@oznurozkan00
|
Merhaba, bu hikayede bizimle yürümeye başladığınız tarihi yazabilirseniz belki yıllarımızı beraber kutlarız. İyi okumalar. 💛
Yeşil, mavi, beyaz ve daha bir sürü adını dahi bilemdiğim renklerle doluydu dünya. Benim içinse sadece siyahtan ibaretti. Renkleri görebildiğim son günde 14 yaşına henüz giriyordum. Takvim yapraklarında tarih 14 Mart 2015'i gösteriyordu. Rengarenk balonlarla süslenmiş bir salonda, ipek örtü serilmiş bir masanın üzerinde pastam ve çeşit çeşit ikramlık vardı. Annem hepsini kendisi yapmıştı. Doğum günümü kutlayacaktım. Herhangi bir genç kız gibi. Babamı görmüştüm renklerimi çalan salona ilk girdiğimde. Üzerimde, çok beğenerek giydiğim önü kısa arkasında upuzun kuyruğu olan turuncu kabarık elbisem vardı. Doğum günüm olduğu için evin içinde ayakkabı bile giyebiliyordum. İlk topuklu ayakkabılarım ayağımdaydı. Daha ne isterdi ki 14 yaşındaki bir genç kız? Kendimi dünya üzerindeki en güzel ve en havalı kız gibi hissediyordum. Salon kalabalık sayılabilirdi 14 yaşındaki Diyar için. Annem, babam, abim ve evin tek kızı olma saltanatımın 2 yıl sürmesine sebep olan Türkü vardı. Nil ve Beyaz'la bir şeyler oynuyordu. Ayaz'ın kız kardeşi Beyaz'la. Başımı biraz daha kaldırınca onun ailesini de görmüştüm. Ayaz babasının yanına oturmuş, somurtarak duruyordu. Muhtemelen sabah yine kavga edip ardından küstüğümüz içindi. Burada olmaktan hoşlanmıyordu. Belki de 17 yaşında genç bir delikanlı olarak bir ergenin partisinde bulunmaktan zevk almıyordu. Onu burada gördüğüme sevinmiştim ama o kesin yine abimle, Cihan'la, Aras abiyle vakit geçirir, benimle konuşmak istemezdi. Barışmayacaktım onunla. Doğum günü olan bendim, onun benden özür dilemesi gerekiyordu bana ergen dediği için. Belki pastamı üflerken benimle de anlaşabilmesini dilerdim. Çocukluğumuzdaki gibi. Nil'in ailesi de gelmişti. Nurdan teyze annemle bir şeyler konuşuyordu bana bakarak. Hasan amca çoktan babamlarla spor muhabbetine girmişti. Salonun kapısında olduğum fark edilir edilmez herkes ilgilendiği şeyi bırakmış ve bana odaklanmıştı. Alkışlanıyordum. Göğsüm kabarıyordu, bu günün bana ait olduğunu bilmek içimi kıpır kıpır ediyordu. Biri arkamdan konfeti patlatmıştı. Doğduğumdan beri bizimle olan, ailenin bir parçası olarak adlandırabileceğim, biricik yardımcımız Nilay Hanım elindeki konfeti borusuyla alkış yaparak kocaman gülümsüyordu bana. Hayatımdaki en büyük patlamanın gongunu çaldığını bilmiyordum o konfetinin. Pastama doğru yürümüştüm kocaman gülümseyerek. Gözlerimi kapatmış ve Ayaz'ın çocukken olduğu gibi beni yeniden sevebilmesini, iyi birer arkadaş olabilmeyi dilemiştim. Gözlerimi açtığımda karşımda babam vardı. Elindeki hediye kutusunda ne olduğunu çok iyi biliyordum. İlk telefonum vardı. Sadece üç arkadaşımda olmasına rağmen herkeste olduğunu söyleyerek aldırmıştım. Bana uzattı, kutuyu verdikten sonra kollarını açtı. Sarıldım. Babama en son o gün sarıldım. Sonra sırayla annem, abim, kendisinin almadığını bilsem de Türkü ve diğer davetliler hediyelerini verdi. En son sıra Ayaz'a geldiğinde elinde bir kutu yoktu. Hediye vermesini zaten beklemiyordum ancak benden nefret ediyor gibi bakmasını gerektirecek bir şey de yapmamıştım. En azından o an için yapmadım sanıyordum.
"Keşke doğmasaydın."
Beynimden vurulmuşa dönmüştüm gözlerimin içine bakarak söylediği iki kelimeden sonra. Bana kalırsa bir insan ergen olduğu için iyi ki doğmaktan vazgeçirilmezdi. Geri kalan hayatımda aynı dileği binlerce kez daha dileyeceğimi bilmeden paramparça olmuştum bu söyleme. Henüz genç kız olmaya yeni adım atıyordum ve çocukken en sevdiğim insan olan Ayaz'ın ağız dolusu nefreti kalbimin üzerinden geçmişti.
"Birbirlerine ne kadar yakışıyorlar değil mi Bülent? Adeta birbirleri için yaratılmış gibiler."
Bülent benim babamdı, bunu söyleyen adam da az önce doğmuş olmamdan hiç memnun olmayan Ayaz'ın babası Suat amcaydı. Babamın yetimhanede beraber büyüdüğü arkadaştan çok kardeşi gibi gördüğü Suat amcaya şaşkınlıkla bakmaya başladım. Yakıştığımız falan yoktu. Hem 14 yaşına dakikalar önce girmiş bir kız ve 17 yaşının ortalarında bir erkek nasıl yakışabilidi. Henüz çok büyük olmasam da küçük de değildim, birbirleriyle yakıştırılmanın ne anlama geldiğini biliyordum. Böyle sözler düğünde, nişanda ya da birbirini çok sevdiği belli olan herhangi bir çifte söylenirdi. Gelin ve damat birbirine yakışırdı. İki sevgili birbirine yakışırdı. Bir doğum günü böyle şeyler söylemek için asla uygun değildi.
"Yakışıyorlar."
Babamın da bunu tasdikliyor olmasıyla bu kez ona döndüm. Kızması, Suat amcaya bunun ne kadar yersiz ve çirkin olduğunu, böyle bir şey deme cüretini nereden bulduğunu sorması gerekiyordu. Tasdiklemesi değil.
"Büyüdüklerinde, evlenecek çağa geldiklerinde daha çok yakışacaklar."
Ayaz'la evlenmeyecektim. O benimle doğru dürüst konuşmuyordu bile. Ayaz'la evlenmek nereden çıkmıştı? Saçma bir şaka mıydı bu? Gülmek istemiyordum. Kesmeleri gerekiyordu. Zaten koca koca adamlara şaka yapmak da hiç yakışmamıştı.
"Öyle bir şey olmayacak." diye bağıran ilk kişi Ayaz olmuştu. Neden annem de bu çirkin şakaya katılıyordu ki. Kızması gerekirdi babama ama yapmıyordu.
"Ben bu İp Yumağı'yla ölürüm de evlenmem baba."
Ayaz'ın söylediklerine sadece gülüyordu babam ve Suat amca. Eğlendiklerine göre bu gerçekten çocukça bir şakaydı. Ayaz'ı sinir etmek için yapıyorlardı. Öyle olduğuna inanıyordum. Babam gülmesi bitince bana dönerek elini hem benim hem Ayaz'ın omzuna koydu. Bunun bir şaka olduğunu söyleyecekti. Söylemesi gerekiyordu yoksa doğum günüm mahvolacaktı. Söylemedi.
"Diyar, kızım. Sen ve Ayaz doğmadan çok önce Suat amcan ve ben birbirimize bir söz verdik. Ben bir kızım olursa ona gelin verecektim o da bir oğlu olursa benim kızımla evlendirecekti. Ayaz senin kocan olacak. Yaşınız geldiğinde evleneceksiniz. O da sen de genç iki insan oldunuz artık bunu bilmenizde fayda var. Hayatınıza yanlış insanlar girmesin."
Ayaz benimle ölse bile evlenmeyeceğini söylemişti o karanlık günde. O günün üzerinden 7 yıl ve günler geçmişti. Hayatımıza yanlış insanlar girmiş miydi bilmiyordum ama bir hayatım kalmamıştı o günden sonra. Babam hiçbir zaman bunun bir şaka olduğunu söylememişti. Ben o salondan hiç çıkamamıştım. 14 Mart 2015'den sonra renkler solmuş, yaşamak sadece nefes almaktan ve bu renklerin olmadığı zindandan çıkmaya çalışmaktan ibaret olmuştu benim için. Bugün takvimler 3 Eylül 2022'yi gösteriyordu. Bir hafta, on gün, bilemedin on beş gün sonra düğünüm vardı. Babamlar öyle uygun görüyordu. Bu renksiz zindandan çıkamamıştım. Gözlerimden akan yaşları silip tıklatılan kapıya doğru döndüm. Elinde, ucuna nakışla Ayaz'ın isminin işlendiği saçma sapan bir bohçayla Nilay Hanım gelmişti. Belki Ayaz gerçekten dediğini yapar ve ölür diye bekliyordum çaresizce. Kurtuluş haberimi getirecek birini bekliyordum. Bohça getirecek birini değil. Tekrar cama doğru döndüm. Ayaz'ın ismini o bohçanın bir köşesine nakışla işledikleri gibi bana da her Allah'ın günü Ayaz'la evleneceğim, buna mecbur olduğum, onu çok seveceğim şimdi ağlasam da ileride babama teşekkürler edeceğim işlenmişti. Nakış sökülüp atılmıyordu herhangi bir dikiş gibi. Kalbime işlemeye çalıştıklarında kalbimi söküp atmıştım. Aklıma işlemeye çalıştıklarında aklımı bir köşeye atabilmiş değilsem de büyük ölçüde kaybettiğim bir gerçekti. Ayaz'ın ismi okunmuyordu en azından içeride ve bu bana yeterdi de artardı. Abimin arabasının kapının hemen önünde hızla durduğunu gördüğümde kalbim pır pır etmişti. Birinin, tanıdığım birinin, ölmüş olmasını dileyebilecek hale gelmemin suçlusu ben değildim. Ben doğmadan önce benim adıma söz vermiş babam, buna hiç karşı çıkmadan kabul eden annem suçluydu. Hatta benimle aynı savaşı verme tenezzülünde dahi bulunmayan abim ve kız kardeşim de suçluydu. En masum olan bendim. En çok acıyı ben çekiyordum. Adil değildi.
"Diyar nerede?"
Merdivenlerin başındaydım. Müjdeli bir haber duymak için ona bakıyordum ancak abim Ayaz ölse sinirli olmazdı. Başka bir şey olduğu aşikardı. Neden burnundan soluyordu? Hemen arkamda beliren Dila'ya baktım. Aynı benim gibi merakla, biraz da korkuyla herkes gibi abime bakıyordu. Demek ki onun da hiçbir şeyden haberi yoktu.
"Buradayım." dememle birlikte abimin, "Evlenmiyorsun o şerefsizle." demesi bir oldu. Canıma minnetti. Gülümsemek istesem de kendimi tutup, hiç merak etmiyor olmama rağmen, "Ne oluyor abi?" diye sordum. Abimin bana bir şeyler anlatmasına gerek kalmadan göğsüme çarparak onlarca fotoğraf karesi düştü ayaklarımın dibine. Fotoğraflarda Ayaz vardı. Bulunduğu yerin Ankara olduğu kesindi. O karanlık günün ardından lisesinden nakil aldırmış, kalan birkaç ayını yatılı okuduktan sonra üniversiteyi okumak için de Ankara'ya gitmişti. Buraya kadar her şey normaldi ancak benim öldüğüm salondan çıktıktan sonra hayatı bitmemişti Ayaz'ın. Fotoğraflarda net bir şekilde görünüyordu. Fazla eski olmadığına emin olduğum ilk fotoğrafta Ayaz karamel rengi saçları olan bir kızla sarmaş dolaştı. Bütün fotoğraflarda aynı kız vardı. Kiminde sadece karşı karşıya oturuyor, kiminde de sarmaş dolaş oluyor hatta öpüşüyordu kızla. Başımdan aşağı dökülen kaynar sular beni yakıyordu. Nefes alamıyordum. Ben cehennemin ortasında kıvrım kıvrım kıvranıp evlenmemenin bir yolunu ararken o aşık olup gününü gün etmişti. Fotoğrafları ezip geçerek, bana bakan insanları arkamda bırakıp salona bakmaya başladım. Hemen karşımda kalan salona inmek için iki adım atmam yeterdi ancak inemiyordum. Ayaklarımın ucunda 18 yaşına girişinin üzerinden çok geçmemiş olan Diyar vardı. Yere kapaklanmış bağıra bağıra ağlıyordu. Evlenmek istemediğini, Ayaz'ı sevmediğini, başka birine aşık olduğunu söylüyordu karşısındaki kalabalığa. Babası, annesi, abisi... Hiçbiri 18 yaşındaki Diyar'ın bu çığlıklarına kulak asmıyordu. Babası bir söz verdiğinden ve bunu ne olursa olsun tutması gerektiğinden, başkasına aşık olmasının ahlaksız yanından ve o başkasını unutması gerektiğinden bahsediyordu. Başkasına aşık oldu diye ahlaksız ilan edilen Diyar'a bırak dokunarak sevmeyi, bakmak bile haram kılınmıştı. Ayaz ne yapıyordu o günlerde? Sevgilisiyle kahvaltı mı yapıyordu, konsere götürmek için evinden mi alıyordu? Belki de o gün henüz birlikte uyudukları yataktan kalkmamışlardı bile. İçimde yanmaya başlayan ateş biraz daha büyürken tir tir titriyordum. Ayaz'la evlenmek istemiyordum. Hiç istememiştim. Ayaz da benimle evlenmek istememişti. Evlenmemize engel olacak şey gerçekleşmişti. Neden mutlu değildim? Acılarımız eşit değildi. Ben evlenmediğimde de yaşadığım geçmiş yüzünden mutsuz olmaya devam edecektim ama Ayaz bayram edecekti. Belki de çok geçmeden öptüğü, sarıldığı kıza güzel bir evlenme teklif edecek ve hayallerini süsleyen düğünü yapacaktı. Her koşulunda mutsuz sonla biten bir hikayem varken, Ayaz'ın beni aldatırken gülüp eğlendiği anlara pabuç bırakamazdım. Evlenecektik. Ayaz Dildar da mutsuz olacaktı. Tıpkı benim gibi. Arkamdaki kalabalığa hiç bakmadan, geldiğim merdivenin hemen karşısındaki merdivenden yukarı çıkmaya başladım. Düğün için hâlâ gelmeyen nişanlımı alıp gelmek farz olmuştu ve elim boş gitmek çok ayıp kaçardı. Babamın çalışma odası olarak yapılan ama bir kere bile çalıştığını görmediğim odasına girip yerini ezbere bildiğim silah çekmecesini açtım. Bu koleksiyonu her gördüğümde bir gün kendimi bu tabancalardan biriyle vuracağımı düşünürdüm.
"Kısmet Ayaz'aymış." diyerek 7'li şarjör kapasitesi olan Browning tabancayı şarjörüyle beraber elime aldım. Her kurşun, beni ölü olarak yaşattığı bir yıl içindi. Kendisinin gününü gün ettiği 7 yıl için.
"Abla ne yapıyorsun?"
Çalışma odasının kapısında korkuyla donup kalan Türkü'ye kısacık bir an bakıp işime geri döndüm.
"Yapmam gerekeni."
Yapmam gereken Ayaz'ı öldürmek değildi. Zaten ben de bunu yapmak istemiyordum. Şimdi ölse bile benden çok daha güzel çok daha mutlu bir hayat yaşamış olurdu ve ben bunu istemiyordum. Buna izin veremezdim. Gözümün önünde günden güne mutsuzlukla ölmesi, belki de ondan ayrılmam için bana yalvarması gerekiyordu acılarımızın denk olması için. Hak ettiği kötülüğün ne kadar fazla olması gerektiğini henüz kestiremiyordum.
"Abla ne demek gerekeni. Saçmalama koy o silahı yerine. Abi, baba gelin."
Gözlerindeki telaş yıllardır görmeyi beklediğim o şeydi işte. Sonunda oluyordu. Ama ben birini öldüreceğim için yaşasın istememiştim Türkü bu telaşı. Hiçbir zaman. Günden güne öldüğümü görsün ve bana yardım etmenin bir yolunu bulmak için telaş etsin istemiştim. Gözlerinde hüzünden ve acıdan başka hiçbir ifade belirmemişti ben canım için kavga ederken. Ayaz'ın ölmesi, benim yaşarken ölmemeden, daha ürkütücüydü onun için.
"Baba, abi! Yetişin ablam bir şey yapacak."
Gülümsedim. Eğer yaşamayı seviyorlarsa benim karşıma ne abim ne babam geçmemeliydi. Biz evlenmezsek benim çektiğim acı bomboş sebepsiz bir boşluğa düşecekti. Bunun olması demek benim kendi öz babamı öldürmem demekti ve ben ondan ne kadar nefret etsem de baba katili olmak isteyen bir evlat değildim.
"Korkma bir şey yapmayacağım çok sevgili eniştene." dedim bedenini kapının önünden itip odadan çıkarken.
"Çok yakında düğünü olduğunu hatırlatıp, alıp getireceğim."
Dış kapının önünde boncuk gibi dizilmiş duran ailemin diğer üyelerini de mi yarıp geçmem gerekiyordu yoksa kendileri çekilecek miydi? Babama diktim gözlerimi. Ayaz'dan önce ona bir çift lafım vardı.
"Yere göğe sığdıramadığın, onunla evlenmek istemediğim için beni nankörlükle suçladığın, sırf bir başkasına aşık oldum diye ahlaksız ilan ettiğin, uğruna benimle küstüğün damadının neler yaptığını, ne kadar ahlaksız olduğunu gördün mü? İyice baktın mı fotoğraflara baba?"
"Bırak ne hali varsa görsün şerefsiz!"
Attığım kahkaha kalan aklımı da havaya karıştırmış ve babamın gözlerine ilk defa korku yayılmasına sebep olmuştu. Benimle dalga mı geçiyordu?
"Ben bunca acıyı boşuna çekmedim." diye bağırdım var gücümle. Belime henüz yerleştirmediğim silahı babama doğrultmaktan çekinmeden bağırmaya devam ettim.
"Ayaz gününü gün edecek, bir de aferin der gibi benimle evlenmesine izin vermeyeceksiniz öyle mi? Yok öyle yağma. Eğer önümden çekilmezsen ilk önce seni vururum baba ve inan bana bir an bile düşünmem."
Gözleri bir süre emin olmak için gözlerimde kilitlenip kaldı. Gerçekten yapacağımı anlayınca da kapının önünden çekilerek yolumu açtı.
"Öldürmeyeceğim onu. Sen de kimseyi arayıp düğünü iptal ettik falan deme. O düğün olacak." diyerek konuşmayı noktaladım ve abimin kapıda duran arabasına attım kendimi. Zaten anahtar üzerinde olduğu için çalıştırmak ve gaza basmak da hiç zor olmamıştı. Dikiz aynasından bakarken gördüğüm son yüz abime aitti. Gözlerini yavaşça kapatması beni onayladığı davamı haklı bulduğu anlamına mı geliyordu? Haklı falan değildim. İstediğim şey haklı olmak değildi. Haklı ya da haksız arayabileceğim noktayı çoktan geçmiştik. Suçlu ve suçsuzlar vardı bizim hikayemizde. Ayaz'ın da benim de suçsuz olduğumuz ancak bir şekilde en büyük bedelleri ödemek zorunda kaldığımız bir hikayeydi. Berbat bir sonu olacağına emin olduğum bir hikaye.
💫
Bursa'dan Ankara'ya üç buçuk saatte gelmiş, muhtemelen bir sürü radar cezası yemiştim. Zarardan başka hiçbir işe yaramayan kıymetli nişanlıma öfkem git gide artıyordu. Müsait bir yerde durup, telefonumu fırlattığım yan koltuktan alarak numarasını tuşladım. Ben onu kaydetme tenezzülünde dahi bulunmamıştım yıllardır. Acaba o beni nasıl kaydetmişti rehberine? Arama meşgule düşünce eskiden hiç umursamazdım, zaten gerekli olmadıkça da aramazdım ancak şimdi sevgilisinin yanında olması ihtimali yüzünden açmadığı için deliriyordum. Çalmaya başlayan telefonu hiç beklemeden açıp, normal, her zamanki gibi rutin bir şekilde konuşmaya başladı.
"Efendim Diyar."
Nerede olduğunu direkt sorsam söylemezdi ama bir şekilde öğrenmem gerekiyordu.
"Naber, ne yapıyorsun?" diye sordum sanki ne yaptığı çok umurumdaymış gibi. Yalan söyleyecekti en nihayetinde. Sevgilimleyim diyecek hali yoktu ya.
"Yemek yiyordum, acil değilse sonra arayayım mı seni? Pek müsait değilim."
Aslında acildi. Birkaç hafta sonra düğünü olması ona aciliyeti olan bir şey gibi gelmiyordu anlaşılan. Beni aldattığını yedi düvelin öğrenmiş olması acil bir şey miydi, değil miydi acaba?
"Ne yiyorsun?"
Öğlene yaklaşan saate bakılırsa kahvaltı yapıyordu. Belki de veda kahvaltısına gitmişti sevgilisiyle. Bunun bir veda olacağını bilmeden.
"Çok mu önemli ne yediğim?"
Sinirle güldüm bu tavrına. Zıkkım yesindi. Boğazında kalsındı hatta.
"Birkaç hafta sonra düğünümüz var tabii ki de önemli. Göbekli bir damat istemiyorum düğünümde. En azından düğüne kadar dikkat etmen gerekiyor."
"Keşke daha önce söyleseydin göbekli damat istemediğini, obez olurdum benimle evlenme diye."
Ben onunla zaten evlenmek istemiyordum. Obez, zayıf, kilolu ya da göbekli fark etmezdi. Eğer beni aldatmasa evlenmemenin bir yolunu bile bulurdum ama her şeyi mahvetmişti. Uçkuru ayağına dolanmış ve kendi ipini kendisi çekmişti.
"Yalnız mı yiyorsun?"
Bunalmış bıkkın bir nefes çıktı dudakları arasından. Uzatacaktım çünkü sevgilisiyle baş başa kalsın istemiyordum. Bir de nerede olduğunu hâlâ öğrenememiştim. En azından tespit edebileceğim bir ipucuna ihtiyacım vardı.
"Yalnız yiyorum."
"Neredeysen söyle de gelip eşlik edeyim. Müstakbel kocam yalnız yemesin." dedim dalga geçer gibi.
"Konum atarım." dedi o da hiç ciddiye almayarak. Burada olduğumu, hele de beni aldattığını öğrendiğimi bilse asla böyle konuşmazdı.
Gülerek, "Bekliyorum." dedim ve herhangi bir karşılık almadan telefonu kapattım. En kötü ihtimalle evinin önünde bütün gün gelmesini bekleyecektim ama o kendisini bana altın tepsiyle sunmaya karar vermişti. Saniyeler sonra, "Ben beklemiyorum. Gelmezsen de gönül koymam yani. Haberin olsun." yazdığı bir mesajla beraber cehennemini hazırladığını bilmeden bir konum gönderdi telefonuma. Mesajın görüldü düşmesini umursamadan navigasyona girip adresi yazdım. 40 dakika daha sevgilisiyle mutlu olma hakkı vardı. 45. dakika dolmadan ensesine çökecektim.
💫
Kocaman bir binanın en alt katında bulunan kafe hınca hınç insan doluydu. Ayaz'ı bu kalabalıkta nasıl bulacağımı düşünüyor, aynı zamanda da gelmek istemeyip diretirse insanları korkutmadan kendisini nasıl vurabileceğime kafa yoruyordum. Neyseki cam kenarında oturuyordu ve arkasında kalan kapıdan girersem, kendisi beni görmeden ensesinde bitebilirdim. Karşısında fotoğraflarda gördüğüm kız oturuyor, gülerek bir şeyler anlatıyordu Ayaz'a. Kim bilir belki de gelecekti bir hayalinden bahsediyordu. Ayaz'ın yalanlar üzerine kurulu dünyası kızın başına yıkılacağı için üzülerek bir süre bekledim. Hayali bölünsün istememiştim. En son konuştukları şeyin acısı hep yüreğinde kalsın istememiştim, veda etmeye vakti olsun istemiştim. Benim aşık olduğum adama veda etme vaktim de hakkım da olmamıştı. Ağlayacağımı fark ettiğimde onlara verdiğim sürenin sonuna gelmiştik. Hiç tereddüt etmeden kapıyı ittim, kafeye girdim ve Ayaz'ın ensesine tabancamı dayayıp, adını bilmediğim kıza kocaman gülümsedim.
"Özledin mi beni Ayaz Dildar?"
Ensesine değen soğuk metali hissettiği için mi yoksa benim burada olmamı yadırgadığı için mi bilinmez telaşla kalkmak istedi önce, başaramayacağını anlayınca bu kez sadece başıyla bana dönmek istedi ancak izin vermedim. Vermeyecektim. Silah tutmayan elimi, yaşanan şeylere anlam vermeye çalışarak bakan kıza doğru uzatıp, "Merhaba Diyar ben." dedim gereksiz bir samimiyetle. Silahımın namlusunu olağanca gücümle Ayaz'ın ensesine bastırıp devam ettim, Ayaz'ı değilse de karşımdaki kızı alnının çatından vuracak şeyleri söylemek için.
"Ayaz'ın nişanlısıyım."
Kızın bana uzatmaya yeltendiği eli havada öylece kala kalırken Ayaz bütün gücüyle beni geriye savurup kalkmıştı sandalyesinden. Pimi çekilmiş bombaydı artık. Alev saçan gözlerini gözlerime dikip, "Ne yapıyorsun sen ya?" diye sordu. Oysa Ayaz zeki bir adamdı, ne yaptığımı bal gibi de anlamıştı. Muhtemelen diğer müşteriler rahatsız olmasın diye fısıldamaya çalışıyordu ama öfkesi yine de belliydi. Dudak büktüm. Silahımı belime yerleştirip yapay bir hüzünle, "Yoksa arkadaşın nişanlı olduğunu bilmiyor muydu? Pot mu kırdım?" dedim elimi ağzıma kapatarak. Masadaki kız dolu gözlerle bize bakıyordu ve bu anlara şahit olduğu için üzülüyordum. Bunun da suçlusu ben değildim ama benim suçum olmayan şeylere bile ben üzülmek zorunda kalıyordum. Bu çok sinir bozucuydu.
"Ama suç sende. Ayıp değil mi, insan söyler sevgilisine nişanlı olduğunu. İlişkide sırlar olması er ya da geç sorun yaratır. Bunu bilmiyor olamazsın değil mi?"
Beni kafenin dışına çıkartmak için kolumdan tutmuştu ancak tek bir adım bile atmıyordum. Atmayacaktım. Dışarıda kavga etmek istemiyordum. Her şey burada olacaktı. Sevgilisinin gözleri önünde.
"Diyar, gel dışarıda konuşalım. LÜTFEN."
Benimle ilgilenmeyi bırakıp sevgilisine döndü alel acele. Biz dışarıdayken gitmemesi için sanırım, "Her şeyi anlatacağım Nisan, ne olur bekle beni tamam mı? Her şeyi anlatacağım." dedi korkuyla. Korkunun ecele bir faydası yoktu. Nisan'ın bundan sonra öğrendiği gerçeklerin ilişkilerine bir faydası dokunmayacağı gibi. Daha fazla direnmeyerek Ayaz'dan kolumu kurtarıp kendim yürümeye başladım çıkışa doğru. Müşteriler pazar kahvaltısı yapmaya gelmişti ve kimse pazar kahvaltısının böyle bir kavgayla bölünmesini istemezdi. Ben saygılı biriydim.
"Ne yapıyorsun sen ya?"
Ayaz'ın sinirli olması beni o kadar mutlu ediyordu ki kıkır kıkır güldüm bu haline. Daha da delirecek olması umurumda değildi. En nihayetinde ben delireli hayli olmuştu.
"Neden bana kızıyorsun ama Ayaz?" diye söylendim yalancı bir küskünlükle.
"Yalnızım dedin, konumu sen attın. Gelmem mi sanmıştın?"
"Diyar delirtme beni, tabii ki de gelmezsin sandım. Kim Bursa'dan Ankara'ya kahvaltıma eşlik etmek için gelir?"
"Kırıcı oluyorsun ama Ayaz." dedim tüm ciddiyetsizliğimle.
"Sevgilin için nişanlına mı kızacaksın gerçekten?"
Deliriyordu. Dışarıdan bariz görünebilen bir öfkeye sahipti ve ben bununla çok eğleniyordum. Acı insanı ne hâle getiriyor görsün, bilsin, öğrensindi. Azdı bile bu yaptığım.
"Nerede olduğumuzun farkında mısın acaba sen? Bursa değil burası Diyar, haydut gibi silahla mekan basamazsın burada."
"Bursa olsa sen zaten bu kadar rahat davranamazdın Ayaz. Bir şeylerin farkında olmayan biri varsa o da sensin."
Benim de dalga geçecek takatim kalmadığı için tüm ciddiyetimle, "Ulan gerizekalı." diye bağırdım. Yoldaki birkaç kişi dönüp bakınca sesimi kısma gereği hissederek devam ettim. Rezil oluyorduk.
"Ulan angut. Bizim birkaç hafta sonra düğünümüz var düğünümüz. Sanki olması gereken yerde olmayan tek kişi benmişim gibi ahkam kesme bana. Seni almak için geldim niye geleceğim başka?"
Aramızda birazdan çıkacak üçüncü dünya savaşından habersiz hâlâ ağlayarak masada oturan Nisan'a baktım birkaç saniye. Güzel kızdı. Yazık olmuştu. Keşke gitseydi. En azından sevdiği adamın, nefret ettiği birine karşı nasıl biri canavara dönüştüğünü görmemiş olurdu.
"Ne meraklıymışsın ya benimle evlenmeye. Gelmem diye mi korktun? Gelmeyeceğim. Boşuna zahmet etmişsin. Evlenmeyeceğim seninle."
Sinirle güldüm. Yanılıyordu. Gelecek ve benimle evlenecekti.
"Sen beni yıllarca aldatacaksın, sevgilinle gezeceksin, tozacaksın ben de evde oturup senin mutluluğunu mu izleyeceğim? Sen öyle san. Bal gibi de geleceksin, beraber mutsuz olacağız Ayaz Dildar."
"Kızım sevmiyorum ben seni ya. Anlamıyor musun? SEV-Mİ-YO-RUM!"
Bunu zaten biliyordum ancak sesli telaffuz edilince kalbime ince bir kıymık batar gibi olmuştu. Ne olursa olsun, sokak ortasında, herkes duyarken bir adamın beni sevmediğini haykırması gururuma dokunmuştu.
"Ben senin için ölüyor gibi falan mı duruyorum oradan bakınca? Ben de istedim, başka birine aşık olmak istedim. Sevmek istedim. Ben seni hiç istemedim. Ben çaresiz dizimi kırıp evde otururken, sen sevgilinle gezdin eğlendin. Bana kimse o şansı tanımadı. Ben mutsuz olacaksam sen de mutsuz olmaya mahkumsun. Anladın mı?"
Gözlerini kapattı, derin bir nefes alıp sonra o nefesi yavaşça verdi. Katlanamıyordu bana. Cezası şimdiden başlamıştı.
"Kaşınıyorsun Diyar!"
Attığım kahkaha içtenlikten çok uzak, yapay ve acı bir haykırış gibiydi. Ateş olsa cirmi kadar yer yakardı. Keşke yaksaydı. Öldürmek için çok daha kuvvetli bir sebebim olurdu.
"Sen dua et seni kaşımaya abim ya da babam gelmedi. Boy boy fotoğrafların gelmiş eve. Herkes gördü beni aldattığını. Rezil ettin beni. Ama merak etme atmadım fotoğraflarınızı. Hepsi yanımda, evlenindiğimizde bakar ağlarsın."
Parmağımla önce kafeyi gösterip sonra kol saatimi göstererek, "10 dakikan var sevgiline her şeyi anlatmak için. Vedalaşır mısın, ona bile mi izin vermez bilemem. 10 dakika sonra burada olacaksın. Bursa'ya gideceğiz."
Belki yanında dursam bir şeyler söylerdi ancak arabaya doğru yürüyüp, saatimi tekrar gösterdim binmeden önce. Bu süresinin başladığı anlamına geliyordu ve eğer durup benimle kavga ederse sevgilisiyle geçirebileceği son dakikalardan çalardı. O yeniden kafeye dönünce ben de arabaya binip başımı direksiyona bıraktım. Vedalaşırken ya da kavga ederken ne yaptıklarını görmek istemiyordum. Benim de bağıra bağıra ağlayabilmek için yedi dakikam kalmıştı ve bunu iyi değerlendirmek istiyordum. Radyonun sesini sonuna kadar açıp, Şebnem Ferah - Hoşçakal diye haykırırken ağlamaya başladım. "Seni ararken kendimi, Kaybetmekten yoruldum. Bulduğumu zannettiğimde Kendimden ayrı düştüm." Ömrüm Ayaz'ı aramakla, Ayaz için, Ayaz'la beraber varolmakla geçmişti. O kadar uzun yıllardır bu böyleydi ki adı Ayaz'la birlikte anılmayan bir Diyar nasıl olur bilmiyordum. Tam da bu şarkıda dediği gibi Ayaz'ı bulmuştum ama hiç ait olmadığım biriydim. "Bu garip bir veda olacak, Çünkü aslında hep içimdesin." Her anı birlikte yaşayan çocuklar, başka ülkelere bile gitse beraber yaşamaya devam ediyorlardı. Bunu Ayaz beni Bursa'da kaderimize terk ettiğinde anlamıştım. "Ne kadar uzağa gitsem de Gittiğim her yerde benimlesin. Söylenecek söz yok." Söylenecek sözlerin hepsini tüketmiştik. Birbirimizi çok sevdiğimiz bir hayattan birbirimize düşman olduğumuz bir hayata evrilmiştik. Ben gidememiştim, Ayaz'a da hoşça kalabileceği bir hayat bırakmamıştım. Bu şarkıyı dinleyerek ağlaması gereken kişi ben değildim. Ayaz ve Nisan'dı. Ama işte bazen bazı anlar olurdu. Kendi acını bir kenara bırakır başkasının ızdırabına ağlardın. Ben bundan sonra hayatım boyunca mutlu olamayacaktım. Yuva kurmak isteyen iki insanı ayırmış, yuva yıkan biri olmuştum. Ama zaten birlikte olamazlardı ki. Olmazdı. Bahar zamanı ayaz olmazdı. Ayaz kışlara münhasırdı. Baharın kendi yazını bulması gerekiyordu. Ben soğukta donmaya mahkum bir diyardım ama o yaşamalıydı. Belki bir gün beni anlardı. Ben buna mecburdum tıpkı baharın her zaman gelmeye mecbur olduğu gibi. |
0% |