Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3. Bölüm

@niss.a

 

“İstiyordu,bunu istiyordu. O yaşamayı çok istiyordu. Çünkü bu; onun da en büyük hakkıydı...”

​​​​

3. Bölüm

 

Soğuk hava, boyaları dökülmüş yetimhanenin büyük çimenlerle dolu bahçesinde hakimdi. Durmadan öten karga sesleri kötü bir şey olacağının habercisi gibiydi. Yetimhane de bulunan 29 çocuk bahçede yan yana sıraya geçmişlerdi.

 

 

Başlarındaki yetimhane müdiresi Aybüke Hanım tekrar bağırdı. “Çocuklar bana dürüstçe cevap verin, lütfen. Susarak sadece işleri zorlaştırırsınız ve o zaman ben daha fazla sinirlenirim. Beni sinir etmek de sizin yararınıza olmaz. Bunu kim yaptı? Koskoca bina da tam yirmi dokuz çocuksunuz. İçinizden biri illa ki görmüştür. O kişide çocuk söylesin. Görüp de söylemeyen için aklımda daha farklı bir ceza var.” Hayır, müdire ne derse desin hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Kimse ona cevap vermiyor, yapan kişiyi saklıyordu. Müdirenin aklında iki soru vardı:

 

1- Bunu kim yapmıştı?

 

2- Bunu saklayan kişi kimdi?

 

Bu sefer korkutmak gerektiğine karar veren müdire “Eğer gören kişi söylemezse hepinizi bodruma kilitlerim. Bir ay boyunca aç ve susuz orada kalırsınız.” Dedi. Gene kimse konuşmuyordu. Anlaşılan bu çocuklar bu cezalara karşı bağışıklık kazanmışlardı ya da müdireden eskisi kadar korkmuyorlardı artık.

 

Çocukların hepsi farklı ruh hallerindeydiler. Birkaç kişi korkudan ağlarken, bazısı da yapanın söylemesi gerektiğini haykırıyordu. Hiç tepki vermeden izleyenler ve anlamaz gözlerle birbirlerini süzenler de vardı elbette.

 

En sonunda çocukların arasındaki en uzun boylu, simsiyah saçları gözlerine kadar inen çocuk bir adım öne çıktı. Artık bu sessizliğe tahammülü kalmamıştı. Herkes ne yapacağını merak ederken o bir elini kaldırarak Hilal’i gösterdi ve konuşmak için dudaklarını araladı. “O gelmeden önce daha önce böyle bir şey olmamıştı. Demek ki her şeyi yirmi dokuzuncu yaptı. Onun yüzünden ben burada beklemek zorunda değilim-“ Çocuk daha sözünü bitirmeden Hilal sessiz gözyaşlarını dökmeye başladı. Onun bu halini gören ve ona üzülen kişi pamuk prensese benzettiği o kızdı. Hilal’e iftira atan çocuğu dirseğinden tutup geri çekti ve şöyle ekledi. “Beşinci, buraya gel. Daha ne olduğunu anlamadan onu suçlayamayız.” Kızın sesi bir melodiyi andırıyordu. Beşinci diye seslendiği çocuk tam itiraz edecekken kızın bakışlarını görüp sustu. Ve yerine geçti.

 

Hilal, bu kızın kendisini korumasına çok şaşırmıştı. Böyle bir şeyi asla beklemiyordu. Sonuçta çocuk onun arkadaşıydı ve arkadaşını susturarak onu koruması... Tuhaf gelmişti ona. Daha önce kimse onu korumamıştı. Bu bir ilkdi. Ama daha sonra ne olacağı veya kızın bu işten bir çıkarı olma ihtimalleri burada kimseye güvenmemesi gerektiğini söylüyordu.

 

Bir diğer aklına takılan konu ise burada herkesin birbirine numaralar ile hitap etmesiydi. Kimse adını söylemiyor, bir numara söylüyordu. Ona da mesela yirmi dokuzuncu diyip diyip duruyorlardı. Başka birine bu sayıyı dediklerini de duymamıştı hem. Bu adın kendisine özel olması onun hoşuna gitti. Bunu düşününce sırıtmadan edemedi. Ama şuan ciddi bir konu da hedef gösterildiği için yüz ifadesini hemen toparladı.

 

Müdirenin bakışları bir Hilal’e bir o çocuğa uğruyordu.

 

Müdirenin bakışları bir yirmi dokuzuncu da bir beşincideydi.

 

Hilal, müdirenin bu ihtimal üzerinde düşündüğünü anlayınca hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. O sessiz gözyaşları yerini hıçkırık krizlerine bırakmıştı. Hilal bakışlarını müdireden çevirip yanında duran arkadaşlarına baktı. O an Hilal ve zaten ona bakmakta olan yatakhaneye ilk girdiğinde ona yirmi dokuzuncu diyen kız bir anlığına bakıştılar. Hilal daha bu bakışın sırrını çözememişken kız bakışlarını çevirdi. Yetimhanenin kapısından bir ses duyuldu.

 

“Hilal, buraya gel tatlım.” Hilal gözlerini bu kadına çevirdi. Kahverengi küt ve kısa saçları ve ela gözlü bu kadın Aylin ablasıydı. Aylin Ablası burada çocuklar ile ilgilenmekle görevli kişilerden biriydi.

 

Hilal önce gözlerini müdirenin gözlerine dikti. Ondan gitmesine izin veren bir baş hareketi görünce hemen Aylin ablasını takip etti. Aylin ablası küçük kızı dar ve bembeyaz duvarların arasından geçirdi. En sonunda buraya ilk geldiğinde girdiği sarı ışıklı odaya girdiler.

 

“Hilal.” Dedi Aylin ablası ilk önce ona. Sesindeki öfkeyi şefkatle örtmeye çalıştığı bir sesle. “Dün gece neredeydin bakalım?” Kız kendisinin sorguya çekilmesine şaşırarak “Yatakhanedeydim Aylin abla.” Dedi. Aylin ablası buna inanmamış gibi gözüküyordu. Olay o geldikten sonra olduğu için o da ondan şüpheleniyordu. “Hımm...” Diye onaylanan bir ses çıkardıktan sonra kızı masanın yanındaki boş sandalyeye oturttu. Kendisi de onun önünde eğilip ellerini tuttu. Birkaç dakika böyle bakıştılar ve sonra kadın söze girdi.

 

“Bak tatlım.Buradaki her çocuk yeni arkadaşlara bayılırlar. Birbirlerini arkadaştan çok birer kardeş gibi severler. Et ve tırnak gibidirler. Ne yaparsan yap birbirlerinden ayıramazsın onları.” Kadın burada soluklanmak için bir ara verdi.

​​​​

‘Ne yaparsam yapayım ayıramam’ diye düşündü kız. Bunu ona neden anlatıyordu ki? O zaten geldiği ilk gün bunları fark etmişti.

 

“Bildiğin gibi sen daha dün geldin ve burada yenisin. Herkes buraya ilk geldiğinde biraz yabancılık çekmişti. İlk başta sen de kendini yalnız hissedeceksin ama ilerleyen zamanlarda onlar sana, sen onlara alışacaksın. Sen de artık onlardan biri gibi olacaksın. Şuan seni dışlandıklarını sakın düşünme, tamam mı?” Küçük kız başını aşağı yukarı sallayarak onu onayladı. Ve kadın söze devam etti.

 

“Şuan seni suçlamış olabilirler. Senden şüphelenmiş de olabilirler ama sen sakın moralini bozma. Bu olanlar bir çocuğun yapacağı bir şey değil. Ve sen dün yatakhaneden çıkmadığına göre sen masumsun. Eğer biri sana bu konuda bir şey söylerse benim yanıma gelebilirsin. Ben ne olursa olsun senin arkandayım. Bir şey olursa ilk benim yanıma geliyorsun anlaştık mı?”

 

Kız ellerini çekerek cevap verdi. “Anlaştık Aylin abla. Ne zaman yemek yiyeceğiz? Ben çok acıktım da.” Aylin ablası gülerek ona cevap verdi. “Az sonra.”

 

Kızı elinden tutarak dışarıya çıkardı. Yatakhanenin önüne gelince “Sen geceliğini değiştir gel bakalım, hadi.” Dedi. Kız onu ikiletmeden ona denileni yaptı.

 

Birkaç dakika sonra 29 çocuk aynı bahçede dizildikleri gibi yemekhanenin önünde de tek sıra dizildiler yemeklerini alabilmek için...

 

•✴️••✴️•••

 

Hiç acı çekmeden de ruhu acıyabilir mi insanın? Ruhu bedeninden ayrılacak gibi hissedebilir mi insan daha hiçbir şey yaşamadan?

 

 

Ruh acı çekerken beden sessiz mi kalır bu acı çığlıklara karşı?

 

 

Acıyordu... Ruhum her şeyden çok acıyordu. Bedenim de tek bir yara olmamasına rağmen ruhum sanki yaralı bir aslan gibi kükrüyordu içimde. Durduk yere acı çekiyordum.

 

 

Düşüncelerim beni bir bataklığa sürüklüyordu. Ve ben o bataklıktan asla çıkamıyordum. Çocukluğum geliyordu aklıma. Ruhum kanıyordu sanki. Akan kanlar oluşturuyordu benim battığım ve asla çıkmadığım o bataklığı. Acılarım, en büyük pişmanlıklarım bedenime bir urgan geçirmişti sanki. O urgan beni nefessiz bırakmıyor, ruhumu kanatıyordu. Haykırıyordum var gücümle. “Yardım edin! Burada benim ruhumu kanatıyorlar!” Ama nafileydi bu çabalarım. Sesimi kimse duymuyor değildi. Sesimi tüm dünya duyuyordu. Beni boğanlar sesimi duyup yardım etmeye gelenlere geçmişimi anlatıyorlardı ve herkes benden kaçıyordu... Ya da beni onlar boğmaya çalışıyorlardı. Daha çok kanatıyorlardı ruhumu. Benim kim olduğumu öğrenen insanlar duyduklarını daha çok insana anlatıyor, daha çok insan beni tanıyor ve daha fazla kişiye yayıyorlardı öğrendiklerini. Tüm dünya artık biliyordu benim nasıl biri olduğumu. Ve hepsi benden nefret ediyordu...

 

Sadece yaşayanlar değil ölenlerde mezarlarından tekrar dirilerek çıkıyor, karşımda iskeletleri ile dikiliyor ve onlar da benim yüzüme tükürüyorlardı.

 

Nefret gözyaşları akıyordu benim için gözlerinden...

Hüzün ve acıma gözyaşları akıyordu onlar için gözlerinden...

 

O akan gözyaşları benim ruhumdan akan kanla buluşuyor ve bir bataklık oluşturuyordu. Gözyaşları, kanı daha da sulandırmak yerine kanı daha da katılaştırıyor, bir bataklık olması için herkes elinden geleni yapıyordu.

 

Yaşayanlar; benimle beraber aynı dünyada, aynı zamanda yaşamaktan nefret ettiklerini, benim yaşamamam gerektiğini, beni öldürmelerini haykırıyorlardı...

 

Ölenler; ölmeyi hak etmediğimi, ölmenin benim için bir ödül olduğunu, benim ölümümün onlar için bir hakaret sayılacağını beni yanlarında istemediklerini haykırıyordu...

 

Ölenler de, yaşayanlar da beni yanlarında istemiyordu...

Beni hem öldürmek hem de öldürmemek istiyorlardı...

 

Benim ölmemin ve benim yaşamamın bir suç olduğunu ikisini de aynı anda yapmamı söylüyorlardı.

 

Hem bana öl hem de bana yaşa diyorlardı. Hem ölüp hem yaşayamazdım.

 

Yaşarken ölemez, ölürken yaşayamazdım...

 

Bu hayatın tüm kurallarına aykırıydı. Onlar için benim yok olmam hem yaşayıp acı çekmem hem de ölüp yaşamanın güzelliklerinden mahrum kalmam gerekiyordu.

 

Ölenler ve yaşayanlar da farklı şeyi haykırıyordu ama iki grubun da tek bir ortak noktası vardı.

 

İki grupta benim acı çekmemi istiyordu.

 

Sanki benim acı çekmem onlar için birer kurtuluş olacaktı...

Sanki benim acı çekmem onların içindeki nefreti söndürecekti...

Sanki benim acı çekmem her şeyi telafi edecekti...

Sanki benim acı çekmem yaşanan her şeyi unutturacaktı...

Sanki benim acı çekmem hiçbir şeyin olmamasını sağlayacaktı...

Sanki zamanı geri alacaktı...

Sanki hak ettiğimi çekecektim...

 

Ne çok sanki doğuyordu benim acı çekmem durumunda. Ama bunların hiçbiri olmayacaktı. Biliyordum...

 

Ben acı çekince hak ettiğim cezanın yanında bu çektiğim acının az olduğunu, daha fazlasını hak ettiğimi ve benden her gün daha fazla nefret ettiklerini haykıracaklardı...

 

Benim acı çekmem hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. İçlerindeki acıyı hafifletmeyecek, içlerindeki ateşe su döküp yok etmek yerine o ateşi daha fazla harlayacaktı.

 

Yüzüme çürük dometesler ve yumurtalar değil kırık kemikler atılıyordu. Atılan kemikler ilk olarak bedenimi yere bağlıyor ve hareket alanımı kısıtlıyordu. Kemikler ile bağlanmış bedenim hareket edemeyecek bir hâle gelince artık atılan tüm kemikler bedenime çarpıyor ve parçalara ayrılıyordu. O parçalar da bataklığa ekleniyor. Beni, bataklığın daha derinine hapsetmeye çalışıyordu.

 

Ruhumdan akan kanlar ne zaman bitecek diye beklerken o kanların asla bitmediğini fark ediyordum.

 

En sonunda bataklık yükseliyor ve benim boyumu geçiyordu. Tüm bedenim o bataklığın altında kalıyor, ruhum kendi kanlarında boğuluyordu. Çırpınamıyordum çünkü kollarım kemikler ile yere bağlıydı. Ama sanki çırpınıyor gibi her defasında daha da dibe batıyordum.

 

Etrafımdaki bataklık hiçbir şeyi görmememi sağlıyordu.

 

Sadece kan vardı...

Sadece kırmızı vardı...

Sadece acı çekmek vardı...

 

Ve en sonunda kaçınılmaz sona ulaşıyordum.

 

Ölüyordum...

 

Ve hem de yavaş yavaş acı çekerek, kendi kanımda boğularak ölüyordum.

 

Hani, ya ölünce ruhu bedeninden ayrılarak göğe yükselir ya insanın. Ben de öyle olmadı.

 

Ben ölünce bedenim ruhumun görevini üstlenerek göğe yükseldi...

 

Ben ölünce ruhum bedenimin görevini üstlenerek çürümeye başladı...

 

Ruhum çürürken daha çok kanadı. Acı benim peşimi ölünce de rahat bırakmadı.

 

Ruhum kanayarak acı çekmeye devam etti.

 

Bilincim bu acıyla bir kapanıp bir açıldı.

 

Aklım bu acının bir sınırı,bir sonu olması gerektiğini haykırdı.

 

Bedenim asla acı çekmeden beni terk etti. Bana ait olduğu için pişmanlık duyan ruhumun istediği şeyi gerçekleştirerek.

 

Bunca acı çekerken yalvarmaya başladım. Ama kimse beni duymadı. Belki de kale almadı. Kim bilir...

 

Acıyordu, Tanrım. Canım çok acıyordu...

 

Ruhumdan kanlar akıyordu, yaşayan ve ölen tüm insanlar benden nefret ediyordu. Ama ben bu hayata inat yaşamak istiyordum.

 

Ben yaşamak istiyordum çünkü bunca zamanlık hayatımda sadece acı çekmiştim...

 

Ben yaşamak istiyorum çünkü hayatı tam anlamıyla yaşamadan ölmek istemiyordum...

 

Ben hayatı dolu dolu değil sadece acı çekmeden yaşamak istiyordum...

 

Çünkü bunu her insan gibi ben de hak ediyordum!

 

Yaşamak benim de en doğal hakkımdı ve ben ilk defa değil ama son defa bu hakkımı yaşamak istediğimi haykırmak istiyordum. Yaşama hakkımı sonunda kullanmayı ve bir daha yaşamak istediğimi haykırmama gerek kalmamasını istiyordum.

 

Ben geçmişte çok acı çekmiştim ve şimdi de o acılardan daha fazla canım acıyordu. Çünkü o acılar ile her gün canım acıyarak devam ediyordum bu hayata, aynı acıyı defalarca yaşamak daha çok yoruyordu bedenimi ve kanlar içinde ki ruhumu.

 

Biliyordum ama ben acı çekmek istemiyordum. Hak ettiğim bu olsa da...

 

Hani hikâyemin başında demiştim ya sizlere ‘Evet, ben bencillik yaptım. Evet, ben bencil biriyim. Ve evet ben bunlardan çok pişmanım...’diye yine aynı sözleri tekrar etmek istiyorum sizlere.

 

Evet, ben bencillik yaptım. Çünkü hak ettiğim halde acı çekmek istemedim. Çünkü acı çekersem, çekeceğim acının beni mahvedeceğini biliyordum.

 

Evet, ben bencil biriydim. Çünkü hak etmediğim bir şeyi kendime layık görecek kadar kendimi düşünüyordum. Hak ettiğim acıyı çekmek istemiyordum ve bu beni bencil biri yapardı.

 

Ve evet ben bunlardan çok pişmanım.

 

Gerçekten de pişman mıydım?

 

Belki...

Sadece onlar için...

Ya da...

 

Boşverin lütfen, çünkü benim pişman olup olmamam hiçbir şeyi değiştirmeyecek.

 

Olan zaten olmuştu ve artık hiçbir şey zamanı geri alamazdı. İnsanlara yalan söyleyebilirdim ve bu beni yalancı yapardı. Peki zaten sadece kendini düşünen bencil birinin yalancı olmak ne kadar umrundaydı?

 

Hayır, ben yalan söylemek istemiyordum. Çünkü kendimi kandıramazdım. Şuan bile kendimi kandırmaya çalışırken anlıyordum kendimi asla kandıramayacağımı...

 

Ben ne kadar inkar edersem edeyim, ben ne kadar yalanlar söylersem söyleyeyim hiçbir şey gerçeği değiştirmezdi. Yalanlarımı ortaya çıkaracak hiçbir delil bulamazlardı. İnkarlarımın yalan olduğunu asla kanıtlayamazlardı belki ama...

 

Gerçekler, asla silinmezdi insanın hafızasından. Zihnindeki gerçekleri ne inkar edebilirdi insan ne de bir yalan ile geçiştirebilirdi yaşanan onca şeyi. Sen ne kadar inkar edersen o kadar zihninde yankılanırdı gerçekler.

 

Her şey kendi aklımızın tercihleri ile oluyordu ve yine her şey aklımızın bir oyunu ile bize hatırlatılıyordu.

 

Yani anlayacağınız insanın aklı başına belaydı..

 

Hem aklımız bize o şeyi en doğru şey gibi gösteriyor hem de daha sonra o anı bize hatırlatarak bizi haksız çıkarmak için bas bas bağırıyordu.

 

Aslında başkaları yakmıyordu bizim canımızı. Kendi düşüncelerimiz çektiriyordu bize bu acıları. Yeri geldiğinde bizi gülümsetmek için en güzel anıları aklımıza getiren o düşüncelerimiz, kimi zaman da yaptığımızın şeylerden vicdan azabı çekip acı çekmemizi istiyordu. Bir başkasının düşünceleri değil kendi düşünceleri mahvediyordu insanın hayatını, kendi düşünceleri acı çektiriyordu insana.

 

Başkalarının verdiği acıdan çok kendi düşüncelerimiz acıtıyordu canımızı çünkü insan başkasını yalanlarken kendisini asla yalanlayamazdı...

 

•••

 

Karanlıktı...

Etraf olması gerektiğinden daha çok karanlıktı.

 

Yine o yetimhanedeydim. Ve yine onlar ile birlikteydim.

 

Bu bir kabustu. Biliyordum ama bundan kaçamıyordum. Her gece aynı kabusları görünce insan anlıyordu, kabuslarından asla kaçamayacağını...

 

Ve ben de kaçmak yerine o kabusun devamını görmeye gidiyordum.

 

Yatakhanede sayısız göz beni izlerken aralarında tanıdık bir sima aradım ama hiçbiri bana tanıdık gelmiyordu. Tanıdığım onca insana ne olmuştu?

 

Bakışlarımı en sonunda bana bakan yabancı gözlerden çevirip yere indiriyorum. Orada bana bakan o çocuk cesedi ile gözlerim doluyor. Ağlıyorum ama gözümden kanlar akıyor. Kaçmak istiyorum buradan. Yatağımdan kalkıp kapıya ilerlemeye çalışıyorum ama yerdeki kan bataklığı buradan çıkmamı engelliyor. Korkmaya başlıyorum ama buradan çıkmazsam daha fazla korkucağımı bildiğim için daha fazla çırpınıyorum buradan kaçmak için.

 

Kapıdan çıkamayacağımı anladığım zaman pencereye yöneliyorum. Küçük bedenimi kaldırarak kendimi camdan dışarıya atmaya çalışıyorum. En sonunda yere çakılırken bedenim bir başka beden de benimle beraber düşüyor o camdan. Ve yerler kan içinde...

 

O benimle beraber yere düşen kişiden akıyor kanlar. Gözleri oyulmuş bir şekilde bakıyor bana. Görmüyor beni göremez artık biliyorum ama izlenildiğimi hissediyorum. Koşmak istiyorum ama bacaklarımı hareket ettiremiyorum.

 

Yerde ki cansız beden bana sadece iki kelime söylüyor ve sonra bir hiçliğe gömülüyor.

 

O iki kelime zihnimde yankılanıyor.

O iki kelime her zaman zihnimde yankılanıyor. O iki kelimeyi ben asla unutamıyorum.

 

Altı çocuk sarıyor o bedenin etrafını. Biri nefretle benim yanıma geliyor elleri boğazımı sarıyor ama sonra bir şey oluyor ve ben bambaşka bir yere ışınlanıyorum. Karşımda bir mezar var. Bir mezar taşı yok ama onun bir mezar olduğunu anlıyorum. Artık korkum daha da artıyor, gözyaşlarım kan şeklinde daha fazla boşalıyor yanan gözlerimden. Canım çok acıyor. Ve ben ellerimi yumruk yapıyorum. Avuç içime tırnaklarımı batırmak istiyorum ama sonra sol elimde bir şeyi sıktığımı hissediyorum. Elimi havaya kaldırıp sıktığım avucumu açıyorum. Elimin içinde kanlar içinde bir parmak var. Elimdeki parmağı karşımdaki mezara fırlatmaya çalışıyorum ama parmak yere düşmek yerine bir bedene çarpıyor. Bir erkek bedeni tam karşımda duruyor. Parmak onun bedenine çarpınca o adam küllere ayrılıyor.

 

Boğazımı sıkan elleri hissediyorum. Ellerim boğazımı buluyor. Kendimi kurtarmak istiyorum. Ama sol elimde yine bir şeyler var. Elimi gözümün önüne getiriyorum. Ve elime dolanmış simsiyah,uzun saçlar görüyorum.

 

Saçları yere atmak istedikçe daha fazla dolanıp yapışıyorlar bedenime. Kaçmak istiyorum buradan da ama yapamıyorum.

 

Bir anda ayaklarım yerden kesiliyor ve kendimi yerde buluyorum. Şimdi ise hiçbir şey göremiyorum. Gözlük... Bir gözlüğe ihtiyacım var görmek için. Ellerim yeri arıyor ama dokunduğum her yerde sadece kanın olduğunu biliyorum. En sonunda buluyorum aradığım gözlüğü. Tam gözlüğü gözüme takacakken tekrar görmeye başlıyorum. Bu o gözlüktü. Ellerimin arasındaki gözlüğü ileri fırlatıyorum. Nereye düştüğüne bakarken birinin kana bulanmış çıplak ayaklarına çarptığını görüyorum. Başımı kaldırıp bu bedene bakmaya çalışıyorum. Göz göze geldiğimiz an o beden bir anda yere devriliyor. Göğsünde ki bıçakla yerde kanlar içinde yatıyor.

 

Yağmur yağsın istiyorum. Yağmur yağsın ve kanlar yok olsun. Gözlerimi gökyüzüne kaldırıyorum ama gökten yağmur yerine kan yağıyor. Her taraf kırmızı oluyor.

 

Buradaki her şeyi gördüğüme emin olunca beni o bahçeye ışınlıyorlar. Duvarlar tertemiz. Hiçbir yerde kan izi yok. Ama ileride o yedi çocuk duruyor. İçlerinden birisi iki duvarın buluştuğu köşeye yakın diğeri ise onun hemen önündeki duvarın önünde yüzünü ona dönmüş çarpraz bir şekilde duruyor. Diğer beş çocuk da onun arkasında duvara yaslanmış olanları izliyorlar.

 

Benden bağımsız bir şekilde adımlarım o yere doğru ilerliyor. O iki küçük çocuk bağırmaya başlıyorlar. Ne dediklerini duymuyorum. Çünkü kulaklarım uğulduyor. İçlerinde tek bir ismi seçiyorum. Ama o ismin neden geçtiğine anlam veremiyorum. Ben onlara daha çok yaklaşıyorum ta ki onlarla beraber bir üçgen oluşturana kadar. Üçgen olmuş gibi duruyoruz şimdi.

 

Bunun devamında ne olacağını biliyorum veya sadece tahmin ediyorum... Yapma demek istiyorum ona. Sakın bunu yapma. Ama olmuyor. Dudaklarımı bir türlü aralayamıyorum. Ben konuşamıyorum...

 

Sonra birden duvarın köşesindeki tek başına olan çocuk karşısındaki o çocuğu itiyor. Çocuk itilmenin şiddetiyle ile arkasındaki duvara sert bir şekilde çarpıyor. Yer kan içinde kalıyor. Çocuğun kafasından kan akıyor. Duvar kırmızıya boyanıyor.

 

Sonra bambaşka bir yere geliyorum. Burada bir kulübeye hapsedilmişim. Yer de yine kanlar var ama bu sefer kanlar bana yol göstermek için dizilmiş gibi duruyor. Kanları takip ederek kulübeden çıkıyorum. Biraz daha ilerlediğim zaman kan birikintisinin arttığını görüyorum. Kanlar en sonunda bir yerde toplanıyorlar. Kafamı kaldırmam gerektiğini anlıyorum. Başımı yavaşça kaldırdığım an havada sallanan ayaklar görüyorum. Biraz daha kaldırıyorum başımı ve boğazlarından iple asılmış beş beden görüyorum. Ve sonrası ise tekrar karanlık...

 

Kan ter içinde açıyorum gözlerimi. Gecenin karanlığında geziniyor gözlerim. İlk başta hiçbir şeyi seçemiyorum ama sonra gözlerim alışıyor karanlığa. Bir elim terle alnıma yapışmış saçlarımı geriye atıyor ve yüzümdeki teri tişörtüme silmeye çalışıyorum. Ama tişörtüm de terden sırılsıklam olmuş. Üstümü değiştirmem gerektiği için odanın ışığını yakıyorum. Ve her şeyin bir kabus olduğunu anlıyorum...

 

Her şey bir kabustu...

Hiçbir şey gerçek değildi...

O senin ablan asla olmadı...

 

Yataktan doğrulduğumda anlıyorum ağladığımı. Gözümdeki yaşları siliyorum.

 

Küçük adımlarla dolabıma doğru ilerledim. Ne giyeceğim diye düşünürken en üstten rastgele siyah bir tişört aldım. Üstümdeki pijamayı çıkarmak için ellerim pijamanın eteklerini kavramışken bir duş almaya karar verdim. Elimdeki tişörtü dolaba geri bırakıp diğer siyah pijama takımımı ve havlumu aldım. Odamın ışığını kapatıp odadan çıktım. Banyoya gitmek için koridor boyunca yürüdüm. Kapıyı açıp kendimi içeriye attım. Elimdeki kıyafetleri ve havluyu çamaşır makinesinin üzerine bıraktım. Kapıyı örttükten sonra gözlerim aynadaki görüntüme takıldı. Dağılmış koyu kahve saçlarım, ağlamaktan kızarmış ve şişmiş gözlerim tek kelime ile berbat bir görüntüydü. Biraz daha kendimi inceledikten sonra bakışlarımı aynadan çektim. Çünkü daha fazla bu görüntüye tahammülüm yoktu. Her gece aynı kabuslarla uyanıp aynı berbat yüzümü görmek...

 

Üstümdeki kıyafetleri çıkarıp kirli sepetine attıktan sonra duşakabine girdim. Suyu en soğuk ayarda açıp yere çöktüm. Soğuk su beni soğuktan donduracak sandım bir an ama sonra vücudum buna alıştığı için tüm sorun ortadan kalktı. Elime şampuan döküp bir kattan saçımı yıkadıktan sonra kendimi suyun akışına bıraktım. Soğuk suyun altında birkaç dakika sessizce durduktan sonra artık çıkmam gerektiğini düşünüp suyu kapattım.

 

Havluyla bedenimi kuruladıktan sonra kıyafetlerimi üzerime geçirdim. Islak saçlarımı saç kurutma makinesi ile kuruttuktan sonra bakışlarım tekrar aynayı buldu. Aynadaki buğuya bir çiçek çizdikten sonra çıktım banyodan.

 

Mutfağın yolunu tuttu bu sefer adımlarım. Mutfağa girip dolaptan kendime bir bardak aldım. Buzdolabından aldığım soğuk suyu bardağa boşaltırken yine düşüncelere dalmıştım. Sürahiyi tekrar dolaba koyduktan sonra buzdolabının kapağını kapattım. Arkamı döndüğüm an gözlerim mutfaktaki sandalyelerden birine oturmuş kişiye takıldı. Beni görünce derin bir tebessüm belirdi gözlerinde. Ona doğru ilerleyip yanındaki sandalyeye oturdum. Birkaç dakikalık sessizlikten sonra ikimiz de aynı anda bambaşka iki soru sorduk.

 

“Uyku tutmadı mı?” Dedim ben.

 

“Yine kabus mu gördün?” Dedi o.

 

Aynı anda sorduğumuz sorulara gülerken ikimizde cevabı biliyorduk aslında. Onu uyku tutmamıştı, ben de yine kabus görmüştüm.

 

“Bir doktora mı gitsen? Çok fazla kabus görüyorsun. Ya da uyku ilacı almalısın. Kabus görmesen bile uyuyamıyorsun.” Diye bana bir öneri sundu.

 

“Aynı şeyleri senin içinde öneriyorum.” Diyerek yanıtladım onu. Ne cevap vereceğini ikimiz de biliyorduk çünkü bu konuşmayı yaptığımız ilk gece değildi bu. Resmen her gece ikimiz de uyuyamaz ve bu mutfakta sabaha kadar konuşurduk.

 

“Benim durumum farklı ama...” Diye mırıldandı. Cümlenin devamını asla getirmezdi ve bende asla tahmin edemezdim. Ne kadar sorarsam sorayım söylemezdi devamını. Sonra derdi. Belki sen öğrenirsin ya da ben söylerim.

 

“Neymiş ki senin durumun?” Diye sordum her gece olduğu gibi. Ve o gözlerindeki keder ve dudaklarında ki hüzün dolu tebessüm ile baktı bana. Her gece olduğu gibi...

 

Bir süre ikimiz de sessiz kaldık. Ne o bir şey dedi ne de ben söylemesi için üsteledim. Çünkü biliyordum sorsam bile söylemezdi. Her şeyin bir zamanı vardır zamanı gelince söylerim der geçerdi.

 

Sessizlik git gide artarken bu beni ürkütüyordu ama bu sessizliği nasıl bozacağımı da bilmiyordum. Ne yapacağımı bilemez halde suyumdan büyük bir yudum aldım. Oysa sadece beni izlemekle yetindi. Gözlerini masaya bıraktığım bardağa sabitledi. Ve her zaman ki gibi ne düşündüğümü anlayarak söze başladı.

 

“Melis asla iş bulamayacak.” Bu cümle biraz ağır olmuştu. Sonuçta bu Melis’in çocukluk hayaliydi. Ve o bunu gerçekleştirmek için elinden geleni yapıyordu. Hiçbirimiz ona bunu söylemiyorduk ama hepimiz biliyorduk asla bir öğretmen olamayacağını. Çünkü o,o zengin kız değildi. Bir ailesi yoktu. Ve onun gibi yetim birine kimse destek çıkmazdı. Çıkmamıştı da zaten. Bu cümlenin haklılığı acı vericiydi. Acıyla yutkundum. Ben bile onun için bu kadar acı çekerken onun bu cümleyi duyma ihtimali onun için kıyametin kopması ile eşit olacaktı sanırım.

 

Ben daha bu cevabı sindirmeye çalışırken o yine bambaşka bir konuya girdi. “Dünyalar güzeli bile olsa kimse Ahsen’i gerçekten sevmeyecek.” Bu cümleye katılmıyordum. Ama bunu sesli dile getirmedim. Herkesi gerçekten sevecek biri elbet vardı bu koca dünyada. Ve elbette o kişi Ahsen içinde gerçekti. Sarıya benzeyen kumral saçları, bembeyaz teni, koyu yeşil gözleri ile tüm kızlara bin basardı benim gözümde. Dış güzelliğinin yanı sıra kalbinin temizliği ve saflığı herkesi etkilerdi.

 

Bu kipkirli dünyaya rağmen tertemiz biriydi o her konuda...

 

“Çok saf.” Dedi bu sefer. Bir şey dememi beklemeden de devam etti. “Ve başına ne gelirse bu yüzden gelecek.” Bir şey demedim. Çünkü diyemezdim. Bu doğruydu çünkü. Diğer insanların kötülüklerine rağmen onun aklından dahi tek bir kötü düşünce geçmezdi. Yanlışlıkla bile olsa biri hakkında kötü bir şey düşününce yüzü utançtan kıpkırmızı olurdu.

 

Ben hiç konuşmayınca bardağa sabitlenmiş bakışları gözlerime tırmandı. Buruk bir tebessüm kapladı bu sefer yüzünü. Ve tek bir soru yöneltti bana. “Peki, ya sen?” Sonra sorusunu açıklamak istiyor gibi başka bir soru sordu. “Ne yapmayı düşünüyorsun?”

 

Tüm dürüstlüğüm ile cevapladım bu sorusunu. “Bilmiyorum.”

 

Ne yapacağımı bilmiyordum.

 

Melis gibi çalışmak için bir iş bulmaya çalışabilirdim ama hangi işi yapacaktım?

 

Ya da Miray gibi kendime bir sevgili yapıp onu parmağımda oynatabilirdim.

 

Yaman gibi sosyal biri olup her zaman, her yer de yeni arkadaşlar bulabilirdim.

 

Ahsen gibi ev işlerini yapabilirdim.

Ya da Yusuf veya Can gibi bulduğum her işte çalışırdım.

 

Aklımdan ne yapabileceğim geçerken ona bambaşka bir cevap verdim. “Herkes hakkında bir yorumu olan usta yorumcu Can beyin benim hakkında bir tahmini yok mu?” Bu dediğime gülmeye başladı. O gülünce benim de yüzümde bir tebessüm belirdi.

 

Bu soruma cevap vermeyeceğini düşünüyordum ki “Seni çözmek çok zor.” Dedi. Ve ekledi. “Çünkü daha sen de ne yapacağını bilmiyorsun. Sen ne yapacağını bilmiyorken ben de bir tahmin de bulunamam.” Dedi. Ve bu son cümle göğsümde bir ağrıya sebep oldu. Haklıydı. Hayır,bu cümleyi söylediği için ona kırılmamıştım ama sadece bu hayatta hiçbir çabam,hayalim ve hedefim olmayışı yüzüme bir tokat gibi çarptığı için kendimi sorgulamaya başlamıştım.

 

Aklımdaki düşünceleri dağıtmak için bakışlarımı duvardaki saate çevirdim. Ama saati karanlık yüzünden seçememiştim. Derdimi anlayan Can saati söyledi.

 

“2.55 saat.” Gecenin ikisi. Bu kadar erken uyandığıma inanamıyordum. Ben saati dört veya beş olmuştur diye tahmin etmiştim. On iki de uyuduğum düşünülünce iki saatlik bir uyku bile uyumamıştım. Ve uyuyamayacaktım da. Yarının benim için yorucu bir gün olacağı gerçeği ile karşılaşınca oflamadan edemedim. Saat biraz daha geçmiş olsaydı ne olacaktı ki?

Keşke, zaman çok hızlı geçseydi...

 

Ben şimdi gözümü kırpsam ve açtığım zaman keşke sabah olsaydı.

 

Hani ya demiştim ya size en çok acıyı bize çektiren düşüncelerimizdir diye. Şimdi buna bir tane daha ekliyorum.

 

Bize acı çektiren iki şey vardır:

Birincisi düşüncelerimiz...

İkincisi zaman...

 

Zaman da bize acı çektirir çünkü zaman geçmek bilmez. Aklından en acı düşünceler geçerken bir zaman dilimine sıkışır kalır insan ve oradan asla kurtulamaz.

 

Zaman ilerlemeyi bırakır ama insan düşünmeyi asla bırakmaz...

 

İçinde sıkışıp kaldığınız zaman arttıkça gerçek dünyada bir o kadar hızla ilerlemez saatler. Ve sen aklındaki düşünceleri uzaklaştırınca geri dönüş yaparsın gerçek dünyaya. Sana bir asır gibi gelen o zaman diliminde saate baktığında görürsün zamanın hiç geçmediğini.

 

Ben dalmış gitmişken Can’ın elimin üzerine koyduğu eliyle irkildim. Duvara sabitlenmiş bakışlarımı gözlerine çevirdiğimde onu zaten bana bakıyorken yakaladım. “Üzülme prenses.” Dedi bana. “O aklından geçen düşüncelere sakın kulak asma. Hepsi aklının oyunundan ibaret. Geçmişi bırak gitsin. Önünde yaşayacağın nice zaman var. Ve sen niye geçmişte kısılıp kalacaksın ki?”

 

Bu dediklerine şöyle cevap verdim. “Ben de bunu yapmaya çalışıyorum zaten. Geçmişin tozlu sayfalarını aklımdan kopartıp atmaya çalışıyorum. Sonra yeni bembeyaz bir sayfa açıyorum kendime. Ve ben o sayfa da daha çok kayboluyorum. Yeni bir sayfa açmak isterken daha çok gömülüyorum geçmişin eski sayfalarına.” Gözümden bir damla yaş akarken bakışlarımı kaçırdım ondan. Kucağımda ki ellerime baktım. Şuan da ona bakacak gücüm yoktu çünkü.

 

“Beraber açarız o zaman o sayfayı. İkimizin de sayfası olur o. Benim de yeni bir başlangıca ihtiyacım var ve benim bu başlangıca adım atmaya cesaretim yok. Sen bana cesaret verirsin ve ben de sana yol gösteririm. Beraber sararız geçmişteki yaralarımızı. Birlikte iyileşiriz.” Bunu dedikten sonra oturduğu sandalyeden kalktı. Sandalyeyi geriye ittikten sonra önümde eğildi. Parmakları parmaklarıma dolanırken ona bakmam için bana yaklaştı. Ama ben inatla gözlerimi kaçırdım ondan. “Ne dersin?” Diye bir soru sordu.

 

Ne mi derdim?

 

“Sanki bir kitap okuyor gibi hissediyorum.” Diye farklı bir konuya giriş yaptım ve sorusunu yanıtsız bıraktım.”Ama kitap benim bilmediğim bir dilde yazılmış. Sadece birkaç kelimeyi anlıyorum ama anladığım kelimelerle o ilk sayfadaki yazılanları anlamam çok zor. Hiçbir şey anlamıyorum okuduğumdan. Aklım daha çok karışıyor. Boşverip bir sonraki sayfaya geçiyorum. O sayfada da yazılan hiçbir şeyi anlamıyorum. Çünkü önce ilk sayfadakileri anlamam gerek. Ve ben her seferinde başka bir sayfayı açıyorum. En sonunda ise dönüp dolaşıp geldiğim yer o ilk sayfa oluyor.” Gözlerimden akan yaşlar şiddetini arttırırken hıçkırarak devam ettim konuşmaya. “İşte o ilk sayfa benim geçmişim. Ve orada bir şey saklı. Ben daha onu çözmeden yeni bir sayfa açamıyorum kendime. Olmuyor. Her seferinde ilk sayfaya dönüyorum. Bu döngüyü bozmak için geçmişimdeki o bulmam gereken şeyi bulmam gerekiyor ama ben onu bulamıyorum.” Daha fazla konuşamadım. Artan hıçkırıklarım konuşmama bir engeldi.

 

“Bu sorumun cevabı değildi.” Diye mırıldanırken kollarının arasına aldı beni. O bana sarılırken ben de kollarımı omuzlarına doladım. Başımı omzuna gömerek ağlamaya devam ettim. Bir elini belimde bir aşağı bir yukarı ilerleterek sırtımı sıvazlıyordu. Diğer eliyle de saçlarımı okşadı.

 

Artık ne o ne de ben konuşuyorduk. Sessizlik vardı aramızda sadece. İkimizi ayırmak için araya konulan bir duvar gibi.

 

“Özür dilerim.” Diyebildim en sonunda. Çok eski bir anıyı hatırlayarak.

 

“Sorun değil. Şuan bunu düşünme.” Dedi sadece neden bahsettiğimi anlayarak.

 

Affettim seni, dememişti. Çünkü beni asla affetmeyecekti. Her gün bunun kırgınlığı ile bakacaktı yüzüme.

 

Unuttum bile ben o günü, dememişti. Çünkü o günü asla unutamıyordu o da benim gibi.

 

Senin suçun değildi, dememişti. Çünkü o da benim tek suçlu olduğumu düşünüyordu.

 

Her ne kadar özür dilersem dileğim beni asla affetmeyecekti. Bunu sesli bir şekilde dile getirmiyordu artık ama o gün demişti bunu. “Seni asla affetmeyeceğim!” Diye bağıran gür sesi hâlâ kulaklarımda aynı şiddetle çınlıyordu. Artık beni affetmesini de istemiyordum. Yapacağım bir şey de yoktu kendimi affettirmek için. Kuru bir özür ise hiçbir şeyi çözemezdi. Ve çözmemişti de. Her şeyi daha da yokuşa sürmüştü...

 

Hıçkırıklarım bitmişti ama sessiz gözyaşlarım gözümden akmaya devam ediyordu. Kendimi daha iyi hissetmeme rağmen çekmemiştim başımı omzundan.

 

Çünkü burada güvendeydim...

Çünkü artık geçmiş tekrarlanamazdı...

 

Ben sessizlik uzar sanıyorken o son sorduğu ve benim cevap vermediğim o soruyu tekrar yöneltti bana. “Teklifime hâlâ cevap vermedin. Cevap vermekten kaçıyorsun ama bence ben de bir cevabı hak ediyorum. Ne dersin prenses?”

 

Ne dersin prenses?

 

Ne diyeceğimi ben de bilmiyordum. Geçmişteki o bulmacayı çözmeden yeni sayfaya geçemiyordum. Bunu o düzeltemezdi. Bunu kimse düzeltemezdi. Çünkü artık her şey benim aklımda yaşanıyordu. Anılar kendini orada tekrar ediyordu. Aklımın bana kurduğu bu tuzakta geçmişin tüm anılarına dalıp o gizemli parçayı çıkarmak zorundaydım. Bunu yapmalıydım ki yaşamaya devam edeyim. Bunu yapmadan onun sorusuna da bir cevap veremezdim. Çünkü geçmişteki o sorunun beni nereye savuracağını asla tahmin edemiyordum.

 

“Can, üzgünüm-“ diye konuşmaya başlıyordum ki ne diyeceğimi anlayarak hızla bana sarılmış halde duran bedenini geri çekti. Ayağa kalkıp daha önce oturduğu sandalyeye oturdu.

 

Direklerini dizlerine dayadıktan sonra ellerini gözlerine bastırdı. Gözlerinden yaşlar boşalmaya başlarken dudaklarının arasından acı gülüşler kaçıyordu.

 

Ağlıyordu çünkü üzgündü,hayal kırıklığına uğramıştı bir kez daha...

 

Gülüyordu çünkü artık sinirlenmeye başlıyordu...

 

Hava da kalan kollarımı tekrar kucağıma bıraktım. Ben donmuş bir vaziyette onu izlerken o tek bir soru sordu.

 

“Neden?”

Neden?

 

Bu içinde bir sürü sonuç belirten bir nedendi. Ne için söylendiği belli olmayan yüzlerce soruyu içinde barındıran bir neden...

 

“Hâlâ Can diyorsun bana.” Dedi bu kez de. “Çünkü-“ diye konuşmaya başlıyordum ki beni susturdu ve cümleyi o kendince tamamladı. “Çünkü geçmişte takılı kaldın dimi? Benim senin geçmişinin bir parçası olarak görüyorsun. Benim senin şimdinden bir parça olduğumu kabul etmiyorsun. Sen beni geleceğinde istemiyorsun.” Sinirle yerinden kalkarak mutfakta bir ileri bir geri volta atmaya başladı. Ve defalarca aynı cümleyi tekrar etti.

 

“Çünkü sen geçmişte takılı kaldın.”

 

En sonunda bundan da bıkıp tam karşıma geçti. Bir elini masaya bir elini oturduğum sandalyenin başlığına dayayarak bana doğru eğildi.

 

“Ben her şeye rağmen seni kabullenmişken sen neden bir türlü beni kabul etmiyorsun? Niye hala geçmişte kalıp duruyorsun? Anla artık, ben senin geçmişinin bir parçası değilim ve hiçbir zaman da olmadım. Ben senin şimdindeyim ve sadece senin geleceğin olmak istiyorum. Neden hiçbir zaman anlamıyorsun beni? Yoksa ben mi anlatamıyorum kendimi?” Cevap istercesine yüzüme baktı. Zor zapt ettiğim gözyaşlarım tekrar gözlerime akın ederken bu sefer ağlamadım. Dolu dolu gözlerle ona baktım. Yüreğim acıyla kasılırken burnumun direği sızlıyordu resmen.

 

Yine sorusuna cevap vermedim.

 

Can’sın sen. Benim geçmişimden geldin ve her zamanım olmak istiyorsun diyemedim.

 

Sustum... Sadece sustum. O zamanlarda nasıl sustuysam yine öyle sustum.

 

Oysa baktı bana. Sadece baktı. Baktıkça daha çok baktı. Cevabı gözlerimde arar gibi baktı. Beni çözmek ister gibi baktı. Ama bir cevap bulamamış olacak ki hayal kırıklığı ile gülümserken geri çekildi. Sandalyeye geri bıraktı bedenini. Ve bir daha da bana değmedi gözleri.

 

Birkaç dakika ama bana asırlar gibi gelen bir süreden sonra mutfağa Ahsen girdi. “Ne yapıyorsunuz siz burada?” Dedi uyku mahmurluğuyla. Bir eliyle gözlerini ovuştururken. Can’ın gözleri bir kere bile bana değmeden Ahsen’e çevrildi. Halbuki bana bakar diye bir umutla beklemiştim ben...

 

“Uyku tutmadı.” Diye cevapladı kısık bir sesle. Ahsen hala şaşkın şaşkın ikimize bakarken “Burada oturduğunuz için uyku tutmamış olabilir mi? Yatağınıza yatsanız gelirdi uykunuz.” Dedi safça.

 

Bu hallerine ufak bir tebessüm ederek cevap verdi Can.”Yatıyorduk zaten.” Ahsen onaylarcasına başını salladı. Birkaç dakika o kapıda beklerken biz de yerimizden kımıldamadık.

 

“Eee.” Dedi Ahsen. “Kalkmıyor musunuz?” İrkilerek onu onayladı Can “Kalkıyoruz, kalkıyoruz.” Ama ikimiz de oturmaya devam ediyorduk.

 

En sonunda Ahsen bizden bir hareket göremeyince yanımıza geldi. Kolumdan tutarak beni ayağa kaldırdı. Bir yandan da söyleniyordu. “Sizin kalkacağınız yok anlaşılan. İş başa düştü.” Ona yardımcı olmak için ben de ayağa kalktım. Bir eliyle benim kolumu tutarken Can’a bir bakış attı. “Sen?” Dedi. Can hemen durumu idrak ederek ayağa kalktı. Tam yanımıza geliyorken durdu. Adımları masaya geri döndü. Bardağımda kalan suyu tek dikişte içtikten sonra yanımıza geri geldi.

 

Ahsen bir eliyle benim diğer eliyle Can’ın koluna girdi. Beraber çıktık mutfaktan. Can ben demiştim der gibi bir bakış attı bana. İlk başta ne demek istediğini anlamadım ama jeton sonra düştü.

 

“Çok saf."

 

Ahsen ikimizi de odamıza kadar götürdü. Yatağımıza yattığımızdan emin olunca o da kendi odasına geri döndü.

 

Adım sesleri duyulmayınca uzandığım yatağımdan kalktım. Bu gece uyuyamayacaktım biliyordum. Bu yüzden canım kenarındaki koltuğuma oturdum. Başımı camın pervazına yaslayarak dışarıyı izlemeye başladım.

 

Daha gece olduğu ve etraf karanlık olduğu için Tanrı’ya şükrettim. Yoksa Ahsen de ağladığımı görecekti ve olan her şeyi ona anlatmak beni daha da mahvederdi.

 

Bıkkınca bir nefes verdikten sonra camı açtım. Soğuk hava yüzüme akın ederken gözlerimi kapattım. Aklımı dağıtmak, düşüncelerimi hem Can’dan hem de geçmişten uzak tutmak için sokağa dikkatle baktım.

 

Sokak lambalarını, kedileri, binaları, gökyüzünü, arabaları... Her şeyi düşündüm. Kendi düşüncelerimden kaçmak için. Ama sokaktaki kaldırımları düşünürken bile aklım kaçmak istediğim konulara geliyordu. Onları düşünmeden duramıyordum.

 

Her şeyden vazgeçtim ve gözlerimi kapattım. Rüzgar camdan yüzümü gıdıklayarak ilerliyor ve odaya doluyordu. Saçlarım rüzgarın etkisiyle uçuşmaya başlarken bedenim soğuktan titriyordu.

 

Birkaç saat sonra bilincim yavaş yavaş kapanırken ben zaten kendimi uykunun kollarına bırakmak için can atıyordum. Ve zaten sonunda istediğim olmuştu. Uyku beni esir alırken bedenimi titreten soğuğun azaldığını hissettim. Birinin bedenime kollarını doladığını hissettim ama ne kadar uğraşırsam uğraşayım gözlerimi bir türlü aralayamadım.

 

Bedenim beni saran kolların etkisiyle havaya kalktı. Birkaç saniye sonra bedenim yumuşak bir zemine bırakıldı. Yatağıma...

 

Yorganı üstüme iyice örttükten sonra sağını solunu düzeltti bu gizemli kişi. Saçlarımın arasında dudaklarını hissederken uyuma hissim git gide artıyordu.

 

Yüzümde ılık nefesini hissedince anladım bana yaklaştığını. Ama bundan korkmadım. Sanki güvende hissediyormuş gibi kalbim huzur doluydu.

 

Ilık nefesi yanağımı okşayarak geçti. Ve kulağımın dibinde durdu. Bir şeyler mırıldandı kulağıma ama ne dediğini anlamadım. Yerimde hafifçe kıpırdanmaya başladım. O an tebessüm ederek o da benden uzaklaştı.

 

Birkaç saniye sessizlik olduktan sonra adımları odanın içinde gezdi. Sonra bir yerde durdu ve sonra tekrar adım sesleri bana yaklaştı. Bir şeyin baş ucuma konulduğunu hissettim. Sandalye diye düşündüm. Ve sonrası yine sessizlikti. Saçlarımın arasında eller hissederken karanlık beni esir aldı.

 

Arada sırada uyandığım bir uyku girdabının içindeydim. Uyuyor ama ara sıra uyanıyordum. Uyandığım zaman gözlerimi açıp etrafıma bakacağım kadar uzun değildi. Genelde gözlerimi açamayıp saçımı birinin okşadığını hissettiğim anlardı bunlar. Bazen mırıltılar duyuyor ama bunların kime ait olduğunu veya bu kişinin ne dediğini bir türlü ayırt edemiyordum.

 

En sonunda uyku beni büyük bir girdap gibi içine çekti. Bu güce direnemedim. Kendimi uykunun kollarına teslim ederek uzun bir süreden sonra kâbus görmemenin keyfini çıkardım...

 

Bir ara uyandığım da varla yok arası bir kapı sesi duydum. Odamın kapısı önce açıldı ama bir süre kapanmadı. Uzun bir süre sonra kapandı kapı. Ve o zaman sabahın ilk ışıkları gözlerime değerken ruhumu bir karanlığın kapladığını hissettim.

 

O kişi odama gelmişti ve kabuslar gitmişti...

O kişi gitmişti ve kabuslar geri gelmişti...

 

O gelince sanki ruhum aydınlanmıştı. Ruhum kan ağlamayı bırakmış, içimdeki ateş sönmüştü...

O gidince sanki ruhum tekrar kararmıştı. Ruhum yine kan ağlamaya başlamış, içimdeki ateş daha fazla beni yakmaya başlamıştı...

 

O kişi gelince tüm güzellikleri de beraberinde getirmişti...

O kişi gidince tüm güzellikleri de beraberinde götürmüştü...

 

•✴️••✴️•••

 

O korkunç olayın üstünden bir gün bile geçmemişti. Sabahın ilk ışıkları daha doğmadan yirmi dokuz çığlıklar eşliğinde uyandı. Başında bağıran Müdire hanım onu uyandırmıştı. “Hastasın sen, hasta!” Diye bağırarak onun küçük bedenini silkiyordu. Aylin ablası yapmaması için müdirenin kollarına yapışmıştı ama bu yaşlı kadına gücünü yettiremiyordu.

 

Kız ne olduğunu anlamayan gözlerle etrafına bakındı. Ve gözü karşısındaki çocuk cesedini gördü. Boynundaki iple boğularak öldürülmüş, ağzı bantlanmış bir çocuk cesedi...Ölmüş çocuğun gözleri kızın harelerine bakıyordu. Biri o çocuğu öldürmüştü. Ama bu Hilal değildi. O öldürse hatırlardı. Çünkü o her şeyi hatırlıyordu.

 

Hilal iki gündür olan olaylara ve onu suçlamalarına bir türlü inanamadı. Dün iki yüz tane karga cesedi yetimhanenin bahçesinde bulunmuştu ve bugünde bir çocuk cesedi...

 

‘Aman tanrım, ben ne yaşıyorum böyle...’ diye düşünmeden edemedi. Bunlar onun kaldırabileceği türden olaylar değildi. Bunlar korkunçtu,suçtu, katliamdı...

 

Ve herkes onu suçluyordu...

 

Olanları düşünemiyordu bile aklı bu kadarını düşünmeye yetmiyordu. Tüm gözler onun üzerindeydi ve onun tek suçu buraya yeni gelmesiydi. Evet, o buraya yeni gelmişti ve daha kimseyle tanışmamıştı. Bu yüzden onu koruyacak hiçbir arkadaşı yoktu. Dün onu koruyan kızı aradı gözleri ama o da görüş açısında yoktu. Müdire onun tüm bakış açısını dolduruyordu.

 

Onu sarsan müdirenin kolları ona diken gibi batmaya başladı ve o bu kollardan kurtulmak için çırpınmaya başladı. Kollarını kullanarak müdirenin kollarını kendinden uzaklaştırmak için çırpındıkça çırpındı. Gözlerinden akan yaşlar geceliğine damlarkan bağıra bağıra ağlıyordu. O hiçbir şey yapmamıştı. Niye kimse ona güvenmiyordu?

 

Panikle bedenini geri çekti. Bu kadından kurtulmalıydı yoksa onu öldürecekti. Kollarının morardığını hissedebiliyordu. Başı... Başı da dönmeye başlamıştı. Midesi de bulanıyordu. Annesi burada olsa ‘Hamile misin yoksa?’ diyerek onu güldürmeye çalışabilirdi ama şuan da annesini hatırlamak onu daha çok üzüyordu. Gözyaşlarını arttırıyordu. Bağırdı, çağırdı, ağladı ama müdirenin onu saran kollarından kurtulamadı.

 

Annesi olsa onu kurtarırdı.

Annesi olsa onun masum olduğunu haykırırdı.

Annesi olsa onu güldürmeye çalışırdı.

 

Ama annesi yanında yoktu. Ve bir daha asla yanında olamayacaktı. Çünkü o artık bir melek olmuştu. Ve melekler asla geri dönmezdi.

 

En sonunda gelen bekçinin yardımları ile kurtuldu bedeni onu saran kollardan. Hemen ondan uzaklaşmak için küçük bedenini yere attı. Yerde geri geri sürünerek duvarın kenarına kadar geldi.

 

Bacaklarını kendine çekti.

Elleri kulaklarına kapandı.

Gözyaşları yüzünü ıslattı.

 

Ve o ağladı. Sessizce değil hıçkıra hıçkıra ağladı. Çünkü ne kadar sevmese de üzüldüğü ve acı çektiği zaman ağlamak onun da haklarından bir tanesiydi.

 

Hademeler, Aylin ablası ve yetimhanenin bekçisi zar zor müdireyi dışarıya çıkarıyordu. Ama müdire hâlen daha bağırmaya devam ediyordu. Sanki daha fazla uzaklaşabilecek gibi duvara daha çok yaslanmaya çalıştı. Daha çok bağırdı gözyaşlarının arasından. Ses tellerinin zarar gördüğünün farkındaydı ama müdirenin sesini ancak böyle bastırabiliyordu.

 

Müdire kendini odadan çıkarmaya çalışan kollardan zar zor kurtardı ve tekrar onun yanına geldi. Tekrar kolları küçük kızın bedenini sarsmaya başladı. Artık kızın vücudunun her tarafı çeşit çeşit morluklar ile doluydu. Kız, yarın canının çok acıyacağının farkındaydı. Ama bu acıya engel olamayacağının da farkındaydı.

 

Müdire onu daha çok sarstı. Sarsarken bağırmaya devam etti. “Hastasın sen, hasta. Hilal değilsin sen Merza’sın..” Müdirenin son kelimesi kızın kulaklarında çınladı.

 

Merza...

Merza...

Merza...

 

Ne demekti ki Merza..?

Loading...
0%