@redbook
|
Yanaklarımdan bir damla yaş süzülüp dudaklarımı ıslattığında arkamdan gelen Sergen'e baktım. "Ne konuşuyor onlar?" Sergen ilerlemem için sırtıma dokundu. "Yok öyle bir şey," dedi. Sesi sert çıkmıştı. "Sana inanmıyorum," dedim kaşlarımı çatarak. "İmkânı yok, Talia. O gerzeklere bakma sen." Yanaklarımı elimin tersiyle sildiğim sırada Sergen, odanın kapısını açıyordu. İçeri girdiğimde delirmek üzereydim; ne dönüyorsa benim alakamın dahi olmaması gerekiyordu. "Talia, deli gibi odanın içinde dönmeyi kes! Sana yok öyle bir şey diyorum!" Sergen'in dedikleri umurumda değildi. "Kim o adam? Nasıl böyle iğrenç konuşabiliyorlar?" dedim, ne olduğunu anlamak isteyerek. "Piperların varisi." Kolivarda sözü geçen iki aile vardı: Viscontiler ve Piperlar. "Sergen," dedim, gözlerini kaldırıp bana baktı. "Bu adamlar ne karar verirse o olur, sen de benim kadar biliyorsun bunu." Kafasını sallayıp ayağa kalktı. "Viscontilerin kararı her zaman daha üstündür." Aybars içeri girdiğinde, Sergen de çıkmıştı. Üstüne doğru yürüdüm. "Hayatta olamaz böyle bir şey! Bunu kabul edeceğimi sakın düşünme." Ben bu kadar öfkeliyken o, tek kelime etmeden karşımda duruyordu. "Talia," ismim dudaklarından döküldü, kıymık gibi batıyordu canıma. "Senin bunlarla bir alakan yok. Gelmemen gereken bir zamanda geldin." Pencereye doğru gittim. "Vera. Vera'dan bahsetti. Onun da bunlara dahil olmadığını düşünmüştüm." Derin bir nefes alıp Aybars’a döndüm. "Aybars, bana ne döndüğünü anlatacak mısın artık?" Kapıyı açıp, "Aşağı inelim, Aron’la konuştuktan sonra sana detaylandıracağım," dedi. Açtığı kapıdan çıkıp önden aşağı indim. Arkamdan gelirken belime dokunup yönümü değiştirdi. Kış bahçesi tarzı bir yere geçtiğimizde Vera, parende atıyordu. Aron, kafasını koltuğa yaslamış, burnunda koca bir buz torbasıyla oturuyordu. Katerina da onun burnuna bakmaya çalışıyordu. Vera, Aybars’ı gördüğü an "Abi," dedi yanımıza gelip. O, Aybars’ın yanında dururken ben sandalyelerden birini çekip oturdum. "Vera, sakin olur musun biraz?" Vera kafasını sallayıp, "Sakin mi olayım? Enzo buraya gelip senin nişanlınla benim için yazı tura atmayı teklif etti! Bence sen fazla sakinsin. O küstah nasıl böyle bir teklifle gelebiliyor bize?" Oda duymuştu. Aron, suratındaki buzu çekip kafasını kaldırdı. "Siktir... Talia’yı nerede görmüş?" Odadaki herkes ona dönerken o, kafasını yatırıp buzu burnuna geri koydu. Aybars, onun oturduğu koltuğa yaklaşıtı, "Aron, ne halt yedin de bu herif evimize kadar gelip bize teklifte bulunuyor?" Aron, burnundaki buz torbasını Katerina’nın kucağına bırakıp doğruldu. Dudaklarını araladı, sonra geri kapattı. "Diego’yu öldürüyordum." Katerina hızla yanından kalkarken, Vera ve Aybars oldukları yere çivilenmişlerdi. Bense Aron’a bakıyordum; birini öldürdüğünü nasıl bu kadar rahat söyleyebiliyordu? Fazla soğukkanlıydı. "Öldü mü?" dedi Aybars, Aron’un biraz yakınına oturup dirseklerini bacaklarına yaslamıştı. Kafasını salladı Aron. "Ölmedi ama ölecekti." Aybars, dehşet verici bakışlarını Aron’a yöneltti. "Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin? Neden bir başkası değil de Diego?" Vera, duvara yaslanıp, "Geçmiş kendini tekrarlar," dediğinde tüylerim ürpermişti. Ne olacaktı şimdi? Ben değilsem bile Vera, Enzo'yla mı olacaktı? Ah, hayır! Böyle bir şeyin mümkünatı yoktu. Olmaması gerekirdi. "Nasıl oldu bu?" "Diego hain," dedi Aron. Aybars’ın yüzünde delirmişçesine bir gülüş vardı. "Hiç önünü arkasını araştırmadan adamı öldürdün sende yani?" "Ölmedi, ölecekti." "Yapma ya, bir de ölseymiş!" Kafasını sallayıp gergin bir şekilde kalktı. "Ne fark eder? Herifi öldürüyormuşsun, Aron." "Bu ne demek biliyor musun?" "Piperlar, savaş açtığımızı düşünüyorlar," dedi Vera. Aybars onu başıyla onaylayıp, masanın üzerindeki viski bardağına viski koydu, bir sandalye çekip çaprazıma oturdu. "Onun hain olduğuna nasıl karar verdin?" Aron, gömleğinin düğmelerini açarken, "Ana binadaydım. Diego da oradaydı. Uyuşturucu işi yapıyordu, Kolivar’ın üstüne kalacaktı." Aybars, bardaktaki viskiyi anında bitirip yenisini koydu. "Sonra?" "Onun yediği bokları öğrenince bağırıp çağırdım, birbirimize girdik. Diego'nun silahı vardı… Onu kendi silahıyla vurdum." Hepimiz sessizdik. Aybars bir şeyler düşünüyor gibi duruyordu, Aron gömleğini çıkarmış, burnuna bastırıyordu gömleği. Aybars sessizliği bozup, "Aron, sana tek bir soru soracağım," dedi. Sesi keskindi. "Tek bir soru, Aybars. Sor hadi." "Daha fazlası var, uyuşturucudan fazlası, değil mi?" Aron’un dağınık ruh hali birden toparlanmış, gözleri koyulaşmıştı. Bana bakıp, "Burada olmaz," dedi. Aybars hiç istifini bozmadı. "Anlat, Aron." "Neyi anlatayım? Diego'nun örgütteki herkesin kafasını uçurma fantezisini mi?" Aybars, elindeki bardağı sertçe masaya çarparken, "Açık açık anlatacak mısın yoksa kırmadığım burnunu kırayım mı?" Aron derin bir nefes aldı. "peki öyle olsun. Kolivar'ı bitirecekler." Vera, kollarını birbirine bağladı, "Bu imkânsız, farkındasındır umarım. Örgütte devlet adamları var; her ülkeden çeşit çeşit insan varken bu dediğinin imkânı bile yok." Vera mantıklı konuşuyordu. Yıllardır var olan bir örgüt vardı ortada ve bu örgüte kimse karşı çıkmamıştı. Öyle ki bazı yüksek mevkilerdeki insanlar örgütün varlığından haberdar olsalar da göz yumuyorlardı. "Yanılıyorsun, Vera. Başka bir örgüt var. Ana binadaki adamlarımız giderse o çeşit çeşit insan da Getra'ya gider." Aybars tek kaşını kaldırdı. "Getra?" dedi, daha önce duymamış gibi. "Diego, Getra'nın köstebeği. Getra da Kolivar'ın yerini almak isteyen örgüt. Piperlar, Kolivar'ın başına geçmeyeceğini anlayınca baştan başlamaya karar vermişler, anlaşmışlar." "Getra'nın başında kim var?" Aron omuz silkip ayağa kalktı. "Tek bir soru soracaktın," dedi, kış bahçesinin sürgülü cam kapısını açarken. Vera, koltuğa oturup, "Bu evlilik işi ne peki?" diye sordu. Kimse ona cevap vermemişti, belki de bu sorunun cevabını bilmediklerindendi. Hiçbir şey anlamamıştım. Enzo ve Diego kardeşti. Aron, Diego’yu vurduğu için saklanıyordu. Aynı zamanda Diego, Kolivar’ı batırmak isteyen bir örgüte çalışıyordu. Kafama takılan birçok soru vardı. İlki de Diego'nun Getra’ya çalıştığını Enzo biliyor muydu ya da diğer aile üyeleri? Bu iş cidden boktandı Soruma cevap alamayacağımı düşünsem de dudaklarımı araladım. "Diego'nun Getra için çalıştığını Piperlar biliyor mu?" Aron, sürgülü kapıya yaslanmış sigarasını içerken bana döndü. "Hayır, sadece o. Enzo bilseydi buraya gelip Vera’yla evlenmek istemezdi." Dudaklarına geri sigarasını götürecekken durdu. "Sen neden bunu merak ediyorsun?" Aybars’a baktığım sırada, "Ona bakma, bana bak," dedi uyarıcı şekilde. "Anlaşılan Aybars sana fazla yumuşak davranıyor." Kaşlarımı çattığım sırada sigarasını bana doğru salladı. "Haldun’dan ne haber? Örgüt üyeleri kafayı kırdığını düşünüyordu en son." "Fareye ihtiyacı yok onun. Kızı fare kadar korkak, boynuna dayanan ilk silahda bayılacaksan eğer, bu iş inceldiği yerden kopar, Tali'cik." Silah dediği anda Aybars, elindeki viski bardağını onun olduğu tarafa fırlattı. Sert bardak, mermerde iki parçaya bölünürken, "Ne silahından bahsediyorsun sen?" dedi. Ona silahtan bahsetmemiştim. Göğüs kafesimden yavaşça şah damarıma gelen namlunun konusunu bile açmamıştım. "Tali, ona anlatmadın mı?" Yüzü bu haldeyken nasıl alay edebiliyordu anlamıyordum. Anlatmak istemiyordum, çünkü o gün olanlar sisli bir şekilde zihnimde duruyordu. Aron, dudaklarından ayırdığı sigarasını mermer zemine atıp ellerini cebine koydu. "Nişanlın dizini kasıklarıma geçirince ben de boğazına silah dayadım ama hakkını yememek gerek, Tali, çok hızlı koşuyorsun." Aybars bana dehşet verici şekilde bakarken ben çatık kaşlarla Aron’a bakıyordum. Aybars’ın bakışlarına aldırmadan sinsice güldüm. "Nasıl bir cevap istersin?" dedim dalga geçer gibi. "Aybars’ın çok ateşli olduğunu falan mı söyleyeyim, yoksa Fransız edebiyatı mı yapayım? Sorun çok saçma. Bir sebebi yok, olmak zorunda da değil." Vera bıyık altından gülerek, "Ateşli kısmı bir sebep olabilir aslında," dedi. Alt dudağımı ısırıp güldüm. "Olabilir." Aron’un dudakları düz bir çizgi haline gelirken Aybars tepkisizce bana bakıyordu. Oturduğu yerden kalkıp kapıya doğru yürüdü. Aron da onun arkasından gidiyordu. Odadan çıktıklarında üçümüz kalmıştık: Katerina, Vera ve ben. Deniz, Talia. Vera, Aybars’ın oturduğu sandalyeye oturup ansızın bana, “Sonay nasıl?” diye sordu. Kaşlarımı çattım. Ona neydi Sonay’dan, neden onun nasıl olduğunu bana soruyordu? “Sonay’ı tanıyor musun?” Katerina’nın ufak kahkahasını duyunca ona döndüm. “Vera ve Sonay birliktelerdi, uzun zaman oldu.” Dudaklarım aralandı, şaşırmıştım. Sonay’ın hayatında birinin olduğunu hiç görmemiştim, Vera ile olması da apayrı bir konuydu. “Hiç bahsetmedi,” dedim Vera’ya dönüp. Elini sallayıp, “Hiç şaşırmadım, o öyle bir adamdır,” dedi. Sonay’ın aşk hayatını öğrenmek, bugün en son düşüneceğim şeydi. “Araştırma merkezinde olanları duyduk.” “Farklı bir tanışma olmuş,” Aybars’ın haftalar öncesinde dedikleri aklıma geldi: ‘O gün merkezde olanlar kulaklarına gitmiştir.’ Haklıydı. Kulaklarına çoktan gitmişti. Muhtemelen benim babamı öldürmek istediğimi de biliyorlardı. İçeri Sergen girdi geçen gün yerimi bilmemi söylediğinden beri onunla konuşmuyordum. Sanırım biraz alınmıştım. Hayır, Talia, çok alındın. Gözlerimi yerdeki camlardan kaldırıp Sergen’e baktım. Koltuğa oturup telefonunu çıkardı. Gıcık Sergen. Derin bir nefes aldım, sıkılmıştım. Kafamda zibilyon tane soru işareti vardı ve zihnim daha da karanlık bir hâl alıyordu. “Alooo, duyuyor musun sen beni?” Daldığım yerden gözlerimi ayırıp Sergen’e baktım. “Aybars’ın işi uzar, seni evine bırakayım mı?” Kafamı hayır anlamında salladım. Yarın cumartesiydi, vaktim vardı ve Sergen’le uzun bir yola çıkmak istemiyordum. “Keyfin bilir, konuşmuyoruz sanırım,” dedi elindeki telefonu cebine koyarken. “Neden konuşalım? Ben senin arkadaşın değilim, yerimi biliyorum işte.” Ciddi misin der gibi baktı bana. “Favori arkadaşın olacağımı söyleyen sendin.” Vera gülerek, “Sergen, sen herkesin favorisisin,” dedi. Omuz silktim. “Beni favorim değil.” Sergen, “Çok alıngansın, Talia,” deyip oturduğu yerden kalkıp kış bahçesinden çıktı. O çıktıktan birkaç dakika sonra ben de çıkıp Aybars’ın odasına gittim. Oda boştu. Yatağa oturup tavandaki resme baktım. Müze gibi bir yerdi burası. Pelda’yı getirsem kesinlikle her yerde fotoğraf çekerdi. Ona estetik gelen, ama benim gözümde hiçbir şeye benzemeyen şeylerin fotoğrafını çekmeye bayılırdı. Onu düşünmek gülümsetmişti. Yalnızca normal bir hayat istiyordum; örgütlerin, uyuşturucuların, keçileri kaçıran bilim adamlarının olmadığı bir hayat. Ama ellerimde yalnızca bunlar vardı ve durum gittikçe kafa karıştıran bir hâl alıyordu. Kapı açılınca kimin geldiğini anlamak için kafamı kaldırdım. Aybars’tı. Benim gibi yatağa uzanıp kafasını bana çevirdi. “Şimdi ne olacak?” dedim. “Hiçbir şey.” Hiçbir şey ha? Hiçbir şey, birçok şeydi. Benim anlamadığım, bağlantılarını bir türlü kavrayamadığım şeylerin cevabı hiçbir şeydi, belki de birçok şeydi. Aşağıda olanları bir çırpıda sindirebilecek bir insan değildim, sindiremiyordum ve sürekli bunu Aybars’ın suratına kusmak istiyordum. Cevaplarını bilmediğim sorular beni çıkmaza sürüklüyordu. Bu saçmalığı çözmemek beni sinir ediyordu. Ama bana neydi ki? Beni ilgilendirmezdi. Ben sadece kendimi kurtarmak için buradaydım. Beni ilgilendirmezdi. Düşünme, Talia. Unut bunu. Dudaklarımı birbirine bastırdım. “Sanırım bizim için yolun sonu bu,” diye mırıldandım. Aptal sevgisiz kalbim, bu adamın sesine dayanamıyordu. ‘Git’ dese gidecek, ‘Kal’ dese kalacaktım. Neden onun dediklerini yapıyor, söylediklerini dinliyordum? Anneme öfkelendim. Haldun bir baba olduğunu hiç hissettirmemişti, ama Azelya... Annemin varlığını da, sevgisini de hissediyordum. O sevgi sadece Azelya istediğinde ortaya çıksa da, benim içimde koca bir boşluk hâline gelmişti. Belki beni biraz sevseydi, Aybars'a bu kadar çabuk bağlanmazdım, ağzından çıkan her kelimeye bu kadar çabuk kanmazdım. Bir kere o sevgiyi hissettin mi ona bağımlı olursun, sonra vazgeçemezsin. Vazgeçmedikçe o seni yiyip bitirir, küf gibi yayılır etrafa. Kafamı kaldırıp, “Kalmamı ister misin ki?” dedim. İçimde fırtınalar kopacaktı birazdan. Yaşananlardan sonra “Git” dese, bir saniye daha durmaz, kendi yoluma giderdim. Kafasını kaldırdığında yüzlerimizin arasında hiç mesafe yoktu.“Git dememi bekliyorsundur umarım.” “Hiç şansımız yoksa bile şans yaratırız. Gitmeni istemiyorum, Talia, benim kal,” dedi. Eli yanağımdayken umursamadan doğruldum. Yanağımdaki eli yatağa düşmüştü. “Yanında kalıyorsam ne döndüğünü açıklayacak mısın? Çünkü düşünmekten kafayı yemek üzereyim.” Gözlerini kapayıp kafasını yatağa attı. “En baştan anlatıyorum, Talia.” “Dinliyorum, Aybars.” “Diego, bu işin küçük bir parçası. Sen onu ön planda görsen de asıl olay Getra.” Doğruydu. Ben sürekli Diego ve Piper ailesinin ön planda olduğunu, Getra'nın arka planda olduğunu düşünüyordum. “Getra, Kolivar'ı düşürmek, üyelerini ve sahip olduklarını almaya çalışıyor. Diego’nun buradaki olayı, hırsı yüzünden başa geçme isteği. Getra’nın başına geçeceğini düşünüyor olmalı. Enzo’nun buraya gelmesi de kana kan, cana can misali.” “Bölüyorum ama, kana kan, cana can diyorlarsa niye Aron’u öldürmeyip Vera’yla istiyor?” Aybars’ın dudakları kıvrıldı. “Aron’un burada olduğunu bilmiyorlar, üstelik Diego ölmedi,” deyince kafamı salladım. “Peki biz bu işin içine, sen örgütün başına geçme diye girmedik mi?”Gözlerini açıp bana baktı. “Doğru, ama Anthony şu anlık örgütün başında. Diego uyanana kadar Getra’nın başındaki herifi bulacağız. Diego uyandığında örgütten men edilip hafızası silinecek, Aron da başa geçecek.” Gözlerimi şokla açtım. “Hafızası mı silinecek?” dedim. Böyle saçma sapan şeyler olduğunu biliyordum, ellerinde bir sürü abuk sabuk alet vardı. Bizzat öz babam bu saçmalıkların bazılarını kendi yapmıştı, ama bu hafıza silme olayının bir dedikodudan ibaret olduğunu sanıyordum. Değilmiş. “Evet, hafızası silinecek,” diye beni onayladı. “Plan bu yani. Böyle söyleyince çok kolay gibi geliyor, ama başımıza iş açacağından şüphem yok.” “Ufak pürüzler elbet çıkar, ama evet, plan bu. Her şey kolaydır, sadece yapmadan önce zor gelir insana.” “Peki, beni bu saçmalıklardan uzak tut. Özellikle de Enzo’yu. Aşağıda dedikleri için bağırıp çağıracaktım sana, hiç hâlim yok daha sonraya erteliyorum,” suratımı buruşturdum. Enzo’nun dediklerini asla sindiremeyecektim muhtemelen. Ayaklarımdaki topukluları çıkarıp yatağa uzandım. “En sevdiğin renk ne?” diye sordum, kafamdaki bu sinsi düşünceleri bastırsın diye. “Seninki ne?” “Bildiğim yerden soruyorsun. Bordo,” dedim, ellerimi görmesi için ona uzatırken. “Ojelerimde bordo, bak.” “Talia, hiç en sevdiğim rengi düşünmedim. Sen bilmediğim yerden soruyorsun.” Derin bir nefes alıdım, “Senin bildiğin şeyleri muhtemelen ben bilmiyorumdur. Üstelik en sevdiğin rengi biliyorsun, düşün biraz,” Bunu derken kafamda farklı bir soru ışık yaktı. “Boş ver en sevdiğin rengi. Ben seni tam dört defa gördüm. Sen kaç defa gördün?” “Altı defa, İlki kesinlikle senin topukladığın gündü,” dedi. Gözlerimi devirdim. “Sen kim bilir ne yapıyordun o gün. Ben topuklamışsam ne olmuş?” “Yılbaşı gecesi var bir de. Bana çarptıktan sonra kim olduğunu anladım. Talia, ben o gün arkandan koştum. Girdiğin sokağa defalarca baktım, ama yoktun.” Elimi dudaklarıma bastırdım, gülmemek için. “Aybars, ben o sokağa girip arabaya bindim. Boşuna ayazın ortasında dolanıp durmuşsun.” Yataktan kalkıp komodinin çekmecesini açtı. “O sokagın her bi köşesini ezberledim tekrar seni görürüm diye, meğer yanlış yerde arıyormuşum seni burnumun ucundaymışsın.” Çekmeceden bir zarf aldı. Elindeki zarfı açıp birkaç fotoğraf çıkarıp bana verdi. Doğrulup elimdeki, arkası dönük fotoğrafı çevirdim. Kırmızı kabanım, elimde poşetlerin olduğu bir fotoğraf vardı. Bahsettiğimiz sokaktaydım. Saçlarım yüzümü kapattığından yüzüm görünmüyordu, ama benim olduğum anlaşılıyordu. Gözlerimi fotoğraflardan çekip Aybars’a baktım. “Beni hiç fark etmedin sanıyordum. Hiç aramadığını...” Kafasını hayır anlamında salladı. “Hayır, aramadım. Seni Kafamda uydurduğumu düşündüğüm için bunları buldum, gerçek olduğuna, benim hayal ürünü olmadığını kendime kanıtlamak için.” Dudaklarımı birbirine bastırdım. “Hayal olamayacak kadar gerçeğim, Aybars.” “Seni aramamı ister miydin, Talia?” Belki de istiyordum. Belki o gün orada karşılaşmasaydık daha güzel olabilirdi her şey. “Bilmiyorum. Birbirimizi çok erken gördük ama çok geç bulduk.” “Böyle olması gerekiyordu belki. Eğer seninle normal tanışsaydık, aramızda yalanlar olurdu.” “Sanki şu an yok o yalanlar. Bana bir şeyler anlat diye kırk takla atıyorum. Sürekli insanlara yalan söylüyorum.” Özellikle Pelda'ya sürekli yalan söylemekten çok sıkılmıştım. “Sana hiç yalan söylemedim, söylemem de.” “Doğru, çünkü bana hiçbir şey söylemiyorsun, Aybars.” Bıkkın bir nefes verip yataktan kalktı. “Bilmen gereken her şeyi biliyorsun, gerisi canını yakar.” “Yalanlar yeterince canımı yakıyor. Biraz da doğrular canımı yaksa keşke.” Doğru olduğunu bildiğim her şeyin ardından kör sağır canım yansa bile gitmeye hazırdım. Korktuğum tek şey, o doğru bildiklerimin yalandan ibaret olmasıydı. Ağzını açıp da bir şey demedi. Kol düğmelerini çıkarıyordu. “Sergen’e söyler misin, beni eve bıraksın? Burada kalmak istemiyorum.” Düğmeleri çıkarıp komodine koydu. Her iki düğmede de yusufçuk vardı. “Sen neden söylemiyorsun? İyi anlaştığınızı sanıyordum.” Yatağa yatıp yastıklardan birine kafamı koydum ama yastıklar o kadar süslüydü ki, dokusu hoşuma gitmemişti. “Söyleyecek misin, yoksa ben uyuyacağım?” Saatlerin nasıl geçtiğini bile anlamamıştım. Hava morumsu pembemsiydi, güzel gözüküyordu, ama birazdan güneş batacak, yerini ay alacaktı. “Yazıyorum şimdi,” dedi telefonunu alırken. Bu yatakta daha önce yatılmadığı çok aşikârdı; o kadar rahatsız ediciydi ki bütün o ıvır zıvırlı yastıkları atmak istiyordum. Kalkıp bıraktığım kabanımı giyip, cebimdeki eldivenlerimi de elime geçirmeye çalışırken Sergen kapıyı çalmadan odaya girip kapıyı kapattı. Aybars’ın yanına gidip İtalyanca, “Ne yapacaksınız? Aron'la konuştunuz mu?” dedi. Benim yanımda İtalyanca konuşup hiçbir şey anlamadığımı sanmaları komiğime gidiyordu. Eldiveni sonunda elime geçirip ellerimi cebime koydum onları bozmamak için. Ben İtalyanca konuşarak, “Hadi gidelim,” dedim. Sergen’in suratındaki ifade değişse de Aybars şaşırmamıştı. “Madem İtalyanca biliyordun, ne diye söylemiyorsun?” “Maksat sana gıcıklık olsun, başka bir dil bulun kendinize.” “Hangisini bilmiyorsan söyle, uğraştırma beni de.” “Öyle olmaz sergen, kendin bul.” Aybars, “Uzatma,” der gibi Sergen’in omzuna dokundu. “Anlaşılan Haldun, Talia’ya sadece satranç öğretmemiş,” Kaşlarımı çattım. Onunla daha önce hiç satranç oynamamıştım. Sergen dese buna bu kadar şaşırmazdım. Gerçi buna da şaşırmamam lazımdı, Sergen ötmüş olmalıydı. “Haldun öğretmedi. İtalyanlar çok iyi kumar oynuyor.” Bu sefer o kaşlarını çattı. “Gediz denen o lavuk Las Vegaslı değil miydi?” Yanağımın içini ısırdım. Gediz’in ani gelişi onun canını sıkmıştı, ama ona neydi? “Ha, yani birden fazla adam var.” Ne demek istiyordu? Bu adamların hiçbiriyle yüz göz olmamıştım. Ufak oyunlar ve karşılıklarıydı sadece. Sessizlik ikimizin arasında top gibi sekti. Ben kapıya yöneldim. Odadan çıkıp koridorda ilerlerken arkamızdan geliyordu. ‘Birden fazla adam var’ derken ne demek istemişti? Aramızda bir şey vardı, bundan emindim artık. Ne olduğunu tam olarak kavrayamasam da vardı. Kıskanç bir adam olduğunu hiç sanmıyordum. Olmazdı, öyle durmuyordu. Tavırları, davranışları kesinlikle kıskanç biri değildi. Kapıya yaklaştığımızda “O telefonu sessize alma” diye söylendiğini duydum. Omzumun üstünden ona baktım. “Ulaşılmak istemiyorsam, ulaşmaya çalışma.” Arabaya binip kemerimi taktım, arka tarafta oturmuştum. “Talia, ciddi misin yoksa oyun mu yapıyorsun?” Kafamı cama yaslayıp, “Ne konuda?” dedim. “Ne konuda olabilir? Yerini bilmen gerektiğini söyledim diye bu kadar alınmış olamazsın.” “Olabilirim,” dedim. Derin bir nefes alıp, “Özür dilemeyeceğim,” dedi. Dilemesin de zaten. O, Aybars'ın arkadaşıydı, her ne kadar arkadaş gibi olmasalar da bence öyleydiler. Hatta Tolga’dan bile daha çok kardeş gibiydiler. Aybars, ‘canını ver bana’ dese, Sergen sanki verebilecek gibi duruyordu. Sergen'le konuşmama yeminimi bozarak, “Nerede tanıştınız siz?” dedim. Dikiz aynasından bana baktı. “Uzun hikâye, ama şunu bil, Talia, benim Aybars’a can borcum var. Onun düşmanı benim düşmanımdır. Sen ya da başka birisi burnunu sokmaması gereken bir şey olduğunda kalp kırmaktan çekinmem.” “Ben de zaten Aybars’ı öldürme planları yapıyorum biliyor musun? Ne yapsam da ‘hık’ diye gitse acaba, diye düşünüyordum. Bunu demen iyi oldu.” “Dalga mı geçiyorsun?” “Evet, dalga geçiyorum. Ben neden Aybars’ın kötülüğünü isteyeyim? Bunu düşünmeni ne sebep oldu?” Ne sebep olmuştu gerçekten? Tamam, o günün normal olmadığını kabul ediyordum. Aron’un beni gırtlaklaması, bana kumar oynamayı öğreten suç makinası arkadaşımın çalıştığım hastanede başhekim olması. Bunlar garipti kabul ediyordum. Ama bunların hiçbiri bana ‘Yerini bil’ demesini gerektirmiyordu. Gerçi, ben de ona pek hoş davranmamıştım. Susuyordu. Verecek bir cevabı yoktu muhtemelen. “Ne can borcu bu?” Her zamanki gibi merak etmiştim. Birinin birine can borcu neden olurdu? “Bunları sana anlatmak için çok erken. Birbirimizi tanımıyoruz bile.” “Ne kadar bilmek istesem de katılıyorum. Birbirimizi tanımıyoruz. Aybars için sana daha ne kadar katlana bilirim, inan bilmiyorum.” Dudaklarında belirgin bir gülümseme vardı. Sen öyle san, Sergen’cik. Sürekli silahın var mı ya da beni öldürme niyetinin olup olmadığını sormamın altında yatan, aslında onun birini öldürüp öldürmeyeceğini merak etmemdi. Haldun, korumalarının tek hoşuna gitmeyen davranışında hiç acımaz, bir saniye daha durmaz, silahını ateşlerdi. Sergen'le Aybars’ın da öyle olup olmadığını merak ediyordum. Cebimdeki titremeyle telefonu çıkarıp ekrana baktım. Zaten beni kim arayabilirdi ki? Başka Pelda’ydı tabii ki. Daha sabah birlikteydik, ne için arıyordu? “Alo?” Arkadan hışırdama sesleri geliyordu. “Alooo?” Pelda’nın çığlıkları kulaklarıma dolarken, bardak sesleri duydum, yani bardak olduğunu düşündüğüm cam sesleri. “Ne oldu, Pelda?” “Hadi kalk bana gel, hatta o muşmula suratlı nişanlını da getir.” Aybars’a muşmula mı demişti o? “Gelemem,” dediğim an yükselen bağırış sesi kulaklarımı sağır edecekti. “Hayır! Geleceksin! Sabahtan beri mutfaktayım, yemek yaptım size. Mecbursun, yoksa yemin olsun seni vurdururum!” “Pelda, Aybars’ın ailesinin evindeydik. Şimdi Sergen’le dönüyorum, ama yol çok uzun, anlatmıştım sana...” “Sergen’i al gel o zaman! Hadi Talia, kırma beni, gerçekten çok uğraştım.” Derin bir nefes aldım. Çünkü ona ‘hayır’ dersem nasıl üzüleceğini tahmin edebiliyordum. “Peki, tamam ama biraz geç kalabiliriz.” Sesine heyecan ve sevinç gelmişti, kulaklarımı sağır etmeye yemin etmişçesine bağırarak, “Tamam, bekliyorum,” dedi. “Sergen, sana attığım konuma gidiyoruz.” Telefonundan konumu açıp, “Nere burası?” dedi. Kafamı iki koltuğun arasına koydum, “Aileleri sever misin?” Bana garip bir bakış atıp, “Başka bir ailen yoksa eğer, Haldun Bey’i sevdiğim pek söylenemez,” dedi. Gözlerimi devirdim. “Salak, Pelda’nın evine yemeğe gidiyoruz.” Tekrar o garip bakışıyla bana baktı. “Aile ne alaka o zaman?” “Pelda ailesiyle yaşıyor.” “Ben ne alaka o zaman?” Yanaklarımı şişirip ofladım. “Sen de geliyorsun çünkü.” “Benim ne işim var orada?” “Onu da Pelda’ya sorarsın. ‘Sergen’i de al gel’ dedi.” Sonra gülerek, “Sergen, taş gibi köfte sever misin? Ama böyle baya kaya gibi sert.” “Sever miyim sence?” “Seversin, sever,” dedim. Bu akşam yiyeceğimiz yemeklerin rezaletliğini tahmin edebiliyordum. Eğer annesi el atmadıysa, aç kalacağımıza emindim. Eve yaklaştığımızda bir kutu baklava almıştım. Kapıyı çaldığımda, Pelda’nın Betül’e bağırdığını işitebiliyordum Hata. Ben açacağım, sakın açma, diyordu. Sergen halinden hiç memnun değildi. Koluna vurup, “Off, çok kasma ya, en fazla ikimizin de topuğuna sıkar babası.” “Ne topuğa sıkması? Ne diyorsun Talia, ya? Getirdiğin yere bak beni!” Pelda’nın babasının nasıl biri olduğundan haberi yoktu zavallının, nasılsa birazdan öğrenecekti. Pelda kapıyı açtığında, yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. “Hoş geldiniz,” dedi, elimdeki poşeti alıp, “Keşke almasaydın, ben zaten baklava yapmıştım, hem de Antep fıstıklı.” “Hoş bulduk. Pelda, fare zehri katmadın değil mi yemeklere?” İçeri geçip kabanımı astım. Yemek odasına geçtikten sonra, yemek masasının başında oturan Ceyhun Bey’e başımla selam verdim. Elinde sürahiyle gelen Esra Abla’nın elinden sürahiyi alıp, “Yemekleri sen yapmadın değil mi, Esra Abla?” dedim. Esra Abla gülerek, “Dua et, zehirlenmeden kalkalım şu sofradan,” dedi. Sürahiyi masaya koyup oturdum, Sergen de yanıma oturmuştu. Karşımdaki Yalkın, beni fark etmemişti bile. Telefonundan birine hızlı hızlı mesaj atıyordu. Telefonu kapatıp masaya bıraktığında önce Sergen’e, sonra bana baktı. “Kim bu?” dedi, gözleriyle Sergen’i işaret ederek. “Arkadaşım.” “Nişanlın sandım. Şu Aybars denen elemanı bir türlü göremedim. Zaten Pelda diyor ki, muşmulaya benziyormuş, ya da fena gıcık olmuş bizim kız.” Kafamı masaya vurmak istiyordum. “Sus Yalkın,” dedim, suyumdan bir yudum alırken. “Bok gibi parası varmış ama.” Bu sefer Ceyhun Bey kaşlarını çatarak ona baktı. “Kovacağım seni bu evden, ha! Az edepli konuşamıyorsun çocuğum, sen kaç sene oldu, öğrenemedin hâlâ?” Bu sitem dolu sözlerden sonra Yalkın susmuştu. Sergen elini karşımda oturan Yalkın’a uzatınca, Yalkın hiç beklemeden elini sıktı. “Yalkın, ben Talia’nın arkadaşıyım, senden hiç bahsetmedi bize.” “Sergen bende. Talia’nın arkadaşı değilim, Aybars’ın ortağıyım.” Yalkın’ın mosmor olmuş suratını görebiliyordum. Elini çekip masanın altından ayağıma vurdu. “Ne vuruyorsun ya? Ben mi dedim abuk subuk koş diye?” “Söyleyemiyor musun, nişanlımın arkadaşı diye?” Kaşlarını çatmış, mosmor bir şekilde bana bakıyordu. “Aman, çok takılma, yabancı değil Sergen, bunlara. Ceyhun Amca, senin bu kızın nişanlıma köpek muamelesi yapıyor, uyar şunu bi!” Adamcağız kafasını ağırca sallayıp, “Tatlı aldın mı sen, bu it oğlu it almamış,” dedi. Kafamı sallayıp, “Aldım, aldım,” dedim. Sergene bakıp, “Sen ne iş yapıyorsun?” dedi Ceyhun Amca. Ben tam söyleyecekken, Sergen söylemeye başlamıştı bile. “Yönetim Kurulu Başkan Vekiliyim. Aybars olmadığında holdingle ben ilgileniyorum.” Bunun doğrusu, ‘Holdingle hep ben ilgileniyorum,’ olacaktı. Kafamı Sergen’e çevirip fısıldayarak, “Aybars ne zaman holdingle ilgileniyor acaba? Sergen, tuvalete falan gittiğinde mi? Hayır, çünkü ben genelde onu ailesinin sorunlarıyla ilgilenirken görüyorum da.” “Kendin sor, tuvaletimi ilgileniyorsun diye.” Pelda içeri, elinde salata tabaklarıyla gelip salatayı ortaya koyup geri çıktıktan sonra, Yalkın fısıldayarak, “Ben kaçacağım, yarım saate,” dedi. Tek kaşımı kaldırdım, “Nereye? Bizi burada bırakmazsın bu yemeklerle!” Rahat bir şekilde, “Faruk’la mekâna geçeceğiz, beni arayınca kalkacağım,” dedi. Sinir olmuştum, Pelda’nın yemek işkencesine katlanmak hiç istemiyordum. Yemekleri servis edip Yalkın’ın yanına oturdu. Ben bir ona, bir de yemeklere bakarken, o “Neden yemiyorsunuz? Duasını mı edeceğiz, hadi başlasanıza,” dediği an, Ceyhun Amca ellerini açıp dua etmeye başladı. Pelda, çatık kaşlarla babasına bakıp, sonra Yalkın’a baktı. “Ye şunu hadi!” Yalkın, kaşığını çorbasına daldırırken, “Ne çorbası bu?” dedim Çorbayı karıştırarak, hiç iç açıcı gözükmüyordu; içindeki havuçları ve brokolileri görebiliyordum. “Sebze çorbası.” Sergen Pelda’ya bakıp, “Talia sebze sevmiyor ki,” dediğinde, Sergen’i affettim. Sebze sevmiyorum! Bu çorbayı içememek için ikinci sebebimdi; ilki çorbanın berbat olduğunu bilmemdi. “Sergen, Talia hiçbir şeyi sevmez, sen de iç hadi!” Sergen, ne olduğunu bilmediğinden çorbadan bir kaşık aldığında, hepimiz ona bakıyorduk. Yüzünü buruşturmasını beklerken, hiçbir tepki vermemişti. “Tuzu fazla olmuş,” dedi, ikinci kaşığı alırken. Bir tek tuzu kötü olmuş olamazdı, Sergen’in damak tadında bir problem olmalıydı. “Emin misin?” dedi Ceyhun Amca. “Eminim, tuzu fazla” O kadar kötü değil miydi acaba, ben mi çok ön yargılı yaklaşıyordum? Kaşığımdaki çorbaya bakıp, ağzıma götürdüm. O kadar kötüydü, hatta berbatı! “Sergen’in tat alma duyularında bir problem var sanırım. Panda, üzgünüm ama bu çorba berbat.” Pelda, dudaklarını büzerek bana baktı. “Aman, Sergen beğendi, Yalkın da beğendi. Bence…” Yakından baktığımda suratındaki kusmak üzere olan ifadeyi görüp kafamı salladım. “Evet, baya beğenmiş. Ben içmeyeceğim, sebze sevmem,” dedim, çorba kesesini iterek. Pelda, çorba keselerini alıp götürürken, Sergen’in koluna sertçe vurdum. “Bana bak, nasıl bu çorbaya güzel dersin? Berbatı ya, tuzuymuş, tuz dışında çorba berbat, Sergen!” Ağzım beş karış açık bakarken parmağımı ona doğru salladım. “Daha ne kadar kötü olabilir? Sen midesizsin bence!”, “Hayır, değilim. Vera daha berbat yemek yapar, haberin olsun, olur da bir gün sandviç yapıp önüne koyarsa, sakın yeme.” Yalkın, suyundan bir yudum alacakken durdu. “Daha kötüsü nasıl olabilir, gerçekten çok merak ediyorum,” dedi. Daha kötüsü bir dahaki yemek olabilirdi. “Baksana, senin sevgilin falan var mı?” Yalkın’ın, hetero olduğundan çok emin olsam da sergene yürümeyi planlıyordu sanırım. “Bak, Ceyhun amca, senin kızı bundan başkası almaz. Bu yemeklerle hazır, hepimiz buradayken ver, gitsin kurtulursun sen de.” Ceyhun amca kaşlarını çatıp elindeki yemek bıçağını Yalkın’a salladı. “Alırım seni ayağımın altına.” Yalkın’ın pek umurunda gibi gözükmüyordu kıkır kıkır gülüyordu. “Bence de almalısın, Ceyhun amca.” Masanın üzerindeki telefonum titriyordu. Sesiz de olduğundan olsa gere, umursamayarak “Senin hastanede işler nasıl, hiç sormadım yalnız kaldın orada?” dedim. Yalkın, başka bir hastanede staj görüyordu; bizimkinden çok daha iyi bir hastaneydi. Sırf alınmak için en erken başvuruyu o yapmıştı, tabii ben son bir hafta kala yaptığım için beni aldıklarına sevinmem gerektiğini söylemişti Pelda. Bunu derken, Aybars'la nişanlı olduğumdan haberi yoktu. “Fena değil, hastalar çok garip. Adam, öksürdüğü için kendine kanser tanısı koymuş. Bazen boşuna okuduğumu düşünüyorum.” “siz yine iyisiniz. Manyak bir hocayla çalışıyorum, hasta görmek istemiyor, ‘senden cerrah olmaz’ deyip duruyor, delirmek üzereyim.” “Senin notların çok iyi ama.” “Adam manyak, Yalkın. Kimse ağzını açıp tek kelime etmek istemiyor.” Telefon çalma sesiyle sergene döndüm. “Alo,” dedi bana bakarken. “Sesini düşürür müsün biraz?” Çok sakindi; kimin aradığını görememiştim. “Merak etme, yanımda telefonun çaldığını gördü ama hiç umursamadı.” Sessizce “Kimmiş?” diye sordum. “Aybars kapına gelmiş, konuşmak ister misin? Sana ulaşamayınca deliye dönmüş, ha şimdi de konum atmamı istiyor.” O kadar sakin söylemişti ki, Aybars’ın nasıl biri olduğunu bilmesem, konumu atmasını rica ettiğini sanardım ama Aybars’ı tanıyordum ve eminim şu anda bağırarak konumu atmasını söylüyordu. “Hoparlöre alıyorum.” Sergen hoparlöre aldığı an tam tahmin ettiğim gibi konumu atması için bağırıyordu. “Bağırma,” dedim. Sergen’in masaya koyduğu telefonu elime alırken, “Talia, o telefonu süs diye mi taşıyorsun yanında?” Pelda önüme tıka basa dolu tabağı koyup telefona baktı. “Aybars mı bu? Onu da çağır, gelsin.” Koyun can derdinde Pelda et derdinde “Duyuyor seni, Pelda,” Dedim. Gelmesini istemiyorum, gerek yoktu bu kadar tanışmaya. “Konum at, Talia.” Sesi düşmüştü, bağırmıyordu ve sakindi. Sergen’e telefonunu verip masanın üzerinden telefonumu aldım. Ekranı açtığım an on sekiz aramayı görünce neden bu kadar delirdiğini anlamıştım. Konumu atım, benim evimde olduğunu düşünürsem buraya hızla gelebilirdi. Mide fesattı geçirmek üzereydim; kafamı sandalyeye yaslayıp “Ben doydum, Pelda,” dedim. Tavuk pirzola tam pişmemiş olsa da, hiç yenilmeyecek gibi değildi. Bulgur pilavı da bulgur pilavı gibiydi; çorbaya nazaran çok daha iyiydi. Esra abla ile Ceyhun amca bir şeyler anlatıp gülüşürken telefonumdan saate baktım. Saat 8.21 di; Aybars’ın çoktan gelmiş olması gerekiyordu. Arama kısmını açıp arayacakken kapı çalınca Pelda, “Ben açarım,” deyip gitmişti. Neden evime gitmişti? İçeri girdiklerinde sabah giydiği takım elbiseyi çıkardığını fark ettim; daha spor giyinmişti. Yalkın’ın yanındaki boş sandalyeye oturmuştu, Sergen’in karşısında benim çaprazımdaydı. Yalkın’ı elimle göstererek, “Aybars, bu Yalkın. Bak, bu da Aybars; sen saçma sapan konuşmadan ben tanıştırayım dedim.” Aybars, kafasıyla Yalkın’a selam verip gözlerime baktı. Öyle bakıyordu ki, gözlerinde boğulacak gibi hissediyordum. Bakışlarımı kaçırıp tabağımı kaldırıp mutfağa gittim. Pelda, tabakları lavaboya koyarken tezgâha yaslandım. “Keşke Aybars’ı çağırsaydım.” “Ona koysana bir şeyler.” “O aç değildir, boş ver onu sen. hastanede ne oldu? Cuma günü raporluydum, şimdi de hafta sonu.” “Hastanede ne olacak? Dedikodu oldu; Talia bilmeyen varsa da artık Aybars’ın senin nişanlın olduğunu biliyordur.” Bu dedikodu canımı sıksa da bir süre idare etmek zorundaydım. Ne de olsa bu nişanlılık oyunu yakın zamanda son bulacaktı. “Başka?” “Başka başka bir şey yok. Hastalar falan, savaş hoca sizinkileri delirtmiş. Erdem, mesaisi bitmesine rağmen dinlenme salonundaki koltuklarda uyuyordu.” Mutfaktan çıkarken, ben de ışığı kapatıp çıktım. Yerime oturdum, Ceyhun amca kaşlarını çatarak “Bizi neden çağırmadın nişana?” dedi. Gerçek bir nişan olsaydı çağırırdım ama değildi. “Aramızda yüzük taktık, Ceyhun amca. İsteme falan olmadı öyle.” Esra abla kocasının yerine “Olur mu öyle şey? Pelda, bize diyince inanamadık; oyun mu canım bu? Her şeyin bir adeti var, böyle pat diye nişanlanılır mı?” Oyundu ve çok uzun sürmeyecekti. “Çok üzüldük duyunca. Sen de bizim kızımız sayılırsın; Talia, hiç aklıma mantığıma sığmıyor böyle damdan düşer gibi nişanlanman.” “Bırak baba, bende dedim senin dediklerini. Hanfendinin bir kulağından girip diğer kulağından çıkıyor.” Gözlerim Aybars’a kaydı; o hâlâ gözlerinin içinde beni boğmak ister gibi bakıyordu. “O telefonu süs diye mi yanında taşıyorsun?” “Sessizdeydi.” “Talia, geçen günden sonra nasıl endişelenmemi bekliyorsun?” Geçen günden kastı, Aron’un beni boğmaya çalıştığı gündü. Aramızda bir sessizlik olmuştu. Pelda, kaşlarını çatarak bana baktı. “Ben senin hastanenin tenha köşesinde neden bayıldığını hiç sormadım. Sahi, Talia, neden bayıldın?” “Tansiyonum düşmüştür.” “Yeme beni, gördüm ne halde olduğunu. Aybars peşinde adam gezdiriyor, iki telefonunu açmayınca deliriyor.” “Ne saklıyorsunuz siz ikiniz?” Dudaklarımı birbirine bastırdım. Sapığım var diyemezdim ya, Aybars’a topu atmak için can atıyordum. Onun yalanları berbat olsa da, ben söylemediğim için canımı sıkmıyordu. “Önemli bir şey değil, ben hallediyorum.” “Pardon da sen neyi hallediyorsun?” “Benim sorum, Talia bu işin dışında.” Aybars’ın yalanları gerçekten berbattı, berbatın ötesinde. İnandırıcı da değildi, nasıl bu kadar kötü yalan söylüyordu? “Sorun ne ki hallediyorsun Aybars?” “Anlaşma yapmam gereken biri var. Özel hayatıma sızmaya çalışıyor.” Bu, o kadar da kötü bir yalan değildi ama Sergen kaşlarını çatmış, Aybars’a bakıyordu. “Sınırları zorluyor, benim olanı almaya çalışıyor.” “Senin olanı alsa ne olur?” “Yok olur.” Benim tüylerim diken diken olurken Pelda, sahte bir gülümsemeyle, “Senin olan ne?” diye sordu. Aybars da onunki kadar sahte bir gülümsemeyle “Holding,” dedi. “Holding de benim bebeğim.” Pelda anlamış gibi yapıp ayağa kalktı. “Hıı, anladım. Siz oturma odasına geçin de, ben de size tatlı getireyim.” Ceyhun amca, tatlı lafını duyduğu an ayağa kalkmış, oturma odasına geçmişti. Bana baktı: “Ne tatlısı aldın, ağzım tatlansın bari.” “Baklava aldım, hem de fıstıklı.” “Buralardaki fıstık mı? Siz gelin, bizim oralardakini yiyin bir de...” Ceyhun amca memleket özlemini anlatırken telefonumu çıkarıp mesaj kısmından Aybars’a girdim. Talia: Berbat yalan söylüyorsun. Çok geçmeden, birkaç saniye sonra karşı koltukta otururken bana baktı. Aybars: Yalan söylemedim. Mesajına bakarken kaşlarımı çattım. Gözlerimi kaldırıp ona baktığımda bir şey daha yazıyordu. Aybars: Yazıyor…. Aybars: Benim olan konusunda yalan söylemiş olabilirim. Talia: Sergen'in kudurmasından anlamam lazımdı. Aybars: Sergen kudurmuyordu. Talia: Sen öyle san. Talia: Holding bebeğiymiş, pehhhh! Talia: Tuvalete gittiğinde falan mı holdingin işlerine bakıyorsun? Aybars: Ne? Talia: Sahi, baksana, sen tuvalete gidiyor musun? Gözlerimi telefondan kaldırıp karşımda oturan Aybars’a baktığımda, afallamış bir şekilde kafasını sallayıp ‘Ne diyorsun’ der gibi bakıyordu. “Aybars da Antepli,” diye mırıldandı Sergen. Onu duyunca ikimizin de bakışları Sergen’e döndü. Ceyhun amcanın yanına oturmuş, konuşuyorlardı. “Ne konuşuyorsunuz?” “Ceyhun amca Antepliymiş. Aybars da Antepli, ondan bahsediyordum. Dinlemiyor muydunuz?” Aybars Antepli miydi? Vay be, İtalyan babayla nasıl Antepli olunuyordu acaba? İtalya'dan Antep'e göçmedilerse imkansızdı. Kendimi tutamayarak kahkaha atıp elimi Aybars’a doğru salladım. “Bu mu Antepli?” “Sergen, hiç komik değil.” Onların boş bakışlarını görünce dudaklarım düz bir çizgi halini aldı. “Ciddisiniz, değil mi?” Aybars: Rica ediyorum, lütfen daha fazla saçmalama. Mesajı görünce, cidden doğru söylediklerini anladım. Talia: Eve gidince kimliğini didik didik edeceğim, haberin olsun. Pelda, Betül’e tatlıları getirdiğinde baklavadan bir ısırık almamla bırakmam bir olmuştu. Ağzımda sanki fıstık ezmesiyle şerbet karışımı bir şey vardı; bu kesinlikle baklava değildi. “Sen bunu nereden aldın, Talia?” “Evin yakınında bir yerden. Ne bileyim bu kadar kötü olacağını...” Pelda sinirle yanıma oturdu. “Ben yaptım bunu, gerçekten çok kötüsünüz,” dedi, kollarını birbirine bağlayıp trip moduna girdi. “Pelda, herkes yemek yapmayı bilmek zorunda değil.” Aybars’ın oturduğu koltuktaki Yalkın’a bakıp, “Sen gitmiyor muydun, ne oldu?” diye sordum. “Ufuk’u geceye yazmışlar yine.” “Ayyy kıyamam, gideceğim diye sevinmiştin bir de!” Suratını ekşitip bana dil çıkarınca, ben de ona dil çıkardım. “Çocuk musunuz siz ya? Ben sabahtan beri yemek yaptım, siz beğenin diye. Siz beğenmediğiniz gibi bir de dil çıkarıyorsunuz!” Pelda’nın yanağından öptüm. “Sen berbat yemek yapsan da biz seni seviyoruz, panda. Merak etme.” “Yemek yapmayınca daha çok seviyoruz, Pelda.” “Biz kalkalım artık,” dedim, koltuktan kalkarken. “Beni de bırakın, geçerken. Arabayla gelmedim.” Sergen’le Aybars evden çıkmışken, ben hâlâ kabanımı giymeye çalışıyordum. Hayır, zaten kısasın; neden boyun kadar kaban alıyorsun, geri zekâlı? Kabanımı giyip Yalkın’la yan yana arabaya doğru yürümeye başladık. Sergen ortada görünmüyordu. Hava buz gibiydi. Sonbahar, İstanbul’a bu yıl erken gelmişti anlaşılan. Arabaya bindiğimde yüzüme sıcak hava vurmuştu. Yalkın arkaya oturup Aybars’a evi tarif ederken, ben kocaman kabanımın içinde eriyordum. “Yarın kahvaltıya gidelim,” dedi Yalkın. “Olmaz, yarın akşama kadar uyumak gibi bir planım var.” “İyi, öyle olsun. Pelda bana bir şeyler anlatıyordu, onları konuşuruz diyordum ben de.” “Akşam gelin.” Pelda'nın ne anlattığını az çok tahmin edebiliyorum; muhtemelen geçen hastanede yaşadığımız o rezil saatleri Yalkın'a anlatmıştı. Yalkın arabadan inince, arabada sessizlik oldu. Kırmızı ışıkta durduğumuzda Aybars, “Pelda’yı uzak tutmak istemeni anlıyorum,” dedi. Kafamı onun olduğu tarafa çevirdim. Yola bakıyordu ama kafasında başka bir şey olduğu aşikârdı; kırmızı ışık yüzüne yansıyordu. “Sana değer veriyorlar.” “Kendi öz babanın sana biraz bile değer vermeyip, kırk kat yabancının o değeri vermesi garip geliyor mu?” Yutkundum. “Ben hiç babamın olduğunu hissetmedim, Aybars. Varlığını hissetmediğin birinden beklentin olmaz.” “O zaman şanslısın, varlığını hissetmek daha çok can yakıyor.” Sarı ışık, sonra yeşil... Araba hızla yola devam ederken koca bir boşluk hissettim. Haldun benim hikayemin kötüsü değildi. Benim hikayemin asıl kötüsü Azelya'ydı. Bana varlığını sadece hissettirmemiş, beni gerçekten sevdiğine inandırmıştı. İnsan, sevdiğinin canının yanmasına göz yumar mıydı? Ben yumamazdım. Binanın önüne geldiğimizde, Aybars’a baktım. “Yalan söylemiyorsan… Kim senin olanı almak istiyor?” “Meriç Aksel.” Donakalmıştım. Meriç’in sadece yatırım için gittiğini söylemişti. “Ama sen demiştin ki...” “Evet, biliyorum. Sana yatırımdan bahsettim ama daha fazlası var. Babası, Meriç’ten zenginmiş anlaşılan. Arseline ortak olmak istiyor. %45’lik kısmını satın almak istemesi, Arselin'in yarısının onun olması demek.” Duyduklarım kulaklarımı kanatmak üzereydi. “Yapma, teklifini kabul etme. Onlar kötü adamlar, Aybars.” “Biz iyi adamlar mıyız, Talia?” Gözlerine baktım. “Siz onlar kadar kötü olamazsınız. Olmamalısınız da.” Kapıyı hızla açıp arabadan indim. Oturma odasına geçip koltuğa oturdum. Tolga’nın uğruna kavgalar ettiği anlaşma bu muydu? Olma olasılığı çok yüksekti. Aybars, Aron ve babasıyla uğraşırken, Arselin’in bütün yükü Sergen’e binmişti. Ama sattığı an, Meriç’in dibimde biteceğini biliyordum. Göğsüme oturan sancı korkumu katlıyordu; onun adını bile duymak istemiyordum. Dış kapıyı kilitleyip yatak odasına gittim. Uyumamam için bir sürü sebep var gibi hissediyordum, ama uykum vardı, uyumak istiyordum. Uzun süredir almadığım uyku ilacı kutusunu komodindeki çekmeceden aldım. Enzo’nun dediklerini unutmam mümkün değildi. Her şey o kadar çabuk ilerliyordu ki artık tepki bile veremiyordum. Aybars, uyku ilaçlarım gibi sözleriyle uyuşturuyordu beni. Bana “bir şey yok” dediği an, ona inanıyordum. En zehirli sözlerine bile sağır kalıyordum, çabucak unutuyordum edilen koca koca lafları. Böyle devam edemezdim, Etmemeliydim. Çünkü ben Aybars’ın peşinden kör, sağır gittikçe bu yol hiç bitmeyecekti…
selammmmm yorumlarda fikirlerinizi ve eleştirilerinizi belirtmeyi unutmayın Ayrıca artık düzenli bölüm gelicek 11. bölümü salı günü saaat 19.00 da yayınlayacagım bu durumla ilgili de düşünceleriniz varsa yoruma yazabilirsiniz keyifli günler dilerimmmmm... |
0% |