@patipiyon
|
Misler gibi Karadeniz.... Fevri, hararetli, ve hep sıcakkanlı. Gözü kara, yüreği paktır. Onun da sakin şehri Sinop. Mutlu yaşlıların cenneti. O, Kuzey'in incisi. Temmuz'un ortaları. Hava sıcaklığı ülkenin her yerinde bir şikayet konusu olup, yavaşça esen bir solukluk rüzgar dahi teni körüklüyorken o bölge insanları serinliğin tadını çıkarıyordu. Diğer şehirdekiler ise koca bir yıl boyunca bunala sıkıla çalıştıktan sonra yıllık izinlerini bu zamanda harcayarak ana kucağına koşar gibi memleketlerine sığınıyorlardı. Onun soğuk çimlerine sırt dayayabilmenin güven duygusunu şükürle yaşıyorlardı. Kışın yalnız ve neşesiz olan Türkeli'ye bağlı büyük Gökçeaalan köyü de ilçenin diğer köyleri gibi memleketçilerle dolup taşmıştı yine. Fındık ve böğürtlenin olgunlaşıp ağız tatlandıran kıvama geldiği bu vakitler yaşlıların tatile gelen torunları için tam bir şölen oluyordu. Köyde yaşayanlar az ve ortam samimiydi. Çocuklar toplanıp büyüklerden aldıkları görevleri birlikte yapıyor, ve en basit işi dahi koca bir eğlenceye dönüştürüyorlardı. Görevler; kimi zaman kurumuş gübrelerle kaplı kokuşmuş bir ahırı temizlemek, kimi zaman tütün yapraklarını iğneyle iplere dizmek, bazen tavuklara saldırıp onları sabah kahvaltılarında sapsarı yumurtalardan mahrum bırakan gelinciklere kapan hazırlamak, bazen tüfeklerle ormana veya dağa gidip domuz avlamak gibi değişse de onlar bu işleri bir oyuna çevirip koca bir yazı kendileri için unutulmaz kılıyorlardı. Kısa olan tatillerinde aynı güne denk gelmeleri biraz zorlaşsa da mutlaka tüm arkadaşların köyde olduğu bir gün ayarlayıp "kardeş gecesi" düzenliyorlardı. Organizasyonu diğerlerinden bir kaç yaş büyük olanı yapar, diğer herkesi birleştiren olurdu. Genelde tatilin bitişine yakın yapılan bu gecede geçtikleri kış yaşanan önemli detayları birbirlerine aktararak, şarkının türkünün olayın baharatı olduğu çok tatlı bir gece yaşanıyordu. Biraz da kana çekimden kaynaklı bir bağ vardı onlarda. Ama asıl önemli olan arkadaşlıktı. Ender ranstlanan, en samimisinden. Kübra elindeki beş litrelik iki su şişesini su ile doldurmak için yer altından gelen soğuksuya gitmişti. Dikdörtgen havuz şeklindeki çeşme taşının üzeri, yerdeki taşlar açık yeşil yosunlarla kaplanmıştı. Daha önceki sene buradan su doldururken, sırtına burnunu değdiren yarı yabani atı anımsadı. Doğanın ta içinden yakalanıp özgürlüğüne sınırlar çizilen bir attı o. Bakışları yakıcıydı, at gözlükleri olsa da karşı karşıya gelindiği an insanın içini hareketlendiriyordu. Bacakları ve uzun yelesi toprakla kaplansa da koyu kahve derisi göz alıcıydı. Ve asiydi. İsmini de huyundan almıştı zaten. O gün atın güçlü, sıcak nefesini ince tişörtün altındaki terli sırtında hissettiği an korkarak kulak delen bir çığlık atmıştı. Bu çığlık kendini çarparak çoğalacak bir duvar bulamadığından git gide incelerek yaprakların, ağaçların arasında ıssızlığa kaybolmuştu. Ve işte o zaman kaygan zeminde dengesini bulamayıp kafa üstü havuza düşmüştü. Suları doldurduktan sonra ağızlarını kapayıp kenara koydu Kübra. Bunları yaparken saçındaki kalem gevşedi, bu yüzden kızıl saçları ensesine sürtünüp sıcaklatmaya başladı onu. Yanına toka almayı unutmuştu ve sağlam kalan tokası da iki gün önce denizdeyken kopmuştu. Yazın sıcağında bir kız için en dayanılmaz şeylerden biriydi bu. O, Soner gibi saçlarını kestirmek istiyordu! En yakın zamanda toka satın almalıydı. Başının tepesine yarı dağınık bir topuz yapıp, uzun kurşun kalemi topuzun içinden geçirdi. İki eline sırasıyla suları aldı. Çamurlu yolda yolun kıvrımına göre bir sağa bir sola ağırlığını vererek denge içinde yürüyüp eve gitmeye başladı. "Fadime yenge! Hu hu! Hey neredesin?" Fadime o sırada bir küçük balyayı sırtına takmış peşindeki iri Kangal ve sevimli Somoyed cinsi köpekleriyle birlikte tarlasından dönüyordu. Seksenin üzerinde yaşı vardı. Bilmem kaçıncısına girmişti. Uzun, dik iskeletli ama zayıftı. Kolları ve elleri buruşmuş, ellerinde yıllarında etkisiyle küçük kahve güneş lekelerinden oluşmuştu. Köyde kimse onu oturup da keyfine göre davranırken görmemişti hiç, o çalışıyordu. Pire gibi! "He kızım getirdin mi suyu? Allah razı olsun." Somoyed hemen ayaklarına yatıvermişti Kübra’nın. Onun beyaz rengi bu köy ortamında grileşmişti. Bir yıkanması şarttı. Kübra dizinin üzerine çöküp suları yere koydu ve köpeğin boynuna sarıldı. O sırada diğer köpek de yavaş ve temkinli adımlarla yanlarına yaklaşıyordu. "Kız! Tüyü kaçar boğazına. Bırak şu hayvanı. " dedi Fadime yerdeki suyu alırken. Köpekler şımartılırsa görevlerini yapmazlardı ona göre bu yüzden pek sevgi göstermezdi onlara. "Ya Fadime yenge soracam kaçtır unutuyorum. Nereden buldunuz bunu cidden?" Fadime dili dışarıda, sevimli sevimli bakan zeytin gözlü bu kibar hayvanla biraz bakıştı. Sonra pek de memnuniyetsiz bir ifade ile iç çekti. "Bizim çocuklardan Alman kurdu istemiştim. Biliyorsun tarlayı korumak için bekçi lazım bana. Ama gitmişler bunlar hayvan mağazasına şu Karabaşı almışlar sonra da bu Pamuğu görünce onu da yanında hediye diye almışlar. "Ne yalan söyleyeyim. Başta hiçbir şey bilmiyordu da daha anca güzel yapmaya başladı bekçiliği. Şehir köpeği de şehirli oluyor ya." Gerçekten de, Kangal, yavru iken evcillleştirilmiş bir halde gelmişti Fadime'nin yanına. Hadi diğer köpek sosyete işiydi biraz, ne bilsin koyunu kurdu. Ama Kangal kucağa gelmeye başlayınca bu işe dur dedi o da. Ana kuzusu bir köpek ne işine yarayacaktı ki! "Fadime yenge isimlerine Karabaş ve Pamuk mu koydun? Daha özgün şeyler beklerdim senden." Fadime Kübra'nın bilmiş konuşmaları karşısında bir tuhaf oldu. Biraz azarlar ses tonuyla: "Allah Allah kızım isim değil iş lazım bana. Bizde köpek isimleri bunlar. Beğenmezsen sen bul o zaman. Hem sen gel bakim benle azcık. Şunu ahıra bırakayım da." Kübra ayağa kalkıp takibe başladı kadını. O ahırdaki işini bitirdikten sonra kümese girmişti. Kübra merakla kadının ne yaptığını izliyordu. Kümeste biraz saman ve yaprak karıştırdı. Sonra avucunda dört tane kremin farklı tonlarında yumurtayla çıktı "Sen şimdi al bunları, yarım elma gönül alma. Yarın gel yine veririm." Onun kalın pürüzlü sesi şimdi o kadar güzel gelmişti ki Kübra'ya. Avucunda hala sıcak olan yumurtaların ısısı ve karşısında Fadime'nin o kızarmış yanakları... "Teşekkür ederim Fadime yenge! Sağ ol. Sen iste ben sana hep su taşırım." Geriye kalan suyu bileğine takıp ağır da olsa gücü yettiği kadar kolunu havaya kaldırıp ellerinde yumurtalarla eve gitti. "Geldin mi kızım? O yumurtalar nereden çıktı?" O sırada bahçeyi süpürüyordu Esma. Bahçe kapısından içeri girerken Kübra'yı gördüğünde doğrulup elindeki süpürgeyi kenara koymuştu. Kübra kıkırdadı. "E anne malum yerden tabi ki de." suyu içeri götürmek için terliklerini çıkarıyordu. "Allah iyiliğini versin Kübra." başını utanırcasına iki yana salldı hafiften güldürmüştü kendisini. "Kim verdi yani demek istedim." "Fadime yenge tabi ki. Yarın yine gel dedi hatta." terliklerini ayakkabılığa koyacaktı ki orada Soner'in ayakkabılarının olmadığını fark etti." Anne Soner nerede?" "Bilmiyorum, ortalarda görünmüyor kahvaltıdan beri." O sırada hercailerle dolu bahçeye biri daha girdi. Birkaç adım sonra durup kendisini fark etmelerini bekledi. Uzun boyu, zayıftan iri kemikli bir vucudu vardı. Beyaz tenliydi. Siyaha kahve çalan düz saçlarını bir köşeden ayırmış saçlarının bir kısmını alnına düşürmüştü. Yüzü çenesinde bıraktığı azıcık sakalıyla çok sempatikti. "Soner, Muratla birlikte Kübra." dedi Fatih o enerji dolu tiz bir sesiyle. Kübra onu görür görmez suyu içeri dahi götürmeden hemen oracığa bırakıp, apar topar giydiği terliklerle Fatih’e koştu. "Fatih abi! Siz ne zaman geldiniz. Hoş geldiniz." "Hoş bulduk Kübra. Bu sabah geldik daha." "Hoş geldin oğlum. Annenler nasıl? Onlara da uğrayayım o zaman . Yapılabilecek bir şey var mı?" "İyiler sağ olun. Sanmıyorum ya. Biz Muratla iki taraftan tutup da işleri hallettik." "Valla annen çok şanslı. Böyle evlatları olduğu için." "He ya... Anneme beni alacak kız yaşadı valla diyorum. Bugün bir yemek yapmadığım kaldı yeminle." bunları konuşurken o kadar rahat ve samimiydi ki Fatih, zaten o ve kardeşi insanlar tarafından bu yönlerinden dolayı takdir edilirdi hep. Hiç yabancı gelmezdi insanlara. "Kübra sana da tavsiye ediyorum kızım." Annesi Kübra'ya bir bakış gönderdi. Kübra hafiften oflayarak göz devirdi. Fatih onların bu tatlı didişmelerine inceden bir kahkaha atıverdi. "Ne yapıyorsun sen şuan? Bir işin var mı bugün?" Kübra kendilerini izleyen Esma'ya döndü hafif, sonra omzunu kaldırıp çok çok dercesine yüzünü salladı. "Esma teyze Kübra ve Soner'i bugün alıyorum ben. Yarın sabah İlkaylar gideceklermiş. Gitmeden bir araya gelelim dedik. Olur mu?" "Tamam al götür. Zaten pek işe yaradığı da yok ikisinin de." "Anne ya!" "Sağ ol Esma teyze." Kübra'nın arkasına geçip omuzlarından tutarak onu kapıya doğru yürütmeye başladı. "Kız sus. Hazır izin kopardık. Sonra tartışırsın annenle." Köy yoluna çıkmış bir süre sessizce yan yana yürümeye başlamışlardı. İrili ufaklı taşlar ayakkabılarına sıçrıyordu. Kübra sessizliği bozdu "Şimdi ne yapıyoruz?" "İlk seni almaya geldim, dedi Fatih dut ağacından üzerine arının konduğu tatlı bir dut koparırken. "Sizleri toplayıp kuyruğumuzu uzata uzata gideceğiz işte." sesiyle ben hallettim güvenini veriyordu yine. Kübra, Fatih'ın sıradan görünen olayları hiç yaşanmamış gibi sürprizli hale getirmesine bayılıyordu. Onun olmadığı vakitler kös kös oturup dedikodu yaparşardı sadece. O ise yalnızca ilk önce yaratıcı fikirleri ortaya atıyordu . Devamı günün ve insanların akışına göre şekilleniyordu zaten. Bir anda hiç hesapta olmayan şeyleri yaparken buluyorlardı kendilerini, çayda akrep yakalamaya çıktıkları o gün gibi. Kimse küçük şelalenin ardındaki mağarada mahsur kalacaklarını bilmiyordu. "Olur gidelim!" sekerek ilerlerken sesi sevinçle çınladı. Arılardan iki tanesi besinlerinin ortadan kaybolduğunu fark edince, koparılan dutun peşine gelmiş onları takip etmeye başlamıştı. İğneleri dışında göz alıcı bir güzelliği vardı aslında Fatih’e göre. Kopardığı dutlardan birini Kübra'ya uzattı. Diğer yandan Zehra'nın evine doğru yokuş aşağı ilerliyorlardı. Köydeki evlerin dizilişi dağınık bir haldeydi, bir hane ile diğer bir hane arasında yedi dakikalık yürüme mesafesi olduğundan şimdi tüm köyü dolaşmak zorundalardı. Teşekkürler, diyerek dutu aldı Kübra. Yürümeye devam ederlerken başını yukarı kaldırıp işaret ve baş parmağıyla tuttuğu dutu havadan ağzına bıraktı. O anda takipteki işçi bal arısı vızıldayarak Kübra'nın alnına kondu. "Yaa! Arı! çığlığı bastı Kübra. Çünkü onun arılara ve polene alerjisi vardı. Eğer arı onu sokarsa yarım saat içinde boğazı şişecek ve nefesini tıkayacaktı. Panikledi. Yerinde çırpınırken anlamsızca sesler çıkarmaya başladı. "Tamam! Sakin ol." Fatih hızlı ve soğuk kanlı bir şekilde onun önüne geçip Kübra'nın alnındaki arıyı tuttu. Dahası tutmaya çalıştı. Arıyı geri çektiği sırada parmaklarından düşürdü ve arı Kübra'nın yakasından içine düştü. "Eyvah!" "Ayy!" Kübra içinde hareket eden arıyı hissetti. Korkunun kaybettirdiği mantığıyla hemen oracıkta üzerindeki sıfır kollu tişörtün eteklerinden tutup tişörtü çıkarmaya çalıştı. "Kübra!" Fatih arının yere hemen düştüğünü anlatmaya çalışarak onu durdurmak istedi ama artık geçti. O sırada karşıdan gelen Ali Dede ve Sevim Nine olanlardan habersiz olduklarından durumu yanlış anladılar. Her şey o kadar hızlı gelişti ki. Fatih onların yaklaştığını görünce tepkilerinden kaçmak için Kübra'nın tişörtünü tutup geri giydirmeye çalıştı ama bu işleri iyice batırdı. Ellerinde bastonlarıyla tıkır tıkır yürüyen bu yaşlı çift onların yanlarından geçerken hiç suçu olmayan Fatih'e ters bir bakış attılar: "Toube toube!" Kübra’nın başı tişötün içindeyken o nihayet sesleri duydu ve içinde atlet olmayan kıyafeti geri giydi. "Ne? Ne oldu?" Yüzü sıcağında etkisiyle kızarmış saçları dağılmıştı. O saf saf kendisine bakınca Fatih kahkahayı koyuverdi. "Yok Kübra. Sen arıyı aramaya devam et." Gözlerini kocaman açtı Kübra "Çıkmadı mı ki daha!" tişörtü sallamaya yeltendi tekrar, Fatih onun kolundan tutup nazikçe ileri çekti. "Yürü hadi, şaşkın." Biraz daha yürüyüp yolun düz kısımlarına geldiklerinde Zehra'nın evine varmışlardı. "Ben seslenirim." "Zehraa! Hyoo!" Sonra içeriden sesler geldi: "Hyoo!" "Hu hu gel! hadi." "Ho hoo!" "Zehra?" "Ho ho!" Kübra yüzünü buruşturup muzipçe sırıttı. "Zehracım bi gelsen diyorum hani." Arada Fatih'e onun ifadesini ölçmek için bakıyordu. Fatih ellerini saçlarından geçirdi. Gülüyordu. Kübra'yı ise ter basmıştı. "Allah'ım sana geliyorum." Zehra’nın sesi tekrar duyuldu. "Gel kız, gel. Aşka gel, sevdaya gel." "Yok canım aşk kalsın. Sen dışarıya gelsen?" Az sonra Zehra kapıda belirdi. Başında,saçlarına bağladığı dantelli başörtüsü, üzerinde paçaları bol etnik desenli şalvarı vardı. Kübra'dan da uzundu o. Çilli yanakları ve incecik kaşları yuvarlak, etli yüzüne çok yakışıyordu. "Ana! Kim gelmiş... Geliyom aha!" Ayaklarını poposuna vurdura vurdura koşmaya başladı. Kübra ona kollarını açmıştı. "Gel güzelim gel." "Fatih ağabey!" Zehra da tıpkı diğerleri gibi üç dört yaş küçüktü ondan. Kübra’nın yanından rüzgar gibi geçip Fatih'a hafifçe sarıldı. Kübra kollarını indirdi. Dönüp onlara baktı. "Ben yokum zaten ya devam edin siz." "Kıskanç seni." Zehra kuzeninin kolundan tutup kolunu ona attı. Birlikte yürümeye başladı. "Nerelerde kaldınız ya?" "Geldik işte." "Kübra bir üzerine alınmayı bıraksan diyorum." "Tamam ya. Devam et sen." "Yav Abi, yaz bitti nerdeyse. Dedim bu yıl gelmeyecek bunlar." "Öyle bir ihtimal de vardı aslında." dedi Fatih suratını düşürerek. "Atölyede babamın yardımcısı Salih abi vardı ya, onun karısı doğum yapmış. Dükkana bakacak birilerini bulamadık. Ondan geciktik. "Anladım." "Ama şu an buradasınız." dedi Kübra "Ve önemli olan bu." Diğer yandan gitgide daralan toprak yolda ilerliyorlardı. Yolun kenarındaki iri çınarın ardından artık tepeden inen günün ışıkları saçılıyor, onun uçlara doğru incelen dalları yolun üzerinde alacalı şekiller oluşturuyordu.Ve sonra İlkay' ve Melih'i de sırasıyla yoldan topladılar. İlkay Fatih'İn koluna girmişti. Zehra ve Kübra onların önündeydi. Melihse ayrı telden takılıyordu. Köy yollarının sessizliği onların güçlü ayak sesleriyle inliyordu. Onların gürültülü seslerini duyan hanelerin perdeleri kenara çekiliyor. Önce alışık olmadıkları sesleri garipsiyorlar daha sonra gelenlerin kimler olduğunu anlayınca onların delikanlı gençliklerine özenerek kendi gençlik hallerini anımsıyorlardı. "Durun!" dedi Kübra en öne geçip kollarını iki yana açarak herkesi durdurdu. "Ne oluyor be?" "Şimdi yanyana gelelim." Neden, dedi ilkay halinden çok memnundu çünkü. Ne güzel sıkışmadan yürüyorlardı. Üstelik Fatih ona tam da bu yıl atolyede yaptığı yeni tasarımdan bahsediyordu! Ne gerek vardı şimdi yanyana sıkışmaya. "Yani bence de, dedi Melih başını sallarken. Onun uzun bonus saçları o başını hareket ettirdikçe dans ediyordu. "Yürü hadi yeni işler çıkarma başımıza." "Bir şey deneceğim ama..." kedi gibi çıkmıştı sesi. "Hadi denesin. İçinde kalacak şunun." Zehra Kübra'nın başını okşuyordu. Diğerleri onlara güldü. Sonra Kübra önden giden Melih ve Zehra’yı çekiştirip dar yolda yanyana soktu hepsini. Şimdi ortalarında Fatihle o duruyordu. "Gençler. Hadi önce sağ ayağı ileri atacağız." Yanyana dizili o gençlerin hepsinde de sağ ayakları ileri doğru havaya kalktı. "Sayıyorum.1-2-3 YÜRÜYÜN!" Sağ- sol, sol -sağ, sol. Sol... Kahkaha atarak Kübra'nın komutlarına uymaya başladılar. Hep bir ağızdan inceli kalınlı sesleriyle ritmi sayıyorlardı. Sağ- sol, sol-sağ-sol! Birbirlerine karışan ritim sonunda bir şarkıya dönmüştü. "Kuş sesleri ovalara yayılır..." Yol tekrar ferahlayıp gölün oraya, evlerin iyice azalıp köyün sonuna yaklaştıkları o turkuazlı-yeşilli alana kadar, ilerlediler. Göle henüz varmamışlardı ki iki eşeğin karşıdan koşa koşa üzerlerine geldiğini gördüler. Seslerde gitgide yakınlaşıyordu: "Deh! Yürü yürü! Bas oğlum bas şuna!" "Yahu araba değil ki bu, neye basayım!"diye bağırıyordu Soner. "Murat!" "Soner!" "Bu ne hal!" hepsi de kan ter içinde kalmış bu ikiliye şaşkınca bakıyordu. Murat ve Soner önce birbirine sonra diğerlerine baktı: "Fatih abi, yardım et!" 15.03.2018 23.03. İstanbul. |
0% |