@ordecik
|
Kocaman bir çarpı. Boya ile değil yırtık ile çizilen koca bir çarpı tuvalin üzerinde. Sonra da üzerini örtmek renksiz bir örtü ile. Fırlatıp karanlık bir köşeye orada bırakmak. Yeni bir tuvale yeni bir şey çizilebilir belki. Fakat bir ressam, heba olmuş resimlerini hiç unutabilir mi? Sahi, dostluğun resmi çizilebilir miydi ki? Boya ile fırça bile ancak tuval karşısında yan yana geliyorsa, dostluğun arkasındaki şey ebediyet mi? Dört harf. Dört farklı harf. Her yerde aranan, onsuz yapılamayan bir bütün. Şairlerin reddiyeler düzdüğü dört arkadaş... Sahi, 'benim meskenim dağlardır' dedirten onlar ve diğer harfler değil miydi? Peki, fırçayı versek bir dostun eline ve onun resmini izlesek... Belki güzel bir manzara çizer önce. Gözlere çapkın koca bir manzara. Yansımasız bir su akar şurada, meyvesiz ağaçlar durur öbür kenarda. Sonra da ortaya koca bir bina. Bir köşk. Camdan bir köşk. Kapısında ateş rengi bir yılan durur bu köşkün. Birini gördüğünde yakınlarda, çekmeye çalışır kendine ağzındaki elmayla. Nedir içerisi, nedendir kimse bilmez. Bir kere kalındığında camın ardında, cennetin köşesinden geri dönülmez. İşte. Fırçaları saklamalı bilinmedik yerlere. Ya da daha iyisi, Kocaman bir şato çizmeli. Aşılmaz dağların üzerinde koca bir şato. Kapıları kilitli. Camları kapalı. Önünde ise nöbetçi tazıları. İndirmemeli köprüleri hiçbir zaman. Kovmalı bulutları, uzaktan izlemeli yağmurları. Orada kimse yaşamamalı. Sonra da bütün fırçaları yakmalı. *** Ani bir esinti ürküttü Gecekanadını. Ürkünç bir şey yoktu. Kötü bir şey yoktu. Huzur gezdiriyordu parmaklarını siyah tüylerinde. Mutluydu. Fakat bir an durdu. Merak etti. Mutlu olan bir tek o muydu? Gözlerini gezdirdi sağdan sola. Kendinden başka kimse yoktu. Acaba, dedi kendi kendine, var mı birileri şu kiraz ağaçlarının ardında? Süzüldü Gecekanadı çıkıp da gölyuvasından. İlerledi. Geçti beyaz yapraklı dallarını birbirine uzatan ağaçların arasındaki sudan. Meyveler vardı dallarda. Hiçbir zaman çürümeyecek siyah meyveler. Ama şimdi onu ilgilendiren bu değildi. Yalnızlığın ne olduğunu öğrenmenin peşindeydi. Ağaçlar bitti sonunda. Meyveler tükendi. Bir an ürktü Gecekanadı. Arkasına baktı. Orada, Ay'ın altında, duruyordu tüm siyahlığıyla yuva bildiği gölü. Şimdi önündeki şey ise ölü bir toprakçölü. Devam etti. Titrek dalgalar yayarak dar dereye, endişe ile ilerledi. Birini gördü. Ya da birilerini. Karar veremedi. Yanına gitmeli miydi? Gidecekti. Hem, şu kadarcık şey ya da şeyler ona ne yapabilirdi ki? Karıncalar. Düzensiz, başına buyruk karıncalar. "Ne var?" dedi bir tanesi. "Bu kim?" dedi bir diğeri. Sırtında taşıdığı taşı fırlatmaya çalıştı ötekisi. Hepsi birden kıyıya geldiler. Aniden ortaya çıkan bu siyah kuğuyu dinlediler. Ama hiçbiri anlamadı. Kuğu dili bilen var mıydı? Gecekanadı tekrar denedi. Kanatlarıyla sözlerini desteklemek istedi. Beceremedi. "Bence yuva arıyor, ama bizim yuvamıza sığmaz." dedi bir tanesi. "Bence yemek arıyor, ama bizim yemeğimizle kuğu doymaz." dedi bir diğeri. "Bence yoldaş arıyor, ama bizim yoldaşlarımız suda yaşamaz." dedi ötekisi. Gecekanadı hüzünlendi. Aradığı hiçbiri değildi. Daha fazla uğraşmak istemedi. "Ne istiyorsan git ona sor!" dedi karıncalardan biri. Eliyle ilerideki çürük ağacı gösterdi. Orada, ağacın dalında, bir kuş vardı. Kara renkli bir kuş. Kuğu, onu görünce sevindi. Belki merak ettiği şeyleri ona sorabilirdi. Fakat bir sorun vardı. Bir köprü vardı yolunda. Çürümüş, parçalanmış ahşaplardan ibaret alçak bir köprü. Onun altından geçebilecek miydi? Ya da belki karaya çıkıp gidebilirdi. Ama o hiç toprağa adım atmamıştı ki. Her zaman kendi yolunda, sakince akan sulardaydı. Karada olmak nasıl bir şeydi? O zaman kuğu olmaktan vazgeçmiş mi olurdu? O kendini hep kuğu olarak biliyordu. Çünkü o bir kuğuydu. Bildiği tek yol suydu. Diğer kuşları görmüştü yuvasından. Onlar uçabiliyordu. Dallara oturup etrafa cıvıldayabiliyordu. O ise yapamıyordu. Suda yaşıyordu. Ötemiyordu. Sahi, hiç kimse bir kuğunun sesini duymuş muydu ki? Ama o kendini böyle seviyordu. Uçamamak, ötememek onun için bir önem taşımıyordu. Kuş olarak görülmek ya da görülmemek umurunda değildi. O kuğuydu ve kuğu kalmak istiyordu. Köprünün önüne geldi. Belki birkaç saniyeliğine kuğu olmamak bir şey değiştirmezdi. Perdeli, ıslak ayaklarını çıkardı sudan. Toprağa adım atıp ilerledi. Daha şimdiden hoşlanmamıştı bundan. Şimdiden kirlenmişti. Dönüp ayaklarının altına baktı. Çamur olmuşlardı. Islak ayaklarla toprağa basmak böyleydi demek. Ama bir yere basmadan nasıl kuruyabilirdi ki? Peki, yeniden suya döndüğünde suyu da kirletmeyecek miydi? Belki de karaya hiç çıkmamalıydı. Yine de yürüdü. Birkaç adım sonra yeniden kuğu olacaktı işte. Yürüdü. Durdu. O kuş ve o ağaç çok uzakta değildi ki. Kirletmek istemedi suyu. Islak, çamurlu ayaklarıyla devam etti suyun kenarından. Her adımla daha da üzüldü. Her adımla daha da sinirlendi. Çıkmıyordu işte. Bu çimensiz topraklara bastıkça daha da kirleniyordu ayakları. Canı acıyordu her adım atışında. Bu, o kuğu değildi. Az önce buraya temiz ayaklarıyla süzülerek gelen o kuğu nasıl bu haldeydi? Belki olurdu. Belki temizleyebilirdi ayaklarını. Sürttü. Toprağa sertçe sürttü ayaklarını. Baktı sonra. Artık ayaklarının altı tamamen kaplanmıştı pis toprakla. Suya giremezdi. Evini, berrak yuvasını toprakla kirletemezdi. Ama belki o kuş söylerdi. Belki o kuşa sorarsa temizlenmenin bir yolunu bulabilirdi. Çürük ağacın yanına tiksinerek yaklaştı. Karaya adım attığı andan beri her şey kötüydü. Her şey çirkindi. İğreniyordu. Korkuyordu. Ağacın kırılmamış tek dalında duran kuşun dikkatini çekmeye çalıştı. Kanatlarını çırptı. Ayaklarını yere vurdu. Gagasını ağaca vurup ses çıkarmaya çalıştı. Ses çıktı. Ama vurma sesi değildi bu. Vurduğu yerin çatırdayıp dökülme sesiydi. Ürktü Gecekanadı. Yukarıdan gelen tuhaf sesi duyunca tekrar ürktü. O kuş. Başını eğmiş aşağıya bakıyordu. "Ne o?" demişti sadece. Bu kısacık cümleden bile sesindeki çirkinlik belli oluyordu. Bedeniyle anlatmaya çalıştı Gecekanadı. Gagasıyla işaret ederek, kanatlarını çırparak. İçindeki bir merakla yola çıkıp buralara gelmişti. Karıncalar görmüştü ilk önce. Sonra karaya adım atmıştı ama ayakları kirlenmişti. Çıkmıyordu o kirler bir türlü. Acaba kuş temizlenmenin bir yolunu biliyor muydu? Kuş hemen cevap vermedi. Düşündü. Etrafına bakındı. Canlı hiçbir ağaç kalmamıştı buralarda. Ama bir yerde vardı. "Seni daha önce gördüm," diyerek cevap verdi kuş. "Gölün üzerinden uçarken gördüm. Yuvanın etrafında ağaçlar var. Güzel, meyveli ağaçlar. Eğer o ağaçlardan birinde yaşamama izin verirsen sana nasıl temizleneceğini söylerim." Gecekanadı kabul etti. Kuş, daldan inip kuğunun yanına geldi. "Hadi," dedi kuş, "bana bir ağaç göster. Güzel bir ağaç olsun ama. Dalları rahat ve konması kolay olsun." Beraber yürüdüler. Toprakçölün bitip kuğugölünün başladığı yere geldiler. Burada çimenli, çiçekliydi yerler. Gecekanadı güzel bir ağacı işaret etti gagasıyla. Kuş o ağacın güzel bir dalına uçup kondu. Üzerinde yürüdü. Sağa gitti. Sola gitti. Sivri gagasıyla dala vurdu birkaç kez. Güzeldi. O da beğenmişti. Gecekanadı, bir şey hatırlatmak için kanatlarını çırptı aşağıda. "Evet, evet, o şey..." dedi daldaki kuş. Önce sağa gitti. Sonra sola gitti. Biraz daha düşünüp cevap verdi. "Suya gir." dedi sadece. Bu cevabı beğenmedi Gecekanadı. Başını salladı. Kuş biraz daha sağa sola sallandı. Biraz daha düşündü. "Şuradaki temiz çiçeklere ayaklarını sürt." dedi. Bu cevaptan da hoşlanmadı kuğu. Başını salladı. Kuş sinirlendi. "O zaman git başkasına sor! Şimdi beni yalnız bırak da biraz uyuyayım." Bir daha da bir şey söylemedi. Kuğu ne kadar çabalasa da kuş başka bir şey söylemedi. Şaşırdı Gecekanadı. Üzüldü. Halbuki temizlenmenin yolunu öğreneceği için sevinmişti. Şimdi terk edilmişti. Yuvasının etrafındaki ağaçlardan birini de kaybetmişti. Kandırılmıştı işte. Yalan söylenmişti. Ama o da Gecekanadı da kuş değil miydi? Karıncalar istemezdi, iteklerdi belki onu ama bir kuş başka bir kuşu sevmez miydi? Sonra birden hatırladı Gecekanadı. Kendi bedenine baktı. Bir de daldakininkine. Ne kadar benzeseler de birbirlerine, onlar aynı değildi. *** |
0% |