@rarbezrh
|
9. Emanet
Can Gox|Yalnızım Ben
önceki bölümden
"Aleykümselam da enişte beyle bir de ben tanışayım bakalım."
Enişte bey?
"Ne demek bu?"
"Söyle sevdiğine ayarlayın bir mekân, konuşalım. Kızımızı kimlere emanet ediyoruz anlayalım."
🗝
Bugün hafta sonuydu. Dün arkadaşımın sözlerinden sonra eve geçmiştik. Ondan beklediğim bir hareketi yapmıştı, Defne çekingen birisi değildi. Dün bir kez daha emin olmuştum. Enişte bey demişti yahu.
İkisinin de iyi anlaşacağını düşünüyordum. Tabi her şeyden önce Atalay ile benin anlaşmam gerekti ki şuana kadar öyleydik. Zamanın önümüze neler getireceğini bilemezdik. Önümüzde bilmediğim bir yol vardı. Bu yolculuğu nasıl geçirecektik bilmiyorum ama herkes gibi bir yerlere çarparak gitmek istemezdim. Engebeli kısımlar elbet olacaktı fakat bundan zararlı çıkmadan sıyrılmamız gerekiyordu.
Dün gece Defnelerde kalmıştım. O yorgunluğa rağmen konuşmuştuk, bu konuşma içerisinde nerede buluşalım diye de plan yapmaya çalışmıştık. Bulduğumuz ise sabah kahvaltıya gitmekti. Sabah erken kalktığımızda sepetin içerisine kahvaltılıklar, tabak çatal gibi lazım olan eşyaları yerleştirmiştik. Yoldan da simit gibi yiyecekleri alacaktık. O yüzden geç saatte Atalay'a yazmıştım. Şansıma da o vakitte uyumadığı için mesajımı görmüş ve yanıt vermişti. Ne kadar itiraz etsem de gelip bizi alacağını söylemişti. Ben de Behlül'ün bizi alacağını ve gerek olmadığını yazdım. Evet, Behlül de bizimle geliyordu. Bunda biraz Defne'nin pay olmuş olabilirdi, ben de benim için sıkıntı olmayacağı için sıkıntı etmemiştim. Atalay'ın da sorun yaratacağını düşünmüyordum.
Sonra o da bana ben seni almak istiyorum dediğinde öylece kalakalmıştım. Bir şekilde beni ikna etmiş ve bu sabah onunla gidecektim. Çok tatlı deniz kenarında bir yer biliyorduk, kamp sandalyeleri ve masamız da olduğu için de işimiz rahattı. Sepet hazır olduğunda biz de giyinme içi hazırlanmaya başlamıştık. Dün gece Defne'de kaldığım için yanımda kıyafet yoktu, zaten arkadaşımla bedenlerimiz arasında çok bir fark olmadığı için onun kıyafetlerinden giyecektim. Onun dolabından zor da olsa bir elbise bulabilmiştim. O da zaten böyle bir kıyafetinin olduğundan yeni haberi olmuş gibi duruyordu.
"Bebeğim hazır mısın?"
Defneye seslendiğimde, lavabodan bana karşılık verdi. Eşyaları kapının ağzına taşıdığımda telefonum çalmaya başladı. Sese doğru adımlarken salonda koltuğun üzerinde olduğunu gördüm. Arayan Atalay'dı. Hemen arabayı kabul ettim, kalın sesi kulağıma ulaştığında kalbime ufak ufak iğneler batırılmış gibi hissettim.
"Aşağıdayım."
"Tamam." dedikten sonra telefonu kapattım. Defne lavabodan çıkarak yanıma kadar geldi. Artık hazır olduğumuz için eşyaları alarak apartmandan ayrıldık. Kaldırım kenarında duran iki arabadan birisinin içerisinde o vardı. Defne, Behlül'ün olduğu arabaya geçerken ben de eşyaları koymak için arabanın arka kapısını araladım. Ardından ön tarafa geçip oturduğumda, araç öndeki arabayı takip etmeye başladı.
Bakışlarım yandan ona baktığında sert bir ifadesi vardı. Telefondayken ufacık söylediği kelimeden bile soğukluğu anlamıştım. Bir sıkıntı olduğu belliydi. Kemerimi bağladıktan sonra daha fazla içimde tutamadığım soruyu sordum.
"Sinirli misin?"
Bakışları sonunda beni bulabilmişti. Bakışlarındaki sertlik yumuşarken dolgun dudaklarını araladı. Bakışlarım hareket eden dudaklarına kaymış, garip bir şekilde kafam başka yerlere gitmişti. İçimden kendime sövmemin ardından gözlerine baktım.
"Gözlerine bakana kadar."
Hım? Ha yani aniden böyle diyorsun.
"Bir sorun mu var?"
Öndeki araç sağa dönmek için sinyal verdiğinde tel eliyle direksiyonu çevirdi ve yine rahat bir şekilde yolda ilerlemeye devam ettik. "Vardı hallettim." Kısa bir süre bana bakarak söylediklerini algılamakta zorluk çektim. Direksiyon üzerindeki kalın parmaklarını merceğim altında almış inceliyordum. O parmaklar belime sarmış, ellerimi tutmuştu. Parmaklarım onun elleri arasında kayboluyordu, bu hoşuma giden bir şeydi.
Küçük şeyler beni mutlu etmeyi başarırdı. Yani benim için büyük bir şey yapılmasının gereği yoktu. Önemli olan karşı taraftaki insanın düşünceli olması.
Bej renkteki pantolonun üzerinde duran eline ansızın bakışlarım kaydığında, oradan kendimi çekmek istemedim. Sanki damarları derisinin üzerine çıkmak ister gibi çıkıntılıydı. Damarlarının içinde dolaşan kan, bu mavi damarların içinden akmaya devam ediyordu. Tırnakları özenle kesilmiş ve temiz görünüyordu. Buradan temizliğe önem verdiğini çıkarabilir miydim? Bence tam olarak çıkaramazdım. Onunla geçireceğim daha fazla ömrüm olur muydu bilmiyorum ama karşıma çıkan bu adamı kaybetmek istemiyordum. Birisine bağlanmak ve daha sonra ondan ayrılmak çok zordu. Yaşanmışlıklar bu düşüncelerimi doğruluyordu. Bu kayıp ailenden biriyse daha ağır geliyordu. Özlem öyle ağır bir histi ki altından kalmak zordu. Ben bir kişi için değil iki kalp için bu ağırlığı sırtıma yükledim. Aynı anda yüklenen bu ağırlık ruhumu o kadar yordu ki yıllar geçse bile bu sızı dinmedi. Sadece bir süre sonra alışmaya başlıyordun fakat geçip giden bir şey olmuyordu.
"Tutarsan eğer hiç bırakmam."
Ses beni daldığım yerden ayırırken neden böyle dediğini anlamamıştım fakat ellerimin olduğu yerin daha demin bahsettiğim elinin üzerinde olması yenice anlamamı sağlamıştı. Parmağımın ucu damarının üzerinde öylece hareketsiz duruyordu. Öyle dalmışım ki parmağın ne zaman buraya gelmiş kavrayamamıştım.
Ne demişti?
Tutarsam hiç bırakmam.
"Bu bir yemin mi?"
"Yeminimi boynumun borcu sayarım." Bu sırada elimi sıkıca tutmuştu. Her sözü dudakları arasından bir yemin gibi çıkıyordu.
"O zaman bana borçlu kalma."
Kelimelerimden sonra derin bir nefesle güldü. Alaylı bir gülüş gibi dursa da öyle değildi biliyorum. Yol boyunca parmaklarım onun parmakları arasında kaldı. Ta ki masmavi denizin kenarında yavaşladık. Bizden önce Behlül ve Defne araçtan indi. Ben de inmek için emniyet kemerimi çözdüm. Kapı kulpuna uzanan parmaklarım çıkmak için girişimde bulunmuştu ki arkamdan gelen ses hareketimi duraksattı.
"Şu çocuğun adı neydi?"
Kaşlarım anlamadığım için çatıldı. Omzumun üzerinden geriye doğru baktım. "Kimin?" diye sordum. O da emniyet kemerini çıkarmıştı.
"O gün seninle konuşan çocuk değil mi bu?" ses tonu hafif sert tona sahipti. Neden böyle bakıyordu bilmiyorum ama bir şeye sinirlenmiş gibi görünüyordu. Bu bakışı spor çıkışında o çocuğa bakarken de yakalamıştım.
"Behlülden mi bahsediyorsun?"
"Evet, onun ne işi var burada?"
Gülümsedim. Sonunda derdi neymiş öğrenebilmiştim. Göz ucuyla dışarıya baktıktan sonra ona karşılık verdim. "Defnenin erkek arkadaşı."
Atalay'ın birden bire değişen bakışlarına şahit oldum. Düşüncelerinin aksine söylediğim söz gibi rahatlamıştı. Yoksa gerçekten de öyle miydi? Araçtan indiğimde arka koltuktan sepeti aldım. Hala oturduğum tarafın kapısı açık olduğu için onu görebiliyordum. Beni görmesiyle o da indi ve yanıma doğru adımladı. Elimdeki sepeti eline aldığında onun yanlarına doğru adımlamaya başlamıştık. Defneler çoktan sandalyeleri ve masaları kurmuştu. Masayı kurmadan önce Behlül'ü onlarla tanıştırmak istedim.
"Atalay, kardeşim Defne." Defnenin bakışları Atalay'a kaydığında samimi bir şekilde gülümsedi ve elini uzattı. Atalay da beklemeden onunla tokalaştı. "Saygılar enişte."
Heh, ben de neredeydi diyordum.
Kız kardeşler hep böyle miydi? Bunu ikinci kez söylüyordu ve onun suratına karşı. Kendi yüzüme söylese bile kızacağım şeyi bir de onun suratına söylüyordu. Yanlış bir şey diyor muydu? Hayır, ama zamanı vardı. Atalay'ın nasıl cevap vereceğini bilmiyordum ama başını sallayarak "Saygılar baldız." Demesini asla beklemiyorum. Yani bana sorsalar en son bunu söyler derdim. Defneye ayak uydurmayı başarmıştı.
Daha sonra merak ettiği çocukla tanıştı. Behlül'le konuşmaya başladıklarında biz de Defneyle masayı hazırlamaya başlamıştık. Bizim buraya oturmamızın ardından birkaç kişi daha gelmeye başlamıştı. En son buraya gelmeden önce aldığımız hamur işlerini tabaklara yerleştirdim.
"Afiyet olsun gençler."
Kahvaltımızı yapmaya başladığımızda, ben ve Atalay yan yana onlar da karşımızda yan yana oturmuşlardı. Sohbet ortamı yaratmak için dudaklarımı araladım.
"Sen hala kuyumcudasın değil mi?" Behlülü hedef alan sözlerim onun da hedefin ucunda olduğunu anlamasıyla bana doğru döndü. Dudaklarını peçete yardımıyla temizledikten sonra geri yerine koydu. "Aynen, babam arada gelip gidiyor ama çoğunlukla ben oluyorum."
"Baba mesleği diyorsun."
"Öyle, dersler kötü olunca tabi azarı işittik. Bir gün dedi bu böyle olmayacak tabi dediğim gibi yumuşak bir şekilde söylemedi ama" dedikten sonra gülmüştü. "Koydu beni dükkânın başına boş boş duracağına bari ekmek parası çıkar dedi."
"O da iyidir, en azından düzenli bir şekilde gidip geliyorsun."
"Aynen."
Atalay'ın tabağıma birkaç bir şey koyduğunu gördüğümde eline dokundum durması için. "Zahmet etme, yedikçe koyarım tabağıma."
"Konuşurken yemeyi unutuyorsun."
Birazcık öyleydi. Lafa dalınca önümde yemek mi vardı unutup gidiyordum. Gözlerinden kaçmayan bu ayrıntıyla tabağımı doldurmuştu. Tebessüm ederek sessiz kaldım. Neyse ki başka birisi benim yerime lafa devam etti.
"Defne sen ne işle meşguldün?"
Defne boğazını temizleyerek anlatmaya başladı. "Normalde restoranda garsonluk yapıyorum, bunu yaparken de hayallerimden geri kalmak istemediğim için bazı günler mekânlarda şarkı söylüyorum. Ve hala üniversite sınavına çalışıyorum fakat bu sene dördüncü senem bir gelişme yok."
"KPSS'ye girdin mi?"
"Girdim fakat oradan da bana ekmek çıkmadı." Konu Defneden bana çevrildiğinde bakışlarım Behlülü buldu.
"Firuze sen denedin mi?"
Ucu hevesli kelimelerim dilimin altındaydı. Atalay'ın bana baktığını hissediyorum. Bu konu hakkında düşüncelerini bildiğim için ona bakamdım. Çünkü hala netliğe kavuşmamış düşüncelerim vardı. Avuçlarımın terini elbisemin üzerine sildim.
"Denemedim." Kısa ama pek de net olmayan cevabım bir kez daha kendimle yüzleşmeme sebep olmuştu. Yılların ağırlığı omuzuma çökmeye başladı. Aslında hep ordaydı ama bazen unutabiliyordum.
"Hala bir karar varamadın mı?"
Sesin geldiği yere dönen bakışlarım Atalay'ın ilgili ve dikkatli bakışlarını yakaladı. Gözlerim ağır ağır kırpıştı. Benden bir cevap bekliyordu, bu konu yine tam anlamıyla noktayla buluşamayacaktı sanırım. Sadece başımı olumsuz anlamda sallamakla yetindim. Bu konuyu dağıtmak ister gibi sağ olsun Defne konuşmaya başladı. Gülerek bir konu üzerinde durmaya başladığında kulağımın dibinde sıcak bir nefes hissettim. Bu nefes karşısında karnım kasıldı.
"Bu konuyu yalnız kaldığımızda tekrar konuşalım."
"Olur." Dedim kısaca. Nereye kadar kaçabilirdim ki?
Gözerini kıstı, dolgun dudaklarını usulca araladı. Yüzünü yüzümden uzaklaştırsa da onun yerine eline bacağımın üzerine koydu. Adlığım soluk ciğerlerime bir anlığına dar geldi. Ben ona ne yapıyorsun dercesine bakarken o bana bakmamayı tercih etti. Ama dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme hâkim oldu. Ne yani bilerek mi yapıyordu?
İç sesim hadi hoşuna gitmediğini inkâr et dedi.
"Ee nasıl tanıştınız anlatın?"
Onunla göz göze geldiğimde, bacaklarımdaki eli sıkılaşmıştı. O gün aklıma düştüğünde aslında hiç çıkmadığını biliyordum. Aklımdan geçenler ondan da geçiyor olmalı ki göz bebeklerindeki değişim dikkatimden kaçmadı. Gözlerini kıstı ve yüzümü inceledi. O geceki gibi dikkatli bakıyordu.
"Arkadaşlarıyla çalıştığım mekâna geldiler, orada karşı karşıya geldik."
Cümleler basit bir karşılaşmayı anlatsa da o günü yaşarken benim için hiç de basit değildi. Dudaklarımı birbirine bastırdığımda, sessizlikle gözlerimi arkadaşıma çevirdim. O akşam içimde tutamadığım heyecanla her saniyeyi anlatmıştım. Zaten bana bu kadarla sınırlı olmadığını belli eden bakışlarla bakıyordu.
"Birader sen ne iş yapıyordun?"
Atalay rahat bir şekilde arkasına yaslanmış oturmaya devam ederken sesin geldiği yere bakışlarını çevirdi. Yarım kalan tabağımı bitirmek için açmamdan bir ısırık aldım. Konuşacağız diye yemek yemeye ara vermiştim. Derin, gür bir nefes alarak dudaklarını araladı. Şahsen Behlül kadar ben de merak ediyordum, tamam asker olduğunu biliyordum ama bununla sınırlı değildi.
"Özel Kuvvetler."
Behlül'ün bakışları havaya kalktığında, daha sonra bu konu hakkında konuşmamıştı. Atalay da kısaca bahsettiğine göre bir bildiği vardır diyerek kimse bu konu hakkında konuşmadı. Ben de zaten anlamadığım işlere karışmamak için kahvaltıma devam ettim. Erkekler çoktan kahvaltısını bitirmişti, ayağa kalktıklarında birkaç adım bizden uzaklaşarak durdular. Atalay'ın cebinden çıkardığı sigara paketini gördüğümde önüme döndüm.
"Kaptın özel kuvvetler adamını." Masaya doğru yaklaşmış, kısık sesle mırıldanmıştı. Göz kıparak söylediklerinin yanına bir de gülümsedi. Bugün imalı gülümsemelere doyamıyordu.
"Özel kuvvetler ne oluyor ki?"
"Enişte bey anlatır sana."
Göz devirerek ben de göğsümü masaya dayadım. Gözlerimi kısarak ona bakmaya başladığımda beni tınladığı yoktu.
"Sen kaşınıyorsun biraz gibi geliyor."
"Bir anlık gelmiştir güzelim o, geçer gider."
Sırıtarak içeceğinden yudum alırken, seninle sonra görüşeceğiz bakışları attım. O sırada da Atalay ve Behlül geldi.
"Kalkalım mı artık, dükkâna gitmem lazım." Behlül oturmadan ayakta söyledikleriyle Atalay da oturmamıştı. Biz de zaten uzatmadan onu onaylamıştık. Günler torbaya girmemişti, elbet bir gün daha bir araya gelirdik. Hafta sonu ve akşamüzeri anca buluşabilirdik. Herkesin işi gücü oluyordu. Ama kendi adıma konuşacak olursam yorgun olsam da sevdiklerimle vakit geçirecek olmak her şeyin önüne geçerdi. O an o yorgunluğumu unutur giderdim.
Her şeyi hallettikten sonra arabalara geçmiş, dakikalardır yoldaydık. Arabada sessizlik hâkimken rahatsız edici telefon sesi arabanın içerisini kısa sürede doldurdu. Telefonu hemen yanıtladığında bakışlarımı camdan dışarıya çevirdim. Onun dudakları arasından sadece tamam sözleri çıktığında yanımda hiç uzun kelimelerle telefon görüşmesi yapmamıştı. Telefonu kapatarak aracın çıkıntılı bölmesine koydu. Ona hiçbir şey sormadan evimin önüne kadar geldik. Bir süre öylece kalırken sessizliği onun bana kısık seslenişi doldurdu. Bu seslenişte bir tuhaflık seziyordum. Kalbimin ritmindeki değişiklik beni rahatsız ederken başımı ondan tarafa çevirdim.
"Firuze."
Sıkıntılı yüz ifadesiyle karşılaşmayı ses tonundan dolayı beklemiştim ve bu beklentimi sağ olsun gözleri çok iyi karşılamıştı.
"Efendim." Dedim usulca. Cümlesinin devamını merakla bekliyordum. Gözleri bir süre gözlerime baktı. Uzun bir süre bakamayacak gibi, bu kısa düşüncem bile içimdeki bir yerin sızlamasına sebep oldu. Derin bir nefes alarak, boğazımı temizledim. O ise sesli bir soluk verdi. Tamamen bana doğru döndüğünde, gözlerimin en içine bakıyordu. Bir an gözlerinin içinde kaybolacağımı düşündüm, bir okyanus misali beni içine çekiyordu. Son bulacağım yerin bir toprak olduğunu bildiğim için mi gözlerine bakıyordum?
"Göreve çağırdılar."
Kalbimdeki sızı bütün bedenimi ele geçirdi. Gözlerimi sımsıkı kapattığımda, kulaklarımın içerisine iki kelimesi sürekli girip çıkıyormuş gibi hissettim. Zihnimde tekrarını sürdüren bu kelimeler canımı acıtıyordu. Avuçlarıma değen tırnaklarım canımı acıtsa da hissizce davranarak çekmedim. "Ben," diye mırıldandığımda sesim belli belirsiz, titrek çıkmıştı. Sesimi duymasıyla aynı anda yutkunduk. Onun yutkunuş sesi kulaklarıma çarptı. Dudakları düz bir çizgi halindeydi.
"Sen şimdi neden bana böyle bakıyorsun?" Büyük elleri yüzümü iki yanımdan tuttu. Çenemi okşayan başparmağı gözlerimin dolmasına sebep oldu. Bunu fark ettiğinde yüzünü buruşturdu. Olduğum yerde titrek bir nefes aldım. Konuşamayacaktım sanırım söylemek istediklerim vardı fakat onları bir araya getirememekten korkuyorum. Kelimelerle yeni yüzleşmiş bir çocuk misali öylece bakıyordum.
"Ağlarsan eğer benim için çok zor olur. Zaten zorken senin gözyaşların bana olduğum yeri dar eder. Ağlamasan?"
Yumruk yemiş gibi sarsıldım. Ona inat değildi ama öyleymiş gibi gözlerimden damlalar onun ellerine doğru süzülmeye başladı. Buna kendini hazırlamış gibi dursa da yine de bunu sevmemişti. Gözlerime büyük bir acıyla bakıyordu. Ben o acıda daha fazla kanıyordum. Bakmaya dayanamıyormuş gibi kemerimi bir çırpıda çıkararak beni kendine doğru çekti. Kollarının varlığını belimin kenarında hissedebiliyordum. En çok da kalbi, onun sesini çok net duyabiliyordum. Öyle hızlı atıyordu ki bir an benimki de böyle çarpıyor mu diye düşünmüştüm.
Sesli soluk alış verişlerini saçlarımın arsında hissediyordum. Benim damlalarım onun ensesini boyluyordu. Burnumu çekerek dudaklarımı araladım.
"Telefonda bunu söylediler değil mi?" dediğimde sesimin tuhaf çıkmasını umursamamıştım. Başını onaylar anlamda sallasa da "Evet." Dedi.
"Neden o an söylemedin?"
"Yolun devamını götü geçirmeni istemedim."
Haklıydı kafamda sorularla o yol bana dar gelirdi. Ama sonra her türlü kafamın içerisinde bunlarla uğraşacağımı fark ettim. Onsuz nasıl olacaktı ki? Nasıl hissediyordum? Nasıl hissediyordu? Nasıl hissettiğim konusunun cevabına gelecek olursam kalbim iki taşın arasında ezilmiş gibiydi. Soğuk hava bedenime hücum ediyor, donuyordum. Aslında şuanda onun kolları arasında üşümemem gerekti. Bazı gerçekler o sıcaklığın önüne geçiyordu. İşte bu durum hiç hoşuma gitmemişti.
"Ama az bir zaman değil mi?"
Sesim onun yanında öyle kısık çıkıyordu ki, burnumdan dolayı nefes almakta zorlanıyordum. Sessiz kalması gözlerimin açılmasına sebep oldu. Yavaşça kolları arasında geri çekildim. Ondan bir cevap bekleyene kadar dudaklarımı aralamadım. Yanağımda onun soğuk parmaklarını hissettim, çoğunlukla sıcak olurdu. Gözleri gözlerimdeyken sonunda dudaklarını araladı.
"2 ay."
Şok içinde söylediğini algılamaya çalıştım. Koskocaman iki aydan mı bahsediyordu? Ben onunla yeni tanıştıktan sonraki 2 günlük görevde bile iyi değildim. Hep o aklımda olmasına sitem ederken daha fazlasının geleceğini bilmeliydim. Bu onun işiydi. İki gün olur iki ay, iki ay olur iki yıl. Bunun zamanı belli değildi, hazırlıklı olmak lazımken şimdi o kadar hazırlıksızdım ki bocaladım. Yabancılık duyduğum bir his değildi hâlbuki birinin yokluğunda nasıl yaşanır biliyordum. Ama yıllar sonra yeniden hissetmek çok da alışamamışım dedirtti bana.
Onun yokluğunda ne yapacaktım?
İki ayımı alıp götürüyorsun benden. Dikkatli bakan gözleri artık silik bir şekilde gözlerimin önüne gelecekti. Yüz yüze gibi olmayacaktı hiçbir şey, tenini hissedemeyecektim. Belki akşam onu mekânın içerisinde görürüm diye heves edemeyecektim. Evet, onunla tanıştığımdan beri hep çalıştığım mekânda onunla göz göze gelecekmiş gibi olurdum.
"Peki, benimle iletişimi kesecek misin?"
Söylemek istediklerim farklı olsa da dile döktüğüm farklıydı. Saçlarıma doladığı parmaklarıyla dudaklarını alnıma bastırıp geri çekildi.
"Duruma göre yavrum."
Daha fazla bu konuda sesimi çıkarmadım. Zaten çıkarıp da ne diyebilirdim ki, beklemekten başka çarem yoktu. Onu seve seve bekleyecektim.
Alnıma dudakları değdiğinde gözlerim usulca kapanmıştı. Sıkıntılı nefesleri ise hala yüzüme çarpmaya devam ediyordu. Başını usulca gerdanıma yaklaştırdığında derin bir soluğu içine çekti. Gözlerimi kapatarak gülümsedim, bu buruk bir gülümsemeden ibaretti. Geri çekildiğinde artık zamanın dolduğunu anladım. İstemeye istemeye geri çekilirken, dudaklarım düz bir çizgi haline gelmişti.
"Kendine ben yokken iyi bak, çok dikkatli ol olur mu?" Gözlerini benden ayırmadan yüzümü parmağıyla okşamaya devam etti. Sözlerine karşılık başımın onaylar anlamda salladım.
"Allaha emanetsin, lütfen beni habersiz bırakma."
Şimdiden içinden iyi olması için Allaha dua ettim. Kavuşmak için saniyeleri sayacaktım, karşıma geçtiği an ona sıkıca sarılacaktım. Tıpkı az önceki gibi kokusunu içime çeker dudaklarımı tenine değdirdim. Sesli soluğu tenime çarptığında dudaklarını aralamıştı.
"Emanet ettiysen, seni görmeden ölmem."
Kişi, sevdiğini Allah'a emanet ederse onu görmeden ölmezmiş. Bu sözlerin verdiği yoğun hisle ona dökmüştüm. Onun bunu dile getirmesi, kendimin söylemesinden daha ağır gelmişti. Sözlerinden sonra kısa bir sessizlik sürmüş ardından çantamı elime almıştım. Kapının kulpuna asılarak açtığımda, bakışlarından ayrılmak çok zor gelmişti. Ama onu eğlediğimi bildiğim için daha fazla oyalanmadım. Araçtan indiğimde arka koltuktan eşyaları aldım. Açık olan kapıdan son kez yüzüne baktım ve kapıyı kapatarak eve doğru yürümeye başladım. Üzerimde hissettiğim bakışlarla apartmana girdiğimde aracın sesi uzaklaşmıştı.
Gitmişti.
İçimdeki sıkıntıyla eve girdim. Ayakkabılarımı çıkarıp dolaba koyduğumda, bedenimde hiçbir işle uğraşmasam da bir yorgunluk çökmüştü. Eşyaları mutfağa koyduktan sonra odama çıktım. Üzerimi değiştirdiğimde yatağın üzerindeki nevresime uzandım. Bakışlarım beyaz tavana kitlendiğinde derin bir nefesi içime çektim. Ardından telefonumun melodisi odanın duvarlarına çarptı. Yatağa attığım telefonu elime aldığımda aramayı yanıtladım.
Patronum arıyordu.
"Efendim abi?"
"Akşam için elemana ihtiyaç var, müsait misin?"
"Müsaidim abi, 6'da oradayım."
"Tamamdır Firuze."
Telefonu kapatıp kenarı koyduğumda birazcık dinlenmek için yorganın içine girdim. Onun yokluğunda kendimi işe vermeliydim, kafamı dağıtmak için bir yöntem bilmiyordum. Spora kayıt olmuş, orayı da boşlamıştım. Sanırım hayatımda düzenli giden tek şey çalıştığım işti. Hayatım sile sona kadar öyle güzel ilerliyordu ki hayatımda hiç sıkıntı, hiç acıyla karşılaşmamıştım. Zengin bir aile değildik, annem babam bir meyhanede çalışıyordu. Ben küçük yaşımdan beri şarkılarla, içki masalarında uyuyarak büyümüştüm. Biz paramız olmadan mutlu olmayı başarabiliyorduk. Kavga anında hep alttan alan taraf oluyordu. Bu yüzden hiçbir kavgaları uzun sürmezdi. Babamın anneme gösterdiği sevgi her zaman özendiğim ve istediğim bir şey oldu. Yaşımın küçük olduğu zamanlarda bile bunun böyle olduğunun farkında olarak hep dua etmiştim. Zamanı geldiğinde onun gibi bir adamla karşılaşmak istedim. Onun gibi merhametli, düşünceli.
Ben 18 yaşımda bütün umutlarımı, hayallerimi toprağın altına gömdüm. Ailemin yokluğu beni derin bir boşluğa sürükledi. Yere düşüyormuş gibi hissetsem de olduğum yerdeydim. Bir kaza öyle şeylere yol açtı ki, hiç böyle bir hayatın içine gireceğimi düşünmezdim. Okumayı bıraktım. Lise mezunu bir kızdan ibarettim. Belki ailemin yokluğunu hissederim diye meyhanede çalışmaya başladım. Para kazanmam gerekti, ailem eğer yaşasaydı bunu kızacağını bile bile para kazanmayı tercih ettim. Eğitimime devam etmedim. Bütün senem çöpe gitti, sınava girmeden istediğim mesleği de silmiş oldum.
Şimdi 23 yaşındaydım. Aradan koskocaman 4 sene geçmişti. Ailemin yokluğunu hissetmek için girdiğim meyhanede sevdiğim adamla karşılaştım. Sevmek. Evet, sevmek kolay söylense de taşıdığı anlamı bilmek pek de kolay değildi. Kısa bir zamanda âşık olunmaz düşüncesine inanmıyordum. Ben hep ilk görüşte aşka inanan taraf olmuştum. İyi ki de böyle bir düşünceden yana olmuşum çünkü bizim tanışmamız da öyle değil miydi? Öyleydi. Onun bir bakışına kapılmıştım, onun bir kelimesine kalbim bir bebeğin kalbi gibi atmaya başlamıştı.
Beni eve bıraktığı gece 'gül dudaklı' demişti. O geceden beni uykularımın düzeni bozulmuş, hep onu düşünür olmuştum. O hırçın bir dalga gibi beni içine çekmişti, gerçekten tek farkı ise boğulmamıştım. O dalganın adı Atalay'dı. İkimizin arasında büyümeye devam eden bir bağ vardı. Bizden izinsiz ipini sarmaya devam eden bu bağ bizi içine hapsetmiş ve etrafımızı sarmıştı. Onun varlığını bedenimden çok ruhumda hissediyordum. Kokusunu soluyordum, etkisinden çıkmanın bu kadar zor olacağını bilmediğim kokusu...
Şimdi ise o kokuya muhtaç kalacağımı bilmek, kalbimin sızlamasına sebep oluyordu. Ben sadece onu seviyordum, aramızda koyduğumuz bir şey de olmamıştı. Her şey daha yeniydi, peki birbirine sımsıkı bağlanmış insanlar nasıl yapıyordu? Kadınlar nasıl bekliyordu? Ben nasıl bekleyecektim?
Sevmek sanırım beklemek için yeterli bir sebepti. İnsan sevgiyle yaşar, sevgiyle bekler ve sevgiyle ölür.
...
Uykumdan kalktıktan sonra yemek yemek için mutfağa inmiştim. Karnımı doyurduktan sonra piknik için götürdüğüm eşyaları boşalttım. Ardından işe gideceğim için üzerimi giyinmiş ve evden ayrılmıştım. Taksiyle iş yerine ulaştığımda önlüğüme giymiş ve işime geçmiştim. Beni çağırmasının sebebi bir elemanın acil bir işi çıktığı için gitmek zorunda kalmasıymış. Gelmem gerçekten de şartmış çünkü mekân şuanda çok kalabalıktı. Benim içinde burada olmak zihnim için iyi gelecekti. Yoğun olmasıyla kafam iyice dağılacaktı.
"N'aber fıstık?"
Buseyi içten güçten anca yakaladığım için laf attım. O da benim gibi koşuşturmaktan perişan olmuştu.
"İyilik sen?"
"İyi güzelim, çağırdılar geldik."
"İyi ki geldin yeni işe alınan kişi bugün gelmeyeceğini söylediğinde, onun yerine umarım sen gelirsin dedim. Seninle çalışmayı seviyorum." Gülümsedim. O kadar samimi birisiydi ki, onunla seve seve sohbet edebilirdim. Hatta aklıma gelen şeyle dudaklarımı araladım.
"Çıkışta işin var mı?" diye sordum.
"Yok, da neden sordun?"
"Beraber yemek yiyelim, sohbet ederiz hem."
Gözlerindeki parlamayı gördüğümde onun da buna ihtiyacı olduğunu anladım. Gülümseyerek "Çok güzel olur." Diye mırıldandı. Tam dudaklarımı aralayacağım vakitte müşterinin sesiyle oraya dönmek zorunda kaldım. Buseye sonra konuşuruz diyerek siparişin istediği masaya doğru ilerledim. Sarı saçlı kadının istediği içeceği almış ve geri dönmüştüm. Samimi bir şekilde teşekkür etmişti, ben de gülümseyerek yanından ayrılmıştım. Mutfağa geçtiğimde Melahat ablayla göz göze geldim. Beni görmesiyle "Hah yavrum, iki dakika bana telefon geldi bir bakmam lazım. Şunları kurulayabilir misin?" diye sordu. İşaret ettiği çatallara baktığımda başımı hemen onaylar anlamda salladım. "Tabi abla git konuş sen."
"Ha sen çok yaşa." Diyerek yanımdan ayrıldı. Melahat abla gibi buradaki bütün çalışanları severdim ve iyi anlaşırdım. Onların da bana karşı gösterdiği samimiyet de yalanmış gibi değildi. İnsan nasıl davranırsa öyle hak ettiği değeri alırdı. Tabi bu her zaman böyle olmazdı ama ben burada hak ettiğim değeri alıyordum. Patronum da sağ olsun iyi birisiydi, bir sıkıntım olduğunda ona gidebilirdim. Beni dinler, elinden ne geliyorsa yapardı.
Birisinin senin için elinden gelenin fazlasını yapması iyi hissettiriyordu. İşte o zaman sen de o insana karşı iyi oluyordun. Bu da samimiyeti ortaya çıkarıyordu.
"Firuze burada mıydın?"
Başımı sesin geldiği yere döndürdüğümde çatalları kurulamaya devam ediyordum. Gelen Murattı. İşe iki hafta önce gelmişti. Uzun boylu, siyah hafifi kıvırcık saçlara sahipti. İşinde iyiydi, buraya çok kişi gelmiş ve aynı şekilde çok kişi gitmişti. Bazıları buraya para kazanmak için değil de öylesine geliyormuş gibi davranıyordu. Ya da koşuşturmadan para kazanmanın daha iyi olduğunu düşünüyorlardı. Sadece benim saçmaladığım sözler de olabilirdi, bana göre bu böyle gelmişti.
"Evet, bir sorun mu var?"
Başını olumsuz anlamda salladı. Elindeki tabağı tezgâhın üzerine bırakarak tekrar yanıma geldi. "Yok, sadece merak ettim." Bir şey söyleyip söylemek arasında gidip gelmiş gibi hissederek ona meraklı gözlerle baktım fakat o vazgeçmiş gibi sessizce yanımdan uzaklaştı. İşimi bitirdikten sonra işime geri döndüm. Birkaç masaya baktıktan sonra yoğunluk azalamaya başlamıştı. İlk defa sigara molasına çıkabilmiştim. Soğuk havayı içime çektiğimde, bir anlık başıma ağrı saplandı. Sigarayı tutmayan elimle alnımı sıvazlarken telefonumun melodisi kulağıma çarptı.
Defne, görüntülü arıyordu.
Aramayı yanıtladıktan sonra tek elimle beni görebileceği şekilde telefonu sabitledim. "Ne yapıyorsun güzelim?" diye sorduğunda kısaca işteyim dedim.
"Ha ben de Atalay'lasın diye, seni rahatsız etmek istemedim."
"Yok, Atalay gitti. Yani göreve çağırdılar." Sözlerimden sonra sessizlik hâkim oldu. Belki de şuanda ne hissettiğimi bildiği içindi bu sessizlik. Boğazını temizledikten sonra "Ne zaman dönecekmiş?" diye sordu.
Sigaramı dudaklarımın arasına aldıktan sonra derin bir nefesi içime çektim. Gözlerim gökyüzünde belirmiş olan aya çevirdim. Acaba şuanda ne yapıyordu? Peki, hisleri nasıldı? Onun durumu nasıldı? Kafamda o kadar deli soru vardı ki hiçbirinin cevabını duyamamak ise daha da delirmeme sebep oluyordu. Sigaramın dumanını dışarıya üfürdüğümde bakışlarım ekrana geri dönmüştü.
"2 ay dedi. Ama hayatın önümüze neler getireceğini bilemiyoruz." Dediğimde son dediklerim yüreğime ağır gelmişti. Gözlerimi sıkıca yumdum, kendi canımı kendim acıtıyordum. Bu gerçeklerin değiştiği ya da doğru olmadığı anlamına gelmiyordu. Ne kadar hatırlamak istemesem de öyle kolay değildi. Düşünceleri silip atmak ne zaman kolay olmuştu da şimdi kolay olacaktı.
"Kötü düşünmesen, sağ salim gelir inşallah."
Sağ salim bana gelsin istiyordum.
O kadar çok söylemek istediğim şey olsa da sadece "İnşallah." Demekle yetindim. Bendeki durgunluk canını sıkmış gibi "Her zaman kapım açık biliyorsun değil mi?" dedi. Biliyordum. Bu zamana kadar tek kapım oydu. Birbirimize muhtaçmışız biz bunu tam hastane koridorunda anlamıştım. O kadar doğru anlamışım ki hala bu sözümün arkasındaydım. Bütün hallerime şahitlik eden birisiydi. Yanında özgürdüm, kendim gibiydim. Ne sahte duygular ne de sahte hareketler vardı. Onun bir kardeş gibi hissettirdiği yüreği vardı, o yürek iyi ki vardı. Yoksa şimdi böyle güçlü duramazdım. O kaburgamdaki kırığı onarmış ve dik durmamı sağlamıştı. Yaralarımı sarmış, kanımın akmasına izin vermemişti.
Defne benim ailemdi. Annem, babam ve kardeşim.
Kendime gelerek "Bugün de o kapı bana açık olsun." Diye söylendim. O beni anladı, bu yüzden gülümsedi.
"Hiç kilitlemem."
"Kilitleme."
Yoksa dışarıda kalırım.
Telefonu kapattıktan sonra işime geri dönmüştüm. Dakikalarca hüzün dolu düşüncelerimden uzaklaşmış, bu sefer de bazı sinir bozucu insanlarla uğraşmıştım. Seni kölesiymiş gibi gören insanların bana karşı acımış gibi bakması. Garson olsam da bizim de bir kalbimiz vardı. Sanırım insanlar bunu unutuyordu. Bu senin görevin diyerek üste çıkıp aşağılamak gerekmezdi. Keşke duygudaşlık yapıp anlayabilseler. Ama keşke.
Son müşteriler de mekândan ayrıldığında temizliğe girişmiştik. Yorgunluğun ardından bunu yapmakta sinir bozucu oluyordu. Birkaç kişi hemen halletmiştik. Buseyle üzerimizi değiştirdikten sonra mekândan ayrılıyorduk ki Murat'ın sesiyle adımlarımız duraklamış bakışlarımız onu bulmuştu.
"Sizi bırakabilirim isterseniz."
Benim yerime Buse yanıtladı onu. "Teşekkürler Murat, gideceğimiz yer yakın. Yine de teşekkürler."
Gideceğimiz yer yakın olup olmadığını bilmiyorduk. Daha aramızda konuşmamıştık. Ama Murat'a böyle söylemek istemişti. Ben de onu bozmadım. Bir bildiği vardır diyerek pek takmadım. Zaten yalnız başıma olsam da kabul etmezdim. Murat uzatmayarak peki siz bilirsiniz diyerek yanımızdan ayrıldı. Yürümeye başladığımızda dudaklarımı araladım.
"Ne yemek istersin?"
"Uff kumpir iyi gider."
Canım çekmişti.
"Gitsin o zaman."
Buraya çok da uzak olmayan kumpirciye doğru yürümeye başladık. Bu sırada da sohbet ediyorduk. On dakika sonra mekânın içerisinde bir masaya oturmuştuk. Kumpirleri söylemiş ve önümüze gelmesiyle yemeye başladık. İçeceğimden bir yudum aldıktan sonra bakışlarımı ona kaldırdım.
"İlişkin nasıl gidiyor?"
Sesimle bana baktı. Peçete yardımıyla dudaklarını temizledikten sonra, kısık sesle boğazını temizledi. "Biz evleneceğiz."
Şaşkınlıkla gözlerimi belerttim. "Ne? Ne zaman?"
"İki ay sonra." Derken bile sesinde heyecan gözlerinde mutluluk vardı.
"Çok az kalmış, nasıl hissediyorsun?" diye sorduğumda peçeteyle elini temizlemiş, bütün dikkatini bana vermişti.
"Heyecanlı, hem de çok. Ama artık sevdiğim erkekle kavuşacağım için de mutluyum. Biliyorsun biz uzaktan görüşüyorduk. O kadar zor bir şey ki, her şeyiyle. Sevdiğin adamı uzaktan sevmek zorundasın, ona sarılamıyorsun. İstediğin zaman buluşup konuşamıyorsun. Tabi konu ciddiye binince ya burada bir süre kalmaya başladı, ya da sürekli gidip geldi. Bizim için zorlu bir süreç de olsa artık bunu atlatıyorduk."
"Peki, evlendikten sonra hala burada kalmaya devam mı edeceksin yoksa onun okuduğu şehirde mi yaşayacaksınız?"
"Burada kalacağız. Onun ailesiyle biraz sorun yaşıyorum. Yani daha doğrusu onlar sorun yaratıyor ben çilesini çekiyorum. Beni hiçbir zaman oğullarının yanına yakıştıramadılar, ilk başta ilişkimize onay vermediler. Şimdi onay verseler de beni sevmedikleri gerçeğini değiştirmiyor."
"Neden? Bir hata mı yaptın? Tabi bu söylediğime ben bile inanmıyorum ama yine de sormak istedim."
"Bir hata yapmadım. Ama böyle bir işte çalışmam, babamın hayatta olmaması onlar için hata demekmiş."
Babamın olmaması derken sesi titremişti. Yaramın deşildiğini hissettim. Aynı yerden yaralıydık. Öyle kırılgan birisiydi ki bu kıza bu gözle bakmaları moralimi bozmuştu. Ne düşüncesiz insanlar vardı.
"Sevdiğin erkek bunları bir hata olarak görmüyorsa, gerisini boş vermeye çalışmak lazım. Biliyorum boş vermek öyle söylendiği gibi kolay bir şey değil. Sabırlı olmak gerekiyor ki sen ilişkiniz boyunca deneyimlemişsindir."
"Gerçekten sabır konusunda başarılı bir insanım. Fakat beni bir gün kabul edecekler, hissediyorum. Belki de öyle olmasını istediğim için bu şekilde düşünüyorum."
"Sizin için umarım her şeyin en güzeli olur. Sen mutlu olmayı hak ediyorsun."
Söylediklerime karşılık gülümsedi. Kafası ne kadar karışık olsa da tebessüm etti. "İnşallah." Dedikten sonra yemeğimize kaldığımız yerden devam ettik. Aç karnımı doyurmak öyle güzel hissettiriyordu ki bir de üzerine soğuk bir şeyler içmek. İş yerinde fazla bunalıyordum, öyle bir ortamdı çünkü. İnsan bazen hava alma ihtiyacı hissetmiyor değildi. Karnımızı doyurduktan sonra buraya yakın olan taksi durağına yürümeye başladık. Boşu boşuna çağırmayalım hem de yemek sonrası biraz daha yürümüş olalım diye karar kıldık.
Aklıma gelen şeyle gülerek Buseye dönmüştüm ki kuvvetli bir el beni çekiştirdi. Canımın acısı anında baş gösterdiğinde ne olduğunu anlayamayarak arkama dönmeme gerek kalmadan karşıma geçen adam, nefes alıverişlerimin hızlanmasına sebep oldu. Restoranda ban sarkıntılık eden adamdı, onu dövmüştüm. Fakat o karşımda duruyordu. Yüzündeki sırıtış midemin bulanmasına sebep olurken, ona daha fazla bakmam izin verilmeden kim olduğunu bilmediğim bir adam ona kafa atarak yere düşmesini sağladı. Busenin ağzından çıkan nidalar benim korku dolu nefes alışverişlerime karışıyordu. Farkında olmadan kalbimin üzerine giden elimle öylece kaldım.
Bu adam kimdi?
SON
hopp
Olaylar olaylar
Atalay yine göreve gitti.
Bölümü nasıl buldunuz?
Sizce bu adam kim?
Buseyi seviyor musunuz?
Bu bölüm en beğendiğiniz kısım?
Sonraki bölümde görüşmek üzere...
|
0% |