@oylesinebirokurist
|
Bölüme hoş geldinizzzz. İyi okumalar <3333 ***
Ahsen TURAN’dan Gözlerimin hafifçe aralanmasıyla tepemdeki beyaz, göz kamaştırıcı ışığı görmem bir oldu. Neler olduğunu kaşlarımın ortasında bir çukur eşliğinde hatırlamaya çalıştım. Ancak etrafımdaki yedi ya da sekiz kişiden oluşan koro takımı bu düşünceme karşıydı ki sesleriyle buna izin vermiyorlardı. Biraz sonra tepemde abimi, peşinden Gökalp’i, Enes’i, Duygu’yu, Serkan’ı, Demir’i, İlknaz’ı, Zemheri’yi ve olmazsa olmaz Mirza’yı görmemle klasik Hint dizisi bakışma sahnesi yaşamam bir oldu. Daha fazla bakışırsak Hint dizilerindeki siyah-beyaz efektinin gelmesinden ürktüğümden yerimde doğruldum ve derin bir nefes alıp konuşmayı başlattım. “Eee? Böyle bakışmaya devam mı edeceğiz?” Herkes derin bir ‘oh’ çekerken bende gözlerimi devirmeyi ihmal etmedim. Buna ithafen abim, “Hiç devirme o gözlerini, ne kadar korktum haberin var mı şu beş günde?” diye çıkıştı. Beş gündür uyuyor muymuşum? Soruya bak, uyuyormuşum işte! Mirza ise “Ya sadece sen korksan iyi. Şu üç gün gerginliğinle münasip yerlerimizden şırıngayla kan alacaksın diye kaçacak bölge belirlemeye başladım. Her girdiğim odada ‘acaba Polat buraya zebani gibi damlarsa nereye pineklerim?’ diye düşünmeye başladım yeminle,” diye sitem etti. Hepimiz gülerken Mirza, “Gülmeyin ya! Cidden korkumdan cebimde Asparagasın krokisini taşıyorum, kaçabileceğim yerler bile işaretli!” dedikten sonra cebinden kroki çıkarıp gösterince hepimiz şaşkınlıkla daha fazla gülmeye başladık. Hatta Demir gülmeyi es geçip anırmaya başlamıştı. Bizim gülmemiz Mirza’nın ‘Bihter tarafından aldatıldığını öğrenen Adnan’ gibi bir bakış atmasına sebep oldu. Bir süre daha Mirza ile dalga geçtikten sonra Demir, “Bak, hadi yine iyisin. Benim gibi bir şaheserin kanı akmakta damarlarında,” dedi böbürlenircesine. Ben durumum el verdiğince dehşete düşmüş bir bakış atarak, “Abi, test yapın bana. Hepatit, kuduz, burusella! Hepsinin testini yapın bana,” diye ağıt yakmaya başladım. Bu sırada Demir, elini sağ göğsüne koyarak efkârlı bakışlar atmakla meşguldü. “Duyuyor musunuz kırılan kalbimin sesini? Çıt etti!” Yanında duran Gökalp, Demir’in kulağına eğildi ve “Kalp diğer tarafta yalnız,” diyerek Demir’in elini sol tarafa yerleştirdi. Bunun üzerine Demir, Gökalp’e ‘Sende mi Brütüs?’ bakışı atmıştı. Mirza ise “Al kırdın kırdın!” diyerek Demir’in başını göğsüne yaslayıp saçlarını okşadı. Bunu yaparken de bize ‘yoldan el ele geçen sevgilileri ayıplayan teyzeler’ gibi bakıyordu. Biz konuşurken içeri Kurtuluş Amca girdi. Bakışları abim, Gökalp ve benim aramda mekik dokuyordu. Bana bakarak “Geçmiş olsun, kızım. Nasılsın? İyi değilsen de vereceğim haberden sonra iyileşirsin muhtemelen. Gökalp ve Polat, bu sizi de ilgilendiriyor,” dedi ve benden bir cevap bekler gibi baktı. Devam etmesi için başımla işaret verdim bu sırada odadakiler de ciddiyetle bizi dinliyordu. “Öncelikle görevimiz başlıyor. Ailenizin ölümünden sorumlu olanları bulduk.” dedi. Heyecanla gözlerim açılırken, “Plan ne peki? Nasıl bitireceğiz?” diye sordum. Sorgulamama sinirlenerek, “Detayları toplantıda konuşacağız. Yarın gece iki kırka kadar iyileşmiş ol,” diyerek odadan çıktı. Bu adam neden bu kadar ciddiydi sanki?! Bu ani çıkışla hepimiz kapının arkasından derin sessizlikle bakakaldık. Sessizlik ise Demir’in, “Sinirli civciv dehşet saçtı!” demesiyle bozuldu ve hepimiz boş bakışlarımızı Demir’e çevirdik. Demir, olduğu yere sinerken bende abim ve kardeşime baktım. Bakışlarımız birbiriyle buluştuğunda üçümüzün yüzünde aynı ifade vardı: Zafer. Biraz daha konuştuktan sonra herkes teker teker odadan çıktı. Bende yalnızlığım ve düşüncelerimle baş başa kaldım. Düşünüyordum. Sadece düşünüyordum. Nasıl başlayacağımı, nasıl ilerleyeceğimi, nasıl bitireceğimi, nasıl onlara yakınlaşacağımı… Ben düşüncelerimle boğuşurken kapım çaldı ve ‘gir’ komutumla açıldı. İçeriye girenlerle yüzümde içten bir tebessüm oluştu. Enes ve Duygu. Enes yanıma gelip saçlarımı karıştırdı ve “Duydum ki kuduz testi istemişsin?” dedi yüzünde aptal sırıtışla. “Evet. Biriniz engel olmadı mı Demir’in bana kan vermesine?” dedim sitem edercesine. Enes, aynı zevzekliğiyle kahkaha patlattı. Bu bizim Enes’e ‘Mangal ateşiyle sirtaki yapan bir tavşan’ a bakar gibi bakmamıza neden oldu. Enes, bakışlarımızdan hiç etkilenmemiş olacak ki, “Biliyorum. Benim kanımı isterdin ama benim kanım sana uymazdı be şekerim!” dediğinde Duygu’yla yüzümüzü buruşturduk. Duygu, Enes’e dayanamamış olacak ki, “Merak etme, Ahsen. Enes’in zevzekliklerini dinletmek için gelmedik,” dedi. Ben ‘oh’ çekerken Duygu elindeki dosyaları bana uzattı. Enes, “Alınıyorum ama limon çiçeğim,” dediğinde Duygu göz devirdi. Duygu’nun saçları platin sarısı oldu için Enes bu tarz hitaplarda bulunurdu Duygu’ya. Enes, Duygu’ya âşıktı ancak Duygu pas vermiyordu. Bu sırada bende dosyayı alıp incelemeye başlamıştım. “Bu ne?” diye sordum. Duygu, “Kurtuluş Amca gönderdi. Cinayet sorumlularının ne iş yaptıkları, ailedeki kişiler, cinayette sorumlu olanlar falan filan. Aynısından göreve katılacaklarda da var,” dedi. Kaşlarımı kaldırırken, “Plan nasıl ilerleyecek hiçbir şey söylemedi mi?” dedim. Bakışlarım Enes ve Duygu’nun üzerinde mekik dokuyordu. Cevap Enes’ten geldi. “ Yok be! Ben sorduğumda ters ters baktı. Sanki anasının kızlık soyadının üçüncü harfini sordum. Kurye olarak işe başlamışım gibi hissediyorum!” dedi yakınarak. Bu cevaba gülerken bir yandan dosyaya bakıyordum. Biraz daha konuştuktan sonra beni odada yalnız bıraktılar. Kafamda nasıl bir oyun kuracağımızla ilgili bir şeyler şekillenmeye başlamıştı. Dosyaya göre ailemin katilleri, ünlü bir hastane olan Akdemir Hastanesi’nin sahipleriydi. Bende bu durumda doktor olduğuma göre oyunumuzda başrollerden birinde yer alacaktım. Zaten özgeçmişimde bu hastaneye alımım için avantajdı. Eğer tahminlerim doğruysa -ki yanlış olması gibi bir durum olacağını asla düşünmüyorum- Kurtuluş Amca benim hastaneye alımım için kayıtlara başlamıştır. Ben dosyayı incelerken saat sabaha karşı dört olmuştu. Bende daha fazla hasta odasında kalmak istemediğimden Asparagastaki kendi odama çıkıp ılık bir duş almıştım. Üzerime de rahat edebilmek için kalın mavi bir kapüşonlu ve siyah bir tayt giymiştim. Gece yapılacak toplantıya daha olduğu için diz üstü bilgisayarımdan Akdemir Hastanesi hakkında araştırma yapmıştım. Saat on bir olmuştu ve ben neredeyse bir haftadır serumdakiler hâriç hiçbir şey yememiştim. Bu yüzden binanın içinde bulunan mutfağa gitmek için odamın kapısından çıktım. Merdivenlerden doğru ilerlerken sağ tarafımdan beni ‘böö’ diye korkutmaya çalışan bir Bartu beklemediğim için boş bakışlarımı yanımda ellerini iki yanına açmış, avuçları benden tarafa bakan yaratığa çevirdim. Bartu ARIKAN, Asparagasın genel cerrahıydı. Benden tepki alamayınca ellerini iki yanına serbest bırakıp ‘püü’ diye bir ses çıkardı ve bıkkınlıkla bana bakmaya başladı. Bende daha fazla kayıtsız kalamayarak gülmeye başladım ancak o bakışlarını değiştirmedi. Elimi saçlarının ön tarafına götürdüm ve karıştırmaya başladım. Bu yüzünü buruşturmasına sebep olmuştu. “Hadi koca oğlan mutfağa gidelim. Kahve içer misin?” dedim. Gözlerini irice açıp hevesle başını salladı ve yüzüne geniş bir gülümseme kondurdu. “En sevdiğim arkadaşım olduğunu söylemiş miydim acaba?” dedi. Gülerek başımı iki yana salladım ve koluna girip yürümeye devam ettim. Gerçekten küçük bir çocuk gibiydi. O kadar şirinleşiyordu ki bazen yanaklarını mıncırmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Arada sırada Asparagasın salonundaki televizyondan Tom ve Jerry izlediğine şahit oluyordum. Ama bunun için ona kızamazdım. Onun da almışlardı elinden çocukluğunu. Dokuz yaşını… Ama onun katili babasıydı. Sanıyoruz ki nefes alıp vermek yaşamaktır… Babası alkolikmiş, gelmiş bir akşam sarhoşken Bartu’nun annesini gözlerinin önünde kan kusturana kadar, kafatası kırılana kadar döverek öldürmüştü. Ama belli etmezdi bunu. Mutfağa geçtiğimizde bir yandan Bartu ve benim için kahve yapıp yiyecek bir şeyler hazırlamaya başladım. Bir yandan da Bartu’nun anlattığı eğlenceli görev anılarını gülerek dinliyordum. “O zaman da benim görevim Sanem’i uzaktan takip edip korumaktı. Bende millet yanlış anlamasın diye durarak ve sokak değiştirerek takip ediyordum. Artık olmamız gereken yere ulaşınca bende hızımı arttırıp Sanem’e yetiştim. Mahalle de çok düzgün ya! Kızları da bir tuhaf. Tam böyle geldim. Sağdan bir kız, ‘Senin ne işin var burada, fıstık?’ dedi. Bir de yanağımdan makas alması yok mu? Var. Ay ben bir şok oldum.” O anlatırken hem yemek yiyordum hem de gülüyordum. Bartu’nun elinde de bir avuç dolusu çekirdek vardı. Ben gülerken o devam etti. “Ben tabi hala olayın şokunu atlatamamışım. Alık alık kıza bakıyorum. Tabi Sanem gelip ‘Beyefendi benimle’ demeseydi, o serseri kolumdan tutup nikâh dairesine götürürdü beni!” dedi Feriha misali. Daha sonra iki elini yumruk yapıp çenesinin altında birleştirdi ve hülyalı bir şekilde, “Kızıl prensim- Aman! Prensesim,” diye mırıldandı. Bu sırada ben kahkahalara boğuluyordum. *** Toplantıya kadar olan zamanı odamda araştırma yaparak geçirmiştim. Toplantı saati geldiğindeyse bilgisayarımı kapatıp komodinin üzerindeki dosyayı aldım ve odamdan dışarı çıktım. Bu sırada ensemde bir el hissedince kaşlarımı çattım ve arkama baktım. Arkamda otuz iki diş sırıtarak bana bakan bir adet abim olunca yılmış bakışlarım onun gözlerine tutundu. “Bakma öyle de yürü. Mavi cimcime seni,” deyince kaşlarımı çatıp, “Sensin cimcime!” diye söylenirken toplantı odasına doğru yürümeye devam ettim. Ben yürürken abim bir kolunu omzuma atıp, “Cevap verme abiye! Ayrıca niye seninle Gökalp’in gözleri mavi de benimki düz kahverengi lan?” diye mırıldandı. Sesi sona doğru kendi kendine konuşuyor gibi çıkmıştı. Buradan ne anlıyormuşuz: Yasadışı bir yerde üyeliğin olması bile kardeş atışmasına engel olmuyormuş. Kapının önünde geldiğimizde üstümüze çeki düzen verip kapıyı açtık. Toplantıya bir dakika on üç saniye vardı. Bu tarz görevlerimizde genellikle sahada bulunacak kişiler katılırdı toplantıya. Bu kişileri de Kurtuluş Amca belirlerdi. Ama tabi sonradan oyunlarımıza dâhil olan kişiler de olabiliyordu. Masaya kafasını gömüp uyuklayan Mirza’nın solunda kalan döner sandalyeyi uyanması için gürültülü bir şekilde çekip oturdum ancak uyanmadı. Ne yapsam diye düşünürken Enes, arkadan geldi ve işaret parmağını dudağına götürüp ‘şhh’ diye fısıldadı. Ben sorgular gibi gözlerimi kısıp başımı tereddütle aşağı yukarı salladım. Enes, gülen mor şeytan emojisi şeklinde sırıtıp Mirza’nın kulağına yaklaştı ve birden bağırdı. “ASLANLAR YÜREK TAŞIR. ŞAMPİYONLUK YAKIŞIR. TARİH YAZMAKSA EĞER, CİMBOMA BU YAKIŞIR!” Evet, Enes’in ikinci aşkı Galatasaray’dı. Mirza, elbette bu sesle sıçrayarak uyandı. “Saldırı mı var lan?! Baskın mı yedik?” diye bağırdı. Bizse yaklaşık on sekiz kişi kahkahalarla gülüyorduk. Mirza, hepimize anlamaz gözlerle bakıyordu. Gülmemizi durduramazken Mirza, durumu yavaş yavaş anlamış olacak ki ‘hepiniz hainsiniz’ bakışları atmaya başlamıştı. Gözlerimi kapıya çevirdiğimde Kurtuluş Amca’yı yüzünde bir tebessümle yakalamıştım. Yüzümü şaşkınlık kaplarken, Kurtuluş Amca ifadesini ciddiyete bindirip masanın başındaki koltuğuna kuruldu. Biz de ciddiyete bürünüp oturduğumuz yerlere yayıldık. “Görev hakkında gönderdiğim dosyalar elinize ulaşmıştır. Önceden bakmışsınızdır. Nasıl bir yol izleyeceğimizi de az çok anlamışsınızdır,” deyip bana bakarak konuşmaya devam etti. “Akdemir Hastanesi için doktorluk başvurunu yaptım. Bunu yaparken kendi imkânlarımdan da yararlandım. Beni nereden tanıdığını sorarlarsa babanın yakın arkadaşı olduğumu söylersin. Daha derine inmek isterlerse de baban ve annen vefat ettikten sonra size benim sahip çıktığımı söylersin. Buraya kadar anlaşılmayan bir şey?” diye sorduğunda her birimiz başımızı sağa sola salladık. Konuşmaya devam etti. “Göreve başlayacağınız için Turan’lar ve aranızdan birkaç kişi daha oyunumuzda yapı taşlarından olacağından Asparagasa sık gelemeyecekler. Bu yüzden de onlar için ev ayarladık. Kim olduklarını size göndereceğim dosyalara adresleriyle ve evlerin fotoğraflarıyla birlikte eklerim,” dedi. Başımızı olumlu anlamda salladıktan sonra aklımıza takılan soruları sorma zamanı gelmişti. Toplantılarımızın gidişatı böyleydi. Bir süre dosyayı incelediğimizde ilk soruyu ben sormuştum. “Yağız ADAL, bir Akdemir olmasına rağmen neden çoğu bilgi kendi halindeymiş gibi? Soyadı da buna dâhil?” dedim. “Sebebini tam olarak anlayamadık. O aileden sadece Egemen AKDEMİR ve kardeşleriyle anlaşabiliyor. Akdemir ailesinin evine de özel kutlamalarda annesi istediği için gidiyor. Aralarında artık her ne olduysa soy ismini bile değiştirmiş,” dedi. Kaşlarımı ‘öyle mi’ dercesine kaldırıp indirdikten sonra tekrar dosyaya döndüm. Serkan’ın sorduğu soruyla kaşlarımı çatarak kafamı kaldırdım. “Yağız ADAL, aile büyüklerinin işlediği cinayeti biliyor olabilir mi?” Bu soruyla Kurtuluş Amca sıkıntılı bir nefes vererek geriye yaslandı ve cevapladı. “Bunu bize zaman gösterecek. Yağız ADAL, ailede çok bulunmadığı için onu özel olarak izletiyorduk ama buna dair bir şeye rastlamadık. Hoş, zaten bulabileceğimizi de zannetmiyordum." Diğerleri de sorular sordu ancak ilgimi çekmediği ve tahmin edilebilecek şeyler olduğu için önemsemedim. Ancak Enes’in sorduğu soru ilgimi çekmeyi başarmıştı. “Kurtuluş Amca, sen hep diyorsun ya ‘herhangi bir şey bulamadık’ veya ‘bulduk’ diye. Amca, bu üçüncü çoğul şahıslar kim ayıptır sorması?” Duygu ise, “Enes, sorması ayıpsa niye soruyorsun?” dedi uyarıcı bir gülümsemeyle. Kurtuluş Amca ise Enes’e boş bakışlarını yöneltmekten ileri gitmemişti. On dakika kadar kimseden ses çıkmayınca Kurtuluş Amca, “Kafanıza takılan bir şey olursa yarın sorarsınız. Şimdi odalarınızda dinlenin, daha çok yorulacaksınız zamanı geldiğinde,” dedi ve cevap beklemeden kalkıp gitti. Giderken arkasından kapıyı da kapatmamıştı. Biraz daha oturduktan sonra teker teker ayaklandık ve odalarımıza doğru yöneldik. Saat sabaha karşı beşti ve uyumam gerekiyordu… *** Ben masal dinlemek istemedim hiç. Neden mi? Hepsi mutlu sonla bitiyordu çünkü. Çocuklara da böyle gösteriliyordu. Saf ve temiz kalpli varlıklar… Hemen inanıyorlardı her şeyin mutlu sonla bitebileceğine. Bende onlardandım on iki yaşıma kadar. On iki yaşımda bitti benim güzel pembe masalım. Bende isterdim mutlu sonlara inanmak. Bende isterdim her şeyin mutlu sonla bitebileceğine inanmak. Sabah uyandığımda üzerimi değiştirip kahvaltıya inmiştim. Tekrar odama çıktığımda da Kurtuluş Amca’nın toplantıda bahsettiği dosyayı incelemiştim. Benim için ayarladığı ev gerçekten konum ve büyüklük olarak çok iyiydi. Eşyalar ise beyaz ağırlıklıydı ve araya hoş renkler karıştırılmıştı. Asparagastaki odam gibiydi. Ben dosyaları incelerken duvarda ses yalıtımı olmadığını, sesi gelen Şebnem FERAH- Hoşça Kal şarkısından anlamıştım. Kendi kendime, “Ne oluyor be?” diye mırıldanırken yatağımdan doğruldum ve kapıya yöneldim. Dışarı çıkınca sesin Mirza’nın odasından geldiğini fark etmemle kapısına dayandım ve alacaklı gibi çalmaya başladım. Aile vardı! “Mirza, aç şu kapıyı!” Ben kapıyı açtırmaya çalışırken abim, Dilay, Demir ve Serkan da sesten rahatsız olmuş olacak ki çatık kaşlarıyla sürüsel bir yaklaşımla buraya geliyorlardı. “Ne oluyor?” Abim bu soruyu sorarken kapı açıldı. Ben önden içeri girdiğimde yatağının üstünde salya sümük ağlayıp her tarafa peçete saçan ve Şebnem FERAH dinleyip kaşıkla nutella emikleyen bir adet Mirza beklemediğim için donup kaldım. Arkadan birileri sırtıma tosladığı için hafif yalpaladım ancak hemen toparladım. Hepimiz sessizce donup kalmıştık ta ki abimin, “Ne oluyor bu aşağılık odada?” demesiyle Dilay, ben ve Demir kahkahalarla gülmeye başlamıştık. Demir, kendini yere atıp yuvarlanınca Mirza saydırmaya başladı. “Ne var be?! Doğru düzgün depresyonumu bile yaşatmıyorsunuz! Pis varlıklar! Hepiniz ayak serçe parmağınızı sehpaya çarparsınız İnşallah! Kışın soğuk klozet mermerine oturun İnşallah! Köpek gibi açken yediğiniz en sevdiğiniz yemekten kıl çıksın İnşallah!” Mirza, bize saydırmaya devam ederken biz sadece gülüyorduk. Bir ara Mirza kendini yastıkla boğmaya çalışıyordu. Gülüşlerimiz sonunda durmuştu ama hepimiz sırıtıyorduk. Mirza hariç. Bende Mirza’nın yatağının kenarına oturdum ve saçlarını sevmeye başladım. “Kim depresyona sokmuş bakalım bizim tatlış ve minnoş Mirza’mızı?” Bunu söylememle ‘hıııııığğğğ’ şeklinde yakarışta bulunup bana sarılması(!) bir oldu. Şokla açılan gözlerim üzerimde bulunan yaratık ve odadakiler arasında mekik dokuyordu. “Ne oldu be?” diye sordum. Mirza, adeta böğürdü. “Zemheri’yle kavga ettik!” Bunu söylerken sesi boğuk çıkıyordu." Hepimiz aynı anda gözlerimizi devirdik. Serkan, “Bunun için mi beynimizi siktin attın lan?!” derken Dilay, Mirza’nın yanına diz çöktü ve anlayışla konuştu. Psikologtu tabi. “Mirza’cığım bunlar her ilişkide olabilecek şeyler...” Dilay’ın, bunu söylemesi daha büyük bir yakarışa neden oldu. “Bizim bir ilişkimiz yok! Bizim bir ilişkimiz bile yok! BİZİM BİR İLİŞKİMİZ BİLE YOK LAN!” dedi ve daha çok ağlamaya başladı. Omzumda hissettiğim ıslaklıkla gözlerim irileşti. “Mirza umarım omzumdaki sadece gözyaşlarındır!” diye bir uyarıda bulundum. Mirza, kafasını kaldırdı ve yüzünde aptal bir sırıtışla burnunu çekti. Yüzümü buruştururken Demir, “Çek oğlum çek! Az daha çek. Ben zaten biliyordum kafatasının içinde bir beyin olmadığını. Anlıyorum, sende bu durumdan memnun değilsin ve orayı doldurmak istiyorsun ama bunu lütfen sümüklerinle yapma,” dedi ve komodinin üzerinde duran peçete kutusunu aldı. Tekrar Mirza’nın yanına geldi ve içinden birkaç peçeteyi çıkardığı gibi gelişigüzel silkeleyip Mirza’nın burnuna adeta yapıştırdı. “Hömkür dağ ceylanım. Hadi bakayım,” dedi. Mirza bunu da dinledi ve dediğini yaptı. Bu hepimizin yüzünün buruşmasına sebep oldu. Abim en sonunda sessizliğini bozmuş ve “Benim sizin aranızda ne işim var ya. Şimdi bacımı da Dilay’ımı da alıyor ve bu aşağılık yerden defolup gidiyorum. Zemheri’yi de buraya paketliyorum. Demir, Serkan siz de gelin,” dedi ve hem benim hem de Dilay’ın ensesinden tutup yanına çekti.Ayağa kalkınca ikimizi de kolunun altına aldı ve yürümeye başladı. Dışarı çıkınca bende abimin kolunun altından çıktım ve odama ilerlemeye başladım. Arkamda kalan çifte takılmayı da ihmal etmedim tabi ki. “Evlilik kararınızı bekliyorum. Dilay, seni abime ben isteyeceğim haberin olsun!” dedim. Odamın kapısını açıp içeri attım kendimi. Arkamdan söylendiklerini hissedebiliyordum. Kendimi yorgun hissetmeme rağmen son kez dosyanın üzerinden geçip dinlenecektim. Dosyadaki kişilere baktığımda hastanenin başında üç kardeş vardı. Levent, İlker ve Talat AKDEMİR. Babaları ve anneleriyse Hüsam ve Meral AKDEMİR’di. Levent, kardeşleri arasında büyük olandı. Zeki ama fevri kararlar veren kurnaz bir tipti. Ayrıca genellikle Akdemir Holding için çalışıyordu. Eşi, Ferda AKDEMİR; çocukları Evrim YANNI AKDEMİR ve kardeşi Yağız ADAL’dı. Evrim, evli ve eşi Özer YANNI’ydı. Babası ve annesi gibi kurnazdı. Yağız ADAL, ailesinden ayrı yaşayan sadece önemli kutlamalar ve yemekler için bir araya gelen umursamaz, ketum bir tipti. Ailesinden ayrı olarak bilgisayar mühendisiydi. Ailesiyle arasında ne olduğunu açıkçası merak ediyordum. Her şey özellikle ‘ailemle aramda bir bağ kalmasın’ der gibiydi. Neden soyadını değiştirirsin ki! Ortanca kardeş İlker AKDEMİR’di. Eşi, Serap; çocukları, büyük kızı Diren, ortanca oğlu Arın ve küçük kızı Evren’di. İlker, saf ve kolay açık veren birisi gibiydi. Kardeşleri arasında sırıtıyordu sanki. Ama bundan yüz yüze emin olacaktım, dosyada ancak bu kadar oluyordu. Aynı şekilde eşi ve çocukları da böyleydi. İlker de şirket için çalışıyordu. En küçük kardeş Talat AKDEMİR. Eşi, Aygül AKDEMİR’di. Talat, diğer kardeşlerinin aksine doktordu. Kalp ve damar cerrahıydı. Akdemir Hastanesi’nde çalışıyordu ve sadece karşılığında büyük para alınabilecek ameliyatlara giriyordu. Ama buna rağmen birçok sefer bağışta bulunmuş hatta bazılarında bizzat kendisi masrafları üstlenmişti. Diğer ameliyatlarına baktığımda ise parayla çalışan ve gösteriş seven birisi olduğu sonucuna varmıştım. Çocukları ise; büyük oğlu Egemen ve ikiz kardeşleri, Beren ve Boran’dı. Beren, avukattı ve iyi bir büroda çalışıyordu. Kazandığı davalardan da dişli bir avukat olduğu da belliydi. Boran, işletme mezunuydu ve şirkette çalışıyordu. Egemen ise doktordu ve bölümü benim gibi kalp ve damardı. Yurt dışında eğitim görmüştü ancak öz geçmişi benim öz geçmişime göre düşüktü. Bu dosyanın son sayfasında bir not vardı. Kurtuluş Amca yazmıştı: İstediğim şeyi kabul etmeyeceğini biliyorum ama yine de şansımı deniyorum. Bu notu okuduğunda odama gel. Bu notu okuduğumda kaşlarım çatıldı ve telefonumu alıp odamdan çıktım. Yürürken adımlarımın boş koridorda çıkardığı tok sesleri dinliyordum. Kafamda birçok düşünce vardı. Kabul etmeyeceğim şeyleri zaten hiçbir şekilde etmezdim. Neden böyle bir şey deniyordu, bilmiyordum. Düşüncelerimle birlikte Kurtuluş Amca’nın çalışma odasının dışında, kapının tam karşısında bekliyordum. Derin bir nefes çektim ciğerlerime ve kapıyı çaldım, ‘gir’ komutuyla kapıyı açıp içeri adımımı attım. Önündeki kâğıtlardan başını kaldıran adam yaşlı gözleriyle bana baktı. “Otur,” dediğini yapıp masanın önündeki deri koltuklardan birine oturup arkama yaslanarak rahat bir pozisyona geçtim. “Egemen AKDEMİR dosyasının sonundaki not için geldim. Ne söyleyeceksin Kurtuluş Amca?” derin bir nefes alıp bana baktı ve asla kabul etmeyeceğim o cümleyi kurdu. “Aileye Egemen AKDEMİR’i kullanarak girmeni istiyorum,” dedi. Görmesem bile sol gözümün seğirdiğini hissedebiliyordum. “Benden bunu istiyor musun gerçekten?” Bunu dedikten sonra bir hışımla ayağa kalktım ve bağırmaya başladım. “BUNU ASLA YAPMAM! Benden böyle bir şey yapmamı nasıl beklersin sen?!” dedim ve öfkeyle karışık hayal kırıklığı bulaşmış gözlerimle ona bakmaya başladım. “Abin ve kardeşini de düşün. Böylece daha kolay gireceksin aileye,” dedi. Ruhsuz bir sesle, “Emin ol onlarda böyle bir şeyi istemezdi,” dedim ve öfkeli adımlarımla kapıya ilerledim. Kapıyı açtıktan sonra arkama bile bakmadan kapıyı sonuna kadar açık bırakıp gittim. *** Bir sonraki bölümde görüşürüz <3 |
0% |