1.Bölüm

@promiseluvya

 

1.Bölüm

 

Size her şeyi en baştan anlatacağım. Nasıl intikam uğruna sevdiğim adamı kaybettiğimi, hayatımın bir yalandan ibaret olduğunu… Ben, Gizem Demir. 24 yaşında bir avukatım. Sabah erkenden bir duruşmam olduğu için hazırlanmam gerekiyordu. Ama o sabah, her zamankinden farklıydı. İçimde, sanki hayatımın yön değiştireceğine dair bir his vardı. O sabahın, sıradan bir gün olmadığını bilmeden gözlerimi açtım.

Annem kahvaltıyı hazırladığı yemekler kokular odama kadar gelmişti. Evimizin birinci katı, günlük hayatın hareketli geçtiği yerdi; mutfak, tuvalet ve lavabo gibi temel ihtiyaç alanları burada yer alıyordu. İkinci katta ise daha sakin, huzurlu bir hava vardı; yatak odaları ve çalışma odam bu katta bulunuyordu.

Çalışma odam, evin en sevdiğim köşesiydi çünkü tamamen benim zevklerime göre tasarlanmıştı. Odanın genelinde soft ve beyaz tonlar hakimdi, bu da mekana ferah ve geniş bir atmosfer katıyordu. Duvarlarda ve raflarda yer yer yapay bitkilerle süslemeler yapılmıştı; bu dekoratif dokunuşlar odaya doğal bir hava verip şıklığını artırıyordu. Ancak, en çok sevdiğim detay büyük kütüphanemdi. Kitap rafları tavana kadar uzanıyor, en sevdiğim kitaplar düzenli bir şekilde sıralanmıştı. Odanın sadeliği ve doğal renk paleti, içinde geçirdiğim her anı daha huzurlu kılıyordu.

Mutfağa geçince annem sırtı dönük sucuklu yumurta pişiriyordu yanaklarına sulu bir öpücük bıraktım.

"Ana kraliçe yine döktürmüşsün"

Annem yanığıma öpücük kondurduktan sonra "Geç bakalım hemen kahvaltı yap, duruşmana geç kalma "

 

Tamam dercesine kafamı sallayıp sofraya kurdum. Anne kız kahvaltı yaptıktan sonra arabama atladım.

Adliye binasına vardığımda, sabahın erken saatlerinde bile koridorlar kalabalıktı. Uzun yıllardır süren ve büyük yankı uyandıran bir dava nedeniyle, basın ve ilgililer çoktan yerlerini almıştı. Avukatlık hayatımda ilk defa bu kadar kritik bir davayı üstleniyordum ve omuzlarımda bu durumun ağırlığını hissediyordum. Hayatımı sarmalayan bu kederin gölgesinde bile işime olan bağlılığım, her zamanki gibi en önde geliyordu.

Duruşma salonuna geçerken, hazırlık sürecinde tekrar gözden geçirdiğim dosyalar ve tanık ifadeleri zihnimde dolaşıyordu. Salon, büyük bir sessizlikle doluydu. Davanın karşı tarafı masasında ciddi bir tavırla oturmuş, bizi süzüyordu. O an, içimdeki her şey sustu, tüm odak noktam o salona çevrildi.

Hakim, cübbesiyle yerine oturduktan sonra tokmağına vurdu ve mahkeme başladı.

"Sayın Hakim, öncelikle müvekkilimin yaşadığı mağduriyetin ve tüm bu süreçte karşılaştığı zorlukların altını çizmek istiyorum," diyerek başladım. Sesim, salondaki sessizliği delen bir yankı gibi, kendinden emin ve titremeksizin çıktı. Tüm hazırlıklarımı bir kenara bırakıp kalbimle konuşmaya başlamış gibiydim. "Ortada, müvekkilime yapılan büyük bir haksızlık var ve biz burada adaletin yerini bulmasını sağlamak için bulunuyoruz."

Karşı tarafın avukatı, argümanlarına başladığında dikkatle dinledim, yüz ifademde en ufak bir değişiklik olmaksızın her kelimesini aklıma kazıdım. Söz hakkı bana tekrar geldiğinde, deliller ve tanıkların ifadelerini ardı ardına sunarak müvekkilimin hakkını savunmaya devam ettim. İçimde, bir avukat olarak doğru olanı yapmanın verdiği tatmin hissi yükselirken, içimdeki derin intikam arzusu da bir an bile dinmiyordu.

Duruşma sonunda, mahkeme ileriki tarihe ertelendi. Ancak, müvekkilimin gözlerindeki umut ışığını görmek, bana doğru yolda olduğumun bir kanıtı gibiydi. Duruşma salonundan çıktığımda, derin bir nefes alarak üzerimdeki gerginliği attım. Kendimi her şeyin başlangıcında, hayata dair hedeflerimden bir adım daha yakın hissediyordum. Ama içimde bir ses, bu huzurun fırtınadan önceki sessizlikten ibaret olduğunu fısıldıyordu.

Duruşma sonrası kalabalıktan sıyrıldım, adliye binasının önünde biraz soluklanmak için durdum. Bir boşluk hissi sarmıştı içimi, nedense o sabah her şey yabancı ve soğuktu. Annemi aradım, belki iyi gelir diye düşündüm. Telefona birkaç kez çaldırdım, ama açmadı. İçimde hafif bir tedirginlik yükselse de kendimi avutmaya çalıştım: "Belki mutfaktadır, belki de komşuya uğramıştır…"

Telefonu kapatıp adımlarıma yön vermeye çalışırken, telefonum yeniden çaldı. Ekranda tanımadığım bir numara vardı, bir an tereddüt ettim, ama yine de cevapladım.

“Merhaba, Gizem Demir ile mi görüşüyorum?” dedi, derin ve resmi bir ses.

"Benim," dedim, sesimdeki endişeyi fark etmemesi imkânsızdı. Karşımdaki kısa bir sessizlikten sonra cümlesine devam etti.

“Gizem Hanım, ben Komiser Yılmaz. Üzgünüm, anneniz bir trafik kazası geçirdi…”

Bir an her şey bulanıklaştı. Dudaklarımı araladım ama ses çıkmıyordu. “Kaza mı?” diyebildim, kelimeler boğazımda düğümlendi.

“Evet, Gizem Hanım. Anneniz olay yerinde… vefat etti.”

Dünya ayaklarımın altından çekildi sanki. Bir an boyunca nefes alamadım, sonra gözlerim dolmaya başladı. Bu soğuk gerçeklikle yüzleşmeye çalışırken, aklımda tek bir soru vardı.

“Nasıl... nasıl oldu? Ne zaman?” dedim, sesim titreyerek.

Komiserin sesi, anlayışlı ve yavaş bir tonla devam etti. “Anneniz karşıdan karşıya geçerken bir araç hızla gelmiş. Sürücü kontrolü kaybetmiş… Üzgünüm, Gizem Hanım.”

Telefon elimde ağırlaştı, titreyen dizlerim beni taşıyamaz oldu. Yüzümde hissettiğim soğuk yaşlarla, annemin o sabah kahvaltıda yanaklarıma kondurduğu sıcak öpücüğü hatırladım. Birkaç saat önce gülümseyen o yüz, artık sadece bir anıydı. Komiserin sesi uzaklardan gelir gibi yankılanıyordu ama her kelime kalbime saplanan bir bıçak gibi acıtıyordu.

Birkaç Gün Sonra…

Yağmur ince ince yağıyordu, gökyüzü bile acımızı paylaşıyormuş gibi gri bir örtüyle kaplanmıştı. Annemin cenazesinde yüzlerce tanıdık sima vardı, ama o an hiçbir yüzün, hiçbir sesin anlamı yoktu. Tüm görüntüler, sanki bir rüyadaymışım gibi bulanık ve uzak geliyordu. Gözlerim, o anın acısını dindirecek bir teselli arayışında, mezara doğru bakıyordu. Annemin sevgiyle bakışlarını, kahkahalarını ve kahvaltıda yaptığı sucuklu yumurtanın kokusunu hatırlıyordum. Şimdi, o sıcak hatıraların yerini derin bir boşluk almıştı.

Yanımda birkaç kişi fısıltıyla konuşuyordu, ama hiçbir kelimeyi duyamıyordum. İmamın duası bittiğinde, ağır ağır annemin tabutu toprağa indirildi. İçimden bir şeyler kopuyordu, ama gözyaşlarım kurumuş gibiydi. Ellerim soğuktu; tutunacak bir dal, bir şey aradım ama her şey benden uzaklaşıyor gibiydi. Zaman duraksamıştı; herkes sessizce yanımdan ayrılırken, ben tek başıma, o mezarın başında kalakaldım. Gözlerim toprağa dikiliydi, zihnimde her şey birbirine karışmıştı.

O gece, eve döndüğümde yatağımda bir sağa bir sola döndüm, gözlerimi kapattığımda annemin sesini duyar gibi oluyordum. Her şey içime ağır bir keder gibi oturmuştu. Kalbim kırık, zihnim yorgundu. Şehrin kalabalığı, insanların bakışları, her şey bana boğucu ve anlamsız geliyordu. Kafamı toplamak, annemin anılarına biraz daha yakın olabilmek için Antalya’daki yazlığa gitmeye karar verdim.

Ertesi sabah birkaç eşyamı çantama attım. Yazlık, çocukluğumun en güzel anılarına ev sahipliği yapan küçük bir evdi. Annemle birlikte geçirdiğimiz huzurlu yaz akşamlarını anımsıyordum, en son annemle oraya gittiğimde denize nazır oturup çay içmiş, saatlerce sohbet etmiştik. O günlerin hatırasını tekrar yaşamak, belki biraz da annemin izini takip edebilmek için Antalya’ya gitmeye ihtiyacım vardı.

Antalya’ya vardığımda, yazlık evin kapısını açtığım an her şey canlandı. Salonun penceresinden içeri dolan gün ışığı, denizin ferahlatıcı kokusu, bahçedeki yasemin çiçeklerinin o hafif kokusu… Annemin varlığını, burada, sanki yanı başımda hissettim. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Sessizce, annemin sevgi dolu izlerini takip ederek bu acı günlerin üstesinden gelmeye çalışacağım günlere ilk adımımı attım.

Antalya’daki yazlıkta geçirdiğim birkaç gün boyunca, içimdeki yoğun acıyı biraz olsun hafifletmeyi umuyordum. Günlerce evden çıkmamış, sadece denizin karşısında dalıp gitmiştim. Ancak bir sabah, biraz hava almak için sahilde yürümeye karar verdim. Sabahın erken saatleriydi, etraf sakindi. Hafif bir esinti saçlarımı dağıtırken, denizin tuzlu kokusunu içime çektim.

Tam o sırada, biraz ileride duran birini fark ettim. Kıyıya doğru sırtı dönük bir adam duruyordu, sanki benim gibi dalgaların ritmine kapılmış gibiydi. Yanından geçerken istemsizce ona doğru baktım ve o an, bir şeyin beni durdurduğunu hissettim. Bu adam… ona karşı anlam veremediğim bir his doğmuştu içimde. Sanki yıllardır tanıdığım, ama hiç görmediğim biri gibi. Bu garip hisse anlam veremiyordum.

Adam, yüzünü bana doğru çevirdi. Uzun boylu, kumral saçlı ve tanıdık bir yüz… O da beni görmüştü ve birkaç saniye boyunca göz göze kaldık. Yüzünde şaşkın bir ifade belirdi. O da benim gibi bir şeyler hissetmiş gibiydi.

“Merhaba…” dedim, biraz çekinerek. “Sanırım burada ilk defa görüyorum sizi.”

Adam bir an durakladı, sanki ne diyeceğini toparlamaya çalışıyordu. “Evet, ben de öyle,” dedi, sesi sanki tanıdık bir melodiyi andırıyordu. “Burada pek kimseyle karşılaşmam. Normalde İzmir’de yaşıyorum, ama birkaç gün kafa dinlemek için geldim buraya.”

Gözleri, tıpkı benim gözlerim gibi, yeşil ve derin bir gölgeye sahipti. Bu benzerlik karşısında içimdeki huzursuzluk daha da arttı. Aramızda söze dökemediğimiz bir bağ vardı, bunu ikimiz de hissediyorduk.

“Ben de buraya biraz kafa dinlemeye geldim,” dedim, gülümsemeye çalışarak. “Adım Gizem, memnun oldum.”

O da elini uzattı, hafif bir gülümsemeyle. “Ben de Ege.”

El sıkışırken, sanki kısa bir an için dünyadaki her şey durdu. Parmak uçlarımda bir titreme hissettim, o da aynı şekilde elini çekmeden bana bakmaya devam etti. İkimiz de bu anın anlamını çözemesek de, tanımadığımız bir bağın derinliğini hissetmiş gibiydik.

Ege’nin “Birkaç gün kafa dinlemek için buraya geldim,” dediğini duyunca, Gizem’in yüzünde istemsiz bir gülümseme belirdi.

“Ne tesadüf, ben de öyle. Biraz huzur bulmaya ihtiyacım vardı…” dedi, sonra sesi alçaldı. “Annemi kaybettim, birkaç gün önce cenazesini kaldırdık.”

Ege’nin gözleri bir an hüzünle doldu. “Ben de babamı kaybettim. Geçen yıl bir kaza geçirdi.” Duygusal bir yoğunlukla yüzünü denize çevirdi, sanki bu koca boşluğu anımsar gibi. Gizem, bu acıyı iyi biliyordu; bir kaybın insanın içini nasıl kemirdiğini…

Gizem şaşkınlıkla kaşlarını çattı. “Benim annem de bir kazada öldü,” dedi yavaşça. Sözlerinin ağırlığı ikisinin arasında asılı kaldı.

Ege, sessizce ona baktı. “Bazen, bu tür kayıpların sebebini anlamaya çalışıyorum. Babamla çok zaman geçiremedim. Beni bebekken terk etmişti; yıllar sonra yeniden bir araya geldik ama fazla sürmedi. Şimdi, geride sadece bir sürü cevapsız soru kaldı.”

Gizem, Ege’nin anlattıklarını duyunca kendi hikâyesine ne kadar benzediğini fark etti ve içinde tanımlayamadığı bir şeyler kıpırdadı. “Annem bana, babamı hiç anlatmadı. Küçükken onu kaybettik, annem o konuya dair her şeyi kapatmış gibiydi, sormama bile izin vermedi.”

Ege, Gizem’in yüzündeki ifadeyi dikkatle inceledi. “Gerçekten garip,” dedi. “Neredeyse aynı hayatı yaşamış gibiyiz.”

Bir an boyunca ikisi de sessiz kaldık, aralarındaki bu açıklanamaz bağı çözmeye çalışıyordum. Bu adamın bana bu kadar tanıdık gelmesinin nedenini anlamak istiyordum, ama kelimeler eksikti.

Sonunda, Ege bir gülümsemeyle başını salladı. “Belki de bu benzer hikâyeler bizi buraya çekti, kim bilir?”

Ona gülümsedim ama gözlerinin derinlerinde tanımlayamadığı bir boşluk vardı. Ege'yle bu tesadüfi tanışmamın arkasında çok daha fazlası olduğuna dair güçlü bir his içime kapladı.

Derin bir nefes alıp denize doğru baktım. “Eğer gerçekten bir bağlantımız varsa,” Yavaşça, “bu yazlıkta bir şeyler bulabiliriz. Burada gizlenmiş cevaplar var gibi hissediyorum.”

Ege başını sallayarak bana katıldı. “Evet, burası sanki bizi geçmişe götüren bir anahtar gibi… Öyleyse bulmak için birlikte bakalım.”

İkimizde yazlık eve yöneldik. Evin içi sessiz ve huzurluydu, ama eski eşyaların, eski kitapların arasında bir yerlerde geçmişin gömülü anılarının yattığını hissediyordum. Salondaki dolabın çekmeceleri açmaya başlarken Ege de oturma odasındaki eski sandığı dikkatlice inceliyordu. Sandığın içinde çocukluk oyuncakları, eski bir radyo ve aile fotoğraflarının olduğu bir albüm vardı.

Dolapta bulduğu eski mektuplara bakarken bir tanesi dikkatimi çekti. “Bu… bu annemin el yazısı,” şaşkınlıkla. Mektubu ellerim titreyerek açtım ve okumaya başladım. Mektupta, annemin yıllar önce birinden bahsettiği satırları okudukça yüzündeki ifade daha da yoğunlaştı.

Ege yanıma gelip mektuba baktı. “Burada… ‘Sana olanları anlatamıyorum, ama bil ki seni hep sevdim,’ diyor. Gizem, sanırım bu mektup senin babana yazılmış,” dedi, sesi titreyerek. İçimdeki karışık duyguları anlamaya çalışıyordum.

Mektubu bırakıp yanında duran albüme göz attım. Albümün sayfalarını çevirdikçe eski fotoğraflardan birinde, annesiyle birlikte küçük bir bebek gördü. “Bu… bu ben miyim?” diye mırıldandım, ama gözleri bir başka fotoğrafa kaydı, aynı bebekle annesinin yanında bir adam vardı.

Ege, albümdeki fotoğraflara bakarken, bir an duraksadı. “Bu adam benim babama çok benziyor,” dedi, şaşkınlıkla.

O sırada başka bir çekmeceden mektup çıkardı “Gizem ve Ege, birbirinizi bulduğunuzda bu sayfalar size her şeyi anlatacak,” yazıyordu. bu sözlerin anlamını çözmeye çalışırken birbirlerine baktık. Aramızdaki gizemli bağın, artık çözülmek üzere olan bir sır olduğunu fark ettik.

Ege derin bir nefes aldı. “Görünüşe göre annem ve babam, bizden çok şey gizlemişler,” dedi.

Elimdeki eski, sararmış zarf, yılların yükünü taşıyordum. Ege’yle birlikte mektubu dikkatlice açtık ve annesinin el yazısıyla yazılmış satırları okumaya başladık.

 

"Sevgili Gizem ve Ege,

Eğer bu mektubu okuyorsanız, geçmişten kalan bazı sırlar gün yüzüne çıkmış demektir. Hayatınızın büyük kısmında bu gerçeği sizden sakladık; sizi korumak için böyle olması gerekiyordu. Ama artık her şeyin zamanı geldi. Babanızla bu yükü yıllardır omuzlarımızda taşıdık, ancak sizin güvenliğiniz her şeyden önemliydi.

Her ne olursa olsun, sizi tembihliyorum: Yılmazoğullarından uzak durun. Onlar sizin hayatınıza yalnızca tehlike getirebilir. Onların çevresindeyken dikkatli olun; geçmişte yaşananları bir gün öğrenirseniz, bu sözlerimi daha iyi anlayacaksınız.

Unutmayın, her şeyi sevgi ve sizi koruma amacıyla yaptık. Ama bazı sırların açığa çıkmasının vakti geldi…”

**

Mektubun bu son cümleleri, Gizem ve Ege’nin nefeslerini tutmasına neden oldu. Gizem, gözlerinde bir endişe ve şaşkınlıkla Ege’ye baktı.

“Yılmazoğulları? Bu kim olabilir ki? Hiç duymadım…” dedi, fısıltıyla.

Ege, kaşlarını çatarak mektubu inceledi. “Ben de hiç duymadım. Ama annemle babam bu kadar ciddi bir uyarıda bulunuyorsa, ortada gerçekten tehlikeli bir şey olmalı,” dedi.

Gizem, içindeki huzursuzluğu gizleyemedi. “Bu insanlar annemle babamın hayatında nasıl bir yer kaplıyordu? Neden bizden sakladılar? Ve… neden uzak durmamızı bu kadar önemsediler?”

Ege derin bir nefes aldı. “Bence buraya bizi getiren şey, bu sırrı çözmek. Mektupta bahsi geçen bu Yılmazoğluları kimse, onlardan uzak durmamız gerekiyorsa bile önce kim olduklarını öğrenmeliyiz,” dedi, kararlı bir sesle.

İkisi de sessizce birbirlerine baktılar; Gizem’in annesinin sözlerindeki şüpheli ve gizemli ifadeler, şimdi çözmeleri gereken bir bilmeceydi. Ve bu yazlık evde, geçmişin sırlarını daha fazla araştırmaya karar verdik.

 

 

Bölüm : 18.12.2024 05:04 tarihinde eklendi
Loading...