@redbook
|
Nefret ediyordum yüksek binalardan, en çok da Aybars’ın yaşadığı binadan. “Tuvaletim geldi,” dedim sitemle. Hâlâ yirmi beşinci kattaydık ve daha yirmi kat çıkmamız gerekiyordu. Kırk bir. Asansörün kapısının açılması için açma tuşuna bastım ama açılmadı. “O, kapatma tuşu,” dedi Aybars. Diğer tuşa bastı, kapı açılır açılmaz hızlı adımlarla kapıya gittim. Şifreyi girip tuvalete koştum. Tuvaletten çıkıp girişe döndüğümde kapılar kapalıydı. Nereye gitmişti bu adam? Vestiyerde telefonu görünce elime aldım. Şifresini bilmediğim için açamayacağımı düşünürken, telefonun şifresiz olduğunu fark ettim. Saklayacak bir şey olmadığı için mi bu kadar açıktaydı, yoksa bi başka telefonu dahamı vardı. Karnım deli gibi açtı. Bir yemek uygulamasına girip yemeklere bakarken, “Ben çok açım, yemek söylüyorum. İster misin?” dedim. Boş koridorda sesim yankılandı. Salona girerken, bu evin her zamanki gibi boş olmadığını fark ettim. Zaten ne zaman boş olmuştu ki? “Siz yine buradasınız, ha?” dedim. “Nişanlın çok konuşuyor, kovacağım şimdi onu,” ben yüzümü buruştururken Aybars “Ben seni kovacağım birazdan, Aron,” dedi. “Bana ortalıkta görünme diyen sensin,” diye karşılık verdi Aron. Koltukta oturan Vera’nın çaprazındaki tekli koltuğa oturdum. “Senin telefon numaranı versem olur mu?” “Ne?” diye sordu Aybars, koridordan. Dediklerimi duymamıştı muhtemelen. “Yemek söyleyeceğim, senin numaranı versem olur mu?” dedim tekrar. Aybars yanıma gelip gözlerini kısarak elimdeki telefona baktı. “O benim telefonum.” “Evet, senin telefonun. Ortalıkta bırakmamanı öneririm,” “Ne söylüyorsunuz?” Vera, üzerinde oldukça rahat görünen bir pijamayla koltukta uzanmış mısır yiyordu. “Aron’un bahanesi var, sen neden buradasın, Vera?” Vera, gözlerini televizyondan ayırıp ona baktı. “Enzo beni nikahına almadan buraya geldim. Ne yapıyorsanız bir an önce çözün bu saçmalığı,” “Peki, telefonunu verebilir miyim? Yani, eminim başka telefonun falan vardır.” Aybars yanımızdan uzaklaşırken, “Ver, Talia,” dedi. Burnundan soluyordu giderken benim Aron’la aynı çatı altında olmamdan dolayıysa benimde çok mutlu olduğum söylenemezdi. Siparişi verip yatak odasına gittim. Aybars tişörtünü giyerken yatağa oturdum. “sadece hızlı değil çok hızlı ilerliyoruz.” “Hımm, duvara toslamamız yakındır o zaman,” diye karşılık verdim. Başını hafifçe eğerek gülümsedi. “Biraz rahat olamaz mısın?” Bir an için düşündüm. Aybars’ı gördüğüm günden beri gergindim. Gergindim çünkü onu tanımıyordum. Gergindim çünkü işin içinden çıkamayacak bir haldeydim. Kafam karmakarışıktı. Sanki iki aydır sanrılarda yaşıyordum. “Rahat olmam için bir sebep söyle,” dedim. Onun bu kadar rahat olması bana garip geliyordu. “Sebep mi? Bir sebebe ihtiyacın mı var?” Gözlerimi devirdim. Aybars derin bir nefes alarak gözlerini kapattı.“Talia,” dedi, sesi sakin ama kararlıydı, “bunu yapmamın bir nedeni var. Seni korumak.” “Koruma mı?” dedim, kaşlarımı çatarak. “Beni korumak için mi beni bu kadar tehlikeli bir duruma sokuyorsun? Senin nişanlın olmak zaten başlı başına bir tehlike değil mi?” “Seni bu pisliğin içine sokmamın tek nedeni bu mu sanıyorsun?” Kaşlarımı çattım, ne dediğini anlamıyordum. “O teklifi bir başkasına da edebilirdim. Kim hayır der ki?” “Talia, ben seni tanımak istedim. Kaderin sürekli seni benim karşıma çıkarması tesadüf olamazdı ya.” “Belki de olurdu. Tesadüflere inanırım ben,” dedim. Gülümsedi, gözlerindeki karanlık ifade kısacık bir an yumuşadı. “İnanmıyorum,” dedi, sesi alçak ve samimiydi. “Tesadüflere inanmıyorum, özellikle de seninle ilgili olanlara. Her şeyin bir nedeni var, her karşılaşmamızın bir anlamı var.” “Tesadüfen karşıma çıkmasaydın hiçbir şeyin anlamı olmazdı,” Aybars, ilk tanıştığımız güne göre çok farklıydı. Bir insan iki ayda bu kadar değişebilir miydi? Şimdi karşımda duran adam daha açıktı, daha dürüsttü. Her an patlayacak bir bomba gibi değil, aksine sakin bir adamdı. Onun gibilerine hep özenmişimdir; öylece susarken bile insanı sinirlendirebiliyorlardı. Ben genelde karşımdakine öfkeden patlayarak sesimi yükseltebildiğim kadar yükseltirdim. O anın öfkesiyle bütün vücudum karıncalanır, buz kesilirdim. “Bu sefer ben soru soracağım,” gülümsedim. Ellerimi ensesine kenetlemiştim. “Hep ben soruyorum diye kızıyor musun acaba sen?” dedim Yanaklarımdan öpüp, “Sen istediğin kadar soru sorabilirsin,” dedi. “Eee, sor hadi,” dedim sabırsızca. “Hiç sormadım, Talia. Belki yarana dokunurum diye sormak istemedim ama bilirsin, merak... O gün neden Haldun’u öldürmek istedin?” Dudaklarımdaki gülüş bir anda dümdüz bir çizgiye dönüştü. Dudaklarımı araladım ama kelimeler boğazımda düğümlendi. “Bilirsin,” dedim ne diyeceğimi kestiremeyerek. “Bilirsin, aile meseleleri...” Berbat bir cevaptı: Aile meseleleriymiş! Bir aile olsa meselesi de olurdu elbet, ama biz hiç aile olmamıştık, olmamıştık. Benim aile kavramımda olan tek kişi Sonay’dı. Ne annem ne babam o kavramın içine girememişti bir türlü. “Sana hiç berbat ötesi bir yalancı olduğunu söyleyen oldu mu?” Dudaklarımı büzdüm. “Ben iyi bir yalancı olduğumu düşünüyordum oysa.” Ellerini yataktan çekip doğrulduğunda, ensesindeki ellerim iki yanıma düştü. Arkasını döndüğünde kaşlarımı çattım. Açıkta kalan ensesinde yarım bir yusufçuk dövmesi vardı. Kalkıp arkasında durup daha iyi görmek için gözlerimi kısarken önüne dönüp bana garip bir bakış attı. “Bilerek mi yarım bıraktın onu, yoksa dayanamadığın için mi yarım kaldı?” “Ney?” “Offf, Aybars. Bizim seninle çok büyük bir iletişim sıkıntımız var, farkında mısın acaba? Yusufçuk diyorum, yarım kalmış.” Sanki varlığını fark etmiş gibi elini ensesine attı. “Yusufçuğun anlamını bilir misin?” Gözlerimi devirdim. “Bilmiyim, bilmem sanırım.” “Değişim, dönüşüm demek yusufçuk.” Aklıma kol düğmeleri geldi. Yusufçuk vardı üstlerinde. “Sen çok seviyorsun sanırım bu kanatlı böcekleri.” “Ben seviyor muyum bilmem ama annem severdi.” “Neden yarım peki?” “Yusufçuklar aynı zamanda aşkı ve ölümsüzlüğü simgeler. Bunu yaptırırken kimseye aşık değildim.” Aptalca gülümsedim. “Şimdi aşık mısın ki?” “Benim böceğimin kanadı yok, ama çok daha güzel bir böcek.” Kafamı iki yana salladım. “Bu böcek benzetmesini hiç sevmedim. Kabul ediyorum senin şu kanatlı böceklerin baya anlamlıymış anlaşılan, ama ben böcek değilim.” “Öyle olsun,” Odanın dışında kapı açılma sesini duyunca, yemeklerin geldiğini düşünüp odadan çıkacaktım ki Sergen’i koridorda gördüm. “Beni mi bekliyordun?” dedi, suratında alaycı bir ifadeyle. “Yemeklerim yerine sen geldiğin için hayal kırıklığına uğradım, Sergen.” Birlikte salona girerken, “Kardeşimden uzak dur, Talia,” dedi. Sanki ben hastalıklıymışım da kardeşini hasta edecekmişim gibi davranması beni sinir ediyordu. “Neden Pelda’yla saatlerce konuşurken gıkını çıkarmadın da ben konuşunca sana batı?” Konuşmak için can atmıyordum Efsayla, ama Sergen’in böyle yapması canımı fena sıkıyordu. “Neden olacak, saatli bomba gibisin. Nerede patlayacağın belli değil.” “Abisinin yediği nanelerden haberi yok, değil mi?” Koltuğa oturup kucağıma arkamda duran yastığı koydum. “Talia, ciddiyim. Sen nasıl Pelda’nın bir şey bilmesini istemiyorsan, aynı şey Efsa için de geçerli.” “Kimseye ötmeye niyetim yok, ne Efsaya ne başka birine. Boşuna beni tehdit eder gibi konuşuyorsun.” Sergen tam kravatını gevşetirken salonun kapısı aniden açıldı. İçeri pizza kutularıyla Aybars girdi. Kaşları oldukça çatılmıştı. “Ciddi misin, Talia?” dedi, kutuları adaya koyarken. Onun tavırlarına aldırış etmeden pizza kutularından birini alıp açtım. “Ben sana sağlıklı beslen derken, sen her akşam bunlar mı söylüyorsun evine?” “Yemişim sağlığını, boş ver. Ayrıca her akşam söylemiyorum.” Vera bar sandalyesini çekip oturdu. “Bunların hepsini yiyecek misin?” Kafamı hayır anlamına sallayınca, bir kutuyu da o alıp açtı. “İnanmıyorum, Vera,” dedi Aybars dehşet içinde bakarken. “Çöp yiyorsunuz.” Karnım tıka basa dolmuştu. Odadaki ebeveyn banyosundaki paketten çıkmamış diş fırçasını alıp dişlerimi fırçalıyordum. Gariptir ki fazla ayıktım. O iki kadeh şampanyayı ve şarabı boşuna mı içmiştim acaba? Sergen’e ‘İki üç kadehten bir şey olmaz,’ desem de oluyor valla, bana oluyordu. Tanımadığım insanların yanında sırf bu yüzden içmezdim aslında. Dişlerimi fırçalayıp yatağa yattım. Bedenim yatakla buluştuğunda soğuk çarşaf tenime değiyor, hoşuma gidiyordu. Kafamın altındaki yastığa sıkıca sarıldım. Ama yaşananları geride bırakmak çok zor. Yirmi yıllık hayatımda olan her şeyi silip atmak istedim. Hafızam silinse, her şeyi unutsam, gittiğim her şey uçup gitse, kendimi bile hatırlayamasam hiç fena olmazdı doğrusu. Tamir edilemeyecek kadar kırık olan kalpler vardı, üzeri örtülmeyecek hisler, kapanmayacak kadar derin yaralar. Eğer baştan başlarsan, kalbin kırılmaz, olmayan hislerin üzeri örtülmez ve o derin yaralar hiç açılmaz. Unutmak en iyisiydi. Unutabilene tabii... Mıh gibi hafızanıza kazılıysa her şey, bir ömür o kırık kalple yaşarsınız; yaralarınız hep sızlar, ama yaşarsınız işte. Canınız yana yana yaşarsınız. Karanlıkta öylece duvara bakarken gözlerim kayıyordu. Ahh, yoruldun, hadi inat etme de yat zıbar artık Talia.
Güneş göz kapaklarımdan sızıyordu. Resmen dün hava buz gibiyken şimdi güneş açması adil miydi? Daha fazla bu sinsi yalancı güneşe dayanamayarak gözlerimi açtım. Tabi güneş rahatsız ederdi, odanın bir duvarı komple camdı. Burnumdan soluyup üzerimdeki örtüyü itekledim. “Bok var sanki perdeleri çekmiyorsunuz.” “Çok ayıp.” Aybars’ın sesini duyunca arkamı döndüm. “Güneş uykumu kaçırdı.” “Pelda çat kapı geldi ve şu an Aron'la salonda oturuyor.” “Ne? Siktir!” Hızla yerimden kalktım. “Neden aldın içeri?” “İçeri almadım Talia, nasıl olduysa şifreyi biliyormuş, kendi girmiş… Nasıl oldu da öğrendi acaba, değil mi?” Ah hayır, birlikte geldiğimizde görmüş olmalıydı ve Aybars bunu bildiğinden benimle dalga geçiyordu resmen. Odada berjere attığım elbisemi alıp ebeveyn lavabosuna girdim ve olabilecek en hızlı şekilde giyinip salona çıktım. Gördüğüm birbirinden alakasız beşliyi görünce küfür etmek istedim. Berbattı. Bu salondaki atmosfer berbattı. “Ne işin var Pelda burada?” Pelda şaşkın gözlerini kaldırıp bana baktı.“Buradasın.” “Buradayım.” “Şey, hava çok güzeldi, birlikte bir şeyler yaparız diye sana gittim. Eve yoktun, buraya geldim ben de… Pek uygun bir zamanda gelmemişim anlaşılan.” Sergen kafasını kaldırıp, “Bayağı uygun bir zamanda geldin aslında, ne güzel oturuyoruz baksana.” Kaşlarımı çatıp Sergen’e baktım. “Bakma öyle, Pelda’ya evin şifresini gösteren ben değilim.” “Ben gideyim en iyisi,” dedi Pelda, oturduğu koltukta anksiyete krizleri geçiriyordu büyük bir ihtimalle. “Birlikte gidelim.” Ayağa kalkıp kafasını salladı. Ayakkabılarımı alıp evden çıktığımızda Pelda kocaman açtığı gözleriyle bana bakıyordu. “O kimdi öyle?” Asansöre kafamı yasladım. “Pelda, Aybars’ın tek bir kardeşi yok.” “Siktir, bu Aybars’ın kardeşi mi?” “Hayır, abisi.” “Ciddi olamazsın ya, hepsi farklı bunların. Hadi Tolga’ya çok şaşırmadım ama bu bildiğin sarışın!” Derin bir nefes verdim. “Öyle. Tolga’nın ortak kardeşleri olduğu belli oluyor. Bir gözü Aybars’ınki gibi masmavi, diğer gözü Aron’un gözü gibi kapkara kahverengi.” “Aybars’ın kardeşi olmasa değerlendirirdim.” Yasladığım kafamı hızla kaldırıp Pelda’nın koluna vurdum. “Sakın! Sakın, duydun mu beni? Ne Tolga ne Aron, ikisini de değerlendirmiyorsun!” Tolga tam bir ideal erkek tiplemesi olsa da olmazdı, Kolivardandı o. Üstelik Pelda, ne bok yediğimizi öğrenecek olursa hafızası silinecekti. “Sahile gidelim, kahvaltı ederiz hem.” Üzerime baktım. Dün gece giydiğim elbise üzerimdeydi, saçlarım darmadağınıktı ve rimelim gözlerimin etrafına dağılmıştı. Ama yine de, “Gidelim,” dedim. Kim umursardı benim bok gibi görünmemi? “Babam Meyus’a gidecek,” dedi bana bir saniye bakıp.“Neden. Meyus’ta ne işi varmış?” “Orada şube açacaklar, yeri gidip görecekmiş.” “O şehri hiç sevmem,” dedim, saçlarımı ellerimle düzeltmeye çalışırken. “Neden? Bayağı iyi gözüküyor dışarıdan.” “Çok kasvetli. İçimdeki kasvet yeter bana, bir de yaşadığım yerde kasvete gerek yok.” Pelda telefonunda konuma bakıyordu. “Ben orada yaşamak isterdim.” “Ben istemezdim. Belirli bir maddi gücü olan insanların yaşayabileceği bir şehir zaten.” Arabanın içinde bir kahkaha koptu. “Ay Talia, gören de sanacak beş kuruşun yok. Ülkenin en büyük ilaç şirketinin varislerindensin, nişanlın parayla oynuyor. Şu dediğini hiç yakıştıramadım.” Biraz haklı olabilirdi. Maddi bir sıkıntım yoktu, başka sıkıntılarım vardı. “Sen neden şimdi bu abuk sabuk şehri bana savunuyorsun? Madem çok seviyorsun, neden üniversite tercihini oradan yapmadın? Bayağı iyi okullar varmış, duyduğuma göre.” Pelda arabayı bir mekânın önünde durdurup kemerini çıkardı. “Aşkım, ben hâlâ aile evinde yaşıyorum, farkındasın değil mi sence Ceyhun amcacığın biricik kızını meyusa gönderir mi?” “Of, kapayalım şu konuyu.” Arabadan inip mekâna girdik. Hoş bir yerdi ve fazla nezih duruyordu. Cumartesi gününü fırsat bilip İstanbul Boğazı'nda kahvaltıya gelmiş aileler ve arkadaşlar vardı. “Beni bu kılıkta böyle bir yere getirdiğin için çok teşekkür ederim, Pelda,” dedim. Pelda, üzerime bakıp, “Boş ver, babamın tanıdığı buranın sahibi, yani seni kovamazlar.” Ah, ne güzel, mekândan atılmayacaktım. Bir şeyler sipariş edip camdan baktım. Dalgalar çok sertti. “Baksana, onların orada ne işi vardı? Yani tamam, kardeş, abi cart curt, ama ne bileyim, garip geldi,” dedim. Aron'sun ortalıkta görünmemek için, Vera'nın da Enzo'dan uzak durmak için kaldığını biliyorum ama Tolga... Cidden, Tolga gece yoktu, sabah neden gelmişti? “Bilmiyorum, Pelda, bilmek de istemiyorum doğrusu. Aron’u kendin gördün, fantastik kitaplardan fırlamış gibiydi. İki metre neredeyse!” dediğimde gördüğüm en uzun erkekler arasında bir numaradaydı, Aron. Tamam kabul ediyordum, ben kısaydım ama o kadar da değildim. Aybars bile onun yanında kısa kalıyordu. Örgütün başına geçecek diye, kim bilir neyle besledilerse bunu. Ortaya söylediğimiz kahvaltı gelince tek kelime etmeden yemeğe koyulduk. “Diyorum ki sen, ben…” Bunun sonrasında ne diyeceğini tahmin edebiliyordum. Sihirli kelime ‘gidelim’ miydi? Gidelim diyecekti, çünkü biz böyleydik. Pelda sürekli beni İstanbul'da gezdirirdi, bazen İstanbul'un dışına da çıkardık. Hiç itiraz etmez, peşinden giderdim. Yine de doğup büyüdüğüm şehri tamamen gezmiş sayılmazdım. “Eee, sen ben…” “Diyorum ki…” Sözlerini uzata uzata, tatlı tatlı söylüyorsa, kesin kabul etmeyeceğimi düşündüğündendi. “Eee?” dedim sabırsızca. “Sen, ben, haftaya cuma akşamı Siya Dağı’na gidelim.” Donuk bir şekilde Pelda’ya baktım. Birkaç saniye boyunca sadece gözümü bile kırpmadan ona baktım. “Siya Dağı mı?” dedim, emin olmak istercesine. “Kız kıza Siya Dağı mı?” “Üfff, sanki cehenneme gidelim diyorum! Ne diye bu kadar şaşırdın?” “Cehennem, Siya Dağı’ndan daha sıcak,” dedim. Siya Dağı, Rize’nin en uzun dağıydı. Eylül’ün sonunda olduğumuza göre şu an orada yağmur şakır şakır yağıyor olmalıydı. “Talia, hadi uzaklaşırız biraz, iyi gelir hem,” Böyle deyince kulağa fena gelmiyordu. Uzaklaşmak için can atıyordum zaten. “Bilmiyorum, düşüneyim olur mu? Çarşamba günü söylerim.” 𓇢𓆸🂱𓃠
Boş boş oturduğum saatler gittikçe artıyordu. Boş boş oturuyorken, neden yorulurdu ki insan? Ben yoruluyordum işte. Sürekli düşünmek yoruyordu belki. Şu duvarların dili olsa, bana küfürler ederdi herhalde. Bildiklerimi bilen bir tek dört duvardı çünkü. Öyle ki, bütün gün duvara bakarak düşünüyordum. Saatler, sanki dakika gibi geliyordu. Ne kadar düşünürsem düşüneyim, o kafamdaki düğüm olmuş iplikleri çözemiyordum. Koltukta tepetaklak oturuyordum ve beynime fazla kan gidiyordu sanırım. Hoş, böyle daha verimli düşünüldüğünü duymuştum bir yerden. Hani verim nerede? Kafam kıpkırmızı olmuştu ama hiçbir verim yoktu. Bıkınca oturduğum yerden kalkıp mutfağa gittim. Hafta sonları işte böyle boş geçiyordu. Buzdolabının kapağını açıp baktım. Yemek yemek istemiyordum. Buzdolabına koyduğum şişeyi çıkarıp geri kapattım. Yatak odasına doğru adımlayıp, aldığım şişeyi komodine koydum. Eylül’ün sonundaydık; birkaç gün sonra Ekim ayına girecektik ama kombileri sonuna kadar açmıştım. Ev hamam gibiydi. Pelda bundan şikâyetçi olsa da kalın giyinmekten pek hoşlanmıyordum. Kimse yoksa, sadece üzerimde ince geceliklerle dolaşmak çok daha rahattı. Pelda'nın evimde yanması, çok da takıldığım bir nokta değildi. Ama dün dediği Siya Dağı’nda babasının evinde kalma meselesi mantıklı geliyordu. Gösterdiği konum dağ başında değildi; merkeze yakındı. Cuma gecesi çıkarsak, cumartesi orada olurduk; pazar akşamı da dönerdik. Böyle çok kafama yatıyordu. Yalnız kalmak istiyordum ve bu teklif aklımı çelmişti. Şişedeki sudan bir yudum alıp, kafamı yatağın başlığına dayadım. Elimdeki telefonda uygulamadan uygulamaya geçiyordum. “Kaliteli bir hayat yaşıyorsun, Talia.” Evet, uygulamadan uygulamaya gezerek bayağı kaliteli bir hayat yaşıyordum. Telefonda gönderi kaydırırken kapı çalınca, “Off!” dedim. Elimdeki telefonu yatağa bırakıp, saat gece on ikiydi. Kim gelmişti cidden? Kapıyı açınca sırılsıklam olmuş Aybars'ı gördüm. Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken, o sinirli bir şekilde ayakkabısını çıkarmış, eve girmişti. “Ne bu hal?” dedim. Kapıyı kapatıp onun arkasından salona girerken, “Ne diye böyle kalabalık bir sokakta oturuyorsun? Hayır, yok muydu daha yeni rezidans falan, şöyle otoparkı olanlarından…” sokak kedisi gibi görünüyordu elimi dudaklarıma götürüp gülmemi saklamaya çalışırken o hayla söyleniyordu. “On beş dakikadır park yeri arıyorum. Bulamayınca bir yere park ettim, yürüdüm.” “Aybars bey İnicileriniz mi döküldü? Islanmışsın, alt tarafı.” Salondan çıkıp havlu alıp geri yanına döndüm. “Hem bu yağmurdan bir şey olmaz.” dedim, havluyu suratına atıp, “Bu ev neden bu kadar sıcak?” Saçlarındaki ıslaklığı alıp, havluyu omzuna koydu. “Sıcak seviyorum ben.” “Sıcak seviyor gibi durmuyorsun ama.” Gözleri beni baştan aşağı süzdü. “Evime çat kapı gelen sensin.” dedim, koltukta duran hırkayı alırken kolumu tuttu. “Yemek yedin mi?” Cidden mi, yemek yediğimi mi soruyordu? Gözlerimi devirip tuttuğu kolumu çektim. “Çocuk muyum ben Aybars? Sana ne, yemek yiyip yemediğimden.” “Çocuk değilsin Talia ama çocuk gibi davranıyorsun.” “Hayır, davranmıyorum.” Davranmıyordum; çocuk gibi değildim. Sorumluluklarımın farkındaydım. Yapmam gereken her şeyi yapıyordum. Boş boş konuşmazdım, şımarık değildim. Ben çocuk gibi davranmıyordum. “Talia, biraz ilgiye herkes ihtiyaç duyar… Senin de ilgilenilmeye ihtiyacın var.” Yoktu, ben kendimle ilgileniyordum zaten. Bu yaşıma kadar kimse bana ‘aç mısın, tok musun?’ diye sormamıştı. Şimdi de sormamalıydı. “Ben bunlara tav olmam, haberin olsun.” Dudakları hafifçe kıvrıldı. “Bir çiçeğin varsa, ilgilenmelisin… ilgisiz çiçekler solmaya mahkûmdur.” “Ben çiçek değilim, Aybars. Sen de benimle ilgilenmek zorunda değilsin.” Kafamı onun olmadığı tarafa çevirip, kollarımı göğsümde bağladım. “Sen benim çiçeğimsin, Talia. Çiçeğim solsun istemiyorum.” Geri ona döndüm. Dönmemle bana doğru yaklaştı. “Bu saçmalığı birlikte geride bırakacağız.” Göğsümde birleştirdiğim kollarımı boynuna doladım. “Söz ver, inanmam yoksa.” Dudakları sadistçe kıvrıldığında güldüm. “Söz veriyorum, Talia… senden vazgeçersem ya ölmüşümdür ya da hafızamı silmişlerdir.” Dudaklarımı dudaklarına bastırıp, bacaklarına oturdum. Belimden kavrayıp beni kendine bastırdı. Islak kıyafetleri sıcak tenimde ürperti yaratıyordu. Parmaklarımı gömleğinin düğmelerine götürdüm. Dudaklarımız birbirine değmeye devam ederken, nefesi nefesime karıştı. Elleri belimde gezindi ve bir an duraksadı. Dudaklarını dudaklarımdan ayırınca nefes nefes kalmıştım. Parmaklarım gömleğinin düğmesine takılı kalmıştı; ben de bir anlık duraksamayla ona baktım. Siktir ya, daha iki aydır tanıdığım adamla bu kadar hızlı ilerlemek hiç benlik değildi. Dudaklarımı ısırıp gömleğinin düğmesini bıraktım. Üzerimdeki geceliği düzeltip bacaklarımdan kalkıp, koltuğun diğer ucuna atıldım. “Bu kadar hızlı ilerlemek pek benlik değil…” fısıldamıştım resmen. Aptal değildim; aramızdaki seksüel gerilimin farkındaydım. Sorun şu ki, farkında olmama rağmen üstüne gidiyordum. Ve karşı koyamıyordum; koymak istiyor muydum da oda ayrı konuydu. Oturduğum yerde uzanıp bacaklarımı dizlerine koydum bu havayı dağıtmak için, “Pelda Siya Dağı’na gidelim diyor… benim de kafama yatıyor.” dedim. Ellerini bacaklarıma koyup, “Siya Dağı’nda evim var.” dedi. Olmasa şaşardım zaten. “Sadece Pelda ve ben hafta sonu, babasının merkezde evi var, orada kalacağız. Uzaklaşmak istiyordum zaten.” Kafasını salladı. Gözlerimi kısarak ona baktım. “Bana bak, kafanı falan sallıyorsun, sonra arkamıza Doğanı takayım deme sakın.” “İstediğini diyebilirsin. Peşine birini takacağımı biliyorsun; biri yoksa peşine takılan ben olurum.” Bıkınca nefes aldım. “Aybars, Rize'de kim beni bulacak, Allah aşkına ya?” “Tam olarak ondan bahsediyorum. Siya Dağı’na Pelda ile gidiyorsun. Biri sizi takip edip zarar verse, ruhumuz duymaz. İtirazlarını kabul etmiyorum.” “Lütfen,” dedim iğneleyici bir tonla. “Lütfen, ben sanki peşimde kimse yok gibi davranayım, olur mu? Çünkü akıl sağlığımı zor koruyorum artık.” “Nereden çıktı bir anda böyle dağ başına gitme fikri?” “Pelda’ya sormak gerek; kendisi dün çok enerjik görünüyordu. Altından bir şey çıkmasa bari.” Aybars kaşlarını çattı. “Ne çıkabilir ki? Pelda’nın çok yolunda giden bir hayatı var gibi gözüküyor, senin de anlattığına göre.” Pelda’nın yolunda giden bir hayatı vardı ama bu, her şeyin yolunda olduğu demek değildi. Birkaç hafta önce onu Sergen’le barlardan toplamam ya da bütün gün yemek yapması, her şeyin o kadar da yolunda olmadığını belli ediyordu. “Sergen sana ötmedi mi? Sen yokken olanları…” Suratıma anlamsızca baktı. “Neyden bahsetmedim?” Kaşlarımı çattım. “Pelda’yı gecenin bir vakti Mekan’dan almaya gittiğimizden bahsetmedi mi? Ben o çoktan demiştir diye hiç konusunu bile açmadım.” Suratıma öylece bakmaya devam etti. “Unutmuştur herhalde söylemeyi, değil mi?” “Sergen unutmaz,” dedi dümdüz bir ses tonuyla. “Her neyse, önemli değildi zaten."
𓇢𓆸🂱𓃠
“Gidiyor muyuz, çarşamba günü sana söylerim demiştin.” Dişlerimin arasındaki kurşun kalemi çekip Pelda’ya baktım. “Gidiyoruz, Pelda,” dedim. Pelda’nın suratına takdire şayan bir sevinç gelmişti anında. Kalktığım sırada oturduğu sandalyede dönerek, “Nereye?” diye sordu. “Lavaboya, yüzümü yıkayacağım. Bütün gün hasta hikayesi almaktan fazla empati yapmaya başladım sanırım.” “Görüşürüz. Ben de şimdi çıkacağım.” Lavaboya gidip yüzüme soğuk suyu çarptım. Normalde Pelda, sürekli empati yoksunu olduğumdan söz ederdi. Ben de çok fazla empati yapmazdım zaten ama hastanede çalışırken bu empati meselesi biraz karışıyordu. Ya duygularım tamamen körelecekti Ya da ben başkalarına üzülmekten kendimi harap edecektim. Akan suyu kapatıp aynadan kendime baktım. Cebimdeki titreyen telefonu çıkarıp ekrana baktım. Bilinmeyen bir numaraydı. Açıp mesaja baktım; tek bir mesajdı ve karşı tarafa yazılmıyordu: ‘Aybars seni bekliyor, atığım konuma gel.’ Gözlerimi kısıp mesaja baktım, sonra Aybars’ı arayıp telefonu kulağıma götürdüm. Bir çaldı, iki çaldı, üç çaldı. “Hadi Aybars, aç şu sikik telefonunu,” kendi kendime mırıldanırken telefon hiç açılmadı ve kapandı. Lavabodan çıkıp üzerimi değiştirdim. Bu mesaj kesinlikle Aybars’tan değildi ve Aybars’ın gitmemi kesinlikle istemeyeceği bir yerdi. Ama benim kötü iki özelliğim vardı; biri yalancı olmam, diğeri meraklı olmamdı. Hastaneden izin alıp hızla çıktım. Doğan’a gözükmeden çıkmam imkansızdı ama onu arabadan çıkarabilirdim. Saat erken olduğundan beni beklemiyordu muhtemelen. Arabaya binince şaşkınca bakıp “Yenge, erken değil mi?” diye sordu. Olabilecek en yorgun sesimle, “Doğan, bana ilerideki marketten su alabilir misin?” dedim. Öksürüp elimi boğazıma götürdüğüm sırada o bana garip garip bakıyordu. “Çok mu acil yenge ya, evde içerdin su?” Kafamı sallayıp, “Doğan, şuradan gidip alacak mısın, yoksa ben mi gidip alayım?” “Tamam, ben alırım,” dedi. Arabadan inip markete doğru ilerledi ama arkasını dönüp sürekli bakıyordu. “Git bakalım,” dedim kendi kendime. Marketin içine girdiği an yan koltuğa geçip arabayı çalıştırdım. Doğan, marketten çıkıp arabayı göremeyince öfke nöbeti geçirecekti. Üzgünüm Doğan. Konum uzaktaydı, İstanbul’un dışına doğru bir çiftliği gösteriyordu. Arabayı hızla sürüyordum; daha kötüsü, çevirme olsa ehliyetim bile yoktu. Hayır hayır, bu kötü değildi. Gittiğim yerde beni bekleyen her neyse o daha kötüydü. Araba toprak zeminde durunca arabadan indim. Karşımda harabeden farksız duran koca bir çiftlik vardı. Ortadaki ev yanmıştı; etraf boş gözüküyordu ilk bakışta. Aybars’ın arabası buradaydı. Aralık olan tahta kapıyı itip içeri girdim. Çiftliğin arkasına doğru adımlarken kapısı kapalı olan, ahır olduğunu düşündüğüm tahta bir yapıyı görünce adımlarım, benim ne düşündüğümü umursamadan oraya doğru gitti. Kapı kapalıydı; tahta kapıyı tutup çektiğimde kapı gıcırdayarak açılıyordu. İçerde Aybars’ı gördüm; karşımda duruyordu. Göz göze gelmiştik ama gördüğüm diğer şey gözlerimi ondan çekmemi sağladı. Dört kişi vardı; Sergen, bir adamın kafasına silah dayamıştı. Kafasına silah dayanan adam çok rahat gözüküyordu. Karşılarında, eli cebinde hiç görmediğim bir adam daha vardı. Adam beni fark edince suratında korkunç bir gülümseme belirdi. “Ne hoş, Lorenzo. Şimdi benim oltamda yem var.”
selammmm bölüm hakında yorum yapmayı unutmayın, birdaki bölüm salı günü gelecek. Ayrıca kitapta beyenmedigniz veya beğendiğiniz yerleri yazabilirsiniz (Yazariniz çok meraklı yorumlarınız8n hepsini okuyor🤭 o yüzden çekinmeden herşeyi yazabilirsiniz balarım😽😽) keyifli günler dilerimmmmmmm. 💙💙💙💙
|
0% |