@nurumsu
|
"...bu defa prenses prensi kurtaracak, kötülük kazanacak ve belki de karanlık onların aydınlığı olacaktı." (Olasılık Tanrısı Osiel'in 'Ulu Olan'a Ulaşma Çabaları' adlı eserinin Ⅶ. cildinin 19. sayfasının sağ alt köşesindeki ilk baskıda olmayan notu.)
+
♪; çağan şengül, çok yazık. carla morrison, disfruto. lana del rey, dark paradise.
Saf acının gözlerine, yüzüne ve tüm bedenine yuva yaptığı adam; her şeyini onunla beraber dizayn ettiği odaya saniyeler öncesinde girmiş ve kendisinin sevgilisinin burada oturup çalışmaktan zevk aldığı masasına oturmuştu. Günler önce burada oturup cıvıl cıvıl konuşan sevgilisinin yokluğu buz gibi odada, koynundaki soğukluk ve odadaki kül kokusuyla yeniden tokat gibi yüreğine çarptı. Yüreğine çarpan şiddetli tokat yüzüne yansıdı, sanki ilk defa anlıyormuş gibi afalladı. Bu oda kül değil rüya kokmalıydı, çiçek kokmalıydı. En derinine kadar hissettiği ölüm; vücudunda artçı depremlere neden oluyor, kalbi bu ölümü inatla reddediyor ve onun yaşadığı günler adına savaşıyordu. Gözyaşları birer birer okyanusun derinliklerini aratmayan gizemli mavi gözlerinden intihar etti. İntihar eden gözyaşıydı, sebebiyet verense ölümün acı verici ıstırabıydı. Acı geçmiyordu. Her farkına vardığında göğsüne bir bıçak gibi saplanıyor ve o bıçak sürekli daha derinlere görünmez bir güç tarafından nefesi kesilene kadar itiliyordu. Üstelik kan kaybından ölmüyordu, ölmeyi ne çok isterdi hâlbuki. Bu düşünce tüm zihnini ele geçirmeye başlamışken derinlerden bir ışık parladı, kızını nasıl unutup ölmeyi düşünürdü. Oğullarının ikisine de verdiği sevgili bilekliklerinden üzerinde ay simgesi olan ip bilekliği sızladı, derisini yaktı. Yine de engel olamadı, intihar edemezdi ama sağlıklı düşünemediğinin kanıtı olarak ölüm için çocuk gibi heyecanlandı. Gözyaşları durmaksızın akarken hıçkırarak ağlıyordu adam, bu yaşına kadar hiç ağlamadığı kadar acı dolu ve hıçkırıklarının arkasına sığınmış sessiz feryatlarla. Göğsü sıkışıyor, aldığı nefes ona zehir oluyordu. Çığlık atmak istiyordu, bağırıp çağırmak ve bu evi bu odayı yakıp yıkmak istiyordu. İçinde vahşi bir dürtü vardı, en sevdiğinin ölümünü kabullenemeyen ve inkâr edip onu geri alana dek tüm dünyayı yakacak güçte bir dürtü. Gözlerinin önündeki şeffaf perdelerden önünü göremeyen adam ağlaya ağlaya kendini sandalyeden aşağı bıraktı. Sevgilisinin çok sevdiği elleriyle saçlarına asıldı, kendine verdiği bu acıyı hissetmiyordu keza zaten vücudu fazlasıyla acıyla doluydu. Tanımlanmasına imkânı olmayan büyüklükte bir acıyı ömür boyu koynunda uyutacaktı artık. Hızını alamadı kendini yerden yere vurdu, odadaki tüm eşyaları fırlattı, çalışma masasının üzerindeki kâğıtları yere saçtı; kâğıtlar havada süzülürken üzerlerinde rengârenk kalemlerle yazılmış kelimeleri görmek daha da hırslandırdı. Masayı devirdi, ayaklı abajuru yere fırlattı. Çıkan sesler ne kalbindeki feryatları bastırabiliyordu ne de kendi sesini. Islak bakışları odada dolandı, her bir zerresi sanki yeterince hissetmiyormuş gibi yeniden hatırlattı bu oda her bir anlarını. Ortada bir yara vardı, sıradan bir yara değildi; yalnızca canından çok sevdiği birini kendi elleriyle gömen, artık sevdiği toprak olan ve her şeyini o toprağa adayacak birinin anlayabileceği türden bir yaraydı. Bu yara öyle bir şeydi ki ne dikiş tutuyordu ne de kanaması duruyordu. Ömrünün sonuna kadar açık kalacak bir yaraydı bu. Hırsla bağırdı, sinir krizi geçiriyordu şu an. Eline batan camların kanlar içinde olduğundan bihaberdi. Tam anlamıyla bitik duruyordu, saçları dağılmıştı ve bu sevgilisinin sevdiği türden bir dağılma değildi. Hala ağlıyor, hıçkırıklarından nefessiz kalıyordu ama buna rağmen tüm nefretini tüm hıncını onun dokunduğu cansız nesnelerden çıkarmaya devam etti. Odadaki her bir anı yerlerdeyken odanın ortasında çaresizce kalakaldı adam. Yaşlı gözlerle bir daha baktı odaya ve sevgilisinin ne yaparsa yapsın gelmeyeceğinin getirdiği farkındalık zihnine şimşek gibi çakmış orada kasırgalara neden olmuştu. Perişan bir halde bedeni yere dizleri üzerine sertçe düştü, bu sefer daha sessizdi. Elleri yumruk halinin aldı, yaşları bir bir yanaklarından çenesine doğru süzülürken gözlerinin birkaç saniyeliğine sıkıca kapattı. “Yemin ederim,” dedi hırıltılı ve boğuk çıkan sesindeki o içten kinle. Gözlerini açtığında gözleri alev alev yanıyordu, sanki az önceki adama ait değildi bu gözler. Ölüme kinliydi, doktora kinliydi ama en çokta bunları sevgilisine yaşatan sevgisine kinliydi. Kendisi zaten kinin kendisiydi, bunun sebebi de kendisiydi. “Yemin ederim,” dedi tekrar aynı hislerle ve devam etti. “Unutmayacağım.” Ne seni ne de sana yapılanlara sessiz kalanları. En sonunda tüm bedeni boşalmışçasına çaresizce kalakaldı, yumruk yaptığı ellerinin parkeye vurdu güçsüzce. Gözlerindeki yanmayı ve defalarca elinde parçaladığı cam parçaların varlığını, acısını artık hiç hissetmiyordu. Sanki bir boşlukta gibi hissediyordu, bedenindeki güç çekilmiş, tüm hisleri başka bir şeyin varlığından korkup geriye sinmişlerdi. Neydi bu? Acı geçmiş miydi, yara kapanmış mıydı? Korkuyla kırptı gözlerini. “Hayır, hayır, hayır…” Bu boşluğu bu hissizliği açıklayamıyordu. Neydi? Hiçbir şey. Ne zaman kapattığını hatırlamadığı gözlerini usulca açtı. Gözkapakları bile titreyen bu adamın ölüme kini asla geçmeyecekti. Tekrar fısıldadı. “Yemin ederim.” Çöktüğü yerden bakışlarını tekrar ve tekrar odada gezdirdi. Her yer dağılmıştı. Her yer. Öyle ki bu kargaşanın içerisinde masanın yanında üzerinde katlı bir battaniye olan tahta sandığın açığa çıktığını fark etmemişti. Gözleri orada takılı kaldı. Bu sandığı hatırlıyordu, yıllar önce bir antikacıdan sevgilisinin ısrarı üzerine almışlardı ve şu an ilk defa görüyordu bu sandığı. Böyle bir sandık olduğunu bile unutmuştu. Ruhsuzca uzandı sandığa ve sürterek önüne çekti, bağdaş kurup tam olarak önüne aldı sandığı. Eski bir sandıktı, işçiliği güzeldi, nostaljik bir hava katıyordu. Sertçe burnunu çekti, kendini toparlamaya çalıştı, gözyaşları durmuştu belki ama kurumamıştı. Yanağında asılı kalan yaşlar sandığın üzerine düştüğünde derin bir nefes alarak kapağını gıcırtılı bir ses eşliğinde kaldırdı. İçinde her şey olabilirdi, her şey ama kahverengi zarflarda her birinin üzerinde kahverengi öpücük izleri olan mektuplar olamazdı. Gözlerindeki buğudan dolayı hayal gördüğünün düşündü, inanamadı. Elleri titreye titreye en üstte üzerinde romen rakamıyla bir yazan mektubu aldı. Sandığı açar açmaz anlamıştı aslında, içinde onun kokusu vardı; ona aitti bunlar ve kendisinin nostaljik olan her şeyi sevdiğini bildiğinden mektup yazmış olması titreyen dudaklarında cılız fakat içli bir tebessüme sebebiyet verdi. Yine yapmıştı, en ihtiyacı olan anda yanında olmak için yine kendisine kelimelerini vermişti. Duygu durumuna tezat şekilde heyecanlandı, sevdiğinin kokusunu solumak ve ellerinin bu kâğıtlara değmiş olması heyecanlanması için geçerli bir sebepti. Titreyen elleriyle öpücük izinin üzerini içi giderek okşadı. Gözleri oraya daldı, zihni onu eski günlere götürdü. Onun olduğu her geçmiş artık yokluğunu hatırlatıp büyük bir azabın içine attıkça atacaktı ama ona dair en ufak şeyi bile hatırlamak için ateşlerde yanardı. Ve son nefesine kadar hatırlayacaktı da.
+
"bir vazgeçiş bir kabullenişe, bir kabulleniş iki kişinin hayatına denkti." -cehennemin gelini |
0% |