Yeni Üyelik
7.
Bölüm

6. Bölüm

@niss.a

"Acır bedeniniz...

Kanar ruhunuz...

Ama kimse görmez ki sizi...

Siz yapayalnızsınız...”

 

 

6. Bölüm

 

Küçük kız şuanda çok zor bir durumdaydı. Kararsızlığın bir bedene girmek istediği için somut bir hale geldiğini ve onu ele geçirdiğini düşünüyordu. Çünkü daha ne yapmak istediğini bilmiyordu. Yalanlar, boş laflar ve tutulmayan sözlerden nefret ediyordu ve bu onun şuanda emin olduğu tek şeydi.

 

 

Kararsızdı çünkü gözlerini kapattığı zaman gözlerini açmak istiyordu. Ancak gözlerini açtığı zaman da gözlerini kapatmak istiyordu.

 

 

Daha hangisini yapması gerektiğine, hangisini yapmak istediğine bir türlü karar veremiyordu küçük kız...

 

Beş gün geçmişti. Tam beş gün geçmişti kandırılışının üzerinden. Ve aynı zamanda birinci denen çocuk ile soru cevap yapmalarının üzerinden. O günden itibaren hiçbir şey olmamıştı. İşte işin enteresan kısmı da buydu. Her şey normale dönmüş, her şey eski düzeninde işlemeye devam ediyordu.

 

Diğer çocuklar kızın ilgisini çekmemeye başlamıştı hatta. Artık onları ne görmek ne de duymak istiyordu. Çünkü aklı bambaşka bir yerdeydi...Ama sanki tuhaf olan bir şeyler vardı. Her şeyin bu kadar kolay ve kısa sürede normale dönmesi sanki bir felaketti. Bu normallik içerisinde büyük bir anormalliği barındırıyordu. Her şey eski haline dönmüştü evet ama iki şey dışında...

 

Birincisi, o çakma kahverengi gözlü çocuğun ona sarılıp inkar ettiği o günden sonra hiçbir yerde görünmemesi, aniden ortalıktan kaybolmasıydı. Ki küçük kız onu aramış ancak hiçbir yerde bulamamıştı.

 

Geceleri uyumamaya çalışıyordu belki o akşam gelir diye ama gene de birincinin yatakhaneye geldiğini bir kere bile görmemişti. Yatakhaneyi bırakın yetimhaneye bile gelmemişti. Küçük kız bunları biliyordu çünkü hep kapıda beklemişti. Ne giden olmuştu ne de gelen...

 

Yemeklerini de daha hızlı yiyor, diğer tüm çocuklardan önce bitiriyordu tabağını ama birinci yemekhaneye de hiç gelmemişti. Acıkmıyor, uyumuyor ne yapıyor bu çocuk diye düşünmüştü o an lakin bu soruları da cevapsız kalmıştı.

 

İlk karşılaşmalarında olduğu gibi bahçeye de bakmıştı ama orada da yoktu. Belki beni kurtarmak daha doğrusu yine bana sarılmak için gelir diye düşünürek bazen merdivenlerde sekizinci basamakta oturmuştu yine kafama top gelir ve o bana sarılmak için gelir diye düşünerek ama nafile. Çocuk resmen ortadan kaybolmuştu. Bambaşka bir yere ışınlanmıştı. Ya da ondan saklanıyordu...

 

İkincisi değişen şey ise, diğer ilk değişikliği de içerisinde barındırıyordu aslında. Bu da küçük kızın artık hep arka bahçede gezmesiydi. Belki çocuk oraya gelir diye arka bahçeye gidiyor orada bahçenin her tarafını turluyordu. Yorulduğu zaman ise merdivenlere bırakıyordu kendini. Ama çocuk hiç gelmiyordu. Bu durum kızı daha çok sinirlendirirken onu bulma görevinden asla vazgeçmemişti. Aksine görevine daha çok bağlıyordu bu başarısızlıklar onu.

 

Bugünde arka bahçeyi turlamaktan yorulmuş ve merdivenlere oturmuştu. Çoğunlukla ön bahçeye çıkmaktan kaçınıyordu çünkü oradaki çocukların bağırışları onun sinirlerini bozuyordu. Dikkati dağılıyor ve plan yapamıyordu. Ancak böyle oturmak ve bahçede dolanmakta hiçbir işe yaramayacak gibiydi. Canı çok sıkılıyordu böyle. İyi ki diğer çocuklar burada yoklar ve benim bu hallerimi görmüyorlar diyordu kendi kendine. Çünkü bu ona göre utanç verici bir durumdu, o da bir grup ahmak sürüsüne karşı küçük düşmek istemiyordu. Bu yüzden planlarını kimseye anlatmıyordu. Herkes onunla dalga geçerdi biliyordu.

 

En sonunda dayanamayıp ayağa kalktı küçük kız. Şuan bir şey düşünmek istemiyordu ve bunun içinde aklını dağıtacak bir şeyler bulması gerekiyordu. Lakin arka bahçe ona bu olanağı vermiyordu. Çünkü burada ağaçlar ve boş alan dışında hiçbir şey yoktu. Bir de eski bir kulübe vardı ve o kulübe kıza annesinin öldüğü dağ evini hatırlatıyordu. Mecburen ön bahçeye, diğer çocukların yanına gidecekti. Belki de yatağına yatar uyurdu. Evet, diğer çocukları görmek istemiyordu bu yüzden uyuyacaktı. Hem uyursa annesini de görebilirdi değil mi?

 

Merdivenleri atlaya atlaya indikten sonra zıplaya zıplaya ön bahçeye doğru ilerledi. Köşeyi dönünce ön bahçede olacaktı ama o bir anlığına durdu. Yüzüne her zamanki boş ve kayıtsız ifadesini yerleştirirken zıplamayı bırakmıştı. Yavaş adımlarla köşeyi döndü. Derin bir nefes verdi. Diğer çocukları onun geldiğini fark etmemişti bile. Hoş diye düşündü. Şuan onların boş bakışlarının etkisi altında kalmak istemiyorum.

 

Yetimhanenin merdivenlerine varınca tekrar durdu. Bu sefer durmasının bir anlamı yoktu. Sadece durmak istemişti. Bir şey sanki oraya girmesini engellemek istiyordu. Görmemesi veya duymaması gereken bir şey vardı o zaman çünkü filmlerde hep böyle oluyordu. Küçük kızın içini bir an bir heyecan kapladı ancak bunu yüzüne yansıtmadı. Aynı yavaş adımlarla giderken git gide hızlanmaya başlıyordu. Yetimhanenin kapısından içeri girdi. Ayakları onu yatakhaneye yönlendirdi. Temkinli ve ses çıkarmamaya özen göstererek kapıya yaklaştı. Ancak hiçbir ses duymuyordu. Biraz daha yaklaştı ama tek bir çıt bile yoktu. Daha fazla dayanamayarak içeriye girdi. Gözleri hızla etrafta gezinirken aradığını bulamamıştı. Burada hiçbir şey yoktu. Hisleri onu yanıltmıştı. Yatağına ilerleyip yorganın altına kıvrıldı.

 

Derin bir üzüntü hissederken her şeyden vazgeçmişti. Artık içindeki hislere pek kulak asmayacaktı. Artık o çocuğu aramayacaktı. Artık diğer çocuklar ile iyi geçinmeye çalışacaktı çünkü burası tek başınayken çok sıkıcıydı.

 

İçindeki hislere güvenmekten vazgeçmişti. Diğer çocuklar ile arasına mesafe koymaktan da vazgeçmişti. Buradaki tek arkadaşını, onu dinleyen tek kişiyi, sırlarını anlattığı, sırlarını bildiği, sadece onun yanında ağlayıp güldüğü o çocuğu unutmayacaktı. Ona kırgındı, babasına kırgın olduğu gibi. Ve o, ona babasını asla unutmamasını, intikamını alması gerektiğini söylemişti. Bunu kendi demişti ama o da çekip gitmişti. Halbuki kız onu anladığını düşünmüştü. Çünkü onu da annesi ve babası terk etmişti. İkisi birbirlerini anlayabilirdi ama o arkadaşlıklarını daha başlamak üzereyken engellemişti.

 

Aynı babasının yaptığı gibi küçük kızı terk etmişti. Kandırmıştı onu. Ve şimdi onu asla unutmamalıydı, ondan intikamını almalıydı. Ve alacaktı da. O isterse her şeyi yapabilirdi. Onu unutmayacaktı ama onunla asla arkadaş olamayacağını anlamıştı, arkadaşlık hayalinden vazgeçmişti...

 

Annesi ve babasının onu terk ettiğini anladığı gibi...

Annesi ve babasının ondan vazgeçtiği gibi...

 

Onları asla unutmamıştı onu da unutmayacaktı...

Sadece ona acı çektirmesine izin vermeyecekti kendi intikamını alacaktı...

 

Her şeyden vazgeçebileceğini hissetti. Lakin intikam hırsından asla vazgeçemeyecekti... Çünkü o artık sadece intikam almak için yaşayacaktı...

 

•✴️••✴️•••

 

 

 

 

Bir savaş çıkması için illa silahların ateşlenmesi, bombaların havada uçuşması mı gerekirdi? İçten içe de savaşamaz mıydı insan? Kendi ile de bir savaşın içinde olamaz mıydı ki insan?

 

Halbuki en büyük savaşlar daima insanın kendi içinde verdiği savaşlar olmuştu.

 

Ve sonu asla gelmeyen tek savaş da insanın kendi içinde verdiği savaştır...

 

İnsanın kendi içinde verdiği savaşın asla sonu gelmezdi. Çünkü o savaşın son bulması için o savaşı çıkaran sebeplerin yok olması gerekirdi. Bu da demektir ki insan acı çekmeyi bırakmalıdır. Ancak insan asla acı çekmeyi bırakmaz. Hayat hep acı doludur çünkü. İnsan acı çektikçe var olmaya mahkumdur. Acı çekmeyi bırakan insan içindeki savaşı da bırakır. Ve savaşı bırakan insan kendi canına kıymıştır. Yok olmuştur, aslında hiç yaşamamıştır.

 

Hiç acı çekmeyen bir insanın kaybedebileceği hiçbir şeyi yoktur. Çünkü o kaybedebileceği her şeyi kaybetmiştir hayat ile olan savaşında. Hiçte acı çekmez çünkü çekilecek tüm acıları da çekmiştir o. Her şeyini kaybeden ve hiç acı çekmeyen içindeki tüm savaşlar da galip gelmiştir ve mutlu sona ulaşmıştır. Tabi bazı şanslı kişilerin arasında o da yer alıyorsa...

 

Peki ya şansız kişiler?

Onlar ne yapacaklardır?

 

Onların bu hayatta ki yeri nedir?

 

Onlar her zaman acı çekeceklerdir...

Onlar için sadece acı vardır...

Onlar acı çekmeye mahkum olanlardır...

 

Evet, şansız kişiler için sadece acı vardır. Çünkü onlar kendi içindeki savaşı bitirememiş insanlardır. Ve kendi içindeki savaşı bitiremeyen insan sadece acı çeker. Yani insan ilk önce içindeki savaşta iki tarafı da bir araya getirip ateşkes imzalamalı ve acı çekmekten kurtulmalıdır. Ve işte bunları yapan insan da artık şanslılardan biridir...

 

•✴️••✴️•••

 

Bakışlarım karşımdaki Miray’ın üzerinde gezinmeye hâlen daha devam ediyordu. Çünkü sabah kahvaltıdan sonra Melis ile benim odama gelmiş ve bugün çok şanslı olduğumu, bugünkü kombinimi kendisinin hazırlayacağını söylemişti. O ne kadar mutlu bir şekilde söylediyse de bu olacağını söylediği şeyler benim için tam bir felaket senaryosuydu. Ve ne olursa olsun Miray bu işte kararlıydı. Ancak tek bir sorun dışında...

 

Bugün Miray arkadaşları ile buluşacaktı ve beni de yanında götürmek istiyordu bu yüzden de kombinimi kendisi yapmak istemişti. Ancak daha kendisi hazırlanmamış olduğu için Melis’e devretmişti bu görevi. Melis ise bu iş için dünden razı gibiydi.

 

Omuzlarına gelen dalgalı sarı saçlarını geriye atmış ve mavi gözlerini kısarak “İşte, başlıyoruz!” demişti coşkulu bir sesle. Ölüm fermanım duyurulmuş gibi hissetmiştim ilk başta lakin sonra Melis’in kombin yapma fikri pekte kötü gelmemişti kulağa. O dolabıma ilerleyip kıyafet seçerken bende camın kenarına geçmiş yoldan geçen insanları izlemeye başlamıştım.

 

Birkaç dakika sonra Melis elinde dün Yusuf’un benim için aldığı kot pantolon ve yine dün aldığımız, benim Melis’in aldığını düşündüğüm beyaz bir gömleği vermişti. Boynuma da lacivert, kırmızı noktalı bir fular bağlamıştı. Ancak daha sonra ben kendimi boğulmuş hissettiğim için fuları boynumdan çözmüştü ve siyaha çalan koyu kahve saçlarımı bağlamak için kullanmıştı.

 

Bir buçuk saat sonra filan odaya Miray gelmişti. Ona nasıl göründüğümü sorduğumuz da bana verdiği tepki aynen şu şekilde olmuştu.

 

“Aman Tanrım! Kalp krizi geçireceğim galiba, bu ne iğrençlik bu ne sıradanlıktır böyle. Melis’e güvenmemem gerektiğini biliyordum zaten.” Burada Melis’e ters bir bakış atmıştı. Aynı zamanda da bir elini alnına koymuş ve bayılıyor gibi kendini yatağa atmıştı. Melis de ona göz devirmiş ve onunla laf dalaşına girmişti. Uzun bir süre sonra Ahsen’in yardımlarıyla Melis salona gitmiş odayı terk etmişti.

 

Ve ben Miray ile oda da tek kalmıştım. Miray kızgınlıktan kısılan açık kahve gözleri ile ters bir şekilde bakmıştı bana. Daha sonra bakışları üzerimdeki kıyafetlere kaymıştı. Onları da zorla bana çıkarttırmış ve kendisinin dün benim için aldığı yeni ve onun tabiriyle müthiş, beni bir model gibi gösterecek o kıyafetleri giymemi söylemişti. İlk başta itiraz edecek gibi olsam da dün Yaman’ın yediği dayak ve az önce Melis ile olan kavgası aklıma gelince susmuştum.

 

Sonuç olarak ise altımda siyah taytım, aslında fosforlu pembeydi ama ben onun siyah olmasında ısrarcı olmuştum ve Miray kişiliğine ters bir şekilde bunu kabul etmişti. Ve üzerimde omuzlarımı açık bırakan neon yeşili bir tişört vardı. Kafamdaki fosforlu sarı bant toka ile kombin tamamlanmıştı.

 

Yani kısacası şuan dünyada olabilecek en berbat kombini giyiyordum. Ve görenin pick me diye adlandıracağı bir kombini giyiyordum.

 

Salona gittiğim zaman Yaman ve Yusuf beni görünce anında kahkahalar ile gülmüştü. Can ise gülmemek için bakışlarını kaçırmıştı benden ve bir elini dudaklarının üzerine örtmüş burnunu kaşıyor gibi yapmıştı. “Her gün siyah tişört ve pantolon ile gezen biri için neon yeşili ve fosforlu sarı... Gerçekten harika uyum.” Demişti Melis ise beni ilk gördüğünde. Ahsen ise benim yerime utanmıştı ve kızarmaya başlayan yanaklarını omuzlarına kadar gelen görenin sarı sandığı kumral saçlarını yüzüne örterek gizlemeye çalışmıştı kendini.

 

“Bu ne lan! Kızı denek mi yaptınız?” Diye bağırdı Yusuf bir yandan da gülmeye devam ederken.

 

“Tamam buradan siktir ol da git ve göz zevkimi bozma.” Diyen ise Yaman’ın ta kendisiydi.

 

“Sen şimdi gerçekten böyle mi dışarı çıkacaksın?” diye sormuştu Ahsen duyduğu utanç sesinden bile belli olurken.

 

“Aaa, vallahi çok şık oldu. Siz neyi beğenmediniz ki? Yani bu cahil ve boş laflar ile modadan anlamadığınızı gösterdiniz. Tabi ki de böyle çıkacak dışarı.” Miray kim ne derse desin bunun harika bir kombin olduğunu savunuyordu. Ve böyle savunmaya devam ederse dünyanın en büyük yalancısı olma yolunda en büyük adımları atmış olacaktı.

 

“Dün şu kıza podyum yürüyüşü yaptı diye tebrik eden kendi mantığımın içine edeyim ben yaa!” diye Miray’a sataşmaya devam etmişti Yaman. Yediğin dayaklar yetmemiş demek ister gibi kaş göz hareketi yapmıştı Miray ise cevap vermeye bile tenezzül etmeyerek.

 

“Şuan kusabilirim ama içimdeki her şeyi dışarı çıkarınca bütün gün boyunca aç gezmek istemiyorum.” Diyen ise her zamanki gibi Yusuf’tu. Yaman ise yara bere içinde kalmış ve hala tırnak izleri belli olan yüzüne aldırmadan Miray’a kınayıcı bakışlar atarken Yusuf’a da tabi ki de laf söylemeyi ihmal etmemişti. “İçindekileri dışarı çıkarmak için kusmak zorunda değilsin canım arkadaşım. Başka yollara da başvurabilirsin.” Diyince şok dolu bakışlarlar da ona dönmüştü. Ne anlatıyor bu mal? Adlı bakışlar Yaman’a dönerken o bunlara hiç aldırış etmeden oturmaya devam etti. Benim ise neyi ima ettiğini anlamam ve yüzümü buruşturmam bir olmuştu.

 

“İğrençleşmeyin lütfen!” adlı uyarı tabi ki de sinirle mavi gözleri hafifçe kısılmış Melis’ten gelmişti. Yaman ise sanki hiçbir şey yapmamış gibi gözlerini büyüterek şöyle dedi. “Her şeyi fesatça anlamanız benim suçum değil haberiniz olsun.” Evet, Yaman ve zeytinyağı gibi her durumda üste çıkma yetenekleri yine kendini göstermeye başlamıştı.

 

Herkesin ne anlatıyor bu mal? Adlı bakışları bunun durum vahim, kafayı sıyırmış bakışlarına dönmüştü. Ben yine Melis’in veya Miray’ın söze başlamasını beklerken koyu yeşil gözlerini inanamaz halde bakan Ahsen söze başlamıştı. “Neyi kast ettiğini söyle de doğru anlayalım biz de o zaman.”

 

Canım Ahsen’im Yaman’ın düzgün ve farklı bir şeyden bahsettiğini sanıyordu veya gerçekten asıl ima edilen şeyi anlamamıştı. Tam o anda “Bu çocuğun sence düzgün bir şeyden bahsetme ihtimali olabilir mi Ahsoş?” diyerek aklımdaki düşünceleri sesli dile getirmişti Miray. Ahsen buna karşılık omuz silkmekle yetinmişti.

 

“Bakın arkadaşlar ben edebiyattan bahsettim. Siz niye her şeyi yanlış anlıyorsunuz acaba? Edebi bir dil ile aklından geçen düşünceleri kağıda dök, içinde tuttuğun düşünceleri böyle dışarı çıkar demek istedim ben.” Yaman kendini böyle savunurken “Hee, biz de malız da yedik bunları.” Diyerek herkesi aklından geçenleri sesli bir şekilde dile getirdi Miray.

 

“Boş boş konuşmayı kesseniz diyorum.” Can sonunda sessizliğini bozmuş ve böyle demişti. Siyah gözleri Yaman’a dik dik bakarken kimsenin beklemediği bir şey oldu. Yaman önce “Niye Can’ın mı sıkıldı.” Dedi ve sonra da gülmeye başladı. Onun arkasından Yusuf da gülmeye başlarken Miray ile göz göze geldim. Açık kahve gözleri bir şey anlamadığını bas bas bağırırken Yaman yaptığını sandığı harika espriyi anlatmaya başladı. Ancak daha bir iki kelime söylemişti ki tekrar gülme krizine girdi. Kahkahaları evin içinde yankılanırken bir anda sanki acımış gibi yüzünü buruşturdu lakin gülmeye devam ediyordu. Çok şükür Yusuf Yaman’ın yaptığı o harika esprisini bize açıklamaya koyuldu.

 

“Bakın şimdi, canın mı sıkıldı dedi ya. Ha işte, adı da Can sıkılan da can.” Yusuf tekrar gülmeye başlarken ben de içsel bir sorgulama gerçekleştirmeye başladım. Bu kadar komik(!) ve modadan anlayan arkadaşları nereden bulduğum gibi.

 

“Şuan gözümü kırpsam daha komik olur.” Diyen Miray’ı Melis şu sözlerle destekledi. “Komik olduğunu mu sanıyorsunuz?” Ardından bir darbe de Ahsen vurdu. “Bir doktor çağırmamı ya da sizi tımarheneye yatırmamızı ister misiniz?” Ve son darbe de Can’dan gelmişti. “Kızlar haklı beyler, dağılın.” Can bunu der demez salondan çıktı ve odaların olduğu koridora girdi. Birkaç saniye sonra ise kapının örtme sesi boş koridor da yankılanarak kulaklarıma ulaştı.

 

“Tamam şimdi Can abimiz dağılın dediği için dağılıyoruz!” diye bağırdı Yaman, Can’ın da onu duymasını isteyerek. Miray “La havle...” Diyerek koltuğa attı kendini. Onun arkasından Ahsen ve Melis’te otururken Yusuf bir anda odaların olduğu koridora attı kendini. Hepimiz şok içinde ona bakarken o bakışlarımızı kale almadan gitmeye devam ediyordu.

 

“Lan nereye gidiyorsun? Şakasına dedim lan ben!” diye arkasından gitti Yaman da Yusuf’un. Yanına varınca da koluna yapışarak onu tekrar salona doğru çekti.

 

“Lan bırak seni mi dinleyeceğim ben sanki uyumaya gidiyorum.” Diyen Yusuf’un ise köy yansa saçını tarayacak o kişi gibi duruyordu. Bu umursamazlık seviyesi keşke bende de olsa diyebileceğim bir seviyedeydi. Yaman şok içinde ona bakmaya devam ederken o kolunu ondan kurtararak ilerlemeye devam etti. Birkaç saniye sonra koridorda gözükmüyordu ve ardından kapının kapanma sesi salonu doldurdu.

 

 

Yaman ise üzerindeki ufak çaplı şoku atlatarak salona bir göz attı. Sonra aniden bir aydınlanma yaşayarak “Lan ben tek kaldım kızların arasında!” diyerek Yusuf’un peşinden koştu. Tekrar kapının açılıp kapanma sesi yankılandı evde. Sonra ikisinin bağırışları...

 

 

“Eee, ne yapacağız şimdi biz?” diye sordu Melis bize dönerek.

 

“Ben yemek yapacağım sonra da kitap okurum.” Dedi Ahsen ve mutfağa doğru yola koyuldu.

 

“Biz Azroşum ile cafeye gidiyoruz.” Dedi ve beni de kolumdan tutarak dış kapıya kadar peşinden sürükledi Miray.

 

“Eee, ben tek kaldım bu sefer?” diyen Melis’e bir yandan gülerken diğer yandan da “Al sana harika bir arkadaş tavsiyesi; Git kendine koca bul!” diye bağırdı Miray kapıyı örterken. Melis’in “O senin işin bebeğim!” bağırışı ve ettiği kısık sesli küfürleri kapının kapanmasıyla son bulmuştu.

 

Tam giymek için beyaz spor ayakkabılarımı elime alıyordum ki Miray’ın önüme attığı topuklu ayakkabılar ile olduğum yerde donakaldım. Ben ona, o bana bakarken asla bu ayakkabıları giymeyi düşünmüyordum.

 

“Bu kombin ile o ayakkabı?” diye sordum kısaca daha fazla boş boş bakışmak istemeyerek.

 

“Herhalde bunu giyeceksin. Kombin böyle tamamlanıyor.” Diyen Miray’ı baştan aşağı bir süzdüm Beyaz taytı, aynı benim üstümdeki model olan fosforlu pembe tişörtü, parlak turuncu çantası, fıstık yeşili Converse ayakkabıları ve kafasına taktığı neon mavi bandanası... Tam bir renk cümbüşüydü. Ve gördüğüm en berbat kombinler listesinde ilk sırada yer alıyordu. İkinci sırada ise benim kombinim yer alıyordu.

 

Kombin konusunda güvenilecek en son kişiye güvendiğim için bir anlığına kendimden nefret etmeden edemedim. Miray’ın harika kombin diye adlandırdığı ancak gören herkesin tımarhane kaçkınları olarak adlandıracağı bu kıyafetlerin içindeyken nasıl olurdu da bir de ayağıma yürüyemediğim çingene pembesi rengindeki topuklu ayakkabıları giyebilirdim?

 

“Giymiyorum ben topuklu filan çok istiyorsan sen giy.” Diyerek spor ayakkabılarıma uzandım tekrardan.

 

“Hayır, bunları giyeceksin!” diyerek topuklu ayakkabıları daha çok önüme iteledi Miray.

 

Git gide daha da sinirlendiğimi hissederken şuan da en çok Miray’ı üzecek, kalbini kıracak bir söz söylemekten korkuyordum. Yine de aklımdan geçenleri sakin bir şekilde dile getirmeden de edemedim. “Zaten ruh hastası gibi gözüküyorum. Seni dinledim de şu tişörtü giydim. Bari bırak da hangi ayakkabıyı giyeceğime ben karar vereyim.” Dedim ve ardından da Miray’a en ters bakışımı da atmadan edememiştim.

 

O ise bir karşılık vermek yerine omuzlarını “iyi be ne yaparsan yap” dercesine silkmekle yetindi. Ve ardından uçlarını sarıya boyattığı açık kahve saçlarını geriye doğru savurarak merdivenlere yöneldi. Oflayarak ayakkabılarımı elimden geldiğince hızlı giydim ve Miray’a yetişmeye çalıştım...

 

•••

 

“Biri bir şey sorarsa benden duymadınız tamam mı? Hahh, anlatıyorum. Şimdi bizim bakkalın karısı Zehra var ya işte onun küçük görümce geçen gün Medine Ablanın yan komşusu Ceyda’nın eltisinin kayınvalidesinin en küçük kayınçosunun baldızının kızının oğlunun dayısının kızı ile birlikteymiş iki gündür. Hatta sahilin kenarında da öpmüşler birbirlerini. Genel olarakta fazla yakınlarmış birbirlerine. Bakın benden duymadınız tamam mı?” diyerek çok şükür bitirdi sözlerini az önce adının Ela olduğunu öğrendiğim kız.

 

Bana ne anladın diye sorarsanız alacağınız cevap size olan boş bakışlarım olurdu. Çünkü ben kurduğu cümleyi kayınço kısmından sonra takip edememiştim. Ve nasıl herkesin ailesini bu kadar iyi bildiklerini de anlamış değildim.

 

Ela’nın sözlerinden sonra diğer kızlar Miray da dahil tabi hiçbirinde bir kafa karışıklığı yoktu. Hepsi ya tahmin ettiklerini ya da olay ile ilgili daha fazla şey bilip bilmediklerini soruyordu.

 

Kısa bir anlığına Miray bakışlarını bana çevirdiğinde hiçbir şey anlamadığımı yüz ifademden anlamıştı. “Hiçbir şey anlamadım ve dediği hiç kimseyi tanımıyorum.” Dedim sadece onun duyması için fısıldayarak.

 

“Bak şimdi.” Diyerek o da bana doğru eğildi. “Bizim bakkalın en küçük kız kardeşi ile Medine Ablanın yan komşusu Ceyda’nın eltisinin kayınbabasının en küçük yengesinin oğlunun kızı işte.” Diyerek kısaca anlattı Miray bana kimden bahsettiklerini. Bu kadar kısa şekilde madem anlatabiliyorlardı neden olayı uzatarak anlattılar hiçbir şey anlamamıştım.

 

Ancak tek bir sorun kalmıştı geriye. Ben onları da tanımıyordum ki. Sözlerini bitirince Miray’ın bana dönen bakışlarına karşılık yine boş boş baktım yüzüne. Bunun üzerine “Boşver tanımazsın.” Diyerek diğer kızların muhabbetine o da katıldı.

 

Ben de zaten tanıdığımı söylememiştim ki demek istesem de sustum. Ve hiçbir şey anlamayacağımı bilsem de diğerlerini dinlemeye koyuldum.

 

“Benim ablamın eltisinin görümcesinin kocasının baldızının erkek kardeşinin karısının kız kardeşi karşı komşusuna aşık olmuş.” Diyen ise adını unuttuğum kızıl saçlı kızdı. Miray’ın ona verdiği yanıt ise “Salak zaten o sensin!” olmuştu. Kızıl saçlı kız da “Eee kendimden bahsediyorum zaten.” Demişti.

 

“Direkt ben desene niye uzatıyorsun lafı bu kadar hiç anlamıyorum.” Deyip göz deviren Miray’ın iki satıra sığdığı cümleyi en az dört satıra sığdıran Ela’dan başkası değildi.

 

Oflayarak bakışlarımı önümdeki boş kahve bardağına indirdim. Daha fazla anlamadığım mahalle dedikodularını dinlemek istemiyordum. Bu yüzden Miray’a yaklaşarak “Ben gidiyorum.” Dedim. “Tamam, tamam bays.” Diyerek elini bana doğru salladı karşılık olarak. Lakin ben onun beni anladığından emin değildim. Yine de oturduğum sandalyeyi geriye doğru iterek ayağa kalkmak için kendime alan tanıdım. Sandalyeye astığım ve yine Miray’ın verdiği açık mor çantayı omzuma taktığım sırada duyduğum sesle bakışlarım yine masaya döndü.

 

“Ooo kız ne güzel giyinmişsin sen.” Bunu diyen yine adını unuttuğum esmer kızlardan biriydi. Bunun üzerine tüm bakışlar bana dönerken içimdeki gizlenme isteğine zar zor engel olmuştum.

 

“Üzerindeki tişörtün hatta kombinin linki gelir mi?” diyen ise kızıl saçlı olandı.

 

“Hayatımda gördüğüm en şık ve seksi kombini giyen kız sen olabilirsin. Bu kombin yapma da Miray’ı bile geçtin ya helal olsun bee sana.” Diyen diğer sarışın kızdı.

 

“Güzel de abartmayın yaa o kadar.” Demekle yetinmişti isminin Ela olduğunu bildiğim kız.

 

Ben hepsine şok içinde baka kalırken Miray göğsünü gere gere bir bana bir arkadaşlarına bakıyordu. Aslında bu kombini güzel bulmalarına şaşırmamam gerekiyordu. Sonuçta Miray’ın arkadaşlarından farklı bir şey beklenemezdi.

 

“Eee, ben ve yaptığım kombilerin namı her yerde duyulur “ diyerek kendini övmeye başlamıştı bile Miray.

 

“Senin yaptığına inanmam şu kombini.” Diyen sarışını, esmer olan “Nasıl sen yaptın yaa? Doğru mu söylüyor?” Diyerek desteklemişti. Son sözleri üzerine bakışlar bana dönerken cevap vermeye bile yeltenmeden başımı sallamak ile yetindim.

 

“Bundan sonra beni sen giydireceksin!” Diye bağırdı kızlardan biri Miray’a bakarak. Miray ise hâlâ sırıtmaya devam ederken bir anda da kendini övmeyi ihmal etmiyordu.

 

Bende az önce üzerimdeki ilginin dağılmasını fırsat bilerek hemen cafenin çıkışına yöneldim. Gördüğüm ilk taksiye binip evin adresini verirken sonunda Miray ve arkadaşlarının boş konuşmalarından kurtulduğum için rahat bir nefes aldım...

 

•••

 

“Bir daha hayatta Miray ile gitmem.” Diye söylenerek ayakkabılarımı çıkardıktan sonra eve girdim. Dediklerim üzerine Melis’in kahkaha sesleri gelirken bende salona geçtim. Çantamı koltuğun bir yanına kendimi diğer yanına fırlatırken ellerimi yüzüme kapadım.

 

“Ne oldu? Bu halin ne böyle?” diye soran Melis’in sorusu üzerine ellerimi yüzümden çekerek bakışlarımı ona çevirdim.

 

“Gittiğimizden beri öyle bir dedikodu yapmaya başladılar ki Miray ile arkadaşlarının yanına değil de sanki mahalledeki yaşlı kadınların yaptıkları çay saatine katılmışım gibiydi. Bir şey anlatırken görseydin sen onları bir de. Öyle uzatarak anlatıyorlar ki hem anlatacaklarını hem kişileri sanki ben anlamayayım diye bilerek böyle yapıyorlardı.” Tek nefeste söylediklerim yüzünden durup derin bir nefes aldım.

 

“Abartma be sende ne kadar abartmış olabilirler ki?” diye soran Melis’i “Kızın biri kendisini ablamın eltisinin görümcesinin kocasının bilmem nesinin kız kardeşi olarak anlatıyor.” Diye cevapladım. Bunun üzerine durum vahimmiş bakışları ile baktı bana Melis sarı saçlarını geriye atarak.

 

“Ayrıca şu üzerimdekine dünyanın en seksi ve güzel kombini dediler.” Diyerek bir başka konuya geçtim hiç vakit kaybetmeden. Melis buna gülmekle yetinmişti. Eee, haklıydı tabi bu konuda söylenecek başka bir söz olamazdı.

 

O an evin içindeki sessizliği fark ettim. Melis’e bunun sebebini sordum hemen. Çünkü biz evden çıkmadan önce herkes evdeydi. Ve bir anda evin böyle sessiz olması tuhaftı. Normalde gürültü dolu bu evin bu kadar sessiz olması garip geliyordu.

 

“Yusuf ve Yaman hâlâ odadalar. O oda da kaç saattir ne yapıyorlar zerre fikrim yok ve aklımdan geçenler olmasın diye dua ediyorum kaç saattir. Can biraz önce çıktı dışarı işi varmış. Ahsen de kitap okumak için odasına gitti.” Diyerek anında sorumu cevapladı Melis. Anladığımı belirtmek için başımı hafifçe salladım.

 

Sessizlik tekrar hâkimiyet sürmeye başlayınca Melis konuşmanın bittiğini anlayarak televizyon da açtığı filmi izlemeye koyuldu. Ben de birkaç dakika ekrana baksam da hiçbir şey anlamamıştım. Biraz dinlenmek üzere başımı yastığa koyarken bir anda bastıran ve beni de etkisi olan uykuya engel olamamıştım.

 

•✴️••✴️•••

 

Canı acıyordu...

 

 

Canı çok acıyordu. Kalbine bıçaklar saplanmış gibi hissediyordu. Ancak kan yoktu. Etrafına baktığında hiçbir yerde kan göremiyordu. Hiçbir yerde kan yoktu. Vücudundan kan akmıyordu ya da ruhundan . Bedeninde bir yara izi de yoktu. O zaman neden canı çok acıyordu?

 

Çünkü ruhunun en derinliklerinde bir kesik vardı. Hatta tek orada değil ruhunun her tarafı büyüklü küçüklü kesikler ile doluydu. Her nefes alışında ve her nefes verişinde sanki ruhundaki kesikler derinleşiyor ve derin yaralara dönüşüyordu. Acı katlanılmaz bir hal alırken sessiz gözyaşları kan olarak akıyordu yere. Lakin hiçbir yerde bu kanlar da yoktu. Çünkü ruhu ne kadar kanarsa kanasın o kanlar içinde kalmaya devam ediyordu. Akmasını istediği kanlar içinde kalarak ona daha fazla acı çektiriyordu.

 

Onun için bu hayatta sadece acı vardı. Acı artık onun için her şeydi. O artık acı çekmek için yaşamalıydı. İşte bunlar hayatın onun için söylediği sözlerdi. Onun istedikleri ise tam tersiydi. Acı çekmeden yaşamak...

 

Yeni uyanmıştı küçük kız uykusundan. Bir rüya görmüştü hatta uykusunda. Lakin bir rüyadan çok kabus gördüğünü düşünüyordu.

 

Annesi vardı rüyasında ve ona masal okuyordu. Güzeller güzeli bir prenses vardı masalda. Bir de yedi ufak arkadaşı. Cadı prensesi uyutunca da prens çıkıyordu ortaya. Pamuk prenses ve yedi cüceler... Evet annesinin ona okuduğu masal buydu. Ancak daha sonra annesi ona bambaşka şeyler söylemişti. Bilmiyordu küçük kız bu dediklerinin anlamını. Ya da biliyordu küçük kız ama anlamak istemiyordu küçük yüreği bunları. Bundan korkmuştu işte o da. Bu yüzden acı çekiyordu uyandığından beri.

 

Yoksa rüyasında annesini görmek mi o kadar acıtmıştı küçük kalbini? Hayır, o annesini çok seviyordu. Hayır, annesini görmek onu üzmezdi. Tam aksine sevindirirdi. Bu yüzden annesini görmek onu mutlu etmeliydi. Ancak o mutlu değildi. Başka bir şey olmuş olmalıydı, başka bir şey olmuştu ve onun kalbini çok acıtmıştı. Peki, ama neydi bu olan?

 

Duyduğu tıkırtı sesleri ile yattığı yatakta doğruldu küçük kız hemen. Yoksa annesi her şeyin bir şaka olduğunu söyleyip onun yanına mı geliyordu? Hayır, olamazdı annesi ölmüştü onun. Ve bu yüzden çok uzaklara gitmişti.

 

O zaman babasıydı gelen. Söz verdiği gibi onu buradan alıp götürmeye gelmişti. Ama hayır, bu da olamazdı. Çünkü o çocuk ona babasının bir daha asla geri gelmeyeceğini söylemişti.

 

Peki o zaman kimdi bu duyduğu tıkırtı seslerinin kaynağı?

 

Aklının her köşesinde bu soru dönüyordu. Sanki bu soru o an onu ele geçirmişti. Tüm düşünceleri bu gizemli kişinin kim olabileceği yönündeydi. Ve bu kişinin kim olduğunu bulmanın tek yolu sesin kaynağına ulaşmaktı.

 

Hemen yatağından atlayarak yere zıpladı. Daha bir adım anca atmıştı ki durdu. Ayağındaki terliklerini çıkarıp yatağının üzerine fırlattı. Çünkü çok ses çıkarıyorlardı ve bu onun yakalanmasını sağlardı.

 

Hızlı ama sessiz adımlarla çıktı yatakhaneden. Birkaç saniye durdu ve sesin nereden geldiğini anlamaya çalıştı. Müdire ablanın odasının olduğu koridordan geliyordu sesler. Hemen hızlıca gitti oraya. Sonra durup tekrar dinledi sesleri. Koridorun sonundaki demir kapının olduğu yerden geliyordu ses. Normalde kilitli olan ama şimdi arkalıklı olan o demir kapıdan...

 

Dikkatli bir şekilde kapıya doğru ilerledi. Kapıyı iterek daha fazla aralık yaratmayı hedefliyordu lakin kapı en ufak harekette bile çok gıcırdamaya başlayınca yapmaktan vazgeçti. Zaten olan boşluktan geçti. Yerin dibine doğru inen merdivenler karşıladı onu. Birkaç merdiven inmişti ki yine aynı sesleri duydu ancak bu sefer daha netti.

 

“Bak anahtar burada yine kaçabiliyorsan kaç bakalım! Hele tekrar bir kaçmayı dene sen ben biliyorum sana ne yapacağımı!” diye bağıran ses müdireden başkasına ait değildi. Küçük kız artık daha dikkatli bir şekilde indi merdivenlerden. Müdire bakış açısındaydı şuan. Ancak arkası dönük bir şekilde durduğu için onu görmemişti. Umursamayıp geri dönmek istedi lakin kiminle konuştuğunu merak ediyordu. Ve merak duygusu yine galip geldi.

 

Ses çıkarmamaya dikkat ederek yan taraftaki kutuların arkasına saklandı. Tekrar karşısına baktığında müdirenin konuştuğu kişi ile çakıştı bakışları. O çocuktu. Beş gün önce gördüğü o çocuk. Birinci denilen o çocuk.

 

Ancak hiçte ilk gördüğü haline benzemiyordu kızın. Her tarafı yara bere içindeydi. Ağzından yere kan damlıyordu ya da burnundan tam emin olamıyordu küçük kız. Bir gözü kapalı gibiydi. Kıyafetleri yırtık pırtıktı hep.

 

O çocuğu incelemeye devam ederken hemen bakışlarını müdireye çevirmişti çocuk. Kızı yakalatmak istemeyerek. Kız hala olacakları izlerken müdire hala bağırmaya devam ediyordu. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu “Az sonra hademe sana kuru ekmeğini getirir.” Diyerek müdire merdivenlere yöneldiğinde.

 

Saklandığı yerden çıkmamıştı henüz. Müdirenin gittiğinden emin olmak istiyordu. Öyle de yaptı. Merdivenleri çıkan adım seslerini duymayınca çıktı hemen saklandığı kutunun arkasından ve çocuğun yanına gitti.

 

“Şu anahtarı getir ve kurtar beni hadi. Ne bekliyorsun hala?” demişti çocuk ona çevirir çevirmez bakışlarını. Kızın yüzüne baktıktan sonra da “Ne istersen yaparım.” Diye eklemişti.

 

“Burada kalmanı istersem?” Diye sormuştu son cümleyi duyunca kız. Öyle bir isteği yoktu aslında sadece o bunu dedikten sonra onun vereceği tepkiyi merak ediyordu.

 

“Nee? Saçmalama. Başka bir şey iste. Zaten beni buradan kurtaracakken neden buraya hapsetmek isteyeceksin ki?” demişti çocuk hızlıca. Kız ise onun bu tepkisine gülmek istemişti ama kendini tutmuştu.

 

Bir düşünmüştü ne isteyebilirim diye. Sonra aklına gelen fikri söylemişti hemen. “Her zaman sorduğum tüm soruları cevaplarsan olur.” Diyerek sesli dile getirmişti kız aklından geçen o fikri.

 

“Tamam cevaplayacağım. Söz veriyorum.” Demişti çocuk merdivenlere kaçak bir bakış atarken acele bir tavırla.

 

“Bu arada bana bir can borcun olacak. Ayrıca teşekkür et önce.” Dedi ve hemen yan tarafta kalan kutunun üzerindeki paslanmış anahtarı aldı kız.

 

“Daha önce de ben kurtarmıştım seni. Sana can borcum filan yok sen bana olan can borcunu ödüyorsun şuan da.” Diyerek geçmişe değinmişti çocuk.

 

Anahtarı aceleyle çocuğun kollarına bağlı zinciri açmak için deliğine soktu. Hızlıca anahtarı çevirdikten sonra gelen klik sesiyle kilidi açtığını anladı. Diğer kilidi de aynı anahtarla açarken olabildiğince hızlı olmaya çalışıyordu. Birkaç saniyenin sonunda açmıştı bu kilidi de.

 

Onu yere bağlayan zincirlerden kurtulduktan sonra kızın elini tutarak merdivenlere koşmuştu çocuk. Kızsa elindeki paslı anahtarı pantolonun cebine koyduktan sonra ona ayak uydurarak koşmaya başlamıştı.

 

Son basamağa geldikleri an durmuştu çocuk. Kız aniden durdukları için çocuğun sırtına çarpmıştı kafasını. Hemen kendini geriye çekmişti tabi ki de. Çocuk etrafı önce bir kolaçan etmişti daha sonra ise tekrar başlamıştı koşmaya. Koridorun ortasındaki bir kapıyı açıp içeri girmişti. Gözleri aceleyle etrafı tararken karşısındaki duvardaki pencereye takıldı gözleri. Hemen o tarafa doğru ilerledi adımları.

 

Kızın elini bırakarak açtı camı. “Buradan çıkacağız.” Dedi kıza dönerek. Neden kaçtıklarını anlamıyordu ancak çocuğu da bozuntuya vermek istemeyerek başıyla onayladı kız.

 

Bunun üzerine çocuk kıza yardım etti camdan çıkması için. “Atla aşağıya.” Dedi kızı pencerenin pervazına oturttuktan sonra.

 

“Yapamam.” Dedi kız. “Burası çok yüksek.” Bunun üzerine oflayarak bir nefes verdi çocuk.

 

“Tamam, yana kay sen önce ben ineyim.” Derken aynı zamanda da kızı kenara itmekle meşguldü. Ellerini camın kenarına dayayarak kendini yukarı çekti ve şimdi ikisi de camın pervazında yan yana oturuyorlardı.

 

Hiç düşünmeden kendini aşağı bıraktı çocuk. Çünkü kızın abarttığı kadar yüksek değildi burası. Yetimhanenin giriş katındaki odalarından birindeydiler. Ne kadar yüksek olabilirdi ki?

 

“Atla hadi seni tutacağım ben.” Dedi çocuk tekrardan kıza dönerek.

 

“Ya tutamazsan ve ben düşüp ölürsem?” dedi kız pencerenin kenarına daha fazla tutunmaya çalışarak.

 

“Tutacağım seni hiçbir şey olmayacak. Düşmeyeceksin yere, bir şey de olmayacak sana söz.” Dedi çocuk ellerini kıza uzatarak.

 

Kız çocuğun sözüne güvenip güvenmemesi gerektiğini bilmiyordu ama içinden bir ses çocuğun onu koruyacağını, ona bir şey olmasına izin dahi vermeyeceğini, şayet ona bir şey olursa kendisini onun için feda edebileceğini söylüyordu.

 

Bu yüzden daha fazla düşünmedi. Gözleri kapanırken bıraktı kendini çocuğun ona doğru uzattığı kollarına.

 

İlk önce bedenine dolanan kolları hissetti. Daha sonra da yere düştüklerini!

 

Aceleyle gözlerini açarken çocuğu yerde kendini de onun üstünde buldu. Panikle çocuğun üzerinden doğruldu ve ayağa kalktı. Üstündeki hayali tozları silkelerken “Aynen bak hiç düşmedim ben. Amma iyi tuttun beni.” Diye bağırmayı da ihmal etmiyordu bir yandan da.

 

Çocuğun afallamış ifadesine bakılırsa bu düşüşü onunda beklemediği belliydi. “Ben koca adam mıyım? Nereden bilebilirdim senin bu kadar ağır olacağını?” demişti afallayan ifadesi sinirle yer değiştirirken.

 

“O zaman bana niye boş sözler veriyorsun? Ayrıca ben ağır filan değilim. Bu senin beceriksizliğin bir kere!” diye tekrar bağırmıştı kız.

 

“Tuttum ama ben seni düşmedin ki yere. Kendim düştüm ama senin yere düşmene izin vermedim ben. Bak tutmuşum işte sözümü.” Diyerek kendini savunmaya geçmişti çocuk bir yandan da üzerindeki çimleri silkelerken.

 

Kız bir şey demek için dudaklarını araladıysa da hemen geri kapattı. Çünkü çocuk haklıydı. Bu yüzden susarak atladığı camın olduğu odaya tekrar baktı. Daha sonra hiçbir şey demeden her zaman oturduğu merdivenlere doğru ilerledi. Merdivenlere geldiğinde arkasına dönerek zaten ona gelmekte olan çocuğa günlerdir merak ettiği sorulardan birini sordu.

 

“Bu kapı nereye açılıyor?” olmuştu sorduğu soru. Merdivenlerin başındaki eskimiş beyaz kapıya bakarak.

 

Hiç düşünmeden yanıtlamıştı çocuk bu soruyu. “Az önce atladığımız camın olduğu odaya.” Bunu dedikten sonra da kızın ilerisindeki merdivenlere oturmuştu. Daha sonra bakışlarını ona şok içinde bakan kıza çevrilmişti. “Nee?” diyerek kızın neye şaşırdığını anlamaya çalışmıştı.

 

“Madem kapı buraya açılıyordu biz niye mal gibi camdan atlayıp düştük?” deyince kız bir düşündü ve ona hak verdi. Niye böyle bir şey yapmışlardı ki? Yine de kızın sorduğu soruda takıldığı diğer kısma cevap vermeyi tercih etti. Çünkü bu soruya verebileceği hiçbir cevap yoktu.

 

“Sen değil ben düştüm yere yalnız.” Evet, takıldığı yer buydu.

 

“Niye kapıdan çıkmadık diyorum ben sana!” diyerek sorusunu yineledi kız.

 

Tekrar düşündü çocuk. Ve verebileceği tek cevabı verdi. “Aklıma gelmedi o an.”

 

Kızın yüzündeki şaşkınlık ifadesi sinire dönüşmüştü. “Nasıl aklına gelmedi acaba? Kapıyı gördün, nereye açıldığını da biliyorsun ve aklına gelmedi kapıdan çıkmak öyle mi?” Kaşları sinirle daha çok çatılırken çocuğa dik dik bakmayı sürdürdü kız.

 

“Öyle!” diyerek çocukta yükselmişti.

 

Aklına gelen detay ile birkaç saniye duraksadı kız. Lakin hemen aklından geçenleri de söyledi. “Geçen de bana sarılırken de aklıma gelmedi dedin şimdi de öyle diyorsun!”

 

Bu dedikleri üzerine gülme isteğine zar zor engel oldu çocuk. Aynı şeyi söylediğini fark etmemişti bile. Ancak bu kıza karşı altta da kalamazdı. “Seni korudum ölmedin yaşıyorsun ve takıldığın nokta bu mu gerçekten?”

 

“Kafama top gelince mi ölecektim ben?” diyerek haklı bir sebep sundu kız.

 

“Camdan atlayınca ölecektin!” diye bağırdı bu sefer çocuk cevap olarak.

 

“Kapıdan çıksak ölmezdim!” diyerek bağırdı kız da karşılık olarak.

 

“Kapıdan çıksaydın o zaman!” dedi çocuk.

 

“Kapının nereye açıldığını bilmiyordum ben!”

 

“Bilseydin o zaman bana ne!”

 

Bu son sözler üzerine ikisi de sustu. Anlamışlardı ki bu tartışmanın sonu asla gelmeyecekti. Bunun için ikisi de derin bir nefes verirken sustular.

 

Kız da daha fazla ayakta durmak istemeyerek çocuğun yanına oturdu. Ve sessizlik ikisinin arasında hâkimiyet sürmeye başladı...

 

•✴️••✴️•••

 

Bilgilendirme: Elimde bulunan bölümler buraya kadardı. Yedinci bölümün yarısı zaten yazılı ve sekizinci bölümün başı ama onları tamamen tamamladıktan sonra atacağım.

 

Bölüm ne zaman gelecek diye sorarsanız yakında zaten bildiğiniz gibi okullar açılacak ve bu yüzden ayda iki bölüm atmayı düşünüyorum eğer yazabilirsem.

 

Onun dışında watpadd kapatıldığı zaman ben bölüm yazmayı bırakmıştım (Wattpad'de de her ay iki bölüm atıyordum.) bu yüzden Ağustos için olan bölümler eksik şuanda. Yazdığım kadarıyla onları diğer aylara bölerek atarım ve böylelikle kitap bitmesini düşündüğüm gibi Şubat/ Mart gibi biter.

 

Kitabı ben yazarken önemli olayların olduğu üç bölüme ayırmıştım yani buna üç kitapta diyebiliriz. Her ay iki bölüm atarsan Şubat'ta hikayenin birinci bölümü yani ilk kitabı bitecek ve araya sezon finali girecek. Daha sonra kendimi hazır hissettiğim zamanda ikinci kitabı yazacağım...

 

Kitap Hakkında Alıntı veya Eşit Paylaştığım Yerler:

Tiktok:niss_a.andbooks

Instagram: merza.kitap.hesabi

 

Loading...
0%