatırdım* diye düşünerek içten içe güldü.

"Hah! Gözlerin, George ile Leon'un madenden geldiklerindeki kadar kara. Neredeyse yüzünü seçemeyeceğim. Orada bir insan var değil mi? Belki de George'la yağ tulumu yarışmasına katılırsanız birinci bile olabilirsin." Kafasını göle doğru çevirerek dalga geçermişçesine omuz silkti. Psikolojik savaşı kazandığından emin bir tavırla saçlarını savurdu. George ve Arthur, Luliq'e bakarak *Değmez, cevap bile verme.* diyerek kızaran yüzünü yatıştırmaya çalıştı fakat saraydaki hayatı gibi eğlenebileceği birini bulduğundan kayıktan inene kadar onunla uğraşmaya karar vermişti.

"En azından zehir saçan bir kobra kadar yeşil gözlerim yok. Buna şükretmeli miyim sence? Ya da yılan ya da akreplerin içinden fırlayacağı saçlar. Sakın oradan yanımıza gelme, sokulmayalım şimdi" Öne doğru eğilerek kafasını çevirdi ve diri bir kahkaha atarak ilk defa bu gece gülmüştü. Dertlerini ve tasasını, kederini her şeyi bir anlığına aklından çıkarttı. Luna ile iyice karşılıklı laf atışmaya başladı.

"Hey. Gözlerim senin elde edebileceğin herhangi bir şeyden çok daha güzel ve değerli. Üstündeki paçavralara bak bir hele sen. İşediğin kıyafetleri çıkartıp at da burnumu kapatmak zorunda kalmayayım. Ama o zaman çıplak kalabilirsin, merak etme George sana kokuşuk gömleğini vermekten onur duyar, nasıl olsa bedenleriniz aynı." George ve Leon iç çektiler. Anlaşılan başkalarıyla laf dalışına girmek ilk kez yaptığı bir şey değildi.

"Cüce."

"Şişko, kokuşuk, pislik, üç çeneli!"

Luliq, Luna önünde eğilip gerçekten sinirini bozmayı başaracak kadar yüzüne odaklanmaya başladığında daha temin sanki ona değil de önüne bakıyormuş gibi davranmaya geri döndü. *Karşısında kim olduğunu bile bilmeyen serfin teki işte! Buradan kurtulup yardım bulduğumda onlarla bir daha görüşmeme bile muhtaç kalmayacak.* diye düşünerek daha fazla onun sözlerine aldırış bile etmedi. Nehrin akıntısında giderlerken yaptıkları küçük atışma ile kendine gelmişti ve hala söylediğine cevap vermek için aklından bir şeyler geçirdiği için kısa bir süreliğine de olsa yaşadığı şeyleri unuttu.

"Nehir ayrımına geldik sola dönün!" Az sonra Mary önlerinden bağırdı. Şehirden çıkmak için son noktaya varmışlardı. Kumbatan kalesi, önlerindeki kerpiç ve taştan yapılma köprüyü geçtiklerinde kaybolacaktı. Kaleye giden sokaklar ahenk içerisinde sarıya bezenmişti ve kalenin etrafındaki top atışları arada bir toz bulutu yaratıyordu. Luliq, Köprüyü geçerken gözlerini kapattı. Şehirden çıkabilmesine çok az kalmıştı. İçinden son kez yemin etti.

"Anne. Baba. Size söz veriyorum. Sizi kurtarmanın bir yolunu bulacağım."

Loading...
0%