Ölümden korkmuyordum. Aslında, kaybedecek hiçbir şeyim kalmamıştı. Hayatım, bir yalandan ibaretti. Her şey elimden alınmış, boş bir kabuktan farksızdım. Gözlerimi kapattım, muhtemel sonumu beklerken kalbimde hissettiğim acı bile artık yabancıydı. Ölmekle yaşam arasında fark kalmamış gibiydi benim için. Ancak, gözlerimi açtığımda onu karşımda gördüm.
O, Bora...
Yüzü, her zamanki gibi kararlı ama gözlerinde bir şey vardı, tarifsiz bir derinlik, bir sonbahar hüznü gibi. Aniden, kollarıma yığıldı. Onu tutarken, ellerim titriyordu. Avuçlarımın arasından canı kayıp giderken, hiçbir şey yapamamak... Hiçbir şeye engel olamamak... Bu, içimi paramparça ediyordu. Zaman durmuş gibiydi. Sadece, aramızdaki son anlar, boğazıma düğümlenmiş nefesim, ve kalbimde çığlık çığlığa yankılanan acı vardı.
"Sevgilim, lütfen… lütfen beni bırakma!" diye fısıldadım, sesim kısılmış, çatlamıştı. Umutsuzluk içimi kemiriyordu, her kelimeyle biraz daha fazla kırılıyordum.
Bora'nın solgun dudaklarında bir gülümseme belirdi. Yavaşça, bana baktı, gözleri sanki tüm ömrüm boyunca hatırlayacağım bir anıyı bana vermek istercesine. "Son anımı güzel yüzünle hafızama kazıyorum..." dedi, sesi zayıf ama kararlıydı. "Senin için canımı veririm derken ciddiydim."
Gözyaşlarım, istemsizce yanaklarımdan süzüldü. Onun için yapabileceğim hiçbir şey yoktu, sadece sarılmaktan başka. Onu kaybederken, onu bırakmamak için çırpınıyordum. Ama elimden kayan her saniye, onu biraz daha benden alıp götürüyordu.
Gözlerimi Bora'dan ayırdığımda, nefretle karşımdaki adama kilitlendim. Beyaz saçlı, yaklaşık ellilerinde bir adam. Yüzünde şaşkınlık, ağzı açık kalmış. Elleri titriyor, silahı yere düşmüştü. O an, onun da bu kadarını beklemediği belliydi. Ama hiçbir şey, içimdeki öfkeyi ve acıyı dindirmiyordu. Beni böyle boşluğa atan, hayatımdan en değerli varlığı çekip alan o adamın gözlerinin içine baktım.
İçimde, borcum olan bir sonbahar fırtınası gibi bir intikam doğuyordu.