Yeni Üyelik
8.
Bölüm

7. Bölüm

@niss.a

"Hayat dursa, zaman devam etmeyi bıraksa, yine de olur musun yanımda?"

 

7. Bölüm

 

Hiç gelmeyecek baharlar kadar güzeldin,

Hiç dinmeyecek fırtınalar kadar da tehlikeli.

Asla bitmesini istemeyeceğim bir ilkbahar yağmuru gibiydin.

 

Bir ayna gibiydin, beni yansıtan.

Bir cam gibiydin, ruhunun en derinliklerini bile görebildiğim,

Ancak aynı zamanda da yeni başladığın bir kitabın sonu kadar da belirsizdin.

 

Bir anne şefkati vardı kollarında,

Bir baba gibi güven vardı saçlarımı okşayışında,

Bir abla gibi merhamet vardı sarılışlarında,

Bir sevgili gibi aşk vardı bana her bakışında...

 

Peki söylesene,

​​​Hem anne, hem baba

Hem abla, hem sevgili

Söylesene nasıl hepsi oldun bana?

 

Ama biliyor musun?

Sonsuz mutluluk gelir sanmıştım,

Sen her yanımda olduğunda.

Lakin bir ömür boyu acı varmış bana zarar veren,

Senin yanında kaldıkça...

 

•••

 

“Ne oldu korktun mu yoksa?” Duyduğu sözler üzerine yanında oturan çocuğa kaydı küçük kızın bakışları. Yine yan yanaydılar. Camdan atladıklarından bu vakit hiç konuşmamışlardı. Tabi az önce girdikleri ve ikisinin de bu kavganın sonu gelmez dedikleri tartışmayı saymazsak.

 

 

Ve beş gün önceki gibi aynı basamaklarda oturmuşlardı. Birkaç dakikadır böyle en ufak bir ses bile çıkarmamışlardı. Kız bu zaman diliminde çocuğu izlemişti sadece, konuşmak için hiçbir çaba vermeksizin. Çocuk ise tam karşısındaki noktaya bakmıştı kimi zaman, bazen de dizlerine sardığı kollarına bakmıştı lakin kıza hiç bakmamıştı. Şimdi ise çocuğun tek bir sorusu üzerine aralarında uzun bir süredir hakimiyet kuran sessizlik son bulmuştu.

 

 

“Hayır ya neden korkacağım ki ben senin gibi çakma kahverengi gözlü birinden.” Diyerek altta kalmamaya çalışmıştı kız. Ve aynı zamanda da beş gün önce konuştukları göz konusuna da vurgu yapmıştı. Tabi ki de bu imayı havada kapmıştı yanındaki de. Uzun bir süredir kıvrılmayan dudakları gülmek için aralamıştı. Ufak bir kahkaha attıktan sonra buraya gelişlerinden bu yana ilk kez çevirmişti bakışlarını kıza.

 

“Hop, ben çakma kahverengi gözlü filan değilim.” Demişti zaten ona bakmakta olan koyu kahve gözlere bakarken. “Ayrıca daha senin doğru düzgün renkleri bilmemen de benim sorunum değil.” Diyerekte devam etmişti konuşmasına.

 

Kızın ise duyduğu sözler üzerine kaşları çatılmıştı hemen. Gözlerine sinirli bir ifade dolarken karşılık vermeyi ihmal etmemişti tabi ki de. “Asıl sen renkleri bilmiyorsun! Eğer bilseydin renkleri, kendi gözlerinin çakma kahverengi olduğunu da bilirdin.” Demişti bir parmağını çocuğa doğru sallayarak.

 

Çünkü o biliyordu renkleri, öğretmişti annesi ona hepsini teker teker ve o da hepsini aklında tutmuştu. Yani eğer o renkleri yanlış biliyor olsaydı annesi de yanlış biliyor olacaktı. Ancak annesi gördüğü en zeki kadındı, hatta gelmiş geçmiş en zeki insandı. Ve böyle zeki birinin daha renkleri bile bilmemesi imkansızdı.

 

“Eğer renkleri bilseydin çakma kahverengi diye de bir rengin olmadığını bilirdin.” Demekle yetinmişti karşısındaki ona salladığı parmağını geriye iterek, eğlenen bir ses tonuyla.

 

“Hayır senin gözün çakma kahverengi, benimki gerçek!” Bu sefer dibinde bağıran kız yüzünden yüzünü ekşitmek zorunda kalmıştı çocuk. Kız ise daha fazla çatabilirmiş gibi daha da çatmaya çalışmıştı kaşlarını.

 

Ahaa, başladı yine bu diye düşünürken bir yandan da ona nasıl çakma kahverengi diye bir rengin olmadığını anlatacağını düşündü. Hiçbir şeyden emin olamazken başladı açıklamaya. “Bak şimdi, çakma kahverengi diye bir renk yok değil mi?” diyerek harika bir giriş yaptığını düşünüyordu ancak beş gün önce de harika bir giriş yaptığını düşündüğü konuşma da tam bir fiyasko ile sonuçlanmıştı.

 

“Yok, tabi ki de öyle bir renk.” Demişti kız da cevap olarak az önceki sinirli halinin aksine sakin bir şekilde.

 

Tamam dedi çocuk içinden en azından öyle bir renk olmadığını biliyor. “Yani öyle bir renk yoksa benim gözüm de çakma kahverengi olamaz.” Bunu der demez gözlerinde parlayan umut ile bakmıştı kıza. Ne diyeceğini beklerken tutmuştu nefesini. Lakin duymayı beklediği şeyi bir türlü duyamamıştı. İçindeki umut kırıntıları yok olup giderken kızın onunla dalga geçtiğine emindi. Çünkü bunun başka bir açıklaması olamazdı.

 

“Hayır senin gözlerin çakma kahverengi!” Evet, aldığı cevap buydu.

 

“Açık kahverengi diye bir renk var ya benim gözüm o işte!” diyerek o da yükselmişti çünkü artık daha fazla sakin kalamazdı.

 

“Açık kahverengi zaten çakma kahverengi oluyor. Gerçek kahverengi benimki!” Bu kızla düzgünce, iki medeni insan gibi tartışmayı çok isterdi lakin kulağının dibinde bas bas bağıran bu kız ona hiçte yardımcı olmuyordu. Bu yüzden ona da onun anladığı dilden konuşmak kalıyordu.

 

“Renkler gerçek çakma diye ayrılmıyor bir kere.” Zaten küçük çocuklarla aynı ortamda bulunmaktan nefret ederdi. Hiçbir şeyden anlamıyorlar diye ve şimdi de bu kız bebek gibi davranıyordu. Başına ağrılar girdiğini hissederken daha fazla konuşmak istemedi bu konuyu. Büyüyünce anlatırım ona diye düşünerek bambaşka bir konuya geçti. “Hani sen her gün üç soru soracaktın ya bana hadi onları sor.”

 

Bu dedikleri üzerine kız çatılmış kaşlarını düzeltti. Beyaz bayrak sallayarak çocuk çakma kahverengi gözlü olduğunu kabul etmişti ona göre lakin sesli dile getirmedi bunu. Bunun yerine ne soracağını düşündü.

 

“Beş gün yoktun ama soru hakkım boşa gitti.” Dedi çocuğa dönerek. Beş gündür sabretmişti gelmesini beklemişti ancak hiçbir şey olmamıştı ve onun aklındaki sorular asla son bulmamıştı.

 

Gerçekte açık kahve olan ama kıza göre çakma kahverengi olan gözlerini kısarak kısa bir an düşündü birinci. Kız, haklıydı. Hem de çok haklıydı. “On beş soru soracaksın o zaman.” Demişti kızla uzlaşma yoluna gitmeye çalışarak. Başını sallamakla yetinmişti kız ne soracağını düşünürken.

 

“Bir, sen bana mı yürüyorsun? İki, benimle ne işin var? Üç, neden burada herkes birbirine sayı ile sesleniyor? Dört, burası tam olarak neresi? Beş, müdire abla neden sana bağırıyordu? Altı, senin orada ne işin vardı?” Tek nefeste sorduğu sorular yüzünden durakladı kız. Derin bir nefes alırken tam diğer sorularını da sıralayacaktı ki çocuk konuşmaya başlayınca kapadı aralanan dudaklarını.

 

“Bunların yarısı geçen sorduğun sorular.” Biliyordu kız daha önce sorduğu soruları sorduğunu. Lakin o zaman hiçbir cevap alamamıştı ve bu yüzden şimdi tekrar sormak istemişti.

 

“Biliyorum, sen cevap ver hadi!” demişti meraklı bakışları sağ tarafına dönerken.

 

“Bir, ben sana yürümüyorum gördüğün gibi oturuyorum. İk-“ Kız onun sözlerini keserek “Sorumun cevabı bu değildi. Dalga geçmeden düzgünce cevap ver bana.” Dedi hızlıca. Kızın sinirli bakışlarını görünce bir kahkaha atmıştı çocuk.

 

Ciddileşmek adına derin bir nefes almıştı ilk önce sonra da soruları cevaplamaya devam etmişti. “Ben sadece seni korumaya çalışıyorum çünkü sen daha yenisin burada. Ayrıca sen o beşincinin laflarına da bakma o öyle boş boş konuşur hep.” Bakışları kıza dönerken anlayıp anlamadığını anlamaya çalışıyordu.

 

Başını sallayarak “Tamam, diğer soruya geç.” Demişti kız bir şeyler düşündüğü kıstığı gözlerinden belli olurken.

 

“İki, yine bir ile aynı aslında. O gün seni korumaya çalıştım. Şimdi ise ben değil sen benim yanıma geldin.” Başını sallamakla yetinmişti kız yine. Çünkü şuan çok önemli bir şey düşünüyordu. Soruları cevaplarken çocuğun sesinin nasıl bu kadar yatıştırıcı çıktığı gibi...

 

“Üç, burada herkes birbirine sayı ile sesleniyor çünkü buradaki kimsenin bir ailesi yok. Ailesi olanları ise ailesi buraya bırakıp terk edip gittiler. Ailesini daha önce görenlerin bir adı var elbette ama ailesini hiç görmemiş, tanımamış olan diğer çocukların ise bir adı yok. Her ne kadar buraya ilk geldiklerinde buradakiler onlara bir isim verse de bunların hiçbiri gerçeği yansıtmıyor. Ve çoğu kişi onların onlara verdikleri adı kullanmak istemiyor. Bazıları ailesinin verdiği isimleri kullanırken onların hiçbir kan bağı bile olmayan kişilerin verdikleri ismi kullanmak ister istemez onları yarayabiliyor. Ve biz de bunun olmasını engellemek için herkese sayı ile sesleniyoruz. Buraya kaçıncı olarak geldiysen senin adın odur. Bu buranın geleneği gibi bir şey işte. Hem böyle ayrımcılık filan da olmuyor ve kimsenin bu durumdan da şikayeti yok.”

 

Kızın anlayıp anlamadığına baktı tekrar ve söze öyle devam etti. “Ve bence bu durum buradaki tüm çocuklar arasında özel bir bağ oluşturuyor bu yüzden herkes buna uyum sağlıyor. Ayrıca yeni gelenler de bu sayede daha kolay adapte olabiliyorlar.” Elinden geldiğince iyi bir şekilde anlattığını düşünüyordu. Birkaç dakika kıza düşünmesi için süre tanıdı ve beklediği gibi kız ona ayrılan bu sürenin sonunda yeni bir soru sordu.

 

“Peki, zaten ailesinin koyduğu bir adı olan kişiler neden kabul ediyorlar ki bunu?”

 

Nasıl anlatacağını bilememesine rağmen yine anlatmaya çalıştı çocuk. “Çünkü kimse onları terk eden ailelerinin onlara verdiği ismi kullanmak istemiyor, bu adlardan nefret ediyor bir çoğu zaten. Ailesi sonradan ölenler ise eski hayatında acı olduğu için eskiyi bir kenara bırakarak yeni bir hayata başlamak ve yeni bir başlangıç için kendi adlarını kullanmıyorlar.”

 

“Anladım, diğer soruya geçelim.” Açıklaması uzun olduğu için aslında kızın anlamayacağını düşünmüştü lakin beklediğinin tam tersi olmuştu ve onun bu durumdan hiçbir şikayeti yoktu. Kızı dinleyerek yeni soruya geçti.

 

“Dört.” Dedi çocuk derin bir nefes alırken. “Burası bir yetimhane ve yetimhane de ailesi olmayan çocuklar olur.” Bu soruya daha nasıl bir cevap vereceğini bilmiyordu bu yüzden her şeyi tek cümle ile özetlemeyi seçmişti.

 

“Ama benim bir ailem var.” Diyen kız üzerine verdiği cevabı düzelterek yeni bir cümle kurdu. “Ailesi olmayan veya terk edilen küçük çocukların belli bir yaşa kadar kaldığı yere yetimhane denir ve biz de şuan bir yetimhanedeyiz.”

 

Kızın “Neyse bunun cevabını biliyordum ben.” Yanıtı üzerine şaşırmıştı bir an çocuk.

 

“Madem biliyordun da neden sordun?” diye sordu hemen.

 

Aldığı “Canım istedi.” Cevabı kahkaha atmasına sebep olmuştu. Bir eli gülmekten ağrıyan karnına giderken kahkahalarını durdurmakta zorluk çekmeye başlamıştı.

 

“Sen beni mi taklit ediyorsun?” diye sormuştu birkaç dakika sonra gülme isteğini bastırdığı zaman.

 

“Hayır.” Demişti kız da çok ciddi bir şekilde. Hatta gerektiğinden de ciddi bir şekilde. Kızın bu yüz ifadesi üzerine çocuk boğazını temizlemek adına öksürdü.

 

“Sorulara devam ediyorum.” Diyerek kızı da bilgilendirdikten sonra diğer soruyu hatırlamaya çalıştı ancak bu nafile bir çabaydı. “Beşinci soru neydi?” diye sormuştu yanındaki kıza dönerek.

 

Bir an hatırlamak adına kısa bir an düşündükten sonra cevapladı kız soruyu. “ Müdire abla neden sana bağırıyordu?”

 

Bu soru karşısında tekrar kaçırdı bakışlarını çocuk. Gözleri karşısındaki bir noktaya dalıp giderken içinden hiçte bu soruya cevap vermek gelmiyordu. Deminden beri gülen ifadesi yerini bir somurtkanlığa bırakmıştı. Gözlerinin dolduğunu hissederken ağlamamak adına gözlerini sımsıkı kapattı, elleri yumruk biçimi alırken hıçkırmamak adına sıktı çenesini. Ağlamamak için oturduğu yerde bedenini kasarken yutkundu.

 

Hayır, ağlamayacaktı...

Hayır, ne olursa olsun güçlü duracaktı...

Hayır, ağlayıp yanındaki kıza kendini maskara edemezdi...

 

Tut bütün yaşlarını birinci dedi kendi kendine. Tut bütün yaşlarını ve güçlü dur. İçindeki çocuk feryat figan ağlarken sen tut kendini. Akıtma sakın dışarıya gözyaşlarını. Sen güçlü biri olmak zorundasın ve güçlü insanlar ağlamazlar. Onlara inat güçlü ol. Onlara inat ağlama.

Her ne kadar ağlamamak için dirense de engel olamamıştı sol gözünden akan bir damla yaşa. Kız görmeden ise hemen öbür tarafa çevirmişti kafasını ve aceleyle silmişti dolu gözlerinden akmayı başaran o tek bir damla yaşı...

 

Susmuştu. Dolan gözlerini saklamaya çalışırken susmuştu. İçindeki çocuk bu yaşında çektiği acılardan bas bas bağırırken susmuştu o.

 

İçindeki çocuk ağlarken ağlamamıştı o.

 

Şimdi hangi güç ona bağır deyince bağırabilirdi?

Şimdi hangi güç ona ağla deyince ağlayabilirdi?

 

Yapamazdı, o bağıramazdı...

Yapamazdı, o ağlayamazdı...

 

Ve onun en çok düşündüğü şey buydu. Onun en çok kendine sorduğu soru da buydu. Hayat neden masallardaki gibi güzel değildi ki? Neden acı vardı bu hayatta? Neden o acı çekmeye mahkumdu? Neden o da diğer tüm çocuklar gibi ağlayamıyordu?

 

Burada kızın tüm sorularını cevaplayacağına söz verdikten sonra onun sorduğu tüm soruları cevaplarken onun kendi içinde bir türlü cevaplayamadığı sorulardan bir kaçıydı bunlar. Onun hayatında sadece iki şey vardı:

 

Acı ve cevapsız kalan sorular...

 

Eğer birisi gelip ona hayatını tek kelime ile özetle dese vereceği yanıt şuydu:

Acı...

 

Eğer birisi ona hayatını tek cümle ile özetle dese vereceği cevap şuydu:

Cevapsız kalan sorular...

 

Ve eğer birisi ona en çok neyi isterdin diye sorsa vereceği yanıt ise şu olurdu:

Ölmek...

 

Daha küçük bir çocuktu biliyordu aynı yaşamanın onunda hakkı olduğunu bildiği gibi... Ancak bazı şeyler o kadar da kolay olmuyordu. O acı çektiği bir hayattan ziyade ölmek istiyordu. Lakin kendini öldüremezdi.

 

Kendini uçurumdan aşağıya atamazdı çünkü yükseklikten korkuyordu...

Bileklerini de kesemezdi çünkü artık kan görmekten korkuyordu...

Kafasına bir silah dayayıp ateş de edemezdi çünkü bunu yapacak cesareti yoktu...

 

Kendini öldüremezdi o bu yüzden bekliyordu ecelinin onu bulmasını.

 

Ve ilk kez sözünü tutmadı kıza karşı. Cevap vermedi onun bu sorusuna. Kız ona şok içinde bakarken kalktı merdivenlerden. Gözlerinden yaşlar boşalırken yetimhanenin arka kapısından çıkarak kayboldu gözden...

 

•✴️••✴️•••

 

 

Bir günlük ömrü olan kelebek daha fazla yaşamak ister...

Susuz kalınca boğulan balıklar karada da yaşamak ister...

Kanadı kırılan kuş tekrar uçmak ister...

Sönen yıldız tekrar parlamak ister...

 

 

Acı çeken insanlar acısız bir hayat sürmek ister...

 

Hayat ne kadar da garip değil mi?

 

 

Bir kusuru olan kişiler o kusurundan kurtulmak isterken kimisi de doğasına aykırı olan yepyeni bir özellik istiyor. Kimse dönüp kendindeki iyi özelliklere bakmak yerine direkt kusurlarına odaklanıyor.

 

 

Suda yaşayan deniz kızları karada yaşayan insanları kıskanıyorlar ve bir cadı ile anlaşma yaparak kuyruklarından oluyorlar. Kendilerine iki bacak eklenirken güzeller güzeli seslerini de kaybediyorlar aslında. Peki deniz kızları sadece suda yaşasa nasıl olumlu bir özelliği olurdu?

 

 

Ahh, cevap çok basit. İlk olarak suda nefesini tutmakta zorlanan insanlar onları kıskanırdı bu sefer. Ve yüzme bilmeyen kişiler onlar gibi suda süzülmek isterdi. Ayrıca sesleri ile şarkı söyledikleri zaman bütün insanları kendilerine hayran bırakabilirlerdi. O güzellikleri sayesinde de tüm erkekleri etkileyip kendilerine aşık ederlerdi.

 

 

Peki, eğer bir deniz kızı olmaktan vazgeçerlerse ne olurdu?

 

 

Herkesi etkileyen güzel şarkılar söyleyen seslerini kaybederlerdi. Artık bir kuyrukları olmadığı için suda eskisi kadar güzel yüzemezlerdi ve karada insanların kötülüklerine maruz kalırlardı.

 

 

Sonuç olarak bir deniz kızı için en iyi olan kendi halinde kalmasıdır. Çünkü bu onun için en doğru ve güvenli seçenektir. Ehh, zaten deniz kızları gerçekte olmadığına göre normal insan olmak istemeleri biraz saçma bir örnek oldu...

 

Kanadı kırık olan kuş tekrar uçmak ister çünkü tatmıştır daha önce mavi göklerde süzülürken özgürlüğü. Bu yüzden bekler her gün kanadının iyileşmesini, bu yüzden bekler her gün tekrardan uçmayı... Lakin bu onun için bir hayalden ibarettir artık. Uçamaz o bundan sonra çünkü kırılmıştır bir kere kanadı. Ne yapsa da ne etse de iyileştiremez kırılan kanadını.

 

Bu aynı bir insanın kalbini kırmaya benzer. Kalbi kırılan bir insanın kalbi asla bir daha eskisi gibi olamaz. Belki tekrar konuşur sizinle, geçer size olan kızgınlığı ancak kırgınlık her zaman kalır geride. Zaman geçse de ne azalır ne de artar. Hep orada, olduğu yerde durur bir daha asla silinmemek üzere. Dilenen özürler sadece o kırık kalbe bir yara bandı takar. Kırılan bir kalp hiçbir zaman eskisi gibi tek parça olamaz. Ve bir süre sonra o yara bandı düşer, kaybolur ve yok olur. Geriye ise hiçbir zaman düzelmeyen bin bir parçaya bölünmüş, kırık bir kalp kalır...

 

Sönen bir yıldız tekrar parlamak ister çünkü tatmıştır daha önce o ihtişamı. Ve onu geri ister. Diğer yıldızların parıltısını görünce tüm aydınlıkları kendine ister. Ama ve lakin sönen bir yıldızın tekrardan parlayabilmesi, kırık kanatlı kuşun uçma olasığı ile aynıdır.

 

Gel gelelim bir günlük ömrü olan kelebeğin daha çok yaşama isteğine...

 

Sizce bu mümkün müdür?

 

Hayır, tabi ki de! Kelebek daha fazla yaşamak istedi diye daha fazla yaşaması bir imkansızdır. Kelebeklerin ömrü bir gündür çünkü daha fazla yaşayamazlar. Bir kelebek koleksiyoncusu gelip onu avlayabilir veya yaramaz çocuklar onu yakalar ve kanatlarını kırarlar.

 

Peki, kelebekler tırtıl olarak kalsalar? O kozanın içine hiç girmeseler ne olurdu?

 

Tabi ki de daha uzun bir ömür yaşarlardı. Belki uçamazlardı, belki bir kelebek gibi güzel olmazlardı ama istedikleri gibi yaşarlardı işte. Lakin tırtıllar daha güzel görünmek için uzun ömürlerinden vazgeçiyorlar. Sırf güzellikleri ile diğer canlıları etkilemek için.

 

İşte, bu olay da aslında insanların yaptığına benzer. Estetik ile kendini değiştir, daha güzel ol ama birisi gelsin ve senin bütün hayatını mahvetsin...

 

Hayatta önemli olan sizin ne kadar güzel olduğunuz değildir. Hayatta önemli olan şey sizin doğru kişiyi bulup bulmamanızdır. Çünkü güzel olan biri de çirkin olan biri de hayatı aynı şekilde görürler. Aynı renkleri görüp aynı dünyaya bakarlar. Lakin onların mutlu olup olmadıklarını ise en yakınları belirler. Şayet yanında yanlış insan varsa o kişi her zaman mutsuz olmaya mahkumdur. Şayet yanında doğru insan varsa o kişi her zaman mutludur.

 

Doğru insan neden önemlidir diye soracak olursanız doğru insan sizin kaderinizdir diye cevap verirdim buna. Çünkü doğru kişi üzüldüğünüzde size bağırıp çağıran değil sizin yanınızda duran ve mutlu olmanız için her şeyi yapandır.

 

Doğru kişi ağladığınızda sizi aşağılayarak size vuran değil ağladığınız zaman size sarılan ve saçlarınızı okşarken gözyaşlarınızı silendir.

 

Doğru kişi güldüğünüzde bunun komik bir şey olmadığını söyleyen değil sizin gülüşünüzü görünce sizinle birlikte gülen kişidir.

 

Ve evet hayatta en zor şeylerden biri doğru insanı bulmaktır. Çünkü o kişi gelmeden önce binlerce yanlış kişi ile tanışırsınız ve hangisinin iyi hangisinin kötü olduğunu bulmak sizin için yorucu olabilir. Lakin neden doğru insan hayatınıza ilk kişi olarak çıkmaz karşınıza bilir misiniz? Çünkü sizin yanlış kişileri görüp doğru kişinin değerini daha çok anlamanız için...

 

Doğru insan bir anne gibi şefkat ile size kol kanat geren kişidir...

Doğru insan bir baba gibi güven veriri saçlarınızı okşadığında...

Doğru insan bir abla gibi merhamet ve sevgi ile sarılır size...

Doğru insan bir sevgili gibi aşkla bakar gözlerinize...

 

Hayatta doğru kişiyi bulmak imkansız değildir. İmkansız olan şeyler bir balığın karada yürümesi, bir kelebeğin yıllarca yaşayabilmesi, kanadı kırılan kuşun bir daha uçması, sönen bir yıldızın tekrar parlayabilmesi ve insanın acı çekmeyi bırakmasıdır...

 

Balıklar karada yaşayamaz çünkü orada su yoktur...

Kelebekler daha fazla yaşayamaz çünkü onlara bahşedilen ömür kısadır...

Kanadı kırık kuşlar uçamaz çünkü kırık kanatları engeldir buna...

Sönen bir yıldız tekrar parlayamaz çünkü o yıldız sönünce ölmüştür zaten...

Bir insan acı çekmeyi bırakmaz çünkü insan acı çektikçe yaşamaya devam eder...

 

Evet, insanı ayakta tutan şey çektiği acıdır. Evet, insanı yaşatan şey acıdır. Ve yine evet, insanı öldüren şey de acıdır.

 

Acı öyle bir şeydir ki insanı hem öldürür hem de yaşatır. Bacağınıza saplanan bir bıçak canınızı acıtır ama yaşarsınız. Kalbinize saplanan diğer bıçak ise sizi anında öldürür.

 

Kolunuz yediğiniz kurşun sizi öldürmez ama alnınızın ortasına yediğiniz kurşun öldürür sizi. Aynı şekilde saçlarınız yansa ölmezsiniz bedeniniz yansa ölürsünüz.

 

Başka bir örnek verecek olursak gözlerinizden yüzünüze doğru akan yaşlar öldürmez sizi, acı çektirir belki. Ancak ruhunuzdan içinize akıttığınız yaşlar öldürür sizi.

 

Acı çekmek hem iyidir hem de kötü. Hem yaşadığınızı hissettirir size hem de ölümü tattırır. Yaşamak içinde, ölmek içinde acı çekmeniz gerekir çünkü insanların kaderinde bu yazılıdır. İnsanlar yaşarken olduğu gibi ölürken de acı çekerler...

 

•✴️••✴️•••

 

“Yanıma gel birtanem. Hadi gel buraya bekliyorum seni. Ne, gelmiyor musun yanıma? İyi o zaman tatlım. On saniye sonra ben gelirim yanına. Ne kaçacak mısın cidden benden?” Ve kadının kahkahası karanlıkta parlayan kan ile kaplı siyah duvarlarda yankılanarak ulaştı kulağıma.

 

Yüzümü ekşitirken kulaklarım uğulduyordu. Gözlerim kaçacak yer ararken arkamdaki kapıya doğru koşmaya başladım.

 

“BİR!”

 

Kapıyı açarak içeriye girdim. Kapıyı açtığım an ceset kokusu karşıladı beni. Yerdeki halının üzerinde yatan bembeyaz pijamaları kan içinde kalmış bir ceset...

 

Hemen çevirdim başımı, önüme bakmaya çalıştım ancak bakışlarım o yönden ayrılmıyordu yine de durmadım koştum tam karşımdaki kapıya ulaşmak için. Aceleyle kapının kolunu kavradım kanlı ellerimle ve kapıyı açarak kendimi yeni odaya attım.

 

“İKİ!”

 

Tam karşımda duran yeni kapıya koşacaktım ki tavandan üzerime bir şey düşünce bende yere yığıldım. Ellerim üzerime düşen şeyi yana devirdiğinde acele içinde yerdeki kan gölüne rağmen ayağa kalkmaya çalıştım. Gözlerim yan tarafa attığım şeye kaydığında gözlerimin tam içine bakan yeni bir cesetle karşılaştım. Bütün bedeni kanla kaplanmış küçük bir ceset...

 

Hayır, şuanda bunu düşünmemem gerekiyordu çünkü kaçmalıydım buradan. Hemen arkamı dönerek kapıya doğru koşmaya başladım. Ellerim kapı kolunu sımsıkı kavrarken hızla açtım kapıyı.

 

“ÜÇ!”

 

Koş, dedim kendime. Koşabildiğin kadar koş. Koşmayı bırakırsan öleceksin!

 

Odaya girdiğim an beni sağımda ki duvarın altındaki erkek cesedi karşıladı lakin ona daha fazla bakmaya cesaret edemedim. Daha fazla kan görmek istemeyerek koştum ulaşmam gereken yeni kapıya.

 

“DÖRT!”

 

Yeni odaya attığım an kendimi tavana asılmış bir ceset karşıladı beni. Kız mı yoksa erkek mi olduğunu anlamadığım bu cesede bakmamak için gözlerimi sımsıkı kapattım. Eğer gözlerimi sonsuza kadar kapamak istemiyorsam koşmak zorundaydım ve bu yüzden tüm gücümle koşmaya devam ettim. Lakin dizlerime kadar gelen kan yüzünden istediğim kadar hızlı koşamıyordum.

 

Ne olursa olsun başarmıştım ve nihayet yeni kapıya ulaşmıştım.

 

“BEŞ!”

 

Koştum. Artık baldırlarıma kadar gelen kan gölünün içinde kaçmak için çabaladım. Karşımda elleri ile boğazını tutan cesedi görmemek için gözlerimi kapatarak koştum ama verdiğim bütün çaba nafileydi. O ceset gözlerimin önünden hiç gitmemişti...

 

“ALTI!”

 

Yeni odaya geçtim ve biliyorum az yolum kaldı. Ben bu oda da bulunan saçları yüzünü gizlemiş o ceset gibi ölmeyeceğim...

 

“YEDİ!”

 

Bir odayı daha geçtim ve yine biliyorum az kaldı. Yolun sonunda yaşamak var ve ben yaşamak istiyorum.

 

Karnıma kadar gelen kanlar yüzünden belki koşamıyorum artık ama çabalıyorum baş aşağı tavana asılmış karşımdaki ölü gibi olmamak için...

 

“SEKİZ!”

 

Çok az kaldı. Sadece iki kapı daha. Daha hızlı olmalıyım. Göğüs kafesime kadar gelen kan gölünü yüzerek aşmalıyım belki de...

 

“DOKUZ!”

 

Son bir kapı daha var lakin kanlar artık çeneme kadar geliyor ve ben nefes alamıyorum. Ancak ne kadar da çok isterdim mutlu bir hayatta nefes almayı. Ama bazı şeyler imkansızdır...

 

“VE ON!”

 

Hayır, son kapı kaldı. Koşmalıyım! Arkamdaki canavar bana yetişmeden bu son kapıdan da geçmem gerekiyor.

 

Kanlar alnıma kadar gelirken koşmak çok zor ama. Koşamıyorum, yapamıyorum, bu kan gölünü aşıp yeni kapıya ulaşamıyorum.

 

“SENİ YAKALADIM VE ARTIK EBE SENSİN!” Duyduğum ses ile kanlı kolların bedenimi sardığını hissediyorum. Tek bir kelime dökülüyor dudaklarımdan.

 

“HAYIR!”

 

•••

 

 

 

Derin bir nefes verirken odamdaki karanlığa açmıştım kapalı gözlerimi. Ellerim boynumu sararken acele içinde bir elimle odanın ışığını açtım.

 

 

Artık karanlık yoktu, ve karanlık yokken korku da olmazdı...

 

 

Yine bir kabustan uyanmıştım. Yine tanımadığım, bilmediğim binlerce insanın cesedini görmüştüm. Yine kan gölünde boğulmuş ama ölmemiştim. Ve yine korkarak gecenin köründe uyanmıştım.

 

 

Terden üzerime yapışan tişörtümü çıkarıp dolaptan aldığım yeni tişörtü geçirdim hemen üzerime. Düzensiz nefeslerimi düzene koymaya çalışırken kurumuş boğazım yüzünden ufak bir öksürük krizine girdim. Birkaç dakika kesintisiz öksürdükten sonra nihayet kendime gelebilmiştim.

 

 

Gözlerim yatağın kenarındaki komodine kaydığında orada duran boş sürahi ile göz göze geldim. Bıkkın bir nefes verdikten sonra su içmek için odamdan çıkarak mutfağın yolunu tuttum.

 

 

Ayılmak adına gözlerimi ovuştururken karanlık koridordan geçmek beni tekrar rüya da gibi hissettiriyordu. Korkmamak için kendi içimde ufak çaplı bir savaş verirken mutfağın kapısına gelince durdum.

 

 

“Hazır mısın?” diye sordum içimden kendime sessiz bir şekilde. “Evet.” Diye cevap verdi içimdeki bambaşka bir ses bu soruya. “Onunla karşılaşmaya gerçekten hazır mısın?” diye soran başka bir sesti içimdeki.

 

 

Bu sefer vermedim bu soruya hiçbir cevap. Kesik bir nefes verirken kapının eşiğine doğru attım adımlarımı. Gözlerim mutfakta aceleyle onu ararken yine aynı yerde olduğunu gördüm. Yemek masasının yanındaki sandalyeler den birine oturmuş ve gözlerini yummuş...

 

 

Arka çaprazında kaldığım için beni görmeyeceğini düşünmüştüm lakin o beni şaşırtarak “Hoşgeldin , prenses.” Dedi. Orada olanın ben olduğumu nasıl anladığını sormak istesem de sustum. Buzdolabına yönelip suyu aldıktan sonra dolaptan aldığım bardağa doldurdum hemen.

 

 

Doldurduğum sudan büyük yudumlar alırken bakışlarım hâlâ onun üzerindeydi. Oysa gözlerini kapalı bir şekilde durmaya devam ediyordu. Boşalan bardağı tezgaha bıraktıktan sonra bir sandalyeyi karşısına çekerek oturdum. Kollarımı göğsümde bağlayarak tekrar baktım gözlerinin içine.

 

 

“Sana uyku ilacı alman gerektiğini söylemiştim.” Diyerek açmıştı gözlerini. Bakışları karanlık olmasına ve beni görmemesine rağmen hiç ıskalamadan buluşmuştu ona bakan bakışlarımla.

 

 

“Etki etmiyor.” Dedim cevap olarak. Aslında etki edip etmediğini bilmiyordum. Çünkü uyumamak için direniyordum her gece. Uyuyunca kabuslar vardı, peşimi hiç bırakmayan kabuslar... Ve ben o kabusları görmek yerine uyanık kalmayı seçiyordum. Bu yüzden hiç ilaç almamıştım. Etki etmezdi ama biliyordum ve bildiğim bir şeyi doğrulamama hiçte gerek yoktu.

 

 

“Denemedin bile, değil mi?” Diyerek okumuştu yine aklımı. İçimden geçenleri nasıl bu kadar ustaca tahmin ettiğini hiçbir zaman bilemeyecek olsam da sinir bozucu bir durum olduğu da bir gerçekti.

 

 

Bir cevap vermek yerine omuz silkmekle yetindim. “İlaç almanı senin içinde öneriyorum.” Dedim konuyu kendimden uzaklaştırıp ona getirmek için.

 

 

 

 

Dudaklarında derin bir tebessüm oluşurken yanıtladı beni. “Belki benim de senin gibi uyumamı engelleyen sebeplerim vardır.” Benim hakkımda bu kadar şeyi nereden bildiğini düşünürken buldum kendimi. Ve birbirimize ne kadar benzediğimizi fark ettim o an. Aklımda beliren soru ise bambaşkaydı.

 

 

Onu geceleri uyutmayan şey neydi? Neden bütün gece ayakta kalıyordu? Onun uyumasını ne engelliyordu?

 

 

Ama ben gene sustum. İçimden sayısız soru geçerken sustum. Çünkü tanıyordum onu. Çünkü biliyordum cevap vermeyeceğini.

 

 

“Bu gece ne gördün bakalım rüyanda?” diyerek konuyu yine bana getirmişti. Her ne kadar gördüğüm kabusu hatırlamak istemesem de yanıtsız bırakmak istemedim bu sorusunu.

 

 

“Beni kovalayan biri, on kapı, on ceset ve kaçmam için verilen on saniye.” Özetleyebileceğim en kısa şekilde özetlemiştim durumu. Düşünüyor gibi gözlerini kısmıştı o da ve hiçbir şey söylememişti bu konu hakkında.

 

 

“Bir gün için yirmi dört saat çok az değil mi?” sorusu üzerine şaşkınlıktan dudaklarımın aralanmasına engel olamamıştım. Neden böyle bir soru sorduğunu düşünürken ne cevap verebileceğimi de düşünüyordum aynı zamanda.

 

 

“Tam aksi. Bir gün için yirmi dört saat çok fazla.” Demeyi seçmiştim. Zamanın ne kadar yavaş geçtiği aklıma gelince.

 

 

Dilini damağına vurduktan sonra “Hayır, yanlış cevap. Bir gün için yirmi dört saat çok azdır.” Dedi.

 

 

“Peki, seni böyle düşünmeye iten ne?” diye sormaktan alıkoyamamıştım kendimi. Gözlerim merakla kısılırken.

 

 

Bakışlarını arkamdaki saate çevirirken “Çünkü...” diyerek başlamıştı anlatmaya. “İnsanların her gün yaşadığı en güzel zamanı vardır ve bir gün içinde en güzel zaman için yirmi dört saat asla yetmez. Çünkü diğer gereksiz şeylere gider bunun yarısı. Ve geriye birkaç saat kalır insanın hayatının güzelliğini görmesine izin veren.” Demişti ve öyle bitirmişti sözlerini.

 

 

“Peki ya insanın bir gününde hiçbir güzellik olmasa? Yirmi dört saat çok fazla değil midir onun için?” Sorum üzerine tekrar bir tebessüm belirmişti yüzünde. Bakışlarını bana çevirmişti ve gözlerimin tam da içine bakmıştı. Birkaç dakika öyle sessiz kaldıktan sonra aralamıştı dudaklarını konuşmak için.

 

 

“Hayır, öyle bir şey asla olmaz. Her insanın hayatında güzellikler vardır. Sadece bazılarında birden fazla güzellik varken bazılarında ise tek bir güzellik yeter ayakta durmasına.” Peki, o zaman neden benim hayatımda hiçbir güzellik yoktu? Ben neden her gün acı çekiyordum? Neden benim de yaşamamı sağlayan bir güzellik yoktu?

 

 

Tanrım, lütfen izin ver bana ve bende bulayım benim için verilen bu güzelliği. Yoksa bu hayat çok acı. O şeyi bana göster ve benim yaşamama izin ver...

 

 

“Ya gerçekten de yoksa?” demiştim. Çünkü buna inanıyordum. Benim için hiçbir güzellik yoktu. Hayatta benim için sadece acı dağıtılmıştı.

 

 

Gözlerime uzun uzun baktıktan sonra cevaplamıştı yine sorumu. “Herkesin hayatında var, prenses. Bazı insanların hayatlarındaki güzellikleri görmemesi o güzelliklerin olmadığı anlamına gelmez.”

 

 

İnkar etmek istedim bu dediklerini. Çünkü yoktu! Benim için hiçbir güzellik yoktu mesela. Ya da bana güzellik diye verdikleri asla canlanmayacak olan çorak bir toprak parçasıydı...

 

 

İnanmamıştım bu dediğine. Bunu sesli dile getirmesem de bakışlarımla anlatmak istedim içimden geçenleri. Zaten gözlerime bakan bakışları bu ifademi kaçırmamıştı tabi. Beni ikna etmek için tekrar girmişti söze. “Senin içinde bir güzellik var bu hayatta. Sadece doğru pencereden bakman gerekiyor hayata. Eğer hayata doğru bakmayı öğrenirsen işte o zaman görürsün onu.”

 

 

Sol gözümden bir damla yaş akıp giderken saklama gereksinimi duymamıştım. Çünkü ben bir tek onun yanında ağlayabilirdim. Çünkü bir tek o anlardı beni. Çünkü ben ağlamıyorum desem de ağladığımı hissedecek ve bilecek tek kişi oydu...

 

Yaşlar gözlerimden aşağıya doğru süzülürken gelmemişti bu sefer yanıma. İçimde bir boşluk oluştuğunu hissettim, onun desteği olmayınca. Onun ise yaptığı tek şey gözyaşlarımı görmemek için benden bakışlarını kaçırması olmuştu.

 

 

Yanıma gelmemişti bu sefer, sarılmamıştı da bana...

Yanıma gelmemişti bu sefer, silmemişti de gözyaşlarımı...

 

Hayır, onun yanımda olmayışına ağlamamam gerekirdi. Ve yine hayır, onun benden kaçırdığı bakışları bende ağlama isteği uyandırmamalıydı. Ama öyle olmuyordu. Onun bugün bana olan tuhaf davranışları beni gözyaşlarına sürüklüyordu. Bir yandan ondan gözyaşlarımı saklamak istiyordum. Diğer yandan ise onun yüzünden bana olanları görmesi için tam gözlerinin içine bakarak ağlamak istiyordum.

 

Ve uzun bir süre boyunca ben ağladım, o ise ben hariç her yere baktı...

 

“Peki, sen neden bir gün için yirmi dört saatin çok fazla olduğunu düşünüyorsun?” Sorusu üzerine gözümden akan son yaşı sildim. Düzensiz nefeslerim düzene girerken sonunda bana dönen bakışlarına baktım.

 

Hemen cevap vermedim, onun gibi. Bekledim, en doğru cümleyi kurmayı bekledim. Kendimi ne zaman hazır hissedersem o zaman konuşmayı bekledim. Lakin hiçbir cümle, hiçbir kelime söyleyemedim. Ben de bilmiyordum çünkü. Bir gün için yirmi dört saatin az mı çok mu olduğunu...

 

Ben sustum ve o da sustu. Sessizlik aramızda bir kez daha hakim oldu...

 

“Bunun da bir sebebi yok yani?” Hayır, bir cevabı vardı. Lakin o cevap içimdeki kilitli bir kutuya hapsedilmişti ve o kilidi açacak anahtar bende yoktu. Hiçbir zaman da olmamıştı.

 

Sadece sustuk ve mutfaktaki karanlığın beni de ele geçirmesine izin verdim. Kapalı göz kapaklarımdan birkaç damla yaş süzüldü. Yanağıma, çeneme ve boynuma. Ve en sonunda o yaşta yok oldu. Gözümden akan son yaşta beni terk edip gitti. Ben ise her zamanki gibi tek kaldım.

 

Gözyaşlarının bile istemediği birini kim niye istesindi ki?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%