@oylesinebirokurist
|
Pencerenin önüne oturup ellerini yumruk şeklinde çenesinin altına yaslamış bir şekilde babasını bekleyen kızına bakıyordu, kucağındaki Gökalp'le Melek. Bugün, doğum günüydü Ahsen'in. Ancak mutlu değildi. Babası şu sıralar çok yoğun çalışıyordu ve eve Ahsen uyuduktan sonra gelebiliyordu. Her ne kadar babası gelene kadar uyanık kalmaya özen gösterse de bir şekilde uyuyakalıyordu. Sabah uyandığındaysa babası çoktan evden gitmiş oluyordu. "Ahsen, hadi kuzum. Gökalp'le oyna. Baban gelecek bugün," dedi Melek, Ahsen'in onu dinlemeyeceğini bile bile. Bir şeyi kafaya koyduysa onu mutlaka yapardı çünkü. Aynı babası gibi, diye düşündü Melek. Gözleri, saçları, düşünceleri, huyları... "Olmaz! Hep böyle söylüyorsun ama hiç gelmiyor. Ben de propesto yapmaya karar verdim." Melek, başta anlamadı. Anladığındaysa şaşkınlıkla kaşları havalandı. "Sen protestoyu nereden biliyorsun?" diyerek yanına oturdu Ahsen'in. Ahsen, ters bir bakış attı annesine. Cahil mi sanıyordu onu? Bunu dile getirmekten de hiç çekinmedi. "Neden? Bilemez miyim? Cahil miyim ben?" dedi hiddetle. Sonra sakinleşti tabii, "Babam öğretti." Melek, gözlerini devirdi. Neler öğretiyordu bu çocuğa böyle? Zaten bir duyduğunu bir daha unutmuyordu! Cevap verecekken Ahsen'den bir ses yükseldi. "BABAM GELDİ!" Bunu demesiyle kapıya doğru fırladı. Gerçekten fırladı. Öyle ki o minik ayaklarıyla nasıl bu hıza ulaştı anlayamadı, kahverengi gözlü kadın. Kapıya gittiğinde gördüğü görüntüye tebessüm etti, Melek. Babasına koala misali yapışan bir adet Ahsen ve elinde poşetlerle kızını kucaklamış bir adet Soner. "Baba neden gelmiyorsun eve?! Ben seni çok özlüyorum," dedi Ahsen sitem dolu incecik sesiyle. Babası gülümseyerek cevap verecekken Polat'tan bir ses yükseldi: "Sanki üç yıldır görmüyorsun babamı! Bırak da biraz biz sarılalım. Yapışmışsın zaten sülük gibi!" Ahsen, kıstığı gözleriyle abisine bakarken babasının boynuna doladığı kollarını biraz daha sıkılaştırdı. "Sana ne acaba?! Müşteki kişi olarak bilasebep yere gösterdiğin tepkiye şu an ehemmiyet veremiyorum. Lütfen bilahare bu konuyu iddianame şeklinde ibraz et. Ancak o zaman bu konuya ehemmiyet verebiliriz. Ama sana verebileceğim tek tavsiye daha bunlara başlamadan feragat etmen abiciğim." Bu sözlerinden sonra koca bir sessizlik yaşandı ancak Ahsen'in umurunda olmadı. Şu an babasıyla özlem gidermekle meşguldü çünkü. Polat, boş bakışlarının ardından kaşlarını çattı ve işaret parmağıyla Ahsen'i göstererek, "Küfür mü etti o bana?!" dedi hiddetle. Ahsen gözlerini devirmekle yetindi. Melek'se eşi Soner'e sinirli bakışlar atıp, "Sen ne öğretiyorsun bu çocuğa, Soner?! Az önce de protesto yapacağım diyordu. Onu da sen öğretmişsin! Ben demiyor muyum sana böyle şeyler öğretme diye! Yedi yaşında bu çocuk yahu!" Soner, Ahsen müsaade ettiğince ellerini bir suçlu gibi kaldırıp, "Bu kadarını bende beklemiyordum. Bana tokanma, Melek'im," dedi ve masumca gülümsedi. Melek, ikisine de umutsuz bir vakaymış gibi kafasını iki yana sallayarak baktı. Sonra Polat'ın sırtına elini koyup salona sürükledi. "Anne, senin bu kızın ne dedi bana? Hayır, bizim ailemizde bu çeneye sahip birisi yok ki! Anne doğruyu söyle, biz Ahsen'i çöpten aldık değil mi?!" Melek'in artık tek umudu kucağındaki Gökalp'ti. Derin bir nefes aldı ve koltuklara doğru ilerlemeye devam etti. Soner, Melek gidince Ahsen'e döndü. Uzun koyu kahverengi saçlarını yüzünden çekip hafif tombul yanağına sulu bir öpücük bıraktı ve konuştu: "Sen ne yaptın kız öyle? Bak beni bile şaşırttın. Bu kadarını bende beklemiyordum." Yürümeye başladı ve tekrar öpücük kondurdu yanağına, bu Ahsen'in kıkırdamasına neden olmuştu. Soner, uzlaşmacı bir ifadeyle devam etti: "Bak, prensesim. Seninle anlaşalım. Gel sen baban gibi muhteşem bir savcı ol, bırak doktorluğu. Hem ne o öyle, kesme biçme!" Salona geldiklerinde Melek, "Soner, sen bir gelsene mutfağa!" Soner, bu ses tonuyla yutkundu ve Ahsen'i indirdi kucağından. Melek, kıstığı gözleriyle mutfağa adımlarken ters bir bakış attı eşinin okyanus mavisi gözlerine. Soner'se gergince sırıttı ve ördek yavrusu gibi karısını takip etmeye başladı. Melek, mutfağa girdi ve Soner'in girmesini bekleyerek kapıyı tuttu. Eşi de girince kapıyı kapattı ve kollarını göğsünde bağladı. Kıstığı gözleriyle eşine komut vermeye başladı: "Sağa dön. Dört adım ilerle." Soner, boş boş bakıp, "Anasınıfı öğretmenliğinden sıkılıp navigasyonu seslendiren kişinin yerine mi geçmeye karar verdin, Melek'im?" dedi. Melek, derin bir nefes verdi ve bu Soner için yeterli bir cevaptı. "Tamam tamam." Dediklerini yaptı ve önüne buzdolabı çıktı. "Şimdi ne yapacağım, navigasyon Melek? Dolabın üstünden atlayıp duvarı mı deleyim?" Kaşlarını çattı. "Kız sen beni Ferhat mı yapacaksın? Ben Ferhat olamam ha! Fıtık başlangıcı var bende." Melek gözlerini devirdi. "Of Soner. Önünde bir dolap var. Ne yapabilirsin? O dolabı açabilirsin, değil mi?" Yüzünü buruşturdu ve devam etti: "Ayrıca senden Ferhat falan olmaz. Olsa olsa Behlül olur." Şaşkınlıkla gözleri aralandı, Soner'in. "Ben ve Behlül? Behlül ve ben? Hah! Ben Soner'im ve bu dünyada tekim!" Trip atarcasına saçlarını savurdu ve buzdolabının kapağını açtı. Karşısında kızı için bir doğum günü pastası vardı. "Ahsen'i de kendine benzettin zaten!" diye mırıldandı Melek. Bu sırada Soner pastanın altındaki tabağı tuttu ve çıkardı. Sırıtarak konuştu. "Bende pasta almıştım ama... Kalp kalbe karşıymış be Melek'im." "Çok konuşma da kızın doğum gününü kutlayalım!" dedi Melek hızlıca. Utanmıştı. Yerinde kıpırdanıp tezgâha yöneldi ve mumları çıkardı. Bu sırada Soner de pasta tabağını koymuştu tezgâha. Soner çaresizdi. "Romantik olsak çok konuşuyor oluyoruz, romantik olmasak ormantik oluyoruz. Sen de hele Melek'im, bu adam daha ne yapsın senin için?" Melek yandan bir bakış atıp işine devam etti. Soner de bu bakışı umursamayıp eşinin arkasına geçti ve kollarını beline sarıp yanağına bir buse bıraktı. Melek'in de yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Bu sırada salonda Ahsen ve Polat yine kavgaya tutuşmuştu. Gökalp'te 'yiyin birbirinizi' temalı gülümsemeyle onları izliyordu. "Sen bana küfür mü ettin, boncuk?!" dedi Polat çatık kaşlarıyla. "Ben sana ne dersem diyeyim, sen zaten beni yine anlamayacaksın ki, abiş!" dedi Ahsen masum bir gülümsemeyle. Ancak bu Polat'ı daha da sinirlendirmişti. "Boncuk bana bak! Bir daha anlamayacağım şekilde konuşursan karıştığın kavgalarda seni kurtarmaya gelmem!" dedi işaret parmağını tehditkâr bir şekilde Ahsen'e doğrultarak. Ahsen'se aynı boş bakışlarıyla cevap verdi. "Zaten kurtarmıyorsun ki abiş. Sadece geliyorsun ve kime nasıl vurduğuma bakıyorsun." "Nankör!" "Gerçekler acıdır." "Hayırsız!" "Devir kötü." "Küstah!" "Teveccühünüz." "İyi ki doğdun Ahsen!" diyerek kavgalarına anne ve babalarının sesleriyle ara vermek durumunda kaldılar. "İyi ki doğdun Ahsen!" Bu sefer Polat'ta katılmıştı. "İyi ki doğdun, iyi ki doğdun!" Gökalp'te katılmıştı. "Mutlu yıllar sana!" Soner eğilerek pastayı kızının hizasına indirdi. Gözleriyle mumları işaret etti ve gülümseyerek kızına baktı. Ahsen'se ayrı bir kafadaydı... "Bence de iyi ki doğdum! Kendinizi şanslı sayın çünkü bu dünyaya bir tane Ahsen geldi ve o da Turan Familyasına ait," dedi ve mumları üfledi. Melek avucunu alnına vurarak, "Gerçekten bir junior Soner dünyaya getirdiğime inanamıyorum!" homurdandı. Soner gözlerini devirip, "Benimle ne alakası var şimdi Melek'im?" dedi ve gururlu bakışlarını kızına çevirdi. "Ayrıca aferin benim kızıma! Bana çekmeyecekte kime çekecek?" düşünceli bir hâl aldı yüzünü. "Gerçi ben sana benzesin istiyordum, bu Dünya'ya senin genlerinden daha fazla ihtiyaç var. Aman boş ver, Polat tip olarak Gökalp'te tipte ortaya karışık ruhta sana benziyor. Birisi de komple bana benzesin," dedi ve gülümsedi. *** Gökyüzünün cama akıttığı gözyaşlarını izliyordum. Çardakların çoğu yağmur yağdığından dolu, banklarda ise ıslanmayı seçen tek tük insanlar vardı. Elimdeki sıcak kahvenin tenime bıraktığı uyuşukluğu hissederken adımın seslenilmesiyle arkamı döndüm. "Ahsen Hocam! Acilde bir hasta sizi istiyor. Kan almak için gittiğimde Ahsen Bayan alacak diye tutturdu." Bayan mı? Boş bakışlarım hemşirenin gözlerine tutunduğunda sorgulayıcı bir hâl almıştı. "Sebep?" Cevapsa bir omuz silkmeydi. Derin bir nefes alıp elimdeki kahveyi fondip yaparak mideme gönderdim ancak sıcaklık gibi bir etkeni unuttuğum için ağzımdan alev çıkacağını sanmıştım. Lakin tepki vermedim. Karizmayı çizdirmek olmazdı. Boş kahve kartonunu yaka kartında Semra yazan hemşirenin eline tutuşturup, "Su bul bana, hatta şelale! Ne bileyim... Okyanus da olur." Bazen karizmayı kafa iznine çıkarabilirdik... Hemşire, gülmemek için dudaklarını birbirine bastırırken başını salladı ve hastaya götürmek için önden ilerlemeye başladı. Adımlarımsa onu takip ediyordu. Kenarda duran doktorla da sürekli karşılaşıyordum ve her seferinde bakışlarımız kesişiyordu. Şimdi de göz gözeydik. En sonunda 'hayırdır' temasıyla göz kırptığımda direkt başka yöne bakmıştı. Birkaç dakikanın sonunda beni getirdiği yerin Namranoğlu aşiretinin ağasının olduğu yere yakın olduğunu fark ettim ve ardından Mahmut Namranoğlu'nun önünde sadece benim görebildiğim hedefe ulaştınız adlı neon yazılar belirdi. Bayık gözlerle, "Gerçekten mi?" diye sordum. Hemşire ise, "Maalesef hocam..." dedi üzgün bir sesle. Bizim seslerimizi duyan ağa tartıştığı doktorlardan bakışlarını çekip bana çölde su bulan hipopotam yavrusu gibi baktı. "Oh be! Vallahi biraz daha gelmeseydin ırgatlara haber salacaktım be maviş doktor!" Boş bakışlarımla onun rahatlamış yüz ifadesine baktım ve sakince konuştum. "Sadece kan alma için beni mi istedin?" "He yav! Bunlar beni delik deşik ederlerdi kesin, maviş doktorcuğum..." Göz devirdim. Gözlerin beynine doğru ha aktı, ha akacak, Ahsen... "Hastanedeki tek doktor ben miyim, sevgili ağacığım?!" diye sordum ancak sesim yükselmemek için zor duruyordu. "Kan almak için hemşireler okudu ya, sevgili ağacığım!" Yüzünü buruşturup, "Onlar hemşire! Doktor varken hemşireye mi güveneyim?" Ceplerimdeki ellerim çoktan yumruk olmuştu ancak sakin kalmaya yeminliydim sanki. "Bak... Hadi buna okeyim diyelim. Daha geçen gün tartıştığın doktora mı aldırmaya karar verdin ulan kanını?!" Sesim yükselirken sakin bir sesle devam ettim. "Sevgili ağacığım..." "Doktorcuğum, onlara değil sana güvenmişim demek ki!" Tam yükselecekken omzumda hissettiğim ağırlıkla soluma baktım. Egemen'in yeşillerini elbette beklemiyordum. Hele de sakinleştirici yeşillerini hiç beklemiyordum. Bu sabah yanına gittiğimde eski Egemen'in değil de bambaşka birinin yanına gitmiştim sanki. Bu tepkisi canımı istemsizce sıkmıştı ve o andan beri saçma bir şekilde patlamaya hazır bir bomba gibi geziyordum. Neden canımı sıkmıştı bunu da anlamış değildim. Dahası Egemen'in bana neden soğuk davrandığını hiç anlamış değildim. Aklıma tek bir seçenek geliyordu. O da Yağız'la sarıldığımızı görüp yanış yorumlamasıydı. Ama bu onun için neden bir sorun olsundu ki? Anlamsızca sakinleştiğimi fark ettiğimde sinirle Egemen'in omzumdaki elini çektim. "Semra sen al kanı, ben kontrol ederim." Bakışlarımı ağaya çevirdim. "Sende sıkıntı çıkarırsan kanı ben alırım ancak kolundan değil!" Gerçekten sakinleşmeye ihtiyacım vardı. Bunu kendim için değil, çevrem için istiyordum. Çünkü öfkem sadece beni değil, etrafımdakileri de geriyordu. Yaklaşık yarım saatin sonunda kanı almış, birkaç hastanın tahlillerini incelemiş, acile gelen hastalarla ilgilenmiştim. Şimdi de elimde iki kahveyle birlikte Egemen'in yanına gidiyordum. Tekrar konuşmayı deneyecektim. Belki de canı bir şeye sıkılmıştı ve o yüzden soğuk davranmıştı. Koridorun sonunda Egemen'i görmemle yüzümdeki tebessümle ona doğru adımladım. Ancak birkaç saniye içinde oluşan manzara adımlarımın olduğu yere çakılmasına sebep olmuştu. Egemen'in yanına bir kadın geliyordu ve Egemen'in onu görmesiyle yüzüne geniş bir gülümseme yayılıyordu. Sarılıyorlardı ve ayrıldıklarında kadın kollarını Egemen'in boynuna dolamış, Egemen'de tek kolunu kadının beline sarmıştı. Daha sonra o kadın Egemen'i pek dostça sayılmayacak bir şekilde yanağından öpüyordu. Bu da Egemen'in yüzündeki gülümsemeyi sekteye uğratsa da önceki gülümsemesini kazanması uzun sürmemişti. Elimdeki kahvelerin uyarıcı sıcaklığıyla ifadesiz ama bir o kadar da kırgın bakışlarımı ellerime indirdim. Yüzümdeki tebessüm yerini burukluğa bırakmıştı. Zaten ne sanıyordum ki? Yanımdan geçen iki hemşireyi durdurup kahveleri onların eline tutuşturdum. "Kafein iyidir. Metabolizmayı hızlandırır, yağ yakar. Ayrıca hafızayı da güçlendirir. Kahve için, kafein tüketin." Geri geri yürümeye başladım. "Sağlık kafeindir, kafein sağlıktır." Konuşma, Ahsen! "İçin. Ama fazla içmeyin, depresyona ve sinire yol açar." Lan konuşma! Konuştukça yürüyen kamu spotuna dönüyorsun, Ahsen! Bana anlamsız gözle bakan insanlara gülümseyip önüme döndüm ve koşar adımlarla uzaklaştım. *** "Davay davay! Ne uyuşuk insanlarsınız siz ya!" Odama çağırdığım kız arkadaşlarımı iteleyerek yatağıma ulaştırmaya çalışıyordum. Şu an Asparagastaydım ve akşam önemli bir toplantı vardı. Bende fırsattan istifade arkadaşlarıma ultra mega önemli bir konu hakkında fikir danışmak için odama gelmelerini istemiştim. "Ya geldik işte! Ne bu sabırsızlık?" diye söylendi Duygu. "Tıp dergilerinden birisinin bir sayfası mı kırıştı? Ne oldu?" diye fikir yürüttü Zemheri. "Bak abinin yanından kaçtım, umarım buna değecek bir şeydir!" dedi Dilay uyarıcı bir sesle. "Ay yoksa tırnağın kırıldı da acısını mı çekiyorsun?" dedi acılı bir ifadeyle İlknaz. Bunun üzerine hepimiz gözlerimizi devirdik. Bu sırada arkadaşlarım da yatağa yayılmışlardı. Gözlerimizi devirdiğimizi fark eden İlknaz, "Ne?! Çok acıyor... Acılı bir şey bu!" Dediğini boş verip ellerimi kaldırdım. "S.O.S. dostlarım!" Söylediğim acil durum alarmımızla hepsi gözlerini sonuna kadar açtı. "Ne oldu?" dedi Duygu. "Nasıl oldu?" dedi Dilay. "Ne zaman oldu?" dedi Zemheri. "Nerede oldu?" dedi İlknaz. Hepsine acılı gözlerle bakıp umutsuzca yatağa çöktüm. Elimi sol göğsüme koyup, "Benim bugün kalbim acıdı," dedim. Dilay, "Balım, kalp doktoru olan sensin. Biz değiliz ki!" deyince İlknaz şüpheli ve bir o kadar da heyecanlı bir şekilde mavi ojeli elini kaldırıp Dilay'ı susturdu. "Bir dakika, bir dakika! Bu öyle bir kalp acısı değil, değil mi? Mecazi yani?" Hepsi bana kısılmış gözleriyle bakarken ben gözlerimi yatağıma serili çiçekli babaanne çarşafıma indirdim ve yavaşça kafamı salladım. Duygu, "Kim acıttı senin kalbini?" diye sorunca yutkunup cevapladım. "Egemen." Zemheri, "Nasıl oldu?" diye sordu. "Dün Yağız'la yarış yaptığımızı söyleyip bitirmiştim ya konuşmayı..." deyip beklenti dolu gözlerimi arkadaşlarıma çevirdim. Hepsi devam etmem için başını salladı. "Bitmemişti. Bugünkü toplantıda anlatacaktım ne olduğunu. Bir şeyler söyledi, bende ona sarıldım. Egemen de herhalde bizden sonra evden çıkmış onunla sarıldığımızı gördü. Bugün de her zaman gülümseyen Egemen gitmiş yerine bambaşka birisi gelmiş gibiydi." Duygu, dudaklarını birbirine bastırdı. "Ahsoş, bu Egemen'in canı başka bir şeye sıkılmış olabilir mi?" Sorduğu soruyla başımı iki yana salladım. "Bunu anlamak için yanına gittim öğleden sonra. Gördüklerimle de cevabımı aldım." İlknaz, "Ne gördün?" diye sorunca gördüğüm görüntüyü kısık sesle anlatmaya başladım: "Bir kadın geldi. Egemen onu görünce genişçe gülümsedi. Sonra kadın kollarını Egemen'in boynuna doladı ve sarıldılar. O kadın Egemen'i dostça diyemeyeceğim şekilde yanağından öptü. Egemen de hiç bozuntuya vermedi." İlknaz, "Vay şerefsiz insan!" deyince boş bakışlarımız İlknaz'in kahvelerine dokundu. Omuz silkip, "Ne var?! Ben Egemen'in Ahsen'e âşık olduğunu düşünüyordum şahsen! Seven insan kıskansa da böyle mi yapar?!" dedi ve kendi kendine söylenmeye devam etti. Duygu ise, "İlknaz, sen böyle dağlar kızı Heidi modundasın ama hiçbir şey o güzel hayal dünyan gibi değil maalesef..." deyince sorgu dolu bakışlarım ona tutundu. O da fark etmiş olacak ki devam etti: "Enes'e bakın. Beni sevdiğini söylüyor. Ama o kim, ben kim? Onun; onu seven bir annesi var, kardeşi var. Peki ben? Annem ve babam beni sevmediği için bir yetimhaneye götürdüler. Bunda sorun yok... Ama neden sadece beni sevmediler ki? Kardeşimi el bebek gül bebek büyüttüler. Ben onların çocuğu değil miydim? Beni neden sevmediler?" Derin bir nefes alıp konuştu: "Yani demem o ki, ben Enes'i sevemem. O da boşa uğraşıyor. Ben ona gülmem, elini tutmam, ona umut vermemek için o bana bakmazken bakıyorum ona. O beni ölene kadar sevemez." Dilay, "Enes'e haksızlık ediyorsun. Sen bir kez gül, onun gözlerinin içi parlıyor. Belki sen farkında değilsin ama buraya ilk geldiğimiz andan beri bir gözü hep senin üstündeydi." Burnundan nefes vererek güldü, "Saçların kumralken sarıya boyadın. Enes, saçlarını değiştirdin diye bir hafta yemek yememişti. Sen onun odasına hiç girmedin. O yüzden görmemişsindir, senin kumral saçlıyken olan bir fotoğrafını çerçeveletip yatağının yanındaki komodinin üstüne koymuş. Giydiği her kıyafetin cebine senin fotoğrafını koyuyor. Seni öpemediği için fotoğrafını koklayıp öpüyor." Gözlerini kısıp, "Bence söylediklerini tekrar düşün." Duygu şaşkınlıkla yutkunup gözlerini kırpıştırdı. Daha sonra ifadesini düzeltip, "Neyse ya! En son Ahsen'den konuşuyorduk, bana geldi konu," dedi. Konuyu buraya getirince İlknaz ve Zemheri'de silkelenip bize bakmaya başladı. Zemheri, "Şimdi sen o kadınla Egemen'i öyle görünce ne yaptın tam olarak?" diye sorunca duraksayıp kaşlarımı çattım. "Ne yapacağım? Gerisin geriye döndüm işte!" Yüzümü ağlamaklı bir ifadeye bürüdüm. "Öyle bir döndüm ki, hiçbir kahve markası böyle reklam görmemiştir!" Bana anlamaz gözlerle bakan dörtlüyü önemsemeden, "Ya siz onu bunu boş verin de bana neler oluyor, onu söyleyin!" dedim. Karşımdaki dörtlü önce hınzır tebessümlerle birbirine bakıp sonra da bana döndüler ve aynı anda bağırdılar. "ÂŞIKSIN! DIRIRIM DIRIRIM!" Bu sözlerle adeta donup kalmıştım. "Ha?" verdiğim tek tepki buydu. Dilay yüzündeki tebessümle, "Bu şu demek: Kalpsiz kraliçemizin de bir kalbi varmış ve atmaya başlamış." Şu an tek düşündüğüm şey, bunu kardeşlerime nasıl söyleyeceğimdi. Üstelik bunu hem ekibin geri kalanına hem de Kurtuluş Amca'ya da söylemem gerekiyordu. Ayrıca bugünkü manzaradan sonra ondan uzak durmam gerekiyordu... *** O bu değil de Soner'in hanımcılık reel mi jksdkxslsdşxs Bölüm nasıldı??? |
0% |