Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4. Bölüm

@ozeaslaner

Temiz havanın eşsiz huzuru tüm hücrelerime yayılırken gülümsedim. İçimdeki tüm sıkıntılar bir anda toz olup havaya karışmıştı sanki. Sahi, neyi dert ediyordum ki kendime? Tüm bu olanlar benim küçük dünyamın yanından bile geçemeyecek kadar çirkindi. Bu çirkinlikler keşke sadece zihnimi kirletiyor olsaydı. Aynı zamanda gözlerimi de kirletiyorlardı. Ece, oturmuş meyve suyunu içerken Aras da yanında çadır kuruyordu. Birlikte kalacakları çadırı! Az kalsın inanacaktım içten içe üzüntüsüne. Utanmadan sevgilisini getirmiş benim olduğum yere.

“Ya, çadırın içine değil de üzerine otursak?”

Arkamı döndüğümde twister oynar gibi birbirine girmiş Betül ve çadıra baktım bir süre. Betül’ün saçlarının her bir teli birbiriyle dans ederken güldüm.

“Bu halin ne senin?”

“Hiç ya, öyle bir çadır kurayım dedim. BELKİ YATACAK YERİMİZ OLUR DİYE!”

Gülerek yanına gidip elinden tuttum ve kaldırdım.

“Tek başına yapamazsın tabi deli. Şimdi ikimiz birlikte on dakikaya halledeceğiz,” demiştim yaklaşık kırk dakika önce.

Az önce Betül’ün dalga geçtiğim saçlarıyla aynı olan saçıma üfleyerek gözümün önünden havalandırdım ve elimdeki çubuğu yere atarak hala hiçbir yol kat edemediğimiz çadırın üzerine oturdum.

“Zemin uygun değil zemin. O yüzden,” dedim Betül’e dönerek.

“Ayyyyyneen!” diye karşılık verdi umutsuzca.

Yaptığımız işten çok ilerleme kaydetmişiz gibi bir de hiç utanmadan çadırın üzerine aynı anda sırt üstü uzanıp dinlenme molası verdik. O sırada tepemizde duran nereden baksan beş metrelik bir cisim görünce gözlerimi kıstım ne olduğunu anlamaya çalışmak için.

“Galiba yardım lazım.”

Hı tamam cisim değil Rüzgar’mış. Uzandığım için beş metre gibi yüzü görünmeyecek kadar uzak duruyormuş. Yoksa ayaktayken aramızda pek fark yok. Ben 160, Rüzgar da nereden baksak 196 falan desek-

“Derin kalksana.”

Tepemde çığıran Betül’e yüzümü buruşturup beni derin düşüncelerimden alıkoyduğu için içimden sevgilerimi de ileterek ayağa kalktım.

Betül ve Rüzgar çadırı kurarken etrafı gezmek için yola koyuldum. Her ne kadar her yer sadece ağaçtan ibaret olsa da bazı ağaçla alakası olmayan keresteleri görmekten çok daha güzeller.

Kamp yerinden uzaklaştıkça aralarda çok güzel görünen meyve ağaçları ortaya çıkıyordu. Bazılarına elim yetiştikçe birkaç tane toplayıp yiyerek ilerliyordum. Şu anın verdiği huzuru ve rahatlığı kelimelere dökemeyecek kadar mayışmıştım.

İlerdeki kırmızılığı görünce koşarak oraya yaklaştım. Kiraz ağacı gördüğüme bu kadar mutlu olacağımı düşünmezdim. İşin güzel yanı çok efsanevi görünmeleriydi. En acı yanı ise kırmızı olanların ağacın tepesinde olmalarıydı. Her ne kadar yetişmeye çalışsam da başarısız olunca bu çabama son verip geri dönmek için arkama döndüm. Dönmemle birlikte irkilmem bir olmuştu. Aras’ın gereksiz silüeti önüme duvar olmuştu sanki.

“Ne işin var senin burada?”

Ağaca bakış attıktan sonra bana döndü tekrar.

“Kiraz toplamaya geldim.”

Yalan da hemen hazır. Resmen bu dünyaya yalanmatik olarak gelmiş. Bu ağacın varlığından birkaç saniye öncesine kadar haberin var mıydı acaba senin?

“Benim işim bitti zaten istediğin kadar toplayabilirsin hamile sevgilin için!”

Bakışlarının anında çöktüğünü görünce yanından geçerek yola koyuldum. Yani en azından amacım yola koyulmaktı. Aras kolumdan tutana kadar.

“Ne var?” diye bağırdım hala kolumdan tutarken.

“Kiraz toplamama yardım etmeyecek misin?”

“Senin boyun yetişir mi acaba kiraz toplamaya? Baksana hepsi ağacın tepesinde.”

Aras, ağacı önce bir süzdükten sonra ağacın bir dalını tutup tırmanmaya başladı. Aras’ta bende olmayan ufak bir detay varmış. Mantık!

Kirazları topladıkça eğilip avcuma bıraktı. Avucum dolunca ağaçtan atlayıp ellerini çırptı. Ben, Aras yokmuşçasına kirazları yemeye başlayarak kampa doğru yürümeye başladım. Peşimden gelip benimle yürürken avucumdaki kirazlardan bir tane alıp ağzına attı.

“Biliyor musun, Küçük İskender ne demiş?”

“Bilmiyorum,” dedim ağzımı kirazla doldururken.

“Senle ben, vişneyle kiraz gibiyiz. Uzaktan aynı, yakınlaştıkça ve tattıkça farklı anlaşılan.”

“Biz seninle uzaktan da yakından da aynı falan değiliz.”

Birden durunca ben de durup ona baktım. Cebinden küçük bir papatya demeti çıkarıp kulağımın arkasına iliştirirken devam etti, “Evet, neticede birimiz kiraz kadar tatlı, diğerimiz vişne kadar ekşi ve yüz buruşturucu.”

“Vişneyle alakan yok senin,” dedim ve kulağımın arkasındaki papatyaları çıkarıp yere attım. “Yüzümü buruşturuyorsun evet ama ekşilikten değil. Sahtelikten.”

Yoluma devam ettiğimde yanıma gelme çabasında bulunmuyordu. Bulunmamalıydı da!

Kamp yerine vardığımda Ece’nin bakışları önce bana sonra da arkamdan yavaş yavaş yürüyen Aras’a kaymıştı. Aldırış etmeden çadırımızın yanına vardım. Betül içerde uzanmış telefonuyla oynuyordu. Hiçbir şey demeden yanına uzandım ve çadırın tavanına diktim gözlerimi. Bu kamp macerası bir an önce bitse iyi olurdu.


**

Kamp boyunca Aras’la bir daha hiç konuşmamıştık. Kamptan sonra iki gün boyunca da okula gelmemişti zaten. Babalığın verdiği yetkiye dayanarak okulu da bıraktı galiba. Beni arkasında bıraktığı gibi her şeyi bıraktı belli ki.

Penceremden karanlığın derin sessizliğiyle dertleştikten sonra camı kapatıp aşağı indim. İçecek almak için mutfağa girdiğimde kapı çalınca büyük bir üşengeçlik hüsranıyla kapıya yöneldim. Kapıyı açtığımda sadece yerde duran küçük bir sepet vardı. Sepeti alıp mutfağa geri döndüm. Masanın üzerine koyup sepetin üzerindeki örtüyü kaldırdığımda içinde bir kavanoz, bir demet kurumuş papatya bir de not vardı. Notu açtım.

Tamam kabul, vişne ben olayım. Ama belki reçel olsam yüzünü buruşturmam ha?

Gülümseyerek notu bırakıp kavanozu aldım. Gerçekten de vişne reçeli göndermişti. Sepetin içindeki papatyalar da kampta yere attığım papatya buketiydi sanırım. Ama hayır, böyle hissetmemem gerekiyor. Mutlu ve çocuk gibi heyecanlı halim hiç hoşuma gitmemişti. Çünkü olmamam gerekiyordu. Onu farklı bir hayat, farklı bir aile bekliyordu. Bunu biliyorum ama bilmeme rağmen ilk defa hissettiğim duyguların karmaşıklığı tüm mantığımı altüst ediyordu. Belki de tüm bu olumsuzluklar bir işarettir. Aramızda daha bir şey yokken bile yaşanan tüm bunlar, ilerde birlikte olmayalım diye oluyordur belki.

Tüm umutsuz senaryoların içerisinde tamamen kaybolmamak için sepeti tekrar örttüm ve odama çıktım. Sepeti çalışma masama koydum ve kendimi yatağa attım. Gözlerimi yumdum ve tüm bunların kötü bir rüya olmasını diledim.

**

Ne kadar içten dilediysem gözlerimi açtığımda sabah olmuştu. Umarım tüm bu yaşananların kötü bir rüya olsun diye ettiğim dua kısmı gerçekleşmiştir.

Yatağımdan kalktım ve alelacele üzerimi giydim. Annemin aşağıdan “Geç kalıyorsun okula,” yakarışları eşliğinde koşarak indim aşağı. Demlenmiş ve mis gibi kokan kahvenin oluşturduğu hayali buharı takip ettim ve kahvemi içmek için fincanımı çıkardım. O sırada annemin terliği çoktan ayağından çıkmış ve yine olmaması gerektiği yereydi. Elinde!

“Sabah sabah kahve içmiyorsun hanımefendi. Kahvaltı ve doğruca okul!”

Gördüğünüz gibi bu sabah kahvesi liseli kızları sadece filmlerde gördüğümüz kadar. Ben de güne kahve içerek başlamak istiyorum fakat annem beni terlikle kovalayınca tüm planlarım altüst oluyor maalesef.

Kahvaltımı yaptım ve kendimi okul yoluna attım. Daha birkaç adım anca atmıştım ki Aras, arabasıyla yanımda durdu. Aşağı inmeden camdan bana binmemi işaret ediyordu.

‘Ayyyyneeeenn’ bakışlarımı atıp aldırış etmeden yürümeye devam ettim. Naz falan mı yaptığımı sanıyor acaba? Ortada olan durumun farkında mı değil yoksa numara mı yapıyor çözemedim hala.

Arabayı yavaş kullanarak benimle yan yana durmaya çalışıyordu. Pes etmeyeceğini anlayınca sinirle ona döndüm. O da frene bastı ve arabadan indi.

“Sen ne yapmaya çalışıyorsun Aras?”

Omuz silkti.

“Seni okula bırakmaya çalışıyorum.”

Bu hiçbir şey olmamış tavırları beni daha da sinirlendiriyordu.

“Hiçbir şey olmamış gibi davranmaktan vazgeç artık. Benden ne istiyorsun? Daha tanışalı ne kadar oldu da biz bunları yaşıyoruz bir baksana. Ne bekliyorsun? Sana aşık olmamı, daha çok acı çekmemi falan mı? Bunu bana yapma Aras!”

“Önümüzde engel de yok başımıza gelen bir şey de.”

Gözlerimi kapatıp sakin bir nefes verdim.

“Anlamamakta ısrar mı ediyorsun? Bu bir oyun değil. Ben de senin oyuncağın değilim.” Dedim ve yoluma devam ettim.

“Ece hamile değil!” diye bağırdı arkamdan. O an ayaklarım bana ihanet edercesine durdu. Aklımsa o sırada olanları idrak etmeye çalışıyordu. Şaşkınlıktan aralık kalan dudaklarımla ona döndüm ve bir süre baktım.

“Doğru mu söylüyorsun?”

Yaklaştı. “Ben sana ne zaman yalan söyledim Derin?”

Gözlerinin içine baktım. “Her zaman.”

Hafifçe güldü ve başını yana eğerek bana bakmaya devam etti.

“Ben onun hamile olmadığını biliyordum. Bizim ilişkimiz biteli bir sene oldu Derin. Ama Ece bunu kabullenemiyor hala. Senden uzak durdum çünkü bunu ispat edebilecek bir kanıtım olması lazımdı önce.”

“Nerede kanıt?”

Cebinden çıkardığı katlanmış kağıdı açtı ve bana verdi. Elinden bir çırpıda aldım ve doktor raporuna baktım. Gerçekten de hamile değildi. Aramızda engel kalmadığı için sevinmeli miyim yoksa ileride bize hep sorun yaratacak bir Ece olacağı için üzülmeli miyim bilemedim.

“Ece nerde şimdi?”

Sıkıntıyla ofladı.

“Bilmiyorum ama umarım artık hayatımdan çıkmıştır.”

Gülümseyerek parmağımın ucuyla koluna hafifçe vurdum.

“Demek vişne reçeli hı?”

Gülerek yaptığım hareketin aynısını o da yaptı ve “Sevmez misin?” diye sordu.

“Çok severim,” dedim gözlerine bakarak.

“Güzel!” dedi heyecanla ellerini sıvazlayarak. “Hadi o zaman gidiyoruz.”

“Nereye gidiyoruz?” diye sordum peşinden arabaya giderken.

“Kahvaltıya.”

Daha az önce kahvaltı yapmış olsam da itiraz etmeden kabul ettim.

Kahvaltı yapacağımız yere ulaştığımızda gözlerim büyümüştü. Çok güzel camdan balkonu vardı buranın. Manzaraya doğru bir yere oturduk. Aras, kahvaltı sipariş etti ve özel olarak vişne reçeli de istemişti. Bu haline gülmeden edemedim.

“Ben bir lavaboya gidip geleceğim,” dedi ve kalktı. Daha doğrusu kalkmaya yeltenmişti. Bir anda gözleri kapıya doğru duraksadı ve tekrar yerine oturup gözlerini kapattı bir süre.

“İyi misin?” diye sordum endişe ederek.

Gözlerini açtıktan sonra tekrar aynı yere döndü baktı ve rahat bir nefes bıraktı.

“Ne oldu, ne gördün?”

“Ben ilaçlarımı almayı unuttum sanırım yine,” dedi.

“Ne ilacı?”

“Bazı şeyleri küçüklüğümden beri çok takıyorum kafama. Bu da bana kaygı bozukluğu diye bir hastalık hediye etti.”

“Seni bu duruma ne getirdi peki?”

Bu soruyu beklemiyor olacaktı ki soruyu sorduğum anda gözlerime bakıp yutkundu. Anlatamayacağını anladığım zaman elimi elinin üstüne koydum.

“Özür dilerim. Anlatmak zorunda değilsin.”

“Annem,” dedi beklemediğim bir anda. “Annem öldü benim küçükken. Yani öldü diyorlar bana ama öldürüldü biliyorum. Gördüm.” Dedi gözleri dolarken.

“Çok küçüktüm ama hatırlıyorum. Hatırlamadığımı düşünüyor babam. Bir gün evdeydik hep birlikte. Ben, annem ve kız kardeşim. Salonda bazı eşya kırılma sesleri duydum. Koşarak indim aşağıya. O sırada annem ağlayarak mutfaktan çıktı ve beni görünce hemen koltuğun altına sakladı beni. Kız kardeşim o sırada neredeydi bilmiyorum. Sonra bir anda ses kesildi. Annem düştü. Eli bana uzandı yere düştüğünde. Ama sonra ne oldu bilmiyorum. Hatırlamıyorum. Bildiğim tek bir şey var. Her şey babam yüzünden oldu.”

Kanım donmuştu o anda. Ben sadece hayal ederken bile böyle hissediyorsam Aras… Aras tüm bunları birebir yaşamıştı o yaşta.

“O zamandan beri çok sık olmaz ama ara ara annemi gördüğümü sanıyorum. Genelde ilaçlarımı almayı unutunca oluyor.”

“Nasıl görünüyor annen?” diye sordum.

“Çok güzel,” dedi gülümserken. “Siyah saçları var omuzlarına kadar. Ne zaman görsem siyah bir elbise giymiş oluyor.”

Az önce Aras annesini gördüğünü sandığı yerde gerçekten de bir kadın vardı. Hayal görmediğini söylemem ona yardımcı olur muydu acaba?

“İçini rahatlatacaksa söyleyeyim, baktığın yerde zaten bir kadın vardı. Onu annene benzetmişsin.”

Anlamaz şekilde kaşlarını çattı.

“Hayal değil miydi yani?” dedi. “Hayır, sadece benzetme,” dedim elini tutarken.

Çok geçmeden kahvaltımız geldi. Hiç konuşmadan yaptı kahvaltısını. Bu sessizlik süresince bende de bazı soru işaretleri cevabını buluyordu. Sınıfa ilk geldiği zamanlarda sürekli çizimini yaptığı o el resmi annesinin eliymiş.

Bu düşüncelerden beni Aras’ın uzattığı ballı ekmek ayırdı. Gülümseyerek elinden alıp yedim. Bir dilim ekmek daha alıp bu defa üzerine reçel sürerken ona odaklanarak konuşuyordu.

“Dün anneni gördüm. Bizim şirketteydi.”

“Ne yapıyormuş sizin şirkette?”

“Bilmiyorum ama sanırım bizim şirketin avukatlık işlerini annen yürütüyor.”

Şaşırmıştım ama zaten annemin işlerine aklım ermediği için fazla kurcalamadım.

Aras, elindeki ekmeği de bana verdikten sonra heyecanla bana baktı.

“Bugün şirkette işlerim var. Sen de gelsene. Hem görmüş olursun.”

“E okul?”

“Okul mu kaldı zaten öğlen oldu,” dedi kolundaki saati işaret ederken.

Omuz silktim ve “Olur,” dedim. Dua edeyim de şirkette annemle karşılaşmayayım bari.

Toparlanıp çıktık kafeden. Çok geçmeden şirkete vardık. Girişte güvenlikler “Hoş geldiniz Aras Bey,” diyerek karşıladılar. Giriş kısmını bu kadarla sınırlamıştım kafamda ama Aras’ın odasına çıkana kadar yanımızdan geçen herkes Aras’ı selamlayıp “Hoş geldiniz,” diyordu. Bence bu aşırı saygıdan giriş karşılaması değil de Aras şirkete ayda yılda bir geldiği için bir kutlamaydı. Bu muhteşem düşüncelerime hafifçe kıkırdadım. Aras bunu fark edince bana baktı ve güldü.

“Ne gülüyorsun sen?”

“Hiç,” dedim peşinden kendimi sürüklerken.

Asansöre bindiğimizde etrafıma baktım. Sadece asansör, benim odamdan büyüktü. Tüm şirket özenle tasarlanıp inşa edilmişti.

Bir anda ne olduğunu anlamadan Aras beni asansörün camıyla kendi arasında bırakıp ellerini cama yaslamıştı.

“Yok canım öyle gülüp de hiç demek. Söyle, neye gülüyordun?”

O an neye uğradığımı şaşırmakla meşguldüm. Beni böyle zan altında bırakırken konuşabilmemi nasıl bekliyordu acaba?

“Ağlayayım mı?”

Göz devirerek bana bakmaya devam ediyordu. Bu haline gülmeden edemedim.

“Sadece sana olan giriş seremonisine güldüm.”

“Eeee ne de olsa bir Aras Atakol dünyaya bir defa geliyor. Haksızlar mı?”

“Şirkete yılda bir geldiğin için seni kutluyor olabilecekleri aklına hiç gelmedi mi peki?”

Yüzünü yüzüme yaklaştırdı ve cıkladı.

“Hiç sanmıyorum.” Dedi nefesi yüzüme değerken. Ona bu kadar yakın olmak beni neden bu kadar heyecanlandırıyordu? Ne yapacağımı bilemeden ona bakarken asansörün kapısı açılınca benden uzaklaştı ve asansörden indi. Derin bir oh çekerek nefes aldım ve ben de peşinden gittim. Bu çocuk insanların yanından yürümeyi bilmiyor mu? Ben neden peşinden koşarak yetişmeye çalışıyorum her seferinde? Hayır yani yokluğumu da mı hissetmiyor? Biri beni kaçırsa haberi olmayacak!

Aras’ın odasına giderken babası olduğunu düşündüğüm bir adam karşımızdan gelip Aras’ın önünde durdu.

“Oooo Aras Bey, hoş geldiniz.”

Evet, bilen bilir bu imalı ses tonu benim teorimi haklı çıkardı.

Aras sadece kafasını sallayarak babasına ‘hoş buldum’ işareti yaptıktan sonra bir şey demeden babasının yanından geçerek yoluna devam etti. Ben de peşinden tabii.

Odaya vardığımızda Aras kapıyı açtı ve benim girmem için eliyle odayı gösterdi. Odaya girdiğimde düşündüğüm tek bir şey vardı. Aras’ın yanından bir adım bile ayrılırsam değil şirket bu odanın içinde bile kaybolabilirim!

“İşte burası da benim cehennemim,” dedi masasına otururken.

“Cehennemin baya lüksmüş,” dedim duvarlardaki tabloları incelerken.

“Benim çok az bir işim var. Sonra sana şirketi gezdiririm.”

“Olur,” dedim bakınmaya devam ederken.

Tablolardan birinde Aras’ın çizdiğinden emin olduğum o el resimlerinden biri vardı. Ödüllerle dolu olan masaya yanaştım. Ne çok başarısı vardı beyefendinin. En son gezecek bir şey kalmayınca Aras’ın masasını önündeki koltuklardan birine oturdum. Masanın üzerindeki fotoğraf dikkatimi çekmişti. Çok odaklanmış olacağım ki Aras “Annem,” dedi iç çekerek fotoğrafa baktıktan sonra.

Fotoğrafa biraz daha yakından bakınca gelen o tanıdıklık hissi tüm içimi kaplamıştı. Hani bazı insanlarda bunu hissedersiniz ya. Öyle garip bir şeydi. Hem bugün kafedeki kadına da benziyordu. Aras’ın, o kadını annesi sanması hiç de haksızca değilmiş. Ama bu kadını bugün hariç bir yerde daha gördüğüme adım kadar emindim. Büyük ihtimalle bu kadına çok benzeyen biriydi. Aras’ın gözlerinin önünde ölmemiş olsaydı bir ihtimal verebilirdim.

Bir süre sonra Aras’ın babası girdi odaya.

“Ben çıkıyorum. Akşam da eve bekliyorum seni. Konuşacaklarımız var,” dedi ve gözleri bana odaklandı. Sonra tekrar ‘kim bu?’ dercesine Aras’a döndü.

“Okuldan arkadaşım,” dedi babasını çok da umursamadan. “Hem yabancı değil. Bizim şirket avukatlarından Ayla Hanım’ın kızı aynı zamanda,” diye ekledi.

Annemin adı geçtikten sonra rengi beyaza dönen adam bir şey demeden odayı terk etti. Bir şeylerin ters gittiği belliydi. Ama ne?

Aynı anda Aras’la birbirimize dönüp ne olduğunu anlamaya çalıştık. Sanırım işle özel hayatını karıştırmaktan hiç haz etmeyen insanlardan biriydi. Yoksa başka ne olabilirdi ki zaten?

Çok geçmeden telefonum çaldı. Arayan annemdi. Telefonu açar açmaz “Derin, senin ne işin var orada?” diye azar işitmeye başladım. Nasıl yani, arayıp beni anneme mi şikayet etmiş?

“Anne, Aras’ın yanındayım. Sanki Aras’ı tanımıyormuş gibi davranıyorsun.”

“Evet, tanıyorum ama sen Tuğrul Bey’i tanımıyorsun!” dedi sinirli bir şekilde.

Aras’ın babasını tanıyıp tanımamam ne için önemliydi ki? Onun şirketi diye girmek için izin mi alacaktım?

“Tamam anne, eve gelince konuşuruz,” dedim ve kapattım. Konuşmalarımızı duyan Aras, düşünceli bir şekilde bana bakıyordu.

“Ne iş karıştırıyor bunlar?” dedi sakalını kaşırken.

“Bilmiyorum ama bir şeyler döndüğü belli.”

Gerçekten de bir şeyler döndüğü belli ve biz de bunu bulacaktık. Biliyorum.


Loading...
0%