@rarbezrh
|
4
Yaşanmamışlara
Amy Winehouse, Back to Black
Esmeray, Unutma Beni
☁️
İnce parmaklarım saçlarımı arasında dolandırdım ve tek bir yerde tutturarak tokayla bağladım. Bu sıcakta açık saçla kalmak ölüm gibi bir şeydi. Aynada kendime bakarken dikkatimi arkamdaki yatakta gözlerim takıldı. Aslında daha doğrusu dün geceye takılı kalmıştım. Onun kucağında küçük bir çocuk misali taşınmıştım. Yatağa yatırılmış ve ayakkabılarım çıkartılmıştı. Sıcak olmasına rağmen açtığım pencere kapatılırken, odanın görünmemesini sağlamak için üstüne bir de perde çekilmişti. Acaba ben buraya nasıl geldim diye sormuyordum çünkü cevabını yaşayarak görmüştüm. Gözlerim her saniyeyi görürken, bedenim her saniyesini hissetmişti. Boynumdaki ağrının sebebi olan salıncakta uyuya kaldığımı hatırlıyorum. Toprak gözlerim, koyu gözlerin rengini ezbere biliyordu. Beni gece yatağıma o taşımıştı. Onun uyuduğunu düşünerekten rahat etmek isterken, onun kolları arasında taşınmıştım.
Beni göğsüne çektiğinde, duyduğum narin bir o kadar da telaşlı ritim anılarımı bir merhem gibi üzerini kapattı. Hüznün bir gökyüzü gibi tepeme dikildiği toprak rengim, sıcacık oldu. Yatağıma gidene kadar anılarımdan kısa bir süre de olsa kaçmıştım. Bu gerçekten olmuştu. Zindanda kalan bir zavallı gibi karanlıkta mahsur kaldığım gecelerden, huzurlu bir deniz kenarında gibi hissetmiştim. Hayal ettiğim deniz kenarı. Deniz kokusu. Güneşin izin vermediği o karanlık olmadan, nefes gibi bir rüya.
Bu gece hayatım olan kâbusu değil, hayal ettiğim rüyayı yaşamıştım.
Kapalı olan kapıya vurulan parmaklar, düşüncelerimin üzerine atılan taş gibiydi. İkisi de zihnimi düşünmekten ayırmaya yetmişti. Kapının ardından "Girebilir miyim?" diye sorduğunda aynanın karşısında durmayı bırakıp kapı kolunu aşağıya indirdim ve kapıyı araladım. Kapının pervazına kolunu yaslamış, kaşlarını kaldırmış bana bakıyordu. "Uyandırmadım değil mi?" Elim hareketlendi ve ensemi kaşıdı. Gözlerim âdemelmasına kayarken, gözlerimin oraya gitmesine sinirlenerek gözlerine baktım. "Yok, hayır çoktan kalkmıştım." Dilim, kuru olan dudaklarımı ıslattı. "Günaydın." Yüzüne aniden yerleştirdiği gülümsemeyle, kolunu pervazdan çekti. "Günaydın." Dedi.
O beni kapıda beklerken, düzeltmiş olduğum yatağımdan telefonumu aldım. Ekranını açtığımda saatin 10.19 olduğunu gördüm. Sanırım burada kahvaltı yapacaktık. Bunu söylemek için gelmişti. Ya da kahvaltı çoktan hazırdı. Ona beklenti dolu gözlerle bakarken, konuşmasını beklediğimi anladığında dudaklarını kımıldattı. "Kahvaltıyı dışarıda yapalım mı diyecektim. Çok güzel bir yer biliyorum." Kirpiklerimi kapatıp açtım. "Olur, güzel düşünmüşsün. Ayakkabılarımı giyeyim çıkalım." Kafasını olumlu anlamda sallayarak beni beklemeye başladı. Hızla seçtiğim ayakkabılarımı ayağıma geçirdikten sonra evden ayrılmıştık.
Kahvaltı yapmak için nereye gidecektik bilmiyorum. Güzel bir yer biliyorum sözlerinin ardından içimi kaplayan merak duygusuyla ona sormak istedim. Sonuçta oraya yalnız gitmiyordu. Nereye gideceğimiz hakkında bilgi sahibi olmam gerekirdi. Söylememesi için bir neden yoktu. "Nereye gittiğimizi öğrenebilir miyim acaba?" Behram Ayas, kirpikleri üzerinden yeşil gözleriyle bana baktı. Kendi gözlerinden nefes alır gibi derin bir soluk doldurdu ciğerlerine. "Tabi söyleyeyim de telefonundan nasıl bir yer olduğuna bak," Haylazca konuştu. "Yemezler." Sözleri ardından peyda olan gülümsemesi, içimdeki gülme isteğimi zorla bastırmamı sağladı.
"O da nerden çıktı öyle bir şey yapmayacaktım. Sadece merak ettim." Dedim.
Dudakları arasına yerleşen erkeksi kıkırtı, kendini zor tutmuş gibi değil de bile isteye çıkmış gibiydi. Sözlerimi ciddiye almadığının kanıtıydı. Bana inanmamıştı. Çünkü doğruyu söylememiştim.
Konuyu kapatmadan önce son kez şansımı zorladım. "Çok mu uzak? Gideceğimiz yerin adını söylesene, ne kadar uzakmış ona bakacağım." Sıcakta yarım açtığım camı düğmeye basarak tamamen açtım. Kaşları çatıldı. Kaşları hayretle yukarı doğru kalktı ve kendini bu zaman kadar zor zapt ettiği kahkahayı kafasını iki yana sallayarak bana sundu. "Az kaldı zaten. Hevesin kaçmaması için söylemiyorum az sabret."
Dudağımın kenarını ısırdım. Neyse son şansımı denemiş oldum. En azından gideceğimiz yere varmamıza az kaldığını öğrenmiş olmuştum.
Sonuna kadar açılmış camdan, sağımda kalan denize buruk bir tebessümle bakmakla yetindim. Kokusu burnumun direğini sızlatırken, arabadan inip hesap sormak istedim. Bağırmak istedim ona. Tatmadığım duyguyu hatırlatma bana, görmüyor musun paramparça olduğumu? Diye haykırmak istedim. Onun bir suçu olmadığını bile bile, mavilerinde kaybolamadığım için ona kırgındım. Bu hikâyede ikimizin suçlu olmadığını bile bile kendimi suçlamaktan vazgeçmedim. Arabanın kapısını açıp koşmak istedim. Beni durduran ne vardı ki? Zihnimdeki bağırış sesleri, dilime kenet vurmaktan hiçbir zaman usanmadı. Yeter artık dedim. Susun. Susun ki benim toprak gözlerim, denizin mavisiyle buluşsun, bir olsunlar. İşte o zaman yağmurun toprakla buluştuğu gibi, gözlerim maviyle buluşsun kokusunu bütün dünyaya yaysın. Burnumun direği asıl nasıl sızlar öğretsin.
Yağmurdan sonraki toprak kokusu.
Yağmurdan sonraki toprak kokusu olmak istedim.
Arabanın durduğunu anladığımda, gözlerimi çekmek istemediğim yerden zorlukla çektim. Kemerin çıkma sesinin ardından yüzünden eksilmeyen gülümseme, gözlerinden yerini belli eden heyecan duygusu ile dudaklarını araladı. "Sürekli nereye gidiyoruz dediğin yere geldik. Hadi in. Her saniyene değecek. Zaman kaybetmeyelim."
Her saniyeye değecek...
Arabadan indiğimde, kapıyı kapatarak arkamı döndüm. Deniz kenarına oldukça yakın kurulmuş masalar, kenarlarına döşenmiş lambalar ve lambaları sarmalayan sarmaşıklar vardı. Hiç bu kadar kahvaltı yapmak için heyecanlanmamıştım. Masaların altı camla ve tahtayla sık döşenmişti. Adımlarımız yan yana uzaktan baktığım denize yaklaştığında derin bir nefes çektim. Deniz tarafına karşılıklı oturduk. Deniz ayaklarımızın altında kalması muhteşemdi.
Yanımıza yaklaşan garson samimi bir şekilde "Ne alırdınız efendim?" diye sordu. Önümüzdeki menüleri yeni fark ediyordum. Bakmak için elime alacaktım ki Behram Ayas'ın sorusuyla kaşlarım havalandı ve parmaklarım geriye çekildi. "Boyoz sever misin?"
"Bu soruyu duymamış gibi yapıyorum çünkü boyoza bayılırım." Diliyle dudaklarını ıslattı ve aheste aheste gülümsedi. Kaşları havalandığında "Güzel," diye mırıldandı keyifle. "Bunu bildiğim iyi oldu." Kaşlarım anlık çatıldı. Behram, bakışlarını benden alarak yanımıza gelen genç adama çevirdi. "Sen bize on dört tane boyoz getir, " Bakışları tekrardan bana döndü. "Ne içersin?"
"Çay lütfen."
"İki tane de çay alalım, yanına iyi gidecekleri sen biliyorsundur zaten gerisini de ortaya alalım." Adam elindeki kâğıda yazdığı isteklerimizle "Tabi efendim." Diyerek önümüzdeki menüleri alarak yanımızdan uzaklaştı.
Avucumu yanağıma yaslayarak etrafı incelemeye devam ettim. Denizin dalgasına, bizim nefeslerimize eşlik eden arkamızdan çalan şarkı da katıldı. Sözleri tanıdık geldi. Mekânlarda pek fazla sözü edilmeyen bu şarkı dile dökülmesi güzel bir şarkıydı. Gözlerim kapandığında aklımdaki sözler dile döküldü sessizce. Plakta çalan bir şarkı olan unutma beni, dudaklarıma asılan hayali gülüş gibiydi.
Gölgen gibi adım adım Her solukta benim adım Ben nasıl ki unutmadım Sen de unutma beni
Yanımda çalan şarkı sanki uzaklaştığında şarkının sesini bastıran onun sesi oldu. Artık şarkı geriden çalıyordu.
"Sevdin mi burayı?"
Onaylar şekilde çıkan mırıltılarımla "Çok güzelmiş." Dedim. Avucumdaki elimi masaya koydum ve bedenimi masaya doğru hafif eğerek durmaya başladım. Burası gerçekten güzeldi. Denizin yanında kahvaltı yapmak, aklımın ucundan geçse de geleceğimizden emin değildim. Dalgaların taşlara çarpma sesi, her saniyeye değecek kadar güzeldi.
Üsten bakışlarımla ona bakarken, bana karşın o denize bakıyordu. Genzini büyük bir ciddiyetle temizledi. Kafasını arkaya doğru attı, yüzünü sıvazladı ve tekrar geri yerine döndürdü. Kıvrak dili etli dudakları arasında dolanırken önüme konulan tabakla gözlerimi yüzünden ayırdım. Burnuma dolan boyoz kokusu ve yanına koyulmuş haşlanmış yumurta ile açılmış iştahım daha da açılmıştı. Ortaya koyulan tulum peyniri, reçel çeşitleri, bal ile birlikte birkaç yiyecek ortaya donatılmıştı. Tabağımızın yanına konulan çayla birlikte, ellerim şekerlikten şeker aldım ve içine atarak karıştırdım. Genç çocuk, "Afiyet olsun." Diyerek yanımızdan uzaklaştı. Boyozu ağzımda çiğnerken bir yandan da çayımı yudumluyordum. Ağzımın arasında çevirmeye devam ettiğim ikinci boyozun ardından, çatalımla çilek reçeli diye düşündüğüm reçeli ağzına götürdüm. Dilime değen reçelle tahminimi doğrulamış olmuştum.
Onun arkasında yolun kenarına gördüğüm şeyle kaşlarımla dudaklarım aynı anda hareket etti. "Burada ata da mı biniliyor?" Dişlerimi birbirine bastırarak ondan bir cevap bekler halde baktım. Ağzındakini birkaç kez çevirdi ve yutkunduktan sonra mendille ağzını temizledi. Başını benim baktığım yere doğru çevirdi. Kafasıyla sözlerimi onayladı. Bedeni masaya doğru eğildi ve bana bakmaya başladı. "Binmek ister misin?" Gözlerimi büyüttüm, hızla dudaklarımı ıslattım. "Gerçekten mi?"
"Gerçekten. Kahvaltımızı yapalım sonra bineriz." Kafamı onaylar anlamda sallayarak daha da keyifli bir şekilde kahvaltımı yapmaya devam ettim. Ata ilk defa binecektim doğal olarak heyecanlıydım. Ve ilkin verdiği korku da vardı üzerimde.
Ayağa kalktığında hızla gözlerim onun oldu. Yüzüne kondurduğu tebessüm ile dudakları aralandı. Başını yana yatırıp, atların olduğu yeri işaret etti. "Hadi gidelim." Heyecandan terleyen ellerimle sandalyemi geriye iterek ayağa kalktım. Yan yana attığımız adımlar bizi atların yanına kadar sürükledi. Atların başında duran adam atların tüylerini kaşağı ile tararken yavaşça yanına yanaştık. Kahverengi renginde, siyah saçları ve kuyruğu olan bu at karşımdaki diğer atlardan gözüme çarptığında ona doğru ilerledim. Siyah saçlarına çıkan elimle usulca dolandırdım. Yüzüme ektiğim gülümseme bir ağaç gibi büyürken, başımı arkaya doğru döndürdüm ve karşılıklı konuşan iki adamdan buraya bakan adama doğru konuştum. "Bu atın adı nedir?"
"Hazan."
Dudaklarım başının üzerine buse kondururken, onun duyabileceğiniz bir şekilde mırıldandım. "Merhaba, Hazan."
Yeni bir soluk alırken, Hazan'ın ağzında çıkan mırıltılarla bana doğru yanaşması sanki nefesimi boğazıma kaçırmıştı. Saçları yüzüme değerken dudaklarımdan sevinçle kıkırtı çıktı. "Tanıştığıma çok memnun oldum şimdiden ve seninle geçireceğim bu kısa an için mutluyum."
Arkamdan gelen sesle ona doğru döndüm. Behram yanıma kadar gelmişti. Sanırım adamla anlaşmışlardı. "Beraber mi binmek istersin? Yoksa tek tek mi binelim? Nasıl istersen öyle yaparız."
"Daha önce hiç ata binmedim. O yüzden seninle binsek daha iyi olur gibi. Sen hiç ata bindin mi?"
"Bindim. Dedemin at çiftliği var, oraya her gittiğimde süveydayla vakit geçirmekten keyif alırım." Kaşlarım anlamsızlıkla çatıldı. "Süveyda?" Dudak kıvrımları yukarı doğru yükseldiğinde "Benim kızım." diye mırıldandı.
Kaşlarım korkunç bir şekilde çatıldı. "Kızım derken?" Dudaklarım şaşkınlık içerisinde açılırken, garip bir tepki içerisinde kalmıştım.
Beyaz dişleri güldüğü için gözükürken aynı zamanda da konuşmaya başlamıştı. "Benim kızım yani atım, Süveyda." Kelimeleri parmak gibi alnımdaki çukuru yok ederken, kafama birkaç kez vurmak istedim. Düşündüğüm ihtimal ile kendime sinirlendim. Onun kızı olduğunu zannetmiştim. Tam bir aptal gibi hem de.
Ben ne olduğunu anlamadan Behram'ın atın üstüne kendini atmasıyla gözlerimi büyütürken ne çabucak bindiğini düşünüyordum. Tabi aklıma onun önceden ata bindiğini hatta bir atı olduğunu hatırladığımda gözlerim eski yerine geri döndü. Alttan gözlerimle ona bakarken, elini uzatmasıyla gözlerim kısa bir süre oraya kaydı. Düz ifadesiyle yeşil gözleri bana bakmaya devam ederken "Elimi sıkıca tut, ayağını üzenginin üzerine basarak yukarı çık." Dedi. Sağ ayağımı demir gibi olan yere basarak üzerine çıktım. Arkamdaki beden, ellerini belimin iki yanından dizginleri tuttu. Dudakları iki yana büküldüğünde "Ellerini ellerimin üzerine koy." Dedi. Sorgusuzca ağzımdan onaylar mırıltılar çıkarken ellerimi aynı şekilde onun gibi ellerinde tuttuğu iplerin üzerine koydum. Elimin altındaki eller yukarı aşağıya doğru hareket ettiğinde, Hazan da bu sayede hareket etmeye başlamıştı. İçimde aniden oluşan korkuyla bedenim geriye doğru gitti. Sırtım onun göğsüne yaslandı.
Bu kadar hızlı gideceğini tahmin etmediğim Hazan, bedenimi bu ana bıraktığım an içimde tarifsiz bir haz yaşattı. Ellerimin altında hareket eden parmaklarıyla gözlerimi ağaçlardan ayırmadım. Bu sıcak havaya rağmen rüzgârın şiddetini hisseden saçlarımda hissettiğim baskıyla toplanmış saçlarım geriye doğru düştüler. Başımda hissettiğim rahat hisse rağmen, kaşlarım bu anlamsızlık için çatıldı. Rüzgârın sesini bastıran sıcak nefes kulağımda naif bir melodi gibi çalmaya başladı. "Kül misali uçuşan saçların hissetsin rüzgârı."
Kül misali uçuşan saçlar...
Dudaklarım aralandı. Söylenecek kelimelerin çokluğunu önemsiz gören dilim lal olur gibi konuşmayı kesti. Rüzgârdan sebep dolan gözlerimi hiç ama hiç önemsemeden at koşmaya devam etti. İçimdeki eksikliği, görmemişliği silip atmak ister gibi, durmadı. Saçlarımda hissettiğim sakallarıyla bedenim kas katı kesildi. Kılıç kadar keskin sıcak nefesini verirken, benim vermeme izin vermedi. Gözlerime dolan sarhoşluk hissi veren kadehler bir bir içime işledi. Bedenlerimiz uyum içinde, dudağımdan ansız çıkan kahkahalarımı ona bulaştırdım. Gözlerimi bir saniye bile kapatmamak için bir çocuk gibi inat ettim. Bu anın tadını sonun kadar çıkarmak istedim. Onun dediği gibi her anıma değsin istedim.
Kalp atışlarım bir bebeğin kalbi gibi durmaksızın atarken, onun da benden farksız olduğunu anladım. Önümden ayrılmayan bakışlarım atın yavaş yavaş hareket ettiğini fark etti. Küçük adımlar atan Hazan kısa bir sonra durdu. Omuzlarımda hissettiğim baskıyla sağıma doğru döndüm. Başını omzuna doğru uzatmış bana bakarken, derin bir yutkunuş sergiledim. Kalın dudakları birbirinden ayrıldı.
"Hoşuna gitti mi?"
Dudak kıvrımlarım verecek cevap için yukarı doğru kıvrıldı. "Hayatımda yaşadığım en güzel an olabilir. Her saniyeme değdi." Son sözlerim aslında ona bir cevap olurken keyifle gülümsedi sözlerime. "Sevindim." Dedi. Yanımdan uzaklaşan beden aşağıya doğru atladı. Ellerine bana uzatırken, ellerini tuttum ve aşağıya atladım. Bakışları arkamdaki bir yere takılırken, nereye baktığını merak ederek oraya doğru çevirdim bedenimi. O tarafta kalan arabası birkaç adım uzağımızda gördüğümde kaşlarım çatıldı. Ne ara buraya getirtilmişti.
Ellerimi ellerinden ayırdığımda ikimizin gözleri aynı yerde tekrardan buluştu. Arabaya doğru ilerlemesiyle arkasından seslendim. "Hazan burada kaldı."
"Kendisi geri döner. Hadi gel." Tekrar arkasını döndüğünde Hazan'a döndüm. Ayak tabanlarını yere doğru sürtüyordu. "Ya başına bir şey gelirse?" Bıkkın dolu bir nefes verdiğinde tekrar bana döndü. "Adamla konuştum ben, kendisi dönebilecek kadar zeki bir at merak etme." Bu olay hiç hoşuma gitmese de kabul etmek zorunda kalmıştım. Hazan'ın başına kondurduğum minik bir buseyle, saçlarını okşadım. "Seni özleyeceğim. Bizi taşıdığın için hem özür diliyorum hem de teşekkür ediyorum. Hoşça kal."
Arabanın kaputuna sırtını yaslamış sigara içerken, kendi tarafımdaki kapıyı açtım ve koltuğa oturdum. Kemerimi bağlayarak onu beklemeye başlarken, birkaç kez nefes verdiği sigaradan son nefesini içine çekerek, sigarayı yere attı. Ayağının ucuyla ezdiği sigaranın ardından buraya gelecek diye beklerken arka cebinden çıkardığı telefonunu kulağına götürdükten sonra konuşmaya başladı.
Kısa sürede yaptığı konuşmadan sonra arabaya bindiğinde kemerini bağlarken aynı zamanda da kontağı çalıştırmasıyla camları açmaya başladı. Sonuna kadar açtığı camları kontrol ederken gözleri bana doğru döndü. Elindeki telefonu bana uzatırken, anlamadığım bakışlarımla ona bakmaya devam ettim. Taşlı yoldan, avuçları arasında döndürdüğü direksiyonla ayrıldı ve asfaltlı yola geçiş yaptı.
Yolda olan gözleri tekrardan bana dönerek tekrar aynı yere döndü. Dudakları aralandı. "Telefonun navigasyonuna bizim kaldığımız otelin adını yaz. Otele vardığımızda gideceğimizi yer için giyeceğimiz şeyleri ayarlar öyle gideriz." Merakla onun yeşil gözlerine baktığımda, asıl merakımın kıyafet değiştirecek kadar nasıl bir yer olduğuydu. Telefonu tutan ellerim açılmış ekrana bakmaktan ziyada ona bakıyordu. "Nereye gideceğiz?"
"Sazlıca Koyu"
Kaşlarım yavaş ezgiyle içeri doğru bükülürken "Orası neresi?" Diye sordum. İzmir'de yaşayan birisi olmama rağmen buralar hakkında pek bir bilgim yoktu.
"Plaj."
İçimdeki heyecan ve korkunun birleşmesiyle ne diyeceğimi nasıl hareket edeceğimi anlayamaz oldum. Zihnimi delik deşik eden olumsuz düşünceler, benim denize girmekten çekindiğimi bas bas bana bağırırken, zorda olsa kendime gelmemle konuşmaya başladım.
"Ben denize giremem."
Hızla bana dönen bakışlarıyla yerimde dikleştim. Şaşkınca dile dökülen kelimeleriyle ona hak vermekten bir şey yapamadım. "Ne demek denize giremem?"
"Yüzme bilmiyorum." Bir bakıma doğruydu. Ama asıl sebebi bu değildi. Onu geçiştirmek için söylediklerime kendim bile inanmazken onun inanmasını beklemem hataydı.
"Öğretirim." Peki. Şimdi ne cevap verecektim. Onu vazgeçirmek ve ikna etmek için bir şeyler söylemem gerekti.
"İstemiyorum."
Kafasını sen bilirsin anlamında sallarken, gözlerimi elimdeki telefona çevirdim ve navigasyona girdim. Kaldığınız oteli yazdığımda oluşturulan rotayla ona doğru döndüm.
"Yazdım. Üç yüz elli metre sonra sola döneceğiz."
Düz bakan yüzüne karşılık açıklama yapma gereğiyle "Otele gidiyoruz. Haberin olsun diye söyledim." Dedim. Kısa dudakları arasından çıkan onaylamayla arkama iyice yaslandım. Elimdeki telefonu sıklıkla kontrol ediyordum ve onun nasıl gideceğini yönlendiriyordum.
Yarım saatte vardığımız otele, arabayı park ettikten sonra giriş yapmıştık. Hızla çıktığımız merdivenlerden sonra odaya girdiğimde dolap kapaklarını açtım. Üzerime sıfır kollu siyah bir tişört giydikten sonra altıma beyaz bir şort giydim. Gözlerime taktığım güneş gözlüğüyle odadan çıktım. Onun giyinmesini beklerken, kapının açılmasıyla oraya döndüm. Altına giydiği beyaz şort üzerine geçirdiği tişörtle ve benim gibi sıcaktan dolayı gözlerine taktığı gözlükle hazır görünüyordu.
Bana bakan gözleri baştan aşağıya beni süzdükten sonra bir şey demeden tekrardan merdivenlere yöneldi. Ardından gözlerinden gözlerimi çekildiğinde adımlarımı hızla hareket ettirdim. Tekrar arabaya bindiğimizde telefona bakıyordu. Klavyede hareket eden parmakları, hareket etmeyi durdurduğunda telefonu bana uzattı.
Yazdığı şeyi okuduğumda bunun bana önceden söylediği yer olduğunu gördüm. Kararından vazgeçmemişti demek ki. İstikamet Sazlıca Koy olurken, sıkılmamak adına açtığımız şarkıyla yolculuk yaparken, telefondaki yolu takip eden gözlerim bana söylenen sözlerle ona doğru dönmek zorunda kaldı. "Torpido da poşet var onu alsana."
Sol elimde kalan telefona karşın diğeri elimle küçük kulpa uzandım ve yukarı doğru çekiştirdiğimde, beyaz poşeti elime aldım ve torpidoyu kapattım. Telefonu dizime koyduktan sonra poşetin düğümlenmiş iplerini çözmeye başladım. Arabanın deri ve rahat koltuğuna yaslandığımda poşetin içindeki abur cuburlara baka kaldım.
"İçinde su olacaktı." Parmaklarımla poşeti karıştırdım. Elime gelen plastikle, şişenin kapağını açtım ve ona doğru uzattım.
"Al." Naif çıkan sesimle bana dönerek elimdeki suyu aldı. Şişenin ucunu ağzına götürdü ve suyu yudumlamaya başladı. Sol eliyle direksiyonu kavrarken diğeri eliyle yudumladığı suyu bitiriverdi. Etli dudaklarım o anın şaşkınlığıyla hızla aralandı. "Bütün su ihtiyacının karşıladın. Ben bir günde iki bardak su anca içiyorum."
Ama gerçekten öyleydi. Bazen aklıma gelmiyordu bile.
Kendi kendime konuşmuşum gibi sözlerime bir cevap alamazken, buna mecbur olmadığını biliyordum. Sadece dile dökmek istediğim kelimeleri dile dökmüştüm. Aklımda kalmaması için. Aslında zihnimin arasında sıkışan bir cümle gibi kalabilirdi. Bu önemli bir şey değildi. Ben suyu içip içmemem onu niye ilgilendirsin ki? Doğal olarak ilgilendirmemişti.
Zemindeki taşlardan dolayı hafif sallanarak giden araba bir süre sonra durmuştu. Bu sefer camları açık kalan araba kapısının kulpuna uzandım ve taşların üzerine ayağımla bastım. Etrafa göz attığımda birkaç kişi olduğunu gördüm. Taşların arka planda bir duvar gibi örüldüğü onların ardında da ağaçlar vardı. Denize çoğunlukla atlamak için yapılmış beyaz bir geçit vardı. Burada oturulabilir de aslında, çünkü geniş bir yapıya sahipti.
Şemsiyeler ve şezlongların olduğu yere doğru ilerlerken sandaletlerimin açıkta bıraktığı ayaklarıma değen kumlar sıcacıktı. Buraya çıplak ayakla basmak biraz alışılması gereken bir durum gibi görünüyordu. Köşede olan şezlonglara yerleştiğimizde, o bana nazaran güneş kremi getirmişti. Ben bu şemsiyenin altında ayrılmayacağım için buna gerek yoktu. Yan yana duran şezlonglarımızdan birisine sırt üstü uzandım. Derin bir nefes verdim. Karanlık alanda kalan gözlerimi yana doğru düşürdüm. Parmakları sırtına doğru yol aldığımda, ensesinden tişörtünün yakasından yukarı doğru çekiştirdiğinden gözlerim önüne serilen çıplaklığıyla gözlerimi başka yere çevirdim. Krem kapağının açma sesini duyduğumda, sürmeye başladığını anladım. Şortumun arka cebinden duran telefonumu, hafif bedenimi yukarı kaldırarak aldım. Ortamızda bulunan küçük masa şeklindeki olan yere koyduğumda, gözlerim tekrardan ona takıldı. Yana döndürmüş olduğu bedenindeki yüzüne kremi dağıtmaya devam ederken, birkaç defa daha üzerinden geçmesinin ardından kapağını kapatıp yanındaki çantaya koydu.
Bedenini oturduğu yerden eğmesiyle, parmakları ayakkabılarına uzandı. Hızla çıkardığı ayakkabılarını kenara koyduktan sonra ayağa kalktı. Kumların sıcak olmasını söyleyecekken güneşte kalan ayaklarıyla ağzım kapandı. Bana arkasını dönüp gidecekken adımları durdu. "Gelmiyorsun yani?" tekrardan emin olup olmadığını teyit etmek için söylediği kelimelerle kafamı salladım. "Evet."
Sen bilirsin gibi kafasını sallarken denize doğru ilerledi ve kısa süre içinde açılmaya başladı. İlk başta denizin soğuk olduğunu söylerlerdi. Bu söylenti onun için geçerli değildi sanırım. Ya da üzerinde alışılmış hissi vardı.
Sırt üstü yattığım bedenimi, şezlongdan kaldırırken oturur hale geldim. Kirpiklerim etrafa göz atmak için birkaç kez kırpıştığında, sıcacık havada hamam gibi olan saçlarım için tokamın nerde olduğunu ararken, onun çıkardığı aklıma düşmesiyle gözlerimi devirdim. Acaba çantasında olabilir mi düşüncesiyle gözlerim ilk önceki nerede olduğuna bakmak için denizi bulurken, arkasının dönük olmasını görmemle hızla gözlerim oradan ayrıldı ve çantasını buldu. Parmaklarım çantanın içindekileri karıştırırken tokadan başka her şey elime gelmişti.
Sinirle yüzümü sıvazlarken, ellerimle sandaletlerimi çözmeye başladım. Ayaklarımdan ayrılan sandaletlerimi şezlongun yanına koydum. Masaya koyduğum telefonu, onun çantasına attım ve fermuarını kapattım. Ayağa kalktım ve arabadan indikten sonra gördüğüm beyaz yere doğru ilerlemek için sıcacık kumlarla göz göze geldim. Koşmaya hazırladığım ayaklarımı kuma hafif bir şekilde sürttüm. Denize girmeden önce basılan kumun soğuk olduğunu düşünerekten hızla oraya koşmaya başladım. Çok fazla yanmadan kurtulan ayaklarımla ıslanmış kumun üzerinden ilerleyerek beyaz yerin üzerine bastım. Denize bakan yönüne doğru ilerledim ve ucuna bağdaş kurarak oturdum. Gözlerim güneşten dolayı kapanırken, sadece denizin kokusunu almakla yetindim.
Göğün altındaki maviliğin yakında dalgasını savurmasıyla oluşan sesi umursamazken, daha yeni kapatmış olduğum gözlerimi bacaklarıma değen parmaklarla anında açtım. Behram'ın ne ara buraya geldiğini anlamazken sözleriyle bütün anlamsızlıklar üzerime geldi. Kalın dudakları birbirinden ayrıldı. Sözleriyle içime büyük bir korku saldı. "Uzat ayaklarını." Bacaklarıma değen ıslak parmaklarla, gözlerim hızla ona doğru çıkardım.
"İstemiyorum." Titreyen dudaklarımdan çıkan kekelemeyle derin bir nefes aldım.
"Uzat." Dedi. Dudaklarına yayılan tebessüm, içimi rahatlatmak için miydi?
"Yok, hayır ben istemiyorum."
Mavilerin soğukluğuna değen onun göğsü benden bir hareket göremeyince, yukarı doğru kalktı ve üzerimdeki parmaklarıyla bağdaş halindeki bacaklarımı birbirinden ayırdı. Kendine doğru uzattığı korkudan ve heyecandan titreyen ayaklarım denizin soğukluğuna değdi. Yukarı çıkan parmakları belimi buldu ve bedenimi kendine doğru çekti. Ayaklarımdan sonra başım hariç bütün bedenim soğuğa değdi. Kucağında duran bedenimdeki ayaklarım yere değmeyince telaşlandım ve ayaklarımı beline doladım.
Dudaklarım arasına sıkışan kelebekler, gökyüzü gibi güzel olan deniz için tebessümle aralanan dudaklarımın ardından çırpınarak çıktılar. Kelebekler durmadılar, göğe uçtular.
Gökyüzü, bugün küçük bir kız çocuğun hasretine şahit oldu. Denizin kokusu, bedenimi saran kollar gibi sıkıca sarmaladı beni. Toprak gözlerim bugün ilk kez hüzünden değil, mutluluktan gözyaşı döktü. Denize karışan toprak gözlerim, yağmurdan sonraki toprak kokusu gibi burnuma doluştu.
O da toprak kokusunu hissedebiliyor muydu?
Kucağında sarmaladığı kadının hayali olmuştu bunun farkında mıydı?
En çok o kadın farkındaydı, bu hayallerin elinden kayıp gitmesini istemiyordu. Hem de daha yeni kavuşmuşken.
BÖLÜM SONU
Bölüm nasıldı sizce?
En beğendiğiniz kısım?
Sizce bir sonraki bölümde neler olacak?
Anlamadığınız bir yer var mı?
Zeliha hiç denize girmemiş küçük bir kız çocuğu aslında, Behram Ayas onun bu ilkini gerçekleştirdi. O küçük kız çocuğunu kolları arasına çektiğinde korkusuyla birlikte sarmaldı onu.
Ayrıca birlikte ata bindiler... Beğendiniz mi?
Behram Ayas sizce nasıl bir adam?
Zeliha hakkında neler düşünüyorsunuz?
Bir sonraki bölümde görüşürüz...
|
0% |