Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3.Bölüm

@pinarisko

O an nefesimi tuttum, sadece tek bir soruya aklımdaki bütün soru işaretlerini gidermek mümkün değildi.

"İllaki soru sormak zorunda mıyım? Yoksa bir şey hakkında bilgi edinebilir miyim?"

"Normalde sadece tek bir soru sorabilirsin ama ileride bir nefese ihtiyacım olacak."

Nefese ihtiyacının olduğunu söylerken büyük ihtimalle o ruhların merhametinden bahsediyor olmalı diye üzerinde durmadım.

"O halde bu kolye hakkında her şeyi bilmek istiyorum!"

"Ah, Nora! Çok şey istiyorsun..." Biraz soluklanıp hikâyeyi anlatmaya başladı.

"Yıllar önce birbirine komşu olan iki krallık varmış. Bir tarafta insanlar güneşin onlara bahşettiği ışıkla bir krallık kurmuşlar. Saraylar inşa etmiş, tarımla kalkınmışlar ve hızla topraklarını geliştirmeye devam etmişler."

Kâhin, ellerini küreye koydu ve kürede bir krallık belirdi. Gerçekten çok güzel ve gelişmişti. İhtişamlı saraylar, bahçeler, giyinip kuşanmış zengin insanlar...

“Diğer tarafta ise gölgelerin ardında kalan içinde binbir çeşit sihirli canlının huzur içinde beraber yaşayıp gittiği bir krallık varmış. Şifalı bitkiler, farklı güçleri olan ve insana benzeyen melez canlılar ilkel ama aynı zamanda çağ ötesi bir ülkede yaşıyorlarmış.”

Bu sefer kürede etrafı dikenli kocaman sarmaşıklara çevrilmiş büyülü bir ülke gözüktü. Masaldan fırlamış gibiydi.

“Karanlık taraf Aydınlıkla iş birliği kurmak istemiş fakat Aydınlık Krallığının Kralı bunu istememiş. Onların sığ yaratıktan başka bir şey olmadığını söylemiş ve iki taraf arasında savaş çıkmış. Savaşla birlikte çok kan dökülmüş ve en sonunda bir anlaşmaya varılmış. O günden sonra iki krallık hiç konuşmamış.”

“Yıllar yıllar sonra Karanlık Prensesi Hathor, küçüklüğünden beri hep sarmaşıkların ardını merak edermiş. 17 yaşına girdiği gün bir plan kurmuş ve oradan kaçmış. Karşıdaki krallığa sığınmak istemiş fakat görünüşünden dolayı onu hemen fark ederler ve Karanlık’a yollarlarmış. Bir çözüm bulana kadar Araf Patikasında kalmaya karar vermiş. Büyük suç işlemiş insanlar buraya sürgün edilirmiş. Karşısına bir kadın çıkmış. Kadın, ona yardım edebileceğini karşılığını sonra isteyeceğini söylemiş. Prenses teklifi kabul etmiş. Kadın şafak vakti geri gelmesini söylemiş. Hathor, şafak vakti geldiğinde tekrar kadının yanına gitmiş. Kadın ona bir içecek vermiş ve Hathor bu büyülü içeceği içtiğinde çok daha küçük ve narin bir yaratığa dönüşmüş. Kocaman sarı gözlerinin yerine daha küçük ve yeşil gözler gelmiş. Kanatları gitmiş, ayakları küçülmüş ve yüzündeki mor çizgiler kaybolmuş.”

“Hathor korkmuş, eski halini geri istemiş ama kadın bunun imkânsız olduğunu ve buradan sonra geri dönüşün olmadığını söylemiş. Hathor yola devam etmiş. Aydınlık Krallığına vardığında herkes onu kucaklamış. Ona Prenses diye hitap ediyorlarmış. Hathor daha ne olduğunu anlamadan bir prensle tanışmış ve kalan tüm sorunlarını unutarak ona âşık olmuş. Yaklaşan düğünle birlikte bir gün bir karga odasından içeri girmiş. Hathor’a zehri veren kadına dönüşmüş. Kadın, zehrin karşılığını istiyormuş. Zehrin karşılığı ise Karanlık taraftan bir Gök Zümrüt taşı getirmekmiş. Bunun anlamı Prens’i kaybetmek olduğu için Prenses reddetmiş. Bunun üzerine kadın, Prenses’i lanetlemiş. Prens ve Prenses evlenmiş, çok mutlu olmuşlar. Bu mutlu çiftin ikiz kızları olmuş.”

“İçkiyi yapan kadın aslında Hathor’u öteki krallığın prensesine çevirmiş. Diğer Prensesi de Hathor’a. Her şey normal giderken ikizler büyümüş. Onların laneti hiç ölmemekmiş. Bu zamanla ikizlerden biri olan Nova’nın delirmesine neden olmuş ve Lanetin Avı başlamış. Neye sebep olduğunu çok sonradan fark eden büyücü kadın İkizleri zamana hapsetmiş ve onları bu işkenceden kurtarmanın tek yolu Gök Zümrüt taşıymış. Kadın her parçayı bir yere saklamış, ne yazık ki çok geçmeden Nova onun da ruhunu çalmış.”

“Yani Nora, o kolye bir anahtar parçası. Şimdi karşılığı?”

Bir anda içine düştüğüm bu durumun yükü omuzlarıma çöktü. Bu hikayedeki yerimi daha bilmiyorum fakat bu kolyenin bir parçasını Kahin’e vermek hem iyi hem de kötü sonuçlar doğurabilir. Parçaları Nova’ya vermenin sonuçlarını bile bilmiyorum ve Kahin’in niyetini de, yine de parçayı vermekten başka bir şansım yok.

Ucundan bir parça koparıp Kahin’e uzattım. Minderden kalkıp tam çıkacakken Kahin tekrardan seslendi.

“Sana bir tavsiye Nora, yola Firavunla başla. Belki beraber ilerlersiniz ya da önüne çıkar, orasını bilemem ama beni dinle.”

Firavun’un bana ayırttığı odaya gidip gece boyu düşündüm. Her şey o kadar hızlı gelişmişti ki! Tamam, sorgulayacak çok şey vardı ama önüme odaklanmak en iyisiydi. Neden, nasıl böyle oldu değil de, ne yapmalıyım diye düşünmeliydim. Belki saçmalıyorum, bilmiyorum ama ilerlemek istiyorum. İçimden bir ses, belki de Kahin’den fazla etkilendim, hayatımın daha yeni başladığını söylüyordu.

Ertesi sabah, kapımın tıklatılmasıyla uyandım. Hizmetliler beni kahvaltıya hazırladıktan sonra odadan çıktılar. Bu kolye meselesi olmasa hayatım çok sıkıcı olurdu herhalde. Süslenip Firavun’a hizmet etmek! Asırlar sonra bile hala bu absürt durumun kırıntıları da olsa toplum iyi yönde epey bir gelişme katetmiş. Bağımsız, kendi ayaklarının üstünde durabilen güçlü bir kadınken şimdi bir firavunun gözdesiydim. Gözdesi! Neyse ki Osmanlı’da bir cariye değilim!

Kahvaltıda Firavun bana eşlik etmedi. Sakin bir kahvaltıdan sonra sarayı keşfe çıkmaya karar verdim ama nedimem bir türlü peşimi bırakmıyordu! Genç bir kadının yürürken bile başına bir şey gelebilirmiş, saçmalık.

“Bana eşlik etmeni istemiyorum, biraz yalnız kalmam gerek.”
“Emin misiniz, hanımım?”

Nedimeyi gönderdikten sonra bahçeye çıktım. Temiz hava iyi gelmişti ve Firavun’un muazzam bahçeleri vardı. Beyaz güllerle kaplı bir yoldan geçtim, aralarındaki pembe güllerle ahenk içinde rüzgarla birlikte bir sağa bir sola doğru salınıyorlardı. Her bir esintide sanki bir şeyler fısıldıyorlardı.

Hey, hey gerçekten de fısıldıyorlar!

“Ben bir gezginim,
Çok uzaklardan gelen ve çok uzaklara giden.
Her cevaba ulaşabilirsin,
Eğer hissedersen.”

Gözlerimi kapattım ve rüzgârın bana yön vermesine izin verdim. Yolun sonu çıkmazdı. Önümde sarmaşıklarla kaplı bir duvar vardı. Tam geri dönerken ayağımın altında bir sincap belirdi, ona basmamaya çalışırken dengemi kaybedip düştüm. Duvara çarpmam gerekirken kendimi sarmaşıkların arasından saklı bir bahçede buluverdim.

Ortada kocaman bir yakut taşı vardı. Tavandaki küçük delikten içeri sızan gün ışığı, doğrudan taşa vuruyordu. Taştan yansıyan her bir ışın bir çiçeğe vuruyordu. Tamı tamına birbirinden farklı on iki çiçek vardı. Her biri türünün ya ilk ya son örneğiydi, daha önce böyle çiçekler hiç görmemiştim.

Biri beni fark etmeden saklı bahçeden çıktım. Kafamdaki soru işaretlerinin cevaplarını bu bahçeden aramaya başlayacaktım. Saray gezime devam ettim. Saray o kadar büyüktü ki ancak bir haftada her yeri tam anlamıyla incelerdim. Misafir odalarını bile detaylı incelediğim için gün bittiğinde çok az yol katetmiştim.

Akşam yemeği için yemek salonuna geçtiğimde Firavun, masanın baş köşesine geçmişti bile. Yanına oturduğumda tam ağzını açıp bir şey diyecekken gözleri boynuma takıldı. Sinirle soludu ve yemeye başladı. Bir anda ne olmuştu böyle? Aşık Firavunumuz bir anda sinirli bir boğaya dönüşmüştü. Sabahtan beri ağzıma tek lokma koymadığımdan yemeğe yumuldum. Ne de olsa eninde sonunda gün yüzüne çıkardı Firavun’a ne olduğu. Yemeğimizi sessizlik içinde yedikten sonra Firavun sonunda konuştu.

“Birazdan çalışma odama gel!” Hadi ama, bu adam ne yaşıyor!

Birkaç dakika sonra çalışma odasına gittim. Hoş, işime gelmişti çünkü normalde Firavun’un çalışma odasına girme iznim yoktu. Bu fırsatı çok iyi değerlendirmeliydim.

Kapıyı tıklattım ve içeri girdim. Anlaşılan Firavun daha gelmemişti. Çok geniş bir çalışma odasıydı, bir şömine ve etrafında deri koltuklar vardı. Geniş bir çalışma masası kağıt yığınlarıyla kaplıydı. Bir taraf tamamen kitaplıktan oluşuyordu. Beni şaşırtan şey ise odanın diğer tarafında laboratuvarı andıran bir bölüm vardı. Her yer çiçeklerle kaplıydı. Çeşitli yağlar, karışımlar vardı. Daha fazla inceleme fırsatım olmadan Firavun odaya girdi.

Güçlü ve kendinden emin bir şekilde yanıma geldi, kendini sakinleştirmeye çalışıyormuş gibi derin bir nefes aldı. Eliyle saç uçlarıma dokundu, oradan ise kolyemi avuçları içine aldı. Hızla geri çekildim. Kaşları daha da çatıldı. Kolumdan tutup beni yanına çekti. Koyu gözlerini gözüme dikti.

“Kolyenin bir parçası kopmuş, büyükanneni önemsediğini düşünmüştüm.”

Ah, şimdi anlaşıldı! Kahin’in dediği kolyeye ulaşmak isteyen kişilerden biriydi o da. Ne sanmıştım ki! Bir firavunun kör kütük aşık olacağını mı. Şimdi bir yalan uydurmam gerekecekti.

“Bugün sarayı gezerken ayağım takıldı, kırıldığını fark etmemişim bile!”
“Peki, tam olarak nerede düşürdün?”

Kesin söyleyeceğim yerin hatta sarayın her yerini arayacaktı. Eğer Saklı Bahçeye giden yolu söylersem ne yapacağını merak ediyorum.

“Beyaz güllerle kaplı yolda düşmüş olmalıyım. Ah, ne kadar da sakarım!”

İç çekerek deri koltuğa oturdum. Çölün ortasında olmamıza rağmen neden şömine vardı ki? Gecenin soğuğuna karşı burası yeterince korunaklıydı zaten. Yanıma gelip kollarıyla beni sarmaladı.

“Merak etme, eğer seni bu kadar üzüyorsa bizzat kendim arayıp bulacağım. Yok olup gitmedi ya!”

Üzgünüm Ramsesciğim ama sen bulsan da bana vermezsin.

“İstersen bana ver, senin için saklayayım.”,

Hey, bu adam beni ne sanıyor! Oyunu bütün eli açık oynuyordu resmen. Bu amatörlükle parçaları biraz zor birleştirir bu!

“Büyükannem beni hiç çıkarmamam konusunda çok tembihlemişti. Onun sözünden çıkmak istemiyorum.”

Kâhin ile konuşmasam kanacağım sıcacık bir gülümsemeyle bana baktı. Elimden tutup ayağa kaldırdı.

“Baban yarın buraya gelecekmiş, seni bunun için çağırmıştım.”

Ardından iyi geceler dileyerek beni resmen kapı dışarı etti! Kolyenin peşinde olduğunu anlamıştım ama o bakışların anlamını bir türlü çözemiyorum ki! Bazen öyle sıcak, güzel bakıyor ki her şey kafamdan siliniyor o an. O bakışlar sahte olamaz, olmamalı. Her ne kadar bana değil eski Nora’ya da olsa.

Loading...
0%