@ordecik
|
Gülünç. Halbuki sevmek ne kadar da gülünç! Sahi, gülümseme anlatır değil mi sevmeyi? Sevilene gülümsenir. Sevilince gülümsenir. Ortadayken her şey, o zaman ne diye göz kör edilir? Peki, ne çiçek vermişler o kalpşekil duygunun resmine? "Gül" Gülmeli o halde. Ama yalnız gülmeli. Yanına alıp da başka çiçekleri, beraber gülmemeli. Gitmeli. Bir kalem alıp devasa bir dağ çizmeli. Onun en yüksek ucuna birini çizmeli. Oraya gitmeli. Onun yüzüyle gülmeli. Bakıp da aşağıdakilere, kahkahalarla gülmeli. Hem, güldikenine basmadan yükseklere tırmanılabilir mi ki? Sonra sarmaşıklar çizmeli o dağın yollarına. Sivri dikenli, kalın kollu sarmaşıklar. Her bir yılan türünü yakalayıp def edebilecek sarmaşıklar. Sonra geçmeli başka bir sayfaya. Boyamalı. Güneşi mora boyamalı. Gökyüzünü siyah. Tek ışık kaynağı aynalar olmalı. Yasaklamalı. Yankıları yasaklamalı. Her ağzın kenarında bir kilit olmalı. Sadece kendi bildiği anahtar ile açılan bir kilit. Başka anahtarlar gelip de açamamalı. Bir kapı çizmeli. Ne ahşaptan ne demirden, suskunluktan bir kapı. Konuşmamalı işte. Tiksinmeli kelimelerin başkasının kelimelerine değmesinden. İki zihnin el sıkışmasından tiksinmeli. *** Tiksiniyordu Gecekanadı. Kirlenmişti. Kandırılmıştı. Üşüyordu da artık. Ömür boyudur onu sıcak tutan kalın tüyleri işe yaramıyordu sanki. Üşüyordu. Gidemiyordu geriye o şefkatli yuvasıcağına. Yürüdü, ya da ona benzer bir şey yapmaya çalıştı. Toprağa alışık değildi ayakları. Toprağa ait değildi. Ama şimdi koca bir mezarlığın ağırlığı üzerindeydi sanki. Kendine baktı. Su kenarına gidip yansımasına baktı. Halbuki ne kadar güzel duruyordu suyun üzerinde. Şimdi, kıyıya vurmuş bir gemi enkazından farksızdı. Bir an korktu. Unutabilir miydi? Tıpkı bir gemi enkazı gibi yüzmeyi unutabilir miydi? Ama karada çürümek de o kadar canını yakıyordu ki... Olurdu belki. Belki bir yolu olurdu. O kuş söylemiyorsa başka birini bulurdu. Kimse yoktu etrafta. Gözlerinin tek görebildiği bu iğrenç kara toprak ve boşluktu. Suya giremiyorsa karada birini bulmak zorunluydu. Yürüdü. Çiçeksiz topraklar, çürümüş ağaçlar boyunca yürüdü. Takıldı bir ara. Düştü. Önüne çıkan taşlara rağmen yürüdü. Buldu. Birilerini buldu. Hem de kendine benzeyen birilerini. Kuğuları. Ama tamamen benzer değildi onlar. Onlar beyazdı. Gecekanadı ise siyah. Onlar sudaydı. Gecekanadı ise karada. En azından dilleri aynıydı. Ne karıncalar ne de o kuş gibi çaresiz kalmazdı. "Bir kuğu, hem de siyah!" dedi birinci beyaz kuğu. "Bir kuğu, hem de siyah!" dedi ikinci beyaz kuğu. "Bir kuğu, hem de siyah!" dedi üçüncü beyaz kuğu. Şaşırmışlardı elbette. Tek kuğu türünü kendileri gibi zannediyorlardı. Gecekanadı onların yanına yaklaştı ama diğerleri karşı çıktılar. "Dur, kirli ayaklarınla suya girme!" dedi birinci beyaz kuğu. "Dur, kirli ayaklarınla suya girme!" dedi ikinci beyaz kuğu. "Dur, kirli ayaklarınla suya girme!" dedi üçüncü beyaz kuğu. Siyah kuğu durdu. Ne istediğini, başına neler geldiğini anlattı uzaktan. Sadece ayaklarını temizlemek istiyordu. Sonra da yuvasına dönmek. "Üzücü." dedi birinci beyaz kuğu. "Üzücü." dedi ikincisi ve üçüncüsü. Sonra gagasıyla uzaktaki ışıkları işaret etti birinci beyaz kuğu. İkincisi ve üçüncüsü de işaret etti. "Işıklı yere git. Orası parlak ve güzeldir. Orada her şey çok iyidir ve oraya giden herkes mutlu olur." dedi birinci kuğu. Diğerleri de tekrarladılar. "Biz suda yaşıyoruz ve oraya gidemiyoruz ama oraya gidenlerin çok mutlu olduğunu biliyoruz." dedi birincisi. Aynı cümle iki kez daha duyuldu. Işıklı yeri Gecekanadı da duymuştu. Ama orada tam olarak ne olduğunu merak etmiyordu. Orayı sevmemişti. Görmemişti ama sevmemişti. Onun sevdiği tek ışık, ay ışığıydı. Onun bildiği tek hayat, gece karanlığının kucağında yaşadığı hayatıydı. Oraya gidenleri hiçbir zaman anlamamıştı. Şimdi o da oraya gidiyordu. Ne kadar süreceğini, yolda ne olacağını bilmiyordu ama oraya gidiyordu. Işık için gitmiyordu oraya. Karanlık için gidiyordu. Orada temizlendikten sonra hemen yuvasına dönmek istiyordu. Yürüdü. Yoruldu. Dinlendi. Tekrar yürüdü. Suya ait ayakları toprağı istemiyordu bir türlü. Vardı. Oradaydı artık. O meşhur ışıklı yer. Burada evler vardı. Sokaklar vardı. Her şey parlak, her şey şaşaalıydı. Etrafına bakındı. Sağa gitti. Sola gitti. Sokaklarda gezindi. Gagasıyla kapıları tıklattı. Boyunun erdiği pencerelerden baktı. Tekrar gezindi. Tekrar kapıları tıklattı. En sonunda yoruldu. Oturdu. Bomboştu. Kimse yoktu. Esintiyle sallanan göz alıcı lambalar dışında hareket eden hiçbir şey yoktu. Bu muydu? Duyduğu o güzel, herkesi mutlu eden ışıklı yer bu muydu? Gidenlerin geri gelmek istemediği, herkesin kıskandığı yer bu muydu? Peki ya onlar neredeydi? Kalmamıştı işte. Belliydi. Var olan kimse yoktu. Burada hiç kimse yoktu. Hiçbir zaman olmuyordu. Hiçbir zaman olmamıştı. Işık vardı sadece. Çekici ama kof bir ışık. Buraya gelenler sadece şeklini kaybetmiş, özsüz bir ışıktı. Dayanamıyordu artık Gecekanadı. Toprağa adım attığı andan itibaren başına gelenlere dayanamıyordu. Koştu. Korku içinde koştu. Öfke içinde koştu. Nefes nefese kaldı. Hızlanan kalbi acımaya başladı. Karada bir saniye geçirmektense ölmek daha iyiydi. Ölmedi de. Sadece kendini bıraktı. İstemsizce kendini bıraktı yere. Nefes alamıyordu. Etrafını göremiyordu. Yılmadı yine de. Başıyla sürüdü kendini. Boynuyla başına doğru çekti bedenini. Son gücüyle ayaklarını kullandı. Son kez adım attı. Artık rahattı. "Kirli halde suya girdi!" dedi yakınlardaki beyaz kuğulardan biri. "Kirli halde suya girdi!" dedi ikincisi ve diğeri. Gecekanadı yeniden sudaydı. Kaldırdı başını suyun yüzeyinden. Artık bedenini taşıyan ayakları değildi. Artık olması gerektiği yerdeydi. *** |
0% |