Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. Bölüm

@oylesinebirokurist

Ben Ahsen TURAN. Yirmi altı yaşımdayım. Kalp ve damar cerrahıyım. Abim, Polat TURAN ve erkek kardeşim, Gökalp TURAN. Herkes böyle bilir beni. Peki, gerçekten Ahsen TURAN kim?

On Dört Sene Önce...

Ben, çocukluğu acımasızca ellerinden alınan yüzlerce candan biriyim. On iki yaşım alındı benden canice.

Huzurlu sandığım günlerin birinde evimizde annem, ben ve babam oturuyor, animasyon izliyorduk. On yaşındaki erkek kardeşim yurtta kalıyor, on beş yaşındaki abim ise dışarıda kim bilir hangi sokaktaydı.

Sıcacık sandığım o akşamın, kapının bize ulaştırdığı yıkım seslerini işitmemle bozulacağını kim tahmin edebilirdi ki?

Annem, kaşlarını çatarak davetsiz misafirimizin kim olduğuna bakmak için kapıya yönelmişti. Sadece gül tutabileceğine inandığım eli kapı kolunu eğerek kapının açılmasına neden oldu.

Kapının açılmasıyla içeri beş kar maskeli adam girmişti. Ellerinde susturuculu silahlar vardı. Birinin de kamera.

Babam, hemen yanımdan kalkıp önüme siper oldu. Sanki bu günün geleceğini biliyor gibiydi.

Annemse kolundan tutulmuş bir şekilde ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. "Neler oluyor, Soner? Kimsiniz siz? Kızımı bırakın! Ne istiyorsunuz bizden?!" diye sorularını yöneltip duruyordu.

Bu sırada bir adam yanıma gelip sarsılmaz babama rağmen benim elimden tutmuş yanlarına çekiyordu. "Kızıma dokunmayın!" Babam bunu söylerken ben sessizce beni yönlendirmelerine izin veriyordum. Ama bu bir kabulleniş değildi. Peki teslimiyet? Hayır, bu da değildi. Peki, neydi bu boşluk hissiyatı? Neden tepki vermiyordum da bana denileni yapıyordum? Nerede o ele avuca sığmayan, sustuğu görülmemiş cıvıl cıvıl kız çocuğu? Neden bir kuklaymışım gibiydi? Burada olan sadece bedenimdi sanki. Ruhum kaybolmuştu. Bana sesleniyorlardı. Bir şeyler söylüyorlardı. Ama ben duymuyordum. Görüyordum sadece. Annemin ve babamın yan yana diz çöktürüldüğünü görüyordum mesela. Hayır, benim babam diz çökmezdi ki. Bana hep böyle derdi. Ne olursa olsun kimseye boyun eğmememi söylerdi. Diz çökmememi söylerdi. Şimdi neden diz çöküyordu benim babam ve annem? Demek istedim! 'Baba sen diz çökmezsin!' demek istedim. Ama diyemedim. Sahi ne olmuştu benim kelimelerime? Ne olmuştu benim kulaklarıma.

Benim gözlerim olanları takip ederken keşke duymasaydım dediğim o sesi duydu kulaklarım. Silah sesini. Ve ardından o görüntü...

Babamın alnında neden kan var? Neden uçsuz bir okyanusu andıran gözlerinde o donukluk vardı? Ben algılayamazken bir kez daha duydum o sesi. Hiçbir sesi duymayan kulaklarım neden sadece bu tiz sesi duyuyordu? Neden annemin yakarışlarını, o güzel sesini duyamıyordu? Peki, annemin göğsünden, tam kalbinin olduğu yerden neden kan akıyordu? Neden annemin en sevdiği beyaz elbisesi kızıllıkla lekeleniyordu? Neden annemin kumral, bukleli saçları kırmızıyla boyanıyordu? Annem, sevmezdi ki lekeleri... Yerlerde neden kırmızı sıvılar vardı? Neden? Neden bunların cevabı bende yoktu?!

Bu görüntüleri izlerken ev yavaş yavaş boşalıyordu. Bense yavaş adımlarım ve donuk bakışlarımla annem ve babamın yanına gidiyordum.

Yavaşça annemin yanına diz çöktüm. Koluna dokundum. Saçlarına dokundum. "Anne! Anne, kalk hadi yerden. Yer soğuk. Hasta olursun sonra," dedim, ama annem kalkmadı. 'Belki uyuyordur' dedim. Babama döndüm. Onun koluna dokundum. "Baba! Hadi, sen kalk o zaman. Bak annem uyuyor. Uyanmasın. Yerler de kirli. Siz sevmezsiniz ki kirli şeyleri. Hadi annem uyanmadan temizleyelim. Hem annem saçlarını boyamış. Kırmızıya. Ama ben hiç sevmedim," dedim. Ses vermediler. Tek ses televizyon sesiydi. Ben o zaman konuştum ses versinler diye.

***​​

Şimdiki zaman...

Uykuma zehir karıştıran kâbuslardan biri beni sıçrayarak uyandırmıştı. Yerimde doğrulup ter içinde kalmış bedenime baktım. Hemen ılık bir duş alıp üzerime mavi bir kot, üstüne de kalp yaka siyah bir crop ve dizlerimin biraz altında biten siyah paltoyu yanıma aldım. Saçlarımı da dağınık bir topuz yaptım ve kısa topuklu çizmelerimi giyip mutfağa indim.

İçeriye girdiğimde masada sandalyelere kurulmuş Mirza'yı, Serkan'ı, Enes'i, İlknaz'ı, Duygu'yu; ayakta kahve içen Demir ve Ahu'yu görmüştüm.

Omzumu kapının pervazına yaslayarak onları yüzüme kondurduğum içten tebessümle izlemeye başladım. Enes, Serkan'a takılıyordu. Her ne kadar hoşlanmıyormuş gibi davranıyor olsa da onu sevdiğini biliyorduk.

Enes, ellerini beline koyarak, "Bana bak fitne! Senin o at nalı kılıklı toynaklarını alır manikür yapılamayacak hale getirir, o çalı süpürgesi yelelerini de elime dolaya dolaya sirtaki yaparım! Anladın mı?!" dedi Serkan'a doğru.

Serkan'sa homurdanarak önündeki çayı tek dikişte bitirdi. "Bana bugünlük bu kadar Enes dozu yeter. Fazlası kafa yapıyor," diyerek ayaklandı. Kapıya doğru yürürken Enes kıstığı gözleriyle Serkan'ı takip ediyordu ki beni görünce gözleri kocaman açıldı. "Aaa, benim mavi boncuğum gelmiş!" demesiyle herkes bana doğru dönmüştü. Evet, Enes bana gözlerim mavi olduğu için mavi boncuk diye seslenirdi bazen.

"Günaydın!" diyerek içeriye doğru adımlamaya başladım. 'Günaydın' dileklerini aldıktan sonra Duygu, "Gel bak Mirza sabah sabah döktürmüş," diyerek masadaki envai çeşit hamur işini gösterdi.

Kaşlarım havalanırken Mirza'nın sırtlan sırıtması bulunan yüzüne çevirdim bakışlarımı. "Neye borçluyuz bunları?" diyerek masaya kuruldum.

Ben su böreğinden tabağıma alırken Mirza beni cevapladı. "Zemheri'mle barıştık," dedi hülyalı bir şekilde. Demir, ardından atladı. "Sabahın beşinde kapıma dayanmış dedim 'acaba Enes'e borcum mu var?', sonra 'yok' dedim. Gittim açtım kapıyı, baktım bu meymenetsiz. Diyor 'kalk bayram'. Ben ne bileyim mutfağa sokup patates doğratacağını!" dedikten sonra Gökalp gözlerini ovuşturarak mutfağa geldi. Demir, eliyle Gökalp'i göstererek devam etti. "Diğer kurban da ortama teşrif etti. Yatağından kaldırmış, koskoca komiseri ensesinden tutmuş buraya sürüklüyor. Buna da ağlaya ağlaya soğan doğrattı." Demir, bunları söylerken Gökalp, yanımdaki boş sandalyeye geçmişti.

Bir kolumu kardeşimin geniş omzuna atmaya çalıştım ama kendisi bir metre seksen altı santimetrelik bir ayı olduğu için beceremedim. Ancak kendileri nazik bir ayı olduğu için çabamı fark edip bana doğru eğilmişti. Bende onu kendime yaklaştırabilmemin mutluluğuyla boşta olan elimle yanaklarını sıkıştırıp, "Benim kardeşim büyümüşte ağlaya ağlaya soğan mı doğramış?!" derken sıkıştırdığım yanaklarına sulu öpücüklerimden koymuştum. Bana ters ters baktıktan sonra yüzünü ağlamaklı bir ifadeye bürümüştü. "Kıydılar ablacığım kardeşine! Bana bana, Gökalp'ine!" İşaret parmağını gözüme sokup devam etti. "Bak, parmağımı bile kestim," dedi ve melül melül bakmaya başladı. Bu sırada mutfaktakiler bizi gülerek izliyorlardı. Kedi bir yerini görmüş-Öhöm...

"Kıyamam ben kardeşime! Öpeyim geçsin mi?" diye sorduktan sonra Gökalp, benim gözlerime ayna olan okyanus mavisi gözlerini kırpıştırıp dudağını büzerek başını salladı. Bende buna karşılık uzattığı parmağını öpmüştüm. İkimizde daha fazla dayanamayıp diğerleri gibi gülmeye başladık. Kolumu omzundan çekip kahvaltısını yapması için ona izin vermiştim. Evet, izin istedi, Ahsen...

Kahvaltımızı yaptıktan sonra birlikte bahçeye çıkmak için sözleşmiştik. Ancak bahçeye doğru ilerlerken hepimizin telefonuna aynı anda mesaj geldi. Mesajda da: 'On dakika içinde toplantı odasında ol.' yazıyordu. Ahu hâriç diğerlerine de aynı mesaj gelmiş olacak ki hepimiz yönümüzü değiştirdik. Ahu da bizden sonra bahçeye çıkmıştı.

Toplantı odasının önüne geldiğimizde son kez birbirimize bakıp kendimizi düzelttik ve ben kapıyı çaldım. 'Gir' komutuyla da kapıyı açıp içeri geçtim. İçeride Zemheri ve abim vardı. Biz de hemen yerlerimize geçtik ve Kurtuluş Amca'nın gelmesini beklemeye başladık.

***

Elimdeki sniperla yüksek, kullanım dışı bir binada bekliyordum. Birazdan burada bir silah ticareti olacaktı. Kurtuluş Amca, toplantıda bu görev için bizi seçmişti. Benim burada olmam bir diğer görevimi etkilemeyecekti. Çünkü beni fark etmeleri mümkün değildi.

Hepimizin üstünde siyah kargo pantolon, siyah boğazlı kazak, siyah uzun deri ceket, siyah deri eldivenler, siyah kar maskesi ve postallarımız vardı. Gece olduğu için de bizi göremeyeceklerdi. Ta ki kurşunlarımızla onları ödüllendirene kadar.

Sniperın dürbünüyle araziye bakıyordum. Kulağımdaki kulaklıkla da Demir ve Serkan'ın ultra harika konuşmalarını dinliyordum. "Serkan bebeğim, niye böyle yapıyorsun? İzin ver kıyayım sana nikâhı," dedi Demir sitemkâr bir sesle.

Serkan da huysuzca, "Irzıma mı göz diktin lan pezevenk?!" diye çıkıştı. Demir, "Yazıklar olsun. Götümde yılan beslemişim!" dedi. Bunu söyledikten sonra Serkan'ın göz devirdiğine emindim.

Tam o sırada arazide hareketlenme meydana gelmişti. Bunun üzerine hızlıca konuştum. "Arazide hareketlenme var. Sami ve Faik bende. Yardımcılar, Enes'te. Zemheri ve Mirza, siz de korumaları halledin. Demir, biz bölgeyi temizledikten sonra sen yerinden ayrılıp mallar yerinde mi ona bak. Ben Sami ve Faik'i hallettikten sonra; Polat, sen de onları tut ben yanınıza inene kadar. Sami'yle Faik'i yanımıza alacağız. Serkan, sen biz işimizi bitirdikten sonra gel aşağı, sıkıntılı bir durum olursa sen haber vereceksin. Araçları hazırlayın, Duygu. Biz araçlara gelmeden beş dakika içinde de polise haber verin. Sesini mozaikleştirmeyi unutma. Ayrıca kimse ölmeyecek, sadece yaralayın. Anlaşılmayan bir şey?"

Soru, Polat'tan geldi. "Yardımcıları ne yapalım?" dedi. "Yardımcıların önemi yok. Onlar ifade verecek durumda olsa da olur. Bizi görüp görmemeleri bir şey ifade etmeyecek. Zaten polisler gelince anlayacaklardır, Asparagasın burada olduğunu. Gökalp'in üzerine gelinmemesi için o da buraya polislerle gelecek. Ayrıca zorunda kalmadıkça onların yanında iletişime geçmeyin," dedim. Herkes beni onayladıktan sonra 'şimdi' komutumu beklemeye başladı.

Komut vermek için sessizce bekleyip izlemeye başladım. Sağ taraftan beş, sol taraftan altı tane siyah araç geldi ve karşı karşıya durdular. Araçlar durdu ve hemen sonra korumalar indi. Çevreyi kontrol etmeye başladılar. Çok havalıydı be, Ahsen!

On dakikalık kontrolden sonra ticaretin söz sahiplerinin araç kapılarını açtılar. İkisi de indi ve karşılıklı olacak şekilde durdular. Silah dürbünüyle onları izlerken bir şeyler konuşuyordu. Ağızlarını okumaya çalıştım. Sami, "Mallar hazır mı?" diye sormuştu. Faik'se alaycı bir gülümseme takınıp, "Senden farklı olarak kurusıkı satmıyorum," dedi. Ne yani, önceden böyle bir şey mi olmuştu? Kurtuluş Amca bize neden söylememişti ki? Neyseydi, bunu sonra düşünecektim.

Aralarında kısa bir bakışma gerçekleştikten sonra Faik, eliyle 'getir' anlamında bir işaret yaptı. Bende zamanı geldiğini anlayıp, "Şimdi!" dedim ve önce Sami'yi, daha sonra da Faik'i bilinçleri yerinde kalacak ama kaçamayacak şekilde vurdum. Ben bunu yaparken diğerleri de verdiğim komutları uyguluyordu. Silahlarımızda susturucu olduğu için fazla ses çıkmıyordu.

Korumalar, Mirza ve Zemheri tarafından birer birer etkisiz hâle getirildi. Yardımcılar, Enes tarafından bilinç kaybı yaşamayacak şekilde vuruldu. Demir, silahları kontrol etti. Polat, Sami ve Faik'in yanına gidip kelepçeledi. Bunlar olunca binalardaki bizler de silahlarımızı alıp aşağı inmeye başladık.

Binanın merdivenlerinden indim ve araziye çıkar çıkmaz abimin yanına yürüdüm. Kulaklığa konuştum. "Her şey yolunda mı?" Herkes teker teker onaylayınca, Serkan'a ikinci emri verdim. "Serkan, her şey yolundaysa araçların olduğu yere gel."

Serkan, "Yolunda, siz araçlara doğru yürüyün ben peşinizden geliyorum," dediğinde onayladıktan sonra konuştum. "Araçlara gidiyoruz!" dedim ve ardından kelepçelenmiş Sami'nin kelepçesinden tutup yürütmeye başladım. Abim de Faik'i yürütüyordu arkamdan. İkisi de birbirine bok atan bakışlarını kuşanıp bakıyordu. Bu da beni eğlendirdiği için kıkırdadım.

Araçlara olduğu yere geldikten sonra Sami'yi ve Faik'i aynı araca bindirdik ve kendi araçlarımıza hızla yerleştik. Yaklaşık on beş dakikaya polisler burada olurdu. Merkeze uzak ve ıssız bir yer seçmişlerdi.

Benim olduğum minibüste Duygu, Mirza, Demir, Zemheri ve abim vardı. "Duygu, polise ihbar ettin değil mi?" diye sordum. Duygu'da, "Evet. Şuan her şey yolunda görünüyor," dedi. O bunu söylerken ben eldivenlerimi ve kar maskemi çıkarıyordum.

Yorulduğumu fark ettiğimde başımı sağımda duran abimin omzuna yaslayıp gözlerimi yumdum. Herkes yorulmuş olacak ki kimseden ses çıkmıyordu. Enes'ten bile...

***

Ne kadar zaman geçti bilmiyordum ama araç durmuştu. Ağır ağır gözlerimi açtım ve başımı yasladığım omuzdan ayrıldım. Herkes teker teker minibüslerden inerken bende indim. Biz içeri geçerken Sami ve Faik'i alacak olanlar çıkıyordu. Kurtuluş Amca yanıma gelmişti ama ben durmadım. Ona karşı hâlâ öfkeliydim. Her ne kadar belli etmemeye çalışsam da, o da bunun gayet farkındaydı.

Yavaş yavaş yürürken o da bana eşlik ediyordu. Benim konuşmayacağımı anlayınca o konuşmuştu. "Bu görevde de başarılı olacağını biliyordum. Bu zamana kadar hiç karavana çıkmamıştı senin yönettiğin görevler," dediğinde sadece başımı bir kez sallamakla yetindim. Şu an kendimi övüp 'Şüphe etmen hata' veya 'Ben her konuda başarılıyımdır' gibi cümleler kurmam gerekiyordu.

Birden durdu ama ben durmadım. Ben durmayınca kolumu tutup durdurdu. İfadeden yoksun bir şekilde ona baktım. "Görevin için önerdiğim şey... Ben sizin bir an önce intikamınızı almanızı istiyorum. Bunun için de en garanti yöntemi söyledim. Kabul edip etmemen sana kalmıştı. Sadece bir öneriydi." Biraz bekleyip devam etti. "Özür dilerim. Bir daha böyle bir şey yaşanmayacak," dedi. Özür dilemesini beklemiyordum. Şaşırmıştım ama belli etmedim. Yorgunca gülümseyip, "Bir daha olmasın mümkünse," dedim. Bir çocuk gibi küsüp trip atamazdım. Bu herkesin aleyhine olurdu. O da üstünden yük kalkmış gibi bir nefes aldı ve gülümseyerek konuştu. "Özür mahiyetinde soruyorum, elemanları sen konuşturmak ister misin?" dedi. İşte buna asla 'hayır' demezdim. İçten bir gülümseme sunup, "Elbette, bayım!" dedim ve yürümeye devam ettim. Arkamdan seslendi. "Bugün dinleneceğini varsayıyorum. Yarın istediğin zaman söyle çıkarsınlar hücrelerden!" dedi. Bende ona dönmeden başparmağım yukarıda kalacak şekilde elimi yumruk yapıp kaldırdım.

Odamın olduğu kata çıkıp kapımın önüne geldim ve oda kartımla açtım. İçeriye girdiğimde kendimi direkt banyoya, ılık suyun altına attım. Su, başımdan aşağı bir yağmur edasıyla akarken yere, beyaz fayansın üstüne oturdum.

Görevimi düşündüm. Annemi, babamı ve intikamımı düşündüm. Annemin kalbinden akan kanlar geldi gözümün önüne, babamın alnından akan kanlar... Sanki gözümde hiç yaş kalmamış gibi ağlayamayışım, çaresizce annem ve babamın yanına oturuşum, duyabileceklermiş gibi onlarla konuşmam... Ama belki duyuyorlardır, beni duymuşlardır belki? Onlar canice öldürülmeden önce duyamamışlardı beni. Ben konuştum sonra. Ağlamadım. Annem bana ağlamanın çözüm olmadığını söylerdi hep. Ben dinledim onu. Bir daha hiç ağlamadım, o günden sonra. Babam, 'Başını hiç eğme' derdi. Ben dinledim onu. Hiç eğmedim başımı. Gurur duyuyorlar mıdır benimle? Bana 'Tutamayacağın sözler verme.' derlerdi hep. Ben dinledim onları. Tutamayacağım sözler vermedim kimseye. Bana 'Masumlara kötülüğün dokunmasın. Dokunmayacağı gibi onları kötülüklerden koru' derlerdi hep. Ben dinledim onları. Gurur duyuyorlar mıdır benimle? Ben gurur duysunlar diye uğraşmıştım hep.

Bunları düşünürken suyun altında fazla kaldığımı buruşan parmak uçlarımla fark ettim ve oturduğum yerden kalktım. Bornozumu giyip duştan çıktım. Üzerime siyah bir eşofman, beyaz bir sweatshirt giydim. Saçlarımı tarayıp yatağıma oturdum ve kitap okumaya başladım.

Bir saatin sonunda, dakikada zibilyon kere esnemeye dayanamayıp kitabı kapattım. Komodinin üzerine koydum ve telefonumu şarja taktım. Sonra da battaniyemin altına girip kendimi uykunun huzurlu kollarına bıraktım.

***

Sabah, kurduğum alarmın sinir bozucu sesiyle uyandım. Yatağımdan kalktım ve banyoya girdim. İşlerimi halledip dolabımın önüne geçtim. Bugün Mirza ve Zemheri'yle evime bakmaya gidecektim. Üzerime siyah dar bir pantolon, dar, boğazlı bir badi, siyah-beyaz desenli bir oduncu gömlek ve dizlerimin üstünde biraz üzerinde biten siyah, kalın topuklu bir çizme giydim. Saçlarımı açık bırakıp hafif bir makyaj yaptım ve telefonumla birlikte çantamı alıp çıktım.

Benim arabamla gideceğimiz için arabamın olduğu yere gittim. Kahvaltıyı dışarıda yapacaktık, Mirza'nın isteği üzerine. Arabamın kilidini açıp sürücü koltuğuna oturdum ve gözlerimi kapatıp beklemeye başladım.

Dışarıdan tartışma sesleri gelince sesleri gelince gözlerimi açtım. Zemheri ve Mirza'nın atışmaları çok zevkli olduğu için arabadan inip izlemeye başladım. Ön koltuk kavgasıydı.

Mirza, "Bana ne sıra bende, geçen de sen binmiştin zaten!" dedi.

Zemheri, "Ben bir anlaşma yaptığımızı hatırlamıyorum," dedi.

Bende, "Zemheri-1, Mirza-0," dedim.

Mirza, "Senin bir düzenbaz olduğunu bilmiyordum," dedi.

Bende, "Mirza-1, Zemheri-1," dedim.

Zemheri, "Bende senin bu kadar salak olduğunu bilmiyordum!" dedi.

Bende daha fazla uzamaması için ve acıktığım için olaya el attım. "Taş, kâğıt, makas oynayın. Kazanan öne geçsin," dedim. Aynı anda kafalarını sallayıp oynamaya başladılar. Oyunun sonucunda Zemheri, makas; Mirza, taş yapmıştı. Bunun üzerine Mirza kahkaha atıp, "Seni şuradan alalım, kaybeden çocuk," dedi. Zemheri de ön kapının olduğu yerden çekilip, "Ben küçüksem sende küçüksün bir kere! Hatırlatırım, ikimizde yirmi beş yaşındayız," dedi. Sonra da arka koltuğa geçti. Mirza ise huysuzca homurdanarak, "Akıl taşta değil baştadır bir kere!" diyerek yolcu koltuğuna geçti. Bende daha fazla dışarıda durmayıp şoför koltuğuna bindim.

Arabadayken Mirza, "Kahvaltıya nereye gideceğiz?" diye sordu. Zemheri ben cevap veremeden atladı. "Gidince görürsün. Çok merak iyi gelmez. Uyarayım yani!" dedi. Yolculuğun geri kalanı ise Mirza'nın şarkı seçmesi ve Zemheri'nin inadına değiştirmesi sonucu ikisinin atışmasıyla geçmişti.

Arabayı, bir restoranın önünde durdurdum. Çok beklemeden arabadan indim ve ahşap kapıdan içeri girdim. Adım ve atışma sesleri benim peşimden geldiklerini açıklıyordu. Mekân; ahşap ve sarı tonlarında, loş bir yerdi. Cam kenarından bir yer seçip oraya yöneldim ve kapıya dönük bir şekilde oturdum. Mirza ve Zemheri'de karşıma yan yana oturmuşlardı.

Zemheri, "Çeksene kolunu be! Yayılmışsın her yere," diyerek tartışmayı başlattı. Mirza, sahte bir pişmanlıkla, "Ah, pardon. İngiltere prensesinin yanına oturduğumu bilmiyordum!" dedi.

Onlar kavga ederken garson geldi ve siparişlerimizi aldı. Ben daha fazla dinlemek istemediğim için bakışlarımı dışarıya çevirdim.

Aradan geçen beş dakikada siparişlerimiz gelmiş ve kahvaltıya geçmiştik. Zemheri, gözlerini irice açarak, "Ben biliyordum zaten bu yağlı vücudun maydanozla brokoliyle bu hâle gelmeyeceğini!" dedi ve Mirza'yı komple süzdü.

Mirza ise ağzı dolu bir şekilde, "Neremde yağ var benim be! Maşallah, doksan altmış doksanım. Kem gözlüler utansın," dedi ağzını buruşturarak.

Ben gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırırken Zemheri, kocaman bir kahkaha attı. Mirza, gerçekten uzun ve yapılıydı. Çoğu kadının tekrar bakacağı cinstendi.

Benim gözlerim bir anlığına açılan kapıya ilişti ve gördüğüm kişiler beni şaşırttı. Boran, Beren ve Egemen Akdemir.

Bozuntuya vermemeye çalışarak masadakilere döndüm. "Şimdi size bir şey söyleyeceğim ama renk veren olursa sabah beşte uyanıp üç yüz elli şınavı gözden çıkarsın," dedim. İkisi de aynı anda kafalarını salladı. "Az önce kapıdan Boran, Beren ve Egemen girdi ve şu an iki gerinizdeki masaya oturuyorlar," dedim ve dediğim gibi Mirza ağzındaki çayı püskürttü.

Çaprazımda oturduğu için şanslıydım, bana gelmemişti. Ancak Akdemir'ler de dâhil olmak üzere birkaç kişinin daha gözlerinin odak noktası olmuştuk. Sert bakışlarımın kaynağı olurken dişlerimin arasından konuştum. "İyi ki renk verme dedim. Yarın sabah beşte kalkıp dört yüz şınav çekeceksin, Mirza!"

Dediklerimden etkilenmemiş olacak ki, "Bu kadar erken bir karşılaşma beklemiyordum..." dedi düşünceli bir şekilde.

Olduğum yerden Egemen Akdemir'in yüzünü, Beren ve Boran Akdemir'in sırtını görüyordum ancak duyamıyordum. Onlar, konuşurken ben kahvaltıma devam ettim.

Bu sırada aklıma silah ticaretinde dudak okurken Faik'in, Sami'ye söylediği şey gelmişti. Başımı hızla kaldırıp atışan çifte baktım. "Dünkü baskında dudak okurken Faik, Sami'ye bir şey söylemişti," dedim ikisinin de meraklı bakışları beni bulurken devam ettim. "Sami, Faik'e silahların hazır olup olmadığını sordu. Faik'se; 'Senin gibi kurusıkı satmıyorum.' dedi."

Bu söylediğim çok fazla şeye çıkıyordu. Bunları da dile getirmekte çekinmedim. "Uzun zamandır bunları takip ediyoruz, ikinci silah ticareti bunların. İlk seferi polis baskınında kaynadı. İkinci seferse dündü, onu da biz bastık. Bu da demek oluyor ki ya biz bir şeyleri kaçırdık ya da..." dedim. Karşımda beni çatık kaşlarla dinleyen ikiliye çevirdim bakışlarımı ve devam ettim. "Kurtuluş Amca bizden bir şeyler saklıyor," diyerek bakışlarımı tekrar tabağıma çevirdim ve son sözü onlara bıraktım.

Zemheri, ilk konuşan oldu. "Eğer bir şeyleri kaçırıyorsak bizim canımız tehlikede demektir. Ama eğer diğer seçenekse bunu bir şekilde Kurtuluş Amca'ya fark ettirmeden çözmemiz lazım," dedi. Hemen ardından sözü Mirza devraldı. "Yanımdaki şahsiyete katılıyorum. Sonuçta canımızı hiçe sayıp böyle bir yere üyeyiz. Üstüne üslük, 'Kurtuluş Amca yapmaz öyle bir şey' bile diyemiyoruz. Bunu ekibe söyledin mi?" dedi. "Hayır. Şimdilik sadece size söyledim. Yarın spordan sonra ya da gece söyleyeceğim," dedim. Başlarını sallamakla yetindiler.

Asparagasta zamanla ekipler oluşmuştu. Küçüklüğümüzden beri birlikte yaşadığımız için kiminle anlaşıp anlaşamadığımız belli olmuştu. Sürekli küçük gruplar hâlinde olurduk. Bir süre sonra da Kurtuluş Amca, o küçük toplulukları da ekip hâline getirip görevlere, bu ekiplerle bizi göndermişti. Bizim ekibimizde de; ben, abim Polat, kardeşim Gökalp, Mirza, Zemheri, Enes, Duygu, Demir, İlknaz, Dilay ve Serkan vardı. Biz Zehir adında bir ekiptik.

Kahvaltımızın geri kalanı sessiz geçmişti. Bittiğindeyse hesabı ödeyip ayağa kalkmıştık. Ancak üzerimde bir ağırlık sezince Akdemirlerin masasına doğru yönelttim bakışlarımı. Tahmin ettiğim gibi Egemen'le göz göze geldik ancak Egemen yakalanmanın verdiği etkiyle gözlerini kaçırdı. Bende takılmayıp çıkışa yöneldim.

Arabaya bindiğimizde hâlâ Mirza ve Zemheri tartışıyordu...

Zemheri: "Ayı."

Mirza: "Sevimsiz."

Düz bir bakışma.

Zemheri: "Aptal."

Mirza: "Deli."

Düz ve oldukça ruhsuz bir bakışma.

Zemheri: "Görgü yoksunu."

Daha fazla dayanamayıp olaya el attım. "Artık uzun kavgalar eder misiniz? Böyle tadı çıkmıyor," dedim. Gerçekten harika el attı, Ahsen... Onları daha fazla dinlemeyip yola odaklandım ve yeni evime doğru sürdüm.

Ev, neydi? Bu kavram bana annem ve babam öldürüldükten sonra yabancıydı. Sadece dört duvardan oluşan, betonla çevrili bir yapıydı benim için. Bu tanım on dört sene önce değişmişti. Bunların intikamı alınmalıydı. Kardeşlerim için, annem ve babam için. Sonra ne olacak peki? Annem ve babam gelecek miydi? Bana tekrar sarılacaklar mıydı? Yine hep birlikte evimize girebilecek miydik? Yine bana o sıkıcı bulduğum öğütleri anlatacaklar mıydı? Abim, kavga ettiği zaman ona kızacaklar mıydı? Kardeşim, güzel karnesini getirdiğinde ona karne hediyesi olarak polis amcalarının yanına götürecekler miydi? Sırf doktorları görmek için hasta numarası yaptığımda beni hastaneye götürecekler miydi? Hayır! Bunların hiçbiri olmayacaktı. Ama en azından mezarlarında rahat uyurlardı. Ben de bunun olması için uğraşıyordum. Ben, annem ve babamın mezarına gidip sesli konuşamıyordum, belki dinleme cihazı vardır diye. İçimden konuşmakla yetiniyordum. Tek temennim beni duyabiliyor olmalarıydı. Bana bunu reva görenlerden alacaktım o intikamı. Babamın dediğini yapacaktım. Ne olursa olsun, sonunda ölüm dâhi olsa adaleti olduracaktım.

Evin önünde arabayı durdurduğumda hemen inmeyip ön camdan baktım. Bina, yaklaşık on iki katlıydı. Bense yedinci katında oturuyordum. Arabadakilere son bir bakış atıp indim. Girişe doğru yürürken ardımdan gelen ayak sesleri beni takip ettiklerini gösteriyordu. Bu sesleri duyunca arabayı kilitledim ve adımlarımın asansöre doğru düşmesine izin verdim.

Asansörün kapıları göz kapaklarının birbirinden ayrılması gibi ayrılırken içeriye önce ben girdim. Ardımdan beklediğim gibi Mirza ve Zemheri, 'önce ben bineceğim' kavgası yapıyordu. Zemheri, "Kocamansın zaten, bırak önce ben geçeyim!" dedi. Mirza, "Üzgünüm kraliçem ama tabi ki önce ben bineceğim!" dedi. Zemheri, "Kadınlara öncelik versene, canım!" dedi.

Mirza'nın 'canım' kelimesine takıldığına emindim çünkü duraksamıştı. Zemheri de fırsattan istifade kırmızıya çalan uzun saçlarını savurup önce girmişti. Mirza, "Canın mıyım gerçekten?" dediğinde Zemheri, dudaklarını birbirine bastırırken benim ağzım şaşkınlıktan aralanmıştı.

Mirza'nın, tek başına içeri giremeyeceğini anladığımda yakasından tutup içeri çektim. Kısa bir bekleyişin ardından asansör yedinci katta durunca dışarı çıktım ve eve doğru adımladım. Anahtarı bulup kapıyı açtım, kendimi içeri attım.

Eve girince kapı ufak bir koridorun ardından salona açılıyordu. Salona giden koridorun sağ tarafında bir koridor vardı ve bu koridor evin odalarına açılıyordu. İlk oda çalışma odam, ikici oda misafir odası, üçüncü oda benim yatak odam, dördüncü odaysa banyoydu. Odamda çift kişilik bir yatak ve kenarlarında beyaz komodinler vardı. Beyaz bir dolap ve kitaplık eklenmişti. Ev, Asparagastaki odam gibiydi. Salon, mutfakla birleşikti. Salonda; beyaz-krem bir L koltuk, orta sehpa, televizyon ünitesi, televizyon ve duvarlarda renkli tablolar vardı.

Evi gezmeyi bitirdiğimde koltuğa oturdum ve başımı arkaya yaslayıp gözlerimi yumarak diğerlerini beklemeye başladım.

***

"Biliyor musun ben yıldızları çok severim?" dedim ciddi bir sesle. Karşımda, sandalyede kelepçeli bir şekilde bekleyen Faik'e kısa bir bakış attım ve arkamdaki masada duran neşteri elime aldım.

"Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?! Bitiririm hepinizi!" dedi, cesur tutmaya çalıştığı sesiyle. Bende yüzümü ekşitip sahte bir hüzünle cevap verdim. "Ama biraz yaratıcılık be şekerim. Vallahi bizde bıktık be! Hepiniz aynısınız. Hep aynı tehditler. Biz her seferinde aynı işkenceleri uyguluyor muyuz?" dedim ve yüz ifademi sahte bir alınganlığa bürüdüm. "Hayır yani sizin kim olduğunuzu bilmesek neden burada olasınız değil mi, Faik Bey? Ayıp ediyorsunuz gerçekten!" Bu sırada da elimde duran neşteri sallıyordum.

"Ne istiyorsunuz benden?!" diye bağırdı. Sesiyle yüzümü ekşitip cevap verdim. "Öncelikle bağırma. Hayır, neden bağırıyorsun ki? Biz sana bağırıyor muyuz? Sonralıkla senden bildiğin her şeyi istiyoruz," dedim.

Asparagas binasının yer altındaki kısmında, yani konuşturma ya da işkence bölümündeydik ve ben de Faik ve Sami'yi konuşturacaktım. Ama önceliğimi Faik Bey'e vermiştim. Ayrıca binaya geldiğimde oyalanmadan Mirza ve Zemheri'ye anlattıklarımı ekibe anlatmıştım.

"Bende bilgi falan yok! Kimseye bir zararım da yok," demesiyle büyük bir kahkaha attım. Camın arkasındakileri duyamasam da onların da güldüklerine emindim. "Dedi, kaçak silah satarken yakalanan adam." Sonra yüzümü ciddi bir ifadeye bürüdüm ve devam ettim. "Bana, ben masumum ayakları hiç yapma. Ne mal olduğunu sende bende çok iyi biliyoruz. Konuşacak mısın yoksa ben sanatsal çalışmalarıma başlayayım mı?"

"Yemin ederim bir şey bilmiyorum!" dedi. Gözlerimi devirip arkamda kalan kapının pervazına yaslanan Enes'e baktım ve konuştum. "Bu sıralar resim yapmaya çok meraklıyım biliyor musun, Enes'ciğim?" dedim ve tekrar Faik'e baktım. Masum olduğuna inandığım bir gülümseme sunup yanına yaklaştım ve Enes'e bakmadan konuştum. "Enes'ciğim, rica etsem arkadaşın gömleğini çıkarır mısın? Bir zeval gelsin istemem. Her yerinden 'Ben markayım.' diye bağırıyor da..."

Enes, bize doğru yaklaşırken 'hay hay' gibi bir ses çıkardı. Faik'e yaklaşırken onun da yüzünde benimki gibi bir sırıtış vardı. Faik'in yanında durduğunda gömleği âdeta yırtarcasına çıkarmıştı. Bunun üzerine elimde neşterle bana korku dolu gözlerle bakan adama yaklaştım ve masum bir sesle konuştum. "Ben, sana yıldızları çok sevdiğimi söylemiş miydim?" diye sordum.

Neşteri diyaframının bulunduğu yere yaklaştırdım ve yıldızın ilk çizgisini çektim. Bunun üzerin Faik, acı dolu bir yakarışta bulundu. Onun sesine yüzümü buruşturdum ve alıngan bir sesle konuştum. "Ama niye bağırıyorsun şimdi? Sanki adam kesiyoruz burada!"

Tekrar neşteri yaklaştırdım ve yıldızın ikinci çizgisini çektim. Yine bağırdı ve konuştum. "Ama senin sesin çok çıkıyor." Düşünceli bir sesle devam ettim. "Acaba ses tellerini mi parçalasam?" diye sordum kendi kendime.

Sonra bana acıyla karışık korku dolu gözlerle bakan adama baktım ve dudaklarımı büzüp 'cık' diye bir ses çıkardım. "Bence ben yıldızdan devam edeyim," dedim ve neşteri tekrar yaklaştırdım, üçüncü çizgi ve yakarış. Dördüncü çizgi ve yakarış. Tam beşinci çizgi için neşterimi yaklaştırıyordum ki değdirmeme engel olan, "Dur! Tamam konuşacağım. Yeter!" sesiyle kendimi frenledim. Kamera kaydını başlatacak olan Enes'i durdurdum. Bugünkü konu hakkında soru sorup öyle başlatmasını isteyecektim.

"Bugüne kadar Sami'yle kaç alım satım yaptınız?" dedim ciddi bir sesle. Tam gözlerinin içine bakıyordum. Yüzü düşünceli bir ifadeye büründü.

"Üç... Üç tane. İlki, polis baskınına gitti. İkincisindeyse Sami, kurusıkı sattı. Sonuncuyu da zaten siz bastınız," dedi. Cevabıyla dişlerimi sıktım. Ve odaya ne zaman geldiklerini bilmediğim arkadaşlarıma döndüm. Onlarında benden bir farkı yoktu. Elimle devam etmelerini işaret edip odadakileri içerde bıraktım ancak düşüncelerim onlar gibi geride kalmamıştı...

***

 

Loading...
0%