Yeni Üyelik
7.
Bölüm
@rarbezrh

7. Yamaç

 

Müslüm Gürses, Bir Ömür Yetmez

 

Sezen Aksu, Ben Kedim Yatağım

 

Cihan Mürtezaoğlu, Bir Beyaz Orkide

 

 

önceki bölümden

 

Çatık bakışlarını bana değil de yanımda duran Çağan'a bakarak çatıyordu. Sert mizacına bir anlam vermezken, Çağan'ın sesi kulaklarımı doldurdu.

 

"Sevgilin mi?"

 

Ne cevap vereceğimi bilmezken, benim yerine cevap veren birisi oldu. Bu ses tonu tok ve sertti.

 

"Evet."

 

🗝

 

Evet... Sevgilim olduğunu söylemişti. Öyle miydik?

 

Yaşadıklarımızı düşünürsek iki arkadaşın yaşayacağı şeyler değildi bence. Yani benim açımdan arkadaşlık kavramı bu kadar ileriye gitmezdi. Ama öyleysek de ilk önce birbirimize söylememiz gerekmez miydi?

 

Bakışları kısa bir süre bana değdiğinde o bakışlarda yanan bir ateş sıcaklığı vardı, nedeni bilinmez. İkisi arasından sürüp giden soğukluğu bir anlam verememe rağmen daha fazla katlanamadım. Bunların konuşacakları yoktu o yüzden de ben lafa atlayayım dedim.

 

"Gidelim mi?" sesim onlar arasından o kadar narin çıkmıştı ki, kendimi bir tuhaf hissettim. Atalay dudaklarını ıslattığında konuşacağını anladım.

 

"Gidelim."

 

Çağan'a dönerek "İyi akşamlar." dedikten sonra, arkama bir daha bakma gereği duymadan arabaya doğru ilerledim. Kendi tarafımdaki kapıyı açarak koltuğa yerleştim, ardımdan o da kapıyı açarak yerleşti. Küçük bir düğmeye basarak arabayı çalıştırdığında, araç harekete geçmişti. Sesli bir boğaz temizleme sesiyle bakışlarım ona doğru kaydı.

 

"Kimdi o?"

 

Ha, başlıyoruz.

 

"Sporda yardım ediyor bana, spor koçu yani."

 

"Ben öğretirdim sana."

 

"Saçmalama. O ne demek şimdi açık açık söyler misin?"

 

Sıkıntıyla nefesini verdi.

 

"Gözüm tutmadı onu, seni düşünüyorum ben."

 

"Gözünün tutmadığı her adam için o işi kendin mi yapmaya kalkışacaksın?" Bakışlarım sertleşmiş, bu konu nereye varacaktı bilmiyorum ama son varış noktasına kadar konuşacaktım.

 

"Sana nasıl baktı farkında mısın? Tabi farkında değilsin."

 

Dudaklarımın arasından şaşırma nidası çıktı. Saçmalıyordu.

 

"Onunla daha ilk günüm. Ki sevgilim olduğunu söyledin hani bana söyleme gereği duymadığın o şey hatırladın mı?"

 

Konu oradan oraya atlıyordu. Çatık kaşları daha da çatılmış bakışları beni bulmuştu.

 

"Özür dilerim. Sana daha özel bir anda söylemek isterdim ama dediğim gibi onun sana farklı bir gözle bakmasını istemedim."

 

Özür dilemesini beklemiyordum. Düşündüğüm zaman o da haklıydı. Bana güvenmemesi değil de karşı cinsin tavrı için böyle yaptığını kavrayabilmiştim. Aynı şey onun içinde geçerliydi. Baş çavuşun eşeği osurmuyor sonuçta burada.

 

"Anladım. Ama onun bana karşı hissedeceği bir harekette bulunmadım, yani seninle konuşuyorken de böyle bir şey yapmam. Ki zaten benim bir şey yapmama gerek olmadan da o bana karşı bir şeyler hissedebilir. Bu ihtimal de senin söyleminle hiç olmadan bittiğini düşünüyorum."

 

"Ben sana inanıyorum zaten, neyse ben olmamış bir konuyu uzattım."

 

Araba hala orta hızla gitmeye devam ederken konuyu değiştirmek adına dudaklarımı araladım.

 

"Nereye götürüyorsun beni?"

 

"Sevdiğim bir abimin mekânı var oraya götüreceğim seni, hep açsındır yemek yiyelim diye düşündüm."

 

"İyi düşünmüşsün feci yorgun ve açım."

 

Serserice gülümsedi ve yol ayrımında direksiyonu çevirerek sağa döndü.

"Alırım yorgunluğunu güzelim."

 

Sahil kenarından giden yolda akıp giderken, bana söylediği her söz zihnimde dönüp dolaşıyor beni uyandırıyordu. İnsanın başına böyle bir şey gelmeyince tabi doğal olarak nasıl davranacağını bilmiyordu. Bocalıyordum çünkü hiç bu tarz cümleler duymamıştım.

 

Yol kenarında iki arabanın arasındaki boş yer arabayı park ettiğinde vücudumu saran emniyet kemerini çıkardım. Kapıyı aralayarak kaldırıma ayak bastığımda onun bedenin buraya geldiğini gördüğümde, elimdeki telefonu cebime sıkıştırdım. Çantamı arabada bırakmıştım, zaten gerekli olan bir eşya yoktu ve ağırlık yapacaktı. Hiç taşımak istemedim.

 

Yan yana onu takip ederek yürümeye başladığımızda, sahil kenarında bulunan bor sürü mekân gözüme çarptı. Bu civarda sadece bir yere girmiş oturmuştuk. Diğerleri hakkında pek bir bilgim yoktu. Birkaç tane eski tarz mekân vardı onun haricinde modern lokantalar bulunuyordu. Biz hangisine gidiyorduk bilmiyorum.

 

Yürümeye devam ederken belime değen parmaklarla ona doğru baktım. Adımları durmuş bakışları beni bulmuştu. Dudaklarını araladı.

 

"Geldik".

 

Geldiğimiz yere doğru baktığımda, eski mekânlardan birisi olduğunu gördüm. Ahşaptan yapılmış mekâna girdiğimizde, elinde tabakla bizi gören adam samimi bir gülümsemeyle yanımıza doğru yaklaştı.

 

"Asker oğlum, hoş geldin." Bakışları bana doğru kaydığında "Sen de hoş geldin, güzel kızım."

 

İkimiz de aynı anda hoş geldik derken bizi dışarıda bir masa ayarladı. Saat geç olduğu için içerisi kalabalıktı, dışarısı çok fazla kalabalık değildi. Karşılıklı sandalyelere oturduğumuzda, etrafa göz atmaya başladım. Deniz kenarında bir masadaydık, hafif dalga sesleri kıyıya vuruyordu. Mekânda hoş gülüşmeler etrafı dolduruyordu.

 

Yemeklerimiz gelene kadar konuşmadık, bu sefer lafa atlamayı düşünmüyordum. Bana bir açıklama borçluydu, tamam açıklamıştı ama tam anlamıyla açık açık bir daha duymak istiyordum. Şuan sevgili olduğumuzu söylerken aldığı haldeydi, kendisi ciddiyetinden ödün vermiyordu.

 

Görevindeyken kim bilir nasıl ciddiydi?

 

Onun üniformalı hali gözlerimin önüne geldiğinde, bu düşünce kanımın kaynamasına sebep oldu. O haldeyken hükmedici duruyordu. Üst dudağımı ısırarak şimdiki bedenini süzmeye başladım, üzerinde lacivert bir gömlek vardı. Hani sadece iki düğmesinin iliklenmediği esmer tenini gösteren gömlekten bahsediyorum. Bakışlarım kısa süre etrafa göz attığında niye böyle bir harekette bulunduğum hakkında fikrim yoktu.

 

Genç oğlan bir sürü tabakla önümüze geldiğinde bu duruma şaşırmamıştım çünkü bu mesleği ben de yapıyordum. Bazen elin acısa, yansa da o tabağı masaya taşımak zorundaydın. Bir süre sonra acıya da yanığa da alışıyordun. İlk başlarda zor oluyordu ama her şey gibi bu da zamanla düzelebiliyordu. Her mesleğin zor yanları oluyordu, önemli olan sevdiğin bir işte zorluk çekmek. Yoksa kahrını çekmek zor oluyordu. Ben de istediğim mesleği yapıyordum aslında ama okumak da isterdim. Aslında okumak için de geç değildi, artık düzenli para kazanan birisiydim. Spora yazıldım, nede okula yazılmayayım ki. Fakat ne okuyacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu, ne anlardım ki ben.

 

Genç oğlanın sesiyle düşüncelerim toz olup uçtu gitti.

 

"Afiyet olsun abi, yenge."

 

Yenge?

 

"Sağ olasın Metehan."

 

Demek adı Metehan.

 

"Kolay gelsin Metehan." dedim.

 

Orta boyda, hafif kısa saçlara sahip esmer bir erkekti. Dudakları ne kadar yukarı doğru kıvrılsa da gözlerinde gerçek hayatın izlerinin taşındığı belliydi. Metehan yanımdan sağ ol abla diyerek uzaklaştıktan sonra, bakışlarım ona kaydı.

 

Bana bakıyordu.

 

"Metehan kaç yaşında?"

 

"17, neden sordun?"

 

"Okuyor mu?"

 

"Okuyor, sabahları okula gidiyor okuldan sonra direkt buraya gelip çalışmaya başlıyor."

 

"Okumuyor diye düşündüm."

 

"Sana bunu düşündüren nedir?"

 

"Sadece kendim gibi zannettim. Hem okuyup hem de çalışmayı aynı anda yürütemez diye düşündüm. Ama öyle değilmiş, o benden güçlüymüş."

 

Kaşları çatılırken masaya doğru eğildi. "Benden güçlüymüş de ne demek."

 

"Öyle işte."

 

Az önce çattığı kaşlarını düzeltti, geriye doğru yaslanmadan önce içecekleri bardaklara doldurdu. Ne alırsınız diye sormamasının sebebi daha önceden gelmesinden kaynaklıydı sanırım. Masada yok yoktu.

 

"Geç değil biliyorsun değil mi?"

 

"Biliyorum."

 

"İyi bilmen güzel. İcraata geçecek misin peki?"

 

"Bilmiyorum ki."

 

Masadaki yemekleri işaret ederek "Hadi yemeye başla, soğutma." dedi. Dediğini yaparken, mezeyi etin üzerine dökerek ağzıma attım. Efsaneydi.

 

"Her zaman arkandayım bunu da unutma olur mu?"

 

Her zaman mı? Diye çocukça bir soru sormak istedim ama saçma olacağını düşünerekten sustum.

 

"Unutturmazsan, unutmam." dedim.

 

Sustuk bir süre yemeğe daldık. Zihnimdeki düşünceler karmaşık bir düğüm haline gelmesinin sebebi az önceki mevzudan dolayıydı. Onunla konuşacaklarımız vardı ve biz daha bunları halledemeden başka konular yer edinmişti. Suskunluğumuz çok uzun sürdü, bu kadarını da beklemiyordum. Hep doğru anı bekleyip konuşacağını düşündüm ama yemeklerimiz bitmiş ve Metehan çoktan boş tabakları kaldırmıştı. Derin bir nefes vererek bakışlarımı denize çevirdim. Hava kapkaranlıktı, aydınlatmalarla denizin koyu mavisi görünüyor sanki denizin dalgası rüzgârı da peşinden sürüklüyordu.

 

"Gelsene buraya." Evet, denizin sesine karışan ses onun sesiydi. Ciddi değildi yumuşak çıkmıştı, çekiniyor gibi çıkmıştı. Belki de doğru zamanı bulmuştu ama benden emin olamıyordu. Alacağı tepkiden korkuyor olabilirdi ki böyle bir şey olmayacaktı ama.

 

Bakışlarım usulca ona doğru kaydı, kahverengi harelerine değen gözlerim baktığı yerde yatan anlamla su gibi eridi sanki. Arkama yasalandığım yerden bedenimi kaldırdığımda içimden nedenleri sorguluyordum. Adımlarım yanındaki sandalyeyi bulduğunda, parmaklarımla çektim ve oturdum. Bakışlarımla ona yandan bakmaya başladığımda, böyle bakmaya uzun süre devam etsem boynum ağrıyacak gibi duruyordu. Onun bakışları gözlerimden çekilerek bedenimi bulduğunda, aniden sandalyeyi alttan tuttu ve kendine doğru döndürdü. Hani daha demin boynum ağrıyacak diyordum ya işte şimdi öyle bir şey olmayacaktı.

 

Ağzım kısa süre açık kaldı ve daha sonra farkına vardığım zamanda kapandı. Öylesine boşlukta salınan parmaklarımın üzerine elleri kapandığında bakışlarımın odak noktası değişti. Normalde ellerim küçük değildi ama onun yanında çok küçük kalıyordu. Kalın parmaklara sahipti, damarlı ve kemikleri belli olan. Künyesi vardı. Boynundan göğsüne doğru salınmış, bende dokunma isteği uyandırıyordu. Ama yine de kendimi tuttum ve bakışlarımı gözlerine sabitleyerek konuşmasını bekledim.

 

"Böyle bir şeyi senden önce başka birine dillendirmem kızdın evet ama ben bunu senin yüzüne söylemeye senin açından erken olacağını düşündüm. Tabi ki de ilk seninle tartışacağım bir konuydu fakat sinirlendim dediğim gibi onu o anda söylememin doğru olacağını düşündüm. Özür dilerim."

 

Özür dilemek... İnce bir davranıştı, herkesin harcı değildi. Ama o bunu kolayca söyleyebilmişti.

 

"Sen ciğerlerimdeki nefes, gözlerimdeki ışık, kalbimdeki çarpıntı..." diye mırıldandı. Bu şiiri bir yerde okumuş olmalıyım ki hatırlıyordum. Ama önemli olan şiiri hatırlayıp hatırlamam değil, şiirde yatan derin anlamlardı. Bana karşı duyduğu hisler...

 

Gözlerimin içi gülüyordu, hissediyordum. Peki, o görebiliyor muydu?

 

Bir eli ellerimin arasında kalırken diğer eli ise yanağımı bulmuştu. Çeneme doğru değen parmakları olduğu yeri okşarken, gülümsedi. Sıcacık kalpten ibarettim şuanda. Kalbim söyledikleriyle rahatlıyordu, ama sonra deli gibi çarpmaya başlıyordu. Ellerinin arasındaki ellerim terliyordu nefes alış verişlerim hızlanıyordu.

 

"Seviyorum. Ben bu leyl kadına deli gibi aşığım."

 

Seviyorum.

 

Ben bu leyl kadına deli gibi aşığım.

 

Artık kalbimi deli gibi çarptıran, nefesimi kesen, gözlerimdeki ışığın sahibi olan bir adam vardı. Atalay... Küçükken beni sarmalayan ailemin sıcaklığı vardı onun göğsünde. Ninni niyetine dinlerim kalp atışlarını, her ritminde uykuya çekilirim. Kokusu, nefesimi kesen bir kokusu vardı. Öleceğimi bile bile içime çektiğim kokusu. Yoksa aşk bu muydu? Öleceğini, yanacağını bile bile sevmek.

 

"Göreve gittiğinde daha iyi anladım ki, ben sana kısa sürede alışmışım. Nefesini hissetmeyi, kokunu içime çekmeyi... Aklımdan bir an olsun bile çıkıp gitmeyişlerinin bir nedeni varmış. Ben, sana âşık olmuşum. Dillendirmek zormuş ama yine de içimde kalmasından daha iyidir, evet öyle."

 

Son kelimelerimde saçmalamaya başladığımda kıkırdadım. Bu halime gülümsedi.

 

"Bir daha söylesene." dedi çocuk gibi.

 

"Sen söylersen söylerim." diye nazlandım.

 

Yüzünü iyice yüzüme doğru yaklaştırdı, nefesi yüzüme çarpıyordu. Artık gözlerinde yansımamı görebiliyordum. "Seviyorum."

 

Gülümsedim. "Seviyorum."

 

"O zaman bize." dedi. Bakışları benden kısa süreli de olsa uzaklaşmış, masada duran bardaktaki rakılardan birisini bana doğru uzatırken diğerini kendisi almıştı. Gülümseyerek bardakları tokuşturduğumuzda dudaklarımı araladım. "Bize."

 

Bardaktaki sıvı boğazımızdan kayıp gittiğinde, masaya koyduğu telefona uzandıktan sonra telefonu bana doğru tuttu. Fotoğrafımı çektiğini anladığımda, kameraya doğru gülümsedim.

 

"Senden uzaktayken, fotoğraflarınla yetinmem gerekiyor."

 

"Aynı şey benim için de geçerli."

 

"İkimizi çek bakayım o zaman, çıkarttırırım sonra."

 

Fotoğrafımızı çıkarttıracaktı.

 

Niye bu kadar hoşuma gitmişti ki bu durum...

 

Elinden telefonu alarak ikimizi kadraja aldığımda, bedeni bedenime değiyordu. Birkaç fotoğraf çektiğimde, ona telefon uzatmadan kendime de atmayı unutmadım. İçeceğimizi içmeye devam ederken, sandalyede ona doğru dönmüş bir ayağımı bedenimin altına sıkıştırdım. Sandalyede dümdüz oturmak zordu ya, hani illa bir şekilde o ayak yere değmeyecekti yani.

 

O da bana doğru dönmüş boşta kalan parmaklarıyla saçlarıma dokunuyordu. Bense onun bakışlarında eriyip gidiyordum. Hava aşırı sıcaktı ve bir de ona yakın olmak daha da terletiyordu beni. Arkada çalan şarkıya kalp atışlarımız eşlik ediyordu.

 

Kaldırsana başını

Yüreğime dokunsana

Ben hazırım her şeye

Bak hayat çok kısa

 

Meyhanelerde çalan bir numaralı usta sanatçının şarkısının sözleri kulaklarıma doluştu. Ezbere bildiğim sözleri, şimdi onun dudaklarının arasından duyuyordum. Gözlerimin en derinine ulaşmıştı gözleri. Bana bakarak söylüyordu.

 

Bir ömür yetmez ki

Sana doymaya ah, ah be sevgilim

Bir hayat yetmez ki

Bir kıyısından başlasak aşkın bari

 

Gözlerine dalıp gidiyordu insanın onun yanında. Zaman kavramı anlamını yitiriyor, öyle işte. Ellerim anlamsız bir şekilde boynuna asılı künyeye dokundu.

 

Burukça gülümsedim. "Asker olduğunu duyduğumda içimi tuhaf bir his kapladı. Tanıdık bir histi aslında ama bu hissi hiç özlemediğimi fark ettim."

 

Kaşları tedirgince çatıldı, beni yanlış anlamasından korktum.

 

"Ne hissi?"

 

"Korku." Dedim aniden. Ardından devam ettim. "Kaybetme korkusu." Parmakları saçlarımdan ikimizin arasına düştü, bu sefer benim parmaklarım onun yüzüne çıktı.

 

"Seni öyle bıraktığım için özür dilerim, ama hiç zamanım yoktu. Ki seni ardımda bırakmanın yanında sana bir açıklama yapamadım, istemeyeceğini düşündüm."

 

İstemeyeceğim derken?

 

"İstememekten kastın nedir?"

 

"Asker olarak."

 

Kaşlarım aniden çatıldı. Dudaklarım ise böyle düşünmesiyle hızla aralandı çünkü asla böyle bir şey aklımın ucundan geçmemişti. Ellerim sanki kaybetmek ister gibi tekrardan yüzünü buldu.

 

"Asla. Asla ben böyle bir şey düşünmedim. Nasıl düşünürüm ki zaten, ben hatta daha çok mutlu ve gururlu hissettim."

 

Rahatlamış bir ifadeyle gülümsediğinde, onun böyle düşünmesine üzülürken böyle düşünceleri onun kafasında atmam gerekiyordu. Beni böyle birisi olarak bilmesini istemezdim.

 

"Benim askerimsin sen..."

 

Ah!

 

Gülümsemişti. Öyle gülmüştü ki hatta gülüşüne iç çektim.

 

Şaşırmıştı farkındaydım. Zaten ben de bazen benim söylediklerime şaşırıyordum, ama boş vereyim onu mutlu etmiştim. Saçmaladığımın bir önemi yoktu. Şuan söylediğim saçma değildi ama ondan önce söylediklerimden bazıları saçma olabilirdi. Bazen içinden geleni söylemek istersin, hiç çekinmeden. Bu o anlardan birisiydi.

 

"Sahiplendin mi sen beni bakayım?"

 

"Öyle oldu gibi." dedim gülümseyerek.

 

"Hım, alışırım ama sonra bıkma benden."

 

"Alış." dedim senden gelen başım gözüm üstüne der gibi. Ellerini dudaklarının üzerine koydu, ama dudaklarının kenarından gülümsediğini anlamıştım.

 

Özledim koynunda uyanmayı yarı baygın sabahlara

Hiçbir şey düşünmeden, konuşmadan

Dalıp gitmek uzaklara

Sonra düşmek ölüm gibi uçurumlara

 

Kaç bardak bitirdik tam emin değilim ama 7-8 bardak bitirmiştim kendi adıma. O benden daha hızlı bitiriyordu, ben ise yavaş yavaş tadını çıkara çıkara içiyordum. Bayağı bir süre bu sandalyeler üzerinde oturuyorduk. Yavaş yavaş içkinin bedenimde yarattığı etkiyle mayışmaya başlamıştım. Onun ise gözlerinden yorgunluk geçiyordu. Ama buna rağmen her şarkı sözünden muhakkak bir kısmı bana bakarak söylüyordu. Bu gece yeterince yere yıkılmıştım, ama gören yoktu.

 

Güldürmeyen, ağlatmayan

Sinsi bir ok

Öldürmeyen

Çaresi yok

Bu yaranın

Kimde kalır

Kabukları

 

Masanın üzerinde titreyen telefonumla mesaj atan kişiye baktığımda, Defne olduğunu gördüm. Ne yapıyorsun yazmıştı. Daha sonra konuşuruz diye mesaja cevap vermedim ve telefonun ekranını masayı görecek şekilde koydum. Yüzü yüzüme doğru yaklaştığında gözlerimi gözlerine odaklı tutmak çok zordu, nefesini yüzüme her hissettiğimde elim ayağımı nereye koyacağımı bilmiyordum. Şimdi de o anlardan birisindeydim. Yine dudaklarının arasından beni alaşağı edecek sözler döküldü.

 

Aldın beni nefesimi

Yersiz mülksüz sahip gibi

Asli sende

Sureti yok

Yamacına indir beni

 

Dudakları alnıma bir buse kondurduğunda, uzun bir öpüştü bu. Dudaklarının alnımda bıraktığı iz, naifti. İki dudağı birbirinden ayrıldığında, sıcak nefesi saçlarımın arasına karıştı. Hala gözlerini göremiyordum. Ellerini bedenime sarıp beni kendine doğru çektiğinde sandalyenin tahtası karnıma baskı yapıyordu, sadece göğüs bölgemden üzeri bedenim bedenine değiyordu.

 

"Sağ sol fark etmez yeter ki sen yamacımda ol."

 

Gözlerim kapanmış, sol kulağım kalbinin sesini dinliyordu. Göğsü yavaş ezgiyle kalkıp iniyordu.

 

"Oraya başkasını koyma."

 

Saçlarımın üzerine doğru eğildiğini hissettim, sert bir baskıyla dudaklarını tutamlarımın arasına bastırdı. "Koymam." Dedi. "Senin de yanında başkasını görmek istemem."

 

"Koymam." Dedim ben de.

 

Uzun bir süre bu şekilde kaldık, içtiğim rakıdan çok bu an beni sarhoş etti. O bana dokunduğunda, sarıldığında kısacası bedeni bedenime dokunduğunda gözlerim kendiliğinden kapanıyordu. Kaç dakikadır gözlerim kapalı yatağımda yatıyor gibiydim. Hava sıcaktı, olduğum yer ise hava gibi sıcacık uykumu getiriyordu, şimdi uyumak üzereydim.

 

"Şşh yavrum, uykun mu geldi?"

 

Göğsünde sırnaşarak başımı kaldırdığımda, gözlerim uykulu uykulu bakıyordu. "İyice mayışmaya başladım."

 

"Daha fazla uykunu geciktirmeden gidelim o zaman."

 

"Olur." diye mırıldandım uzatmadan. Ayağa kalktığımızda kasaya doğru ilerlemiş Atalay'ın hesabı ödemesiyle mekândan ayrılarak arabaya geçmiştik. Arabaya geçer geçmez başımı koltuğa yasladığımda yüzümün yönü ondan tarafa doğru bakıyordu. Direksiyonu kalın parmaklarıyla kavradığında sola çevirerek arabayı harekete geçirdi. Araç orta hızla ilerlerken yolun kenarına konulmuş ışıklar ara sıra yüzüne çarpıyordu. Ben ise son kalan enerjimle gözlerimi kapatmamaya çalışıyordum. Derin bir nefes vererek iyice arkasına yaslandı ve tek kolla arabayı kullanmaya devam etti. Yüzünden yorgunluk belli oluyordu, acaba yorgunluğunun sebebi ben miydim?

 

"Yorgunluğunun sebebi ben miyim?" diye sordum. Sesim o kadar kısık çıkıyordu ki duymuş muydu emin bile değildim.

 

Hızla gözlerim çatılan kaşlarına doğru baktı, bakışları bana doğru döndüğünde sen ne saçmalıyorsun der gibi baktı.

 

"Saçmalamaya başladın." dedi. Sesi biraz sinirlenmiş gibi çıkmıştı.

 

"Neden?"

 

"Çünkü yorgunluğum olabileceğini düşündün."

 

"Olamaz mıyım?"

 

"Olursa, bu durumdan şikâyetçi olacağımı sanmıyorum."

 

"Hı?"

 

"Uyu güzelim." Son kez bana baktı ve tekrardan bakışlarını yola çevirdi. Gözlerim sanki bu sözleri söylemesini bekliyor gibi kapanmıştı. Dakikalar sonra altımızda olduğumuz arabanın motor sesi kesildiğinde iki kez kapının kapanıp açılma sesini duydum. Koltuğa yaslı bedenim geriye doğru çekildiğinde bedenim yüksek bir yere doğru kalktı. Hafif esen rüzgâr tenime çarptığında hafifçe titredim ama üşümedim. Tam tersi iyi bile gelmişti. Ellerimi sıcak bir tene sardığımda bu bedenin, ona ait olduğunu biliyorum. Arabanın kapısını kapattıktan sonra aracın kilitlendiğine dair ses kulaklarıma çarptığında, kollarında olduğum beden hareket etti.

 

Sanırım evime gelmiştik.

 

"Evimin anahtarı burada bir yerlerde olması lazım." Bir şeyler söylüyordum ama gözlerim hala kapalıydı. Anahtar burada bir yerlerde demiştim ama buraların da neresi olduğu hakkında bir bilgim yoktu. Gözlerimi açarak öğrenebilirdim ama bunu yapmaya ne gücüm ne de halim vardı, bu yüzden ben de göz kapaklarımı aralamadım. Olduğum yere iyice sindim. Sıcaktı teni her zamanki gibi, insan onun yanında hiç üşümezdi. Kolları çok büyüktü, bugün beni sarmalamasından dolayı anlayabilmiştim. Çok fazla küçük bir boya sahip olmasam da onun kolları arasında kaybolmuştum. Şuan kesin kollarında küçücüktüm. Ama emin olduğum bir şey vardı ki onun kolları arasında güvendeydim.

 

Kapı sesi duyduğumda eve girdiğimizi anladım.

 

"Benim evimdeyiz."

 

Onun evinde miyiz?

 

"Ama neden ki?" diye sordum. Ağzımdan çıkanı kulaklarım duyuyor muydu acaba. Ben bundan pek emin değildim. Ve üstüne sesim küçük çocuk gibi çıkmasına rağmen konuşmaya devam ediyordum. Ama tutamıyordum ne yapayım.

 

"Yavrum nedenini söylesem de yarın unutacaksın ki."

 

"Öyle mi olacak?" Işıkları açmadan ilerlemeye devam etti. Gerek duymuyordu demek ki.

 

"Öyle olacak."

 

"Nereden biliyorsun belki ben hatırlayacağım." Bir kapı sesi usulca duyulduğunda birkaç adım attı ve bedenim onun bedeninden uzaklaştı. Ama hala kollarım boynunda halsizce durmaya devam ediyordu. Beni serin nevresimin üzerine yatırdığında başım yastığı bulmuştu.

 

"Uyu bebeğim, geliyorum ben." Boynundaki kollarımı çektiğinde, bedenim cenin pozisyonu aldı. Dudaklarım yastığa değiyordu.

 

"Bebeğin miyim ben senin?"

 

"Öylesin." dedi ve sonra yanımdan uzaklaştığını hissettim. Nereye gittiğini bilmiyordum ama dakikalar sonra yanıma geldiğini yatağın sağ tarafının çökmesinden anladım. Bedenim hafifçe ona doğru kaydığında, burnuma hoş bir koku doluştu.

 

"Nevresimlerin çok güzel kokuyor. Markası nedir?"

 

Bedeni titredi, gülüyordu sanırım.

 

"Yavrum nevresimi değil boynumu kokluyorsun."

 

Boynunu mu kokluyorum.

 

"He?"

 

"Markası nedir diye mi sordun sen?"

 

"Herhalde."

 

"Burada o zaman markanın sahibi." Tekrar göğsü titredi.

 

"Peki, benim de yatağımın böyle güzel kokması için, seni yatağıma mı yatırmam lazım?"

 

Güldüğünün sesi kulaklarıma doluştu. Ne diyordum da bu kadar gülüyordu acaba?

 

Dakikalar süren sessizlikten sonra dudaklarını aralayarak "Uyu artık." dediğini duydum. Ben de dediğini yaptım sıcak bedeni arasında derin bir uykunun esiri oldum.

 

Göz kapaklarımı araladığımda, anında boğazımın yanmasıyla yüzümü buruşturdum. Derin bir susuzluk içimde baş gösterirken olduğum yerde bedenimi kımıldattım. Lakin bedenime değen bedenle kaşlarım çatıldı ve bakışlarım bedenin sahibini buldu.

 

Atalay yanımda uyuyordu.

 

Siyah tişörtünden görünen kollarını geriye doğru atmış yatak başlığına değiyordu. Parmaklarını birbirine sarılmış şekilde duruşu bütün kaslarını o kadar belli ediyordu ki ikinci defa kol kaslarını bu kadar net görüyordum. O kadar şiş duruyordu ki, üstelik damarları da çok fazla belirgindi.

 

Ondan tarafa doğru döndüğümde, göğsü derin nefeslerle inip kalkarken hareket etmemle düzensiz bir hal aldı. Gözlerimi hafifçe kırpıştırarak onu izlemeye devam ettim. Dakikalar sonra parmakları kımıldadığında eli usul usul boynuna kadar ulaştı ve tenini hafifçe kaşıdı. Ellerinin dokunduğu yere gözlerim kaydığında belirgin olan âdemelması şuan çok güzel görünüyordu.

 

Usulca ona doğru yaklaştığımda, onun dokunduğu yer bu sefer ben parmaklarımla dokundum. Dokunduğum yerdeki çıkıntı hareket ettiğinde irkildim ve elimi geri çekmek isterken aniden parmakları elimi kavradı. Atalay'ın dudakları avuçlarımın içerisinde yer edindiğinde bakışlarım gözlerine çıktı.

 

Kahverengi gözleri, sabah gördüğüm ilk gözler olması içimi hoş ederken ellerini dudaklarımdan çekmiş ama hala tutmaya devam ediyordu. Başını yastıkta bana doğru çevirdiğinde elimi çekiştirerek yanağı ile yastık arasına sıkışmasına sebep oldu. Diğer eli yanağıma doğru uzanırken, ben sadece öylece ona bakmakla meşguldüm.

 

"Kumaşın izi geçmiş."

 

O söyleyene kadar tabi ki de farkında değildim. Ama tenime değen parmaklarla izin çizgisini hissettim. Söylediklerine bir cevap vermezken, aniden tamamen benden geri çekildi ve olduğu yerde iyice gerindi. Bedenini öyle gerersen sabah sabah gönlüm bayram eder, haberin olsun.

 

"Günaydın yavrum." dedi o boğuk sesiyle.

 

Gün çoktan aydı.

 

Dün gece ona söylediğim her sözü hatırlıyordum, saçmalamıştım ama şimdi burada utanıp kendimi strese sokacak halim yoktu. Kendimde çok fazla değildim hem kendimde olsam bile bazen saçmalamaktan zarar gelmezdi.

 

"Günaydın." dedim. Gülümseyen dudaklarım aklıma gelen şeyle aniden silikleştiğinde yatakta hızlıca doğruldum. Böyle ani hareketimden dolayı o da aynı şekilde doğrulduğunda, kaşları çatılırken dudaklarını araladığını gördüm.

 

"Ne oldu?"

 

Alnımı sıvazlarken, "Geç kaldım." diye mırıldandım. Ne? Falan demesini beklerken bana yaklaşmasını ve söylediklerini hiç ama hiç beklemiyordum.

 

"Bugün yarım günlüğüne seni çağırdığını söyledi."

 

Kaşlarım bu anlamsız kelimelerle ona bakmaya başladım.

 

"Ne demek bu? Kim söyledi."

 

Rahat bir şekilde yataktan kalkarken odanın içindeki bir odaya doğru ilerlemeye başladı. Adımlarını atarken aynı zamanda benim sorularıma cevap veriyordu, ama bana neden bakmadığını anlayamadım.

 

"Çalıştığın mekânın sahibi yakın bir arkadaşım. Ondan rica ettim."

 

Benim patron onun yakın arkadaşı mıydı?

 

Yok artık!

 

Banyo olduğunu anladığım odaya girdiğinde ben de peşinden girdim. Lavaboya eğilerek elini yüzünü yıkamaya başladı.

 

"Ne demek rica ettim, Atalay ne demek bu?"

 

Islanan yüzünü kahverengi havlu yardımıyla kurulurken havluyu aldığı yere geri koydu ve sonunda bakışlarını odağıma aldım.

 

"Sabah bu halsizlikle işe gitme istedim, hata mı yaptım."

 

Histerik bir şekilde güldüm. "İlk defa içmiyorum, çok daha yorgunlukla o işe gittim ben. Bu benim işim, yorgun olsam da yapmak zorundayım. Şimdi ben anlam veremiyorum."

 

Uzatmış mıydım?

 

Kaşları sözlerimle çatılırken, benden böyle bir çıkış beklemediğini anladım. İnan ben de senden böyle bir hareket beklemiyordum. Benim için patronumu arayıp konuşmuştu, en azından bütün gün izin almamıştı. Yine de bu duruma şükrettim.

 

"Saat kaç haberin var mı?" Sözleriyle böyle bir şeyin aklıma bile gelmediğini fark ettim. Onu banyoda yalnız bırakırken telefonumu komodinin üzerinden aldım, dün gece o bırakmış olmalıydı. Ekranı açarak saate baktığımda, gözlerim pörtlemiş gibi açıldı. Ellerimi yüzümün arasına alıp vurmak istiyordum. Saat 11'i geçmişti. Ve ben kendi hatamın sinirini bir nevi ondan çıkarmıştım. Evet, bana sormadan yaptığı hataydı ama beni düşünmüştü. Sonra dün gece yaşadıklarımız aklıma geldiğinde daha da yerin dibine girmek istedim. Güzel bir gecenin ardından sabah böyle çıkışmam doğru olmamıştı.

 

Banyodan çıkmış bedeni gardırobun önüne geldiğinde sürgüsünü çekerek içinden kıyafet aramaya başladı. Arkası dönük bedenin yanına doğru ilerlerken yaptığım hatayı düzeltmek adına sırtından karnına doğru kollarımı sarmalayarak ona sarıldım. Dudaklarım tişörtüne değerken konuşmamla kumaşa sürtünmüştü.

 

"Özür dilerim, saçma bir çıkış sergiledim."

 

Kollarımın arasından bana doğru dönerken bu sefer ellerim sırtını bulmuştu. Onun elleri ise yüzümü bulurken alnıma bir buse kondurdu. Bu hareketiyle içimde baş gösteren sıkıntı yok olurken rahatlamıştım.

 

"Özür dilenecek bir şey yok, senden habersiz böyle yaptığım için kızmış olmalısın."

 

"Kızdım ama beni düşünmüşsün sonuçta gereksiz bir tepki gösterdim."

 

"Bir daha yapmam demiyorum. Çünkü sen konu bahis olduğunda yapabileceklerimin bir sınırı yok."

 

BÖLÜM SONU

 

"Sen ciğerlerimdeki nefes, gözlerimdeki ışık, kalbimdeki çarpıntı..." Sözü Nazım Hikmet'e aittir.

 

Gelelim sizlere... Nasılız??

 

Bölümü nasıl buldunuz?

 

En sevdiğiniz kısmı yorumlarda belirtmeyi unutmayınn...

 

Sizce Firuze'nin izin meselesinde çıkışması doğru muydu?

 

Sormak istedikleriniz varsa sormayı unutmayın sonraki bölümde görüşmek üzere kendinize iyi bakın, çook sevgi.

 

Loading...
0%