@redbook
|
Çok şey söylemek istedim. Hata, ağlamak istedim ama hiçbirini yapmadım. Sadece orada dikilip karşımda duran Aybars'a baktım. Nasıl hâlâ ayakta duruyordu? Bana görmesi bu kadar zor gelirken, nasıl kendinden geçip bayılmadan duruyordu? Elimdekileri düşürmemek için masaya koyduğumda kapı açıldı. "Yardım etmek için mi geldin, Talia?" Savaş Hoca'nın sesini duyunca ona döndüm. Yanında Gediz de vardı. "Ne oluyor burada?" Aybars, daha fazla dayanamadığından olsa gerek, dişlerini sıkıyordu. "Nişanlından kurşun çıkaracağım, yardım edecek misin?" Bütün kanım çekildi. "Burada mı?" dedim şokla. "Dikileceksen çık odamdan." Bir şeyler demek için dudaklarımı araladım ama diyemedim. Gediz, beni iteklercesine kapının dışına çıkarıp kapıyı yüzüme çarptı. Kapının yanındaki banka otururken ne düşündüğümü algılayamıyordum. Nasıl olmuştu? Ve bu kadar basit miydi? Ellerimi yüzüme götürüp ovuşturdum. Sergen neredeydi? Tabii ya, Sergen neredeydi gerçekten? Cebimden telefonumu çıkarıp Sergen’i aradım. “Alo?” “Neredesin sen?” Sesim istemsizce yüksek çıkıyordu. “Bağırma, ne oldu, neden arıyorsun?” Sinirle gülerek, “Yok bir şey Sergen ya, sen keyfine bak. Aybars vuruldu sadece,” dedim. Telefonda sessizlik oluştu, sonra kapandı. Dibinden ayrılmayan herif, nasıl oluyordu da vurulduğunu bilmiyordu? Ne olmuştu da vurulmuştu? Odadan kimse çıkmıyordu ne Gediz ne Savaş Hoca... Aybars'ın zaten o halde çıkabileceğini hiç sanmıyordum. Koridordan gelen adım seslerini duyunca kafamı kaldırdım. “Neredeydin sen?” diye bağırdım Sergen’i görünce. İçimdeki bütün öfkeyi ona kusmak istiyordum. Delirecektim, en sonunda delirecektim. “Kalbini sıyırmış.” “Sen yanında mıydın?” “Değildim, baksana… Sen neden yanında değildin?” Histerik bir şekilde güldüm. “Bana gelince, benim ona can borcum var demesini biliyorsun ama. Neredeydin cidden? Kuyruk gibi birbirinizin arkasından geziyordunuz. Ne oldu da yanında değildin?” Koridorda Pelda’yı görünce, “Ciddi olamazsınız,” diye fısıldadım. Pelda’nın neden erkenden çıktığı belli olmuştu. Şaka falan olmalıydı bu. Kafamı duvarlara sürtecektim, gerçekten. Sergen odaya girdiğinde, Pelda’yla biz yalnız kaldık. Baş başa kalınca ikimiz de susmuştuk. Aslında her şey apaçık ortadaydı. Pelda erken çıkmıştı çünkü Sergen’le buluşacaktı. Sergen, Aybars’ın yanında değildi çünkü Pelda’yla birlikteydi… İçimde bir şeyler kopuyordu. Bu kadar kolay mıydı? Birlikte geçen yıllarımızı bir kenara atmak, bir günde düşman haline mi gelmiştik biz? “Sergen’le mi buluştun?” diye sordum. Pelda sessizliğini korudu, gözlerini kaçırmaya devam etti. Artık açıkça belli oluyordu ki ne yapmış olursa olsun, bunu açıklamaya cesaret edemiyordu. Belki de cesaretten çok, pişmanlık içindeydi. Pişman olması gerekmezdi. Sergen’e bağırıp çağırmak istiyordum ama bir gerçek vardı, o da onların da bir hayatı olduğuydu. Her şey sanki bizim etrafımızda dönüyor gibi davranamazdım. “Onunla buluşman sorun değil… Ama artık daha net anlamışsındır umarım nasıl bir adamla olduğunu.” Kafasını kaldırıp gözlerime baktı. “Talia, beni düşünmeyi bırak. Bırak çünkü ben bunu kabul ediyorum.” “Tamam,” dedim. Artık bu konuyu konuşmanın anlamı yoktu. Onu ne kadar sevsem de, değer versem de karar onun kararıydı. “Tamam mı?” dedi, şaşkınca bakarken. “Sadece tamam mı? Kızmayacak mısın? Ne bileyim, başka bir şey demeyecek misin?” “Başka ne dememi istiyorsun? Sergen sana her şeyi anlatmış, biliyorsun her şeyi… Benim sana bunca zaman yalan söylediğimi…” Dudaklarımı ıslatıp gülümsedim. “Aybars’la aslında Berlin’de tanışmadığımızı da anlattı mı?” Fısıldayarak, “Babamın aslında ölmediğini falan… Bunları da anlattı mı? Yoksa sadece kolivarı mı anlattı?” Gözlerinde şok olmuşluğun kırıntıları çoğalıyordu. “Ha-hayır, baban yaşıyor mu?” “Haldun Aker o, kötüye bir şey olmaz.” “Şaşırmıyorum. Duyduklarımın yanında hiç kalır bu. Ama nasıl yani? Sen hiç bahsetmiyordun, insan anne babasından bahsetmez mi, Talia? Öldüklerini bildiğimden, hatırlamak istemediğin için konuşmuyorsun sanıyordum ama ölmedikleri halde… Ne bileyim, garip geliyor.” “Pelda, sen onu ölü bilmeye devam et.” Ona bunu şu an açıklayacak ne sabrım vardı ne de vaktim vardı. Şu an tek düşünebildiğim, odada ne yaptıklarıydı. Hiçbir şey yokmuş gibi davranıyorlardı, ama Aybars vurulmuştu. Üstelik alelade bir yerden de değil, kalbinin biraz altından vurulmuştu. Savaş Hoca o kadar rahattı ki, iğne yapıp çıkacak gibi duruyordu odaya girdiğinde. "Senin için endişeleniyorum, Talia. Gerçekten... Ama her şeyi böyle sır gibi saklaman... Sana güvenemeyeceksem kime güvenebilirim?" diye fısıldadı. 𓇢𓆸🂱𓃠
Saat sabahın beşiydi. Sabah olmuştu neredeyse. Oturduğum yerde öyle rahatsızdım ki ayağa kalkıp koridorda parande atmaya başlamıştım. Pelda uyuyakalmıştı. Sergen de birkaç saat önce odadan çıkıp sorun olmadığını söylemişti ama kime göre, neye göre sorun yoktu tabii. “Oturacak mısın? Başımı döndürüyorsun.” “Susacak mısın? Sinirimi bozuyorsun.” Sergen’in her kelimesi, her hareketi beni sinir etmeye yetiyordu. Bu adil değildi, bu kesinlikle adil değildi. Hem Aybars'la zaten aralarından su sızmazken bir de Pelda’yı da yanına almıştı. “Böyle yapman ikimizin de işlerini zorlaştırır,” dedi. Alayla güldüm. “Hah, seninle biraz bile iyi anlaşmayı düşünmüyorum.” “Kendin bilirsin. Bu saatten sonra Aybars’la ayrılsan bile beni göreceğinin umarım farkındasındır.” İşte, gerçekten sinirlerimi hoplatıyordu. Yanına yaklaşıp hiç yapmayacağım bir şey yaptım; yakasını sıkıca kavradım. “Bana bak Sergen, Aybars’ın ne boku olduğun umurumda değil tamam mı? Bu kızı ikimiz bu çukura çektik. Tek bir şey olsun seni gebertirim... Duydun mu beni?” Kapı açılınca yakasını bırakıp gerilemem bir oldu. “Ne oluyor burada?” Savaş Hoca elindeki kupayı bana doğru salladı. “Kavga mı ediyordunuz? Ediyorsanız hiç bölmeyin, devam edin.” Sergen yakasını düzeltirken ben kaşlarımı çatıp kollarımı göğsümde birleştirdim. “Nasıl oldu?” “senin kerata iyi ya. Yalnız, sakın fenatalin falan vereyim deme, hakkı bitti.” Kafamı sallayıp içeri girdim ama içeride değildi. Kapının dışına çıkıp, “Nereye götürdünüz?” dedim. Gece boyunca bir damla uyumamıştım ve kapının önündeydim. Nereye götürmüşlerdi hakikaten? Savaş Hoca odasının biraz ilerisinde bir kapıyı gösterdi. “Orada, benim odadan geçtik.” Odaya doğru gidip içeri girdim. “Sergen, sen misin?” Tabi ya, paşam gözünü açar açmaz Sergen’i soruyordu. Bu adamın ismini duyduğumda kan beynime sıçrıyordu. Kapıyı kapatıp yatağa doğru gittim. Beni görünce dudaklarında çocuksu bir sırıtış belirdi. “Pisliksin sen,” dedim yanına otururken. “Gözünü açar açmaz Sergen’i soruyorsun.” “Gelmezsin sanıyordum.” “Buradayım işte.” Gözlerim vurduğu yere kaydı. “Aptal,” dedim sinirle. “Kalbine denk gelseydi o kurşun, tek bir kurşunda öbür tarafta buluşurduk artık.” Komik bir şey demişim gibi gülüp elimi tuttu. “O kurşun kalbime denk geleli çok oluyor Talia.” Böyle demesi kolaydı. Artık onca şeyin arasından bir de Aybars ölürse diye düşünmeye başlayacaktım. Ölürse tek başıma kalırdım. Hem onun ailesinin hem de Haldun’un arasında top gibi sektirilirdim. Hayatımda ilk defa bu denli yakın olup sevdiğim bir insanı kaybetmekle kalmazdım; hayatımda ellerimden kayıp giderdi. “Sakın öleyim deme... Daha yaşayacak çok şeyimiz var biz seninle.” Oturduğum yerden kafamı omzuna koydum. “Kim vurdu seni?” Eli saçlarımda geziniyordu. “Bu kadar bilmek istiyor musun?” Söylese tanımazdım bile ama işte merak, bu işin içine bu kadar girmeme sebep olan da meraktı. Sürekli karşıma çıkan bu adamın kim olduğunu merak ettiğim gibi, ona karşı olan duygularımı da çözemeyip merak etmiştim. Ve işte şimdi burada, bu haldeydik. Bazen işler yolunda gitmezdi; iyi sandıklarımız genelde kötü çıkardı ve peri masalları, yüz binde bir olsa da kötü sonla bitebilirdi. Uyuyan güzel hiç uyanmazdı. Külkedisi o baloya hiç gidemezdi. Ve Güzel ve Çirkin’de, Çirkin, hayatının aşkını asla bulamaz; bir ömür kendine ait olmayan bir bedende sıkışıp kalırdı. Kötü sonla biteceğimden emin olduğum bir masala başlamak akıl kârı mıydı? Kötü sonlar her zaman daha akılda kalırdı, kendini hatırlatırdı. Kırılan bir vazo, etrafa saçılmak yerine tertemiz kırılırsa, yalnızca çöpe atardım, giderdi. Ama paramparça olup kırıkları ellerime batarsa, öyle kolay unutamazdım. Haftalarca, belki aylarca o cam kırıkları bir yerlerden çıkardı; her seferinde ya canımı acıtırdı ya da sinirlerimi bozardı. Garip hissettirirdi. Kötü sonlar da böyleydi işte, etkisinden çıkmak da öyle kolay iş değildi. Zihnimin içindeki o sisli, uzun yolda yürürken beni ayıltan kapının açılma sesi olmuştu. Kapalı gözlerimi açıp gelenlere baktım. Kim olacaktı? Biri kumam, diğeri de kumamın benden çaldığı yakın arkadaşımdı. “Sen neden buradasın Pelda?” dedi Aybars. Acaba, acaba neden buradaydı Pelda? Sergen daha hiçbir şey anlatmamıştı anlaşılan. Benim Aybars’a ötmemi bekliyorsa daha çok beklerdi. “Şey,” dedi Pelda, gözleri yavru kedi gibi Sergen’e kayıyordu. Sergen, konu uzamasın diye, “Nasıl oldun?” diye sorsa da Aybars’ı tanıyordum. Takarsa takardı. “İyiyim. İyi de, bu kız bir şeyleri biliyor diye sürekli bizimle mi olacak, gitsin ne işi var burada?” Pelda daha fazla dayanamadığından olsa gerek, odadan çıkınca Sergen sandalye çekip oturdu. Bu: Talia, canım, sen şu odadan bir bas git demekti. “Konuş ne konuşacaksan,” dedi. Sergen bana bakınca, “Bakma bana, ben biliyorum zaten,” dedim. “Senle Talia’nın bildiği neyi bilmiyorum ben Sergen? Aramızda sır olmadığını sanıyordum.” Sesi birden değişmişti, o dost canlısı sesi anında kaybolmuş, ciddi bir tavır Almıştı. “Ben çıkıyorum, ne konuşacaksanız konuşursunuz.” Düşündüğüm şeyi konuşacaklardı, besbelli. Kalkıp Aybars’ı öpüp dışarı çıktım, Pelda görünürde yoktu. On dakika bile geçmeden odadan sesler yükseldi. Anlaşılan, bu ilişkiyi kabullenmek istemeyen bir tek ben değildim. Sergen odadan çıkarken Aybars’ın “Siktir git!” dediğini işittim. O çıkınca ben odaya girip oturduğumu, görünce bir saniye bile beklemeden, “Bu saçmalığı kabullendiğini sakın söyleme bana,” dedi. Başımı elime yaslayıp kaşlarımı kaldırdım. “Biliyor musun Aybars… Doğru olan ne, bilmiyorum. Pelda sırf bu saçmalığa karışmasın diye söylemediğim yalan kalmadı. Ama o bile isteye kendini bu çukura atıyorsa ben ne yapabilirim?” Dudaklarımı birbirine bastırdım. “Belki de hiç karışmamalıyız... Ne dersek diyelim ne yaparsak yapalım, olacağı varsa oluyor işte.” Odanın içinde sessizlik hakimiyet kurmuştu. “Asla, asla olmaz!” Neden bu kadar karşı çıkıyordu, anlamıyordum. Tamam, ben de memnun değildim en yakın arkadaşımın Sergen’le olmasından, ama ne yapabilirdim? “Sergen’le senin aranda, beni ilgilendirmez.” Kendi kendine bir şeyler diyordu. Bütün gece uyumadığımdan ne dediğini anlayamıyordum. Bu rahatsız, küçük sandalyede bile mayışmıştım. Biraz daha gözlerim kapalı bir şekilde böyle durursam muhtemelen uyuyacaktım. Aybars’ın sesiyle irkildim, “Talia, seni kaybetmek istemiyorum. Ne olursa olsun…” Sözleri içimi sızlattı. Seni kaybetmek istemiyorum demesi ne kadar kolaydı, ama beni bunca karmaşanın içinde bırakan da oydu. Onca yalanın ortasında tek doğru bu olabilir miydi? “Her şey o kadar karmaşık ki... Pelda, Sergen, sen, ben... Hepsi birbirine girmiş durumda. Kimsenin niyeti, kimin yanında durduğu belli değil. Ama şunu söyleyebilirim... Seni kaybetmek istemiyorum, kendimi de kaybetmek istemiyorum.” Bu denli açık konuşmak benlik hareketler değildi ama doğruydu. Zihnim bir savaş alanından farksızdı; karmakarışıktı, ne düşüneceğimi bilemiyordum. Sürekli bir şeyler düşünmekten strese giriyordum. Liseye giderken ileride stresim azalır diye düşünürdüm hep ama olmamıştı. Zaten ben hep böyle düşünürdüm. Lisede, Liseyi bitireyim, rahatlayacağım, bitecek diyordum. Haldun için de, Ondan kurtulayım, benden mutlusu olmaz diyordum. Lise bitmişti, Haldun ortalıkta görünmüyordu. Ne stresim azalmıştı ne de dertlerim bitmişti. Değişen tek şey, o dertlerin yerini daha büyüklerinin almasıydı. “Aybars, ben bunu yaşamak istemiyorum.” Ben normal bir hayat yaşamak istiyordum. Bu teklifi bu yüzden kabul etmiştim en başından beri, sadece normal bir hayat istiyordum. Üniversiteye gidecektim, okulumu bitirip doktor olacaktım ve belki bunca şeyi geride bırakıp bir aile kuracaktım. Planlar buydu değil mi Talia? Planlarımızda Aybars yoktu. Savaş Hoca bana, Cerrah olamazsın dediğinde haklıydı. Aybars’ın peşinden gittiğim sürece ne okulumu bitirebilecektim ne de planladığım şeyleri yapabilecektim. Dediklerimden sonra hiçbir şey demedi. Aybars’ı tanıyordum, o zaten bu dediklerimin hepsinin farkında olmalıydı. Sadece dile getirilmeyen şeyleri farkında değilmiş gibi yapmak daha kolay oluyordu. "Seni ilk gördüğümde gerçekten iyi biri olduğunu düşündüm. İlk gördüğümde düşündüğüm adam olsaydın, eğer, bunların hiçbiri yaşanmazdı." "Ama düşündüğüm kadar iyi bir adam değilsin. Kollarının arasında ne kadar güvende hissetsem de, senin verdiğin güven yalancı, Aybars." Sessizliğini tam olarak ne zaman bozacağını bilmiyordum, konuşmasına gerek yoktu. Mavi gözleri çoktan koyu maviye çalmaya başlamıştı bile. "Senin yanında güvende hissediyorum, doğru. Ama bana bunları hissettirirken nasıl bu kadar derin bir karanlığa sürükleyebiliyorsun, anlayamıyorum." Dudaklarını araladı; sözlerim onda derin bir etki yaratmış olmalıydı. "Talia..." Diyecek bir şeyi var mıydı gerçekten? Ne diyebilirdi ki? Ben bu karanlığın içinde doğmuştum, o beni daha da karanlığa sürüklüyordu sadece. Biz bu örgütteki insanların çocuklarıydık. Ne yaparsak yapalım, istersek dünyanın öbür ucuna gidelim, kolivar'da ismimiz hep olacaktı. "Hayalindeki adam değilim, doğru. Hatta belki sandığından çok daha kötü bir adamım. Ama senin için yapamayacağım şey yok. Ve evet, biliyorum; seni bu saçma işe daha fazla bulaştırmak benim sana yapabileceğim en büyük kötülük. En başından seni uzak tutmam gerekirdi... Ama artık..." Artık her şey için çok geçti, bulaşabileceğim kadar bulaşmıştım, elime yüzüme bile bulaştırmıştım. "Artık geri dönülemez bir noktadayız." Kafamı hafifçe salladım, dudaklarımda trajikomik bir gülümseme vardı. "Ben anladım seni, Aybars." Derin bir nefes alıp iç geçirdim. "Daraldım, yemin ederim." Her konumuz bu saçmalıklarla ilgiliydi. Otun bokun muhabbetini yapamaz mıydık biraz da? Ne söylediğimi biraz bile tartmadan, "Çok düz bir adamsın, sıkıcısın, Aybars," dedim. İçimin daralması beni patavatsız yapıyordu anlaşılan. "Hiç hobin falan yok senin. Ya da ne bileyim, Sergen'le arkadaş gibisiniz, ona güveniyorsun ama iki buçuk aydır sizi bir kere bile normal bir konu hakkında konuşurken görmedim. Ya da hiç sinemaya gittin mi? Benim gözümden bakınca gitmemişsin gibi gözüküyorsun." Ben böyle uzun uzun cümleler kurup konuştuğumda, hiç bir şey anlamayan bir çocuk gibi duruyordu. "Ciddiyim, Aybars, hiç sinemaya gittin mi?" Bu cevabını bildiğin soruları sormamayı ne zaman öğreneceksin, Talia? "Gitmedin değil mi? Bak, kırıcı olduğumu düşünebilirsin ama ben buna yaşamak demiyorum. Allah aşkına, hayat mı ya bu?" Kaldı ki ben öyle doyasıya hayatını yaşayan bir genç değildim. "Gitmedim, Talia. Böyle şeylere ayıracak zamanım olmuyor." "Tabii, senin gibi class adamların böyle şeylere zamanı mı olur? Rezidanslar, uzun uzun şirket binaları... Herkes senden çekiniyor falan, ha bir de bok gibi para var. Ne güzel hayatlar ya!" Aybars alayla bana baktı. "Sen halk ekmek kuyruğuna giriyorsun herhalde. Bu ne söylemler? Abinin koca bir ilaç firmasının sahibi olduğunu unuttun sanırım." "Benim bir şeyi unuttuğum yok. Sen, ailenin işleriyle, dertleriyle ilgilenmekten hayatın tadını çıkarmayı unutmuşsun… En azından benim, kaçak da olsa, tedirgin de olsa tadını çıkardığım anlarım var." Sessizlik... Sessizlik bizim aramızda top gibiydi, sürekli birbirimize attığımız bir top. Gözlerini kapayıp hiçbir şey demedi, ben de sorgulamadım. Neden sorgulayayım ki? Belki de ben fazla üstüne gidiyordum. Kabuğu yeterince sert olan adamların canı yanmaz sanıyordum. Dışarıdan iyi görünen hayatların, insanların, gerçekten iyi olduğunu sanırdım. Ama o kabuk ne kadar sert olursa olsun, yıprandığında en ufak darbede acıdan kıvranıyordu insanı. Ve zaman gittikçe daralıyordu. Biz farkında değildik sadece. 𓇢𓆸🂱𓃠
Soğuk içime öyle işliyordu ki, ister istemez kaşlarımı çatıyordum. Atkımı iyice sıkıp ellerimi cebime koydum. Tam on beş dakikadır hastanenin kapısında bekliyordum. Delirecektim, cidden. Hayır, bu adam kurşun yemeden önce bu kadar değere binmiyordu. Ne diye şimdi üstüne titriyordu Tolga? Kötü olan tarafı, etrafında paparazzi falan varmış, mış da neymiş, hastaneye girdiğini bilmeyecekmiş kimse de bla bla bla... Dişlerimin arasından “Bunlar ailecek manyak,” diye mırıldandım. Uzaktan, üzerinde koca siyah bir mont ve güneş gözlükleri olan, deliye benzeyen elemanı görünce gözlerimi devirdim. Yanıma gelince içeri girdik. “Çok bekletmedim değil mi ya?” “Yok ya, Tolga. Ya abin yetmiyor, bir de seni bekliyorum. Beklerken de dondum, lafı mı olur?” dedim. “Beklemedim,” diye ekledim içimden. Oysa içimden neler diyordum... Odaya gelip içeri girdiğimizde, Tolga’nın “Geleceğim, geleceğim. Aybars’a haber verme sakın,” diye bağırışlarından sonra gerçekten endişelendiğini sanmıştım. Ama odaya girince Aybars’a bir saniye bile bakmadan tuvalete girince, küfür etmemek için zor tutuyordum kendimi. Kendimi koltuğa atıp, “Sergen nerede? Kaç gündür ortada yok,” dedim. Tamam, Sergen'e gıcıktım ama iş görüyordu adam. O olsa bu aptal Tolga ile ben değil, o uğraşırdı. “Senin haberin yok mu?” Aybars, önündeki laptopu kapatıp yanındaki komodine koydu. “Neyden haberim yok mu?” dedim. Gözlüklerini de çıkarıp burun kemerini ovuştururken, “Ben Sergen’i kovdum,” dedi, normal bir şey diyor gibi. “Ne?” Ağzım şu an açık mıydı acaba? “Kovdun mu?” Şaşırmıştım, hayır, şok olmuştum. Bu şaşkınlığı dile getirecek düzgün kelimeleri seçemiyordum. “Neden kovdun?” “Neden mi kovdum? Soru mu bu Talia?” “Benim arkadaşım ile birlikteler diye adamı kovdun mu?” “Aynen, o dediğinden yaptım.” Yanına gidip elimi alnına koydum. “Yok, senin ateşin falan da yok.” Elimi alnından çektim. “Dalga geçmiyorum,” dedi. Yatağa oturdum. “Sağ kolun, ne kolunsa artık, ondan mı kovdun, yoksa yönetim başkan cart curtundan mı?” diye sordum. Anlamsız anlamsız yüzüme bakınca, “Her ikisinden mi?” dedim, sabrını zorluyordum sanırım. “Talia, kovdum işte. Dümdüz kovdum. O da dünden razıymış, siktir olup gitti.” “Sergen’i kovduysan arselini batırıyoruz sanırım.” Unuttuğum bir şey aklıma düştü: Merih ve babasının ortak olma isteği. “Geri al onu.” Sergen o şirketin demirbaşıydı, o olmazsa Aybars’ın yetişebileceğini sanmıyordum. “Ara, geri al onu hadi.” Aybars, çenemden tutup suratımı kendine çevirdi. “Ne oluyor sana?” Elini çekip, “Hiç, hiçbir şey olduğu yok. O holding annenin değil miydi? Batsın istemezsi...” “Neden batsın Talia? Orası benim, ben ne istersem o olur. Sergen andavalı hiç işi olmazken gönül işlerine merak sarınca arselinin batacağını mı sandın sen?” Tam olarak öyle sanmıştım. Aybars ne bok yiyorsa arseline uğramıyor gibi geliyordu. “Yok öyle bir şey. Ayrıca o gerizekalı, çok değil bir haftaya geri gelir.” Tek kaşımı kaldırdım. “Nasıl böyle emin olabiliyorsun?” “Ben onun ciğerini biliyorum, duramaz o. Belki Pelda’yı bırakmaz ama gelir.” Pelda’yla gıcığım. İsmini yan yana duymak dahi istemiyordum. “Azıcık ölmüşsün,” dedi Tolga’yı görünce. Komodinde duran karton peçete kutusunu ona fırlattım. “Aptal, madem bu kadar umrunda değil, beni neden üç gündür sıkboğaz ediyorsun? Al başına çal kardeşini.” Yere düşen peçete kutusunu alıp parmağını bana doğru salladı. “Her seferinde gidip en sıkıntılısını bulmayı nasıl başarıyorsun?” “Her seferinde mi? Başka bir sefer mi vardı?” Aybars’a baktım. “Her seferi mi?” diye sordum. “Senden öncesi olmadığını düşündüğünü sakın söyleme bana, Talia.” Tolga konuştukça deliriyordum. “Bir öncesi yoktu Talia.” Tolga kahkaha attı. “Pis yalancı, nasıl yoktu ya? Vardı, ben hatırlıyorum.” “Ben neden hatırlamıyorum, Tolga?” “Nasıl hatırlamıyorsun ya? Hana’dan bahsediyorum.” Biri var mıydı gerçekten? Ama Tolga, Aybars’ın beni gördükten sonra – yani aslında benim olduğumu bilmediği kızı gördükten sonra – kimseyle olmadığını belli etmişti. “Hana mı?” dedi Aybars, gülerek. “Hana’yla benim bir geçmişim mi varmış? Sen şu geçmişi anlatsana bana bi’, ya ben de bileyim.” “Bak bak, bilmemezlikten geliyor. O Koreli manyak kız, Sergen’in sevgilisiyim diye geldi, sonra Sergen’den ayrılıp sana yürümedi mi?” Midem bulandı. Bunu gülerek nasıl anlatıyordu? Ama anlaşılan, atmaca bir hikâye değildi ki, Aybars’ın suratındaki gülümseme gitmişti. “Hayır, sonra o sarı saçıyla garip tipiyle şirkette çalışmaya başladı. Sahi, Sergen bozulmadı mı ya, sen onu işe alınca?” Öggg, o kızla gerçekten bir şeyler yaşamışlar mıydı? Yaşadılarsa, daha fazla ögggg. “Saçmalama, Sergen’in eski kız arkadaşıyla olacak kadar düşmedim. Sadece fena olmayan bir teklifle geldi, ben de işe aldım.” O fena olmayan teklifi merak ediyordum. “Ney o teklif?” Tolga benim içimdekileri tercüme etmişti. “Bu kadar meraklı olma, biliyorsundur, insanın başına ya meraktan ya da...” Bu cevabı üstüme alınmıştım. “Neyse ne, geçmişte kalmış, ilgilenmiyorum Tolga.” Hayır, aslında baya merak ediyordum. “Yarın arselinde yönetim kurulu toplantısı var… Bir de müşteriler,” dedi Tolga, benim az önce oturduğum koltuğa yayılarak. “Gidecek misin? Sergen’i de kovmuşsun.” “Gideceğim.” Kaşlarımı çattım. Dört gündür hastanede yatıyordu, ben de işim bitince yanına gelip bakıyordum ve hâlâ iyi olduğunu düşünmüyorum. “Çok erken değil mi?” “Talia, sen istiyorsun diye dört gündür hastanedeyiz. Muhtemelen Aybars hemen eve dönerdi böyle bir şey olunca.” Bir şey demedim. Zaten günlerdir gidelim diyordu, biliyordum. Ben istemesem eve gideceğini. İlk gün kalkma dememe rağmen kalkmıştı. Kalktığı yetmiyor gibi, Sergen hastaneden gitmeden önce okkalı bir kavga da etmişlerdi. “İyi, ben de geliyorum o zaman.” “Senin işin yok mu?” “Var, var da ben hallederim.” Aybars telefonunu alıp birini aradı. Konuşması bitince bana döndü: “Hadi hazırlan, gidiyoruz.” “Nereye?” “Eve Talia, nereye olacak?” 𓇢𓆸🂱𓃠
Saatlerdir Aybars’ın boş odasında oturuyordum. Neyin toplantısıydı bu? Kaç saattir bacak bacak üstüne attığım ayağımı daha da hızlı sallarken stilettolarımın ne kadar güzel durduğunu fark edince ayağımı sallamayı kestim. Bu ayakkabıya âşık olabilirdim. Âşık olduğum şeyler genelde canımı acıtıyordu. Ayaklarımda güzel dursalar da çok yürüyünce giydiğim için pişman oluyordum. Ben tam olarak ne zaman o Amerikan filmlerindeki plaza girl olacaktım? Kapı açılma sesini duyunca çalışma sandalyesinde döndüm. “Bu toplantı zırvalığı neden bu kadar uzun sürdü?” Aybars ceketini bırakıp masanın önündeki koltuklardan birine oturdu, çünkü onun yerine ben oturmuştum. “Talia, ikimizin de daha önce yapmadığı şeyler var. Ben sinemaya gitmedim, sen de daha önce bir toplantıya hiç gitmemişsin anlaşılan.” Yani bizim hastanede beyin fırtınası yapardık genelde, o da bu kadar sürmezdi. Günler sürerdi bazen, anında bulurdun tabi, bu şanslıysan. Şanssızsan haftalarca düşünürdün. Ayağa kalkıp odanın içinde gezindim. Bembeyaz bir odaydı, daha doğrusu bomboş. Hiçbir şey yoktu; masa, koltuk, ıvır zıvır dışında ruhsuzluğu içimi baymıştı. Geri arkamı döndüğümde yerine oturduğunu görünce aldırmadan yanına gidip kucağına oturdum. Belimi sıkıca kavradı. “Yerinize mi oturdunuz hanımefendi?” Gülümseyerek dudaklarına yaklaştım. “Beyefendi, ben zaten yerimde oturuyorum.” “Böyle bir toplantıdansa sinemaya gitmeyi tercih ederim,” dedim biraz alaya alarak. Elimi hafifçe omzuna koyarak kollarından kurtulmaya çalıştım. Ama o beni daha da yakınına çekti. “Henüz gitmiyorsun,” dedi fısıltıyla. Dudakları neredeyse tenime değiyordu. Bu kadar yakın olmak her zaman bir oyun gibiydi bizim için. Bir adım ileri gitmek ya da geride kalmak, her zaman sınırların zorlanmasıyla ilgiliydi. “Belki de biraz fazla sahiplenicisin,” dedim, ona karşı tavrımı belli ederek. “Belki de sen fazla kaçmaya çalışıyorsun,” diye cevap verdi, gözlerini benimkilerden ayırmadan. Birkaç saniye bomboş gözlerle ona baktım. Aramızda görünmez bir gerilim vardı. Aynı anda hem yakınlaşıyor hem uzaklaşıyorduk. “Her yaklaştığımda daha da kaçıyorsun ama sana söyleyeyim Talia… Ne kadar kaçarsan kaç, seni hep bulacağım.” Şımarık bir kız çocuğu gibi gülümsedim. “Bu bir tehdit mi söz mü?” “Her ikisi de değil, bu bizim gerçeğimiz,” sesi keskindi. “Senden vazgeçmeyeceğim.” Kaçıyordum, duvarlar örüyordum ama bütün ördüğüm duvarları yıkıp geçiyordu. Kaçan her zaman kovalanıyordu. Ciddi olmanın ortamı değildi burası. “Oyun oynuyoruz yani… Kaçan kovalanır,” dudaklarında alaycı bir gülümseme belirdi. “Bir oyun oynanıyorsa eğer, kazanan her zaman ben olurum.” Parmaklarımı omzunda gezdirdim. “Ya kazanan ben olursam?” Kapı açıldı, ne olduğunu anlayamadan içeri Merih girdi. Sesi kendinden önce girmişti gerçi. Kalkmak istedim ama Aybars daha da sıkı tutmaya başlamıştı. “Teklifini reddettiğimi sanıyordum,” Merih elleri cebinde yaklaşıyordu. Midemi bulandırıyordu, onunla ilgili her şey iğrençti. İsmi, kendisi, bütün evrenden silinse içimdeki bu öfke dinmezdi. “O’nun için gelmedim buraya… Sizi tebrik etmek için geldim.” Aybars’ın yüzünü izliyordum, bütün tepkilerini. Düm düz karşısında pişkin pişkin duran Merih’e bakıyordu. “Talia, valla tebrik ederim! Durdun durdun, turnayı gözünden vurdun.” Suratına iğrenç bir gülümseme yayıldı. “Ama Gediz’in hakkını yedin. Şahsen ben çok üzüldüm ona… Gediz’le olacağını sanıyordum.” Yutkunmak istedim ama yutkunamadım. “Ne zırvalıyorsun Merih?” “Ahhh hadi ama, bana bak, bu odadaki herkes senin aptal olmadığını biliyor.” Parmağını bana salladı. “Visconti, bu varya bu dikkat et buna. Şeytana pabucunu ters giydirir.” Aybars hiçbir şey demiyordu. Nefret ediyordum böyle yapmasından. Enzo’nun yanında da böyle susmuştu. Ne yapmaya çalışıyordu? “Gerçi in misin cin misin bilmiyorum, alıcının beli dile kolay. Bugüne bugün on milyon dolarlık bir kızsın.” Başımdan kaynar sular döküldü. Ne on milyon doları? Aybars beni indirip ayağa kalktığında artık net bir şekilde ters giden bir şey vardı. Merih suratıma şeytan gibi bakıyordu. “Niye bu kadar şaşırdın sen ya… Yıllardır peşinden gelmememin bir anlamı olduğunu bilmiyor musun sakın bize?” Düşündüğüm şey olmasın. Lütfen aklımdaki şey olmasın, lütfen. “Gediz senin için az para dökmedi bana.” Aklımdaki şeydi. Ben arkamı döndüğüm sırada, Aybars Merih’e doğru büyük adımlar atıyordu. Kapının çıkardığı tok sesle gittiklerini anladım. Bulunduğum oda bembeyazdı ve cam doluydu, ama dört duvar üstüme üstüme gelmeye başlamıştı. Gediz yalan söylemişti. Bana yalan söylemişti. Merih’le görüşmeye devam ediyordu, bir de üstüne ona para veriyordu. Bana sadece yalan söylememişti. Bu hayatta canımı en çok yakan insanlardan birine yıllardır para döküyordu. Dört yıldır ipekten bir yalanla gözlerimi bağlamıştı. Ben nasıl inanmıştım buna, nasıl kanmıştım gerçekten öylece peşimi bıraktığına? Aldığım nefes haram gibi geliyordu. Parmaklarım saçlarımda takılı kaldı. Olduğum yere çökmüş, bütün bu olan bitenin gerçek olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Saç diplerim, parmaklarımın arasındaki saçları çektiğim için sızlıyordu. Bir an olsun sadece benim dilediğim gibi olamaz mıydı her şey? Ben sadece bir damla istiyordum, o damla için yapmadığım şey kalmıyordu. Canım yanıyordu, düşüyordum, kalkıyordum. Ama bazılarına şakır şakır yağıyordu o damla, hiç emek sarf etmeden, hiç istemeden yağıyordu. selammm bu bölüm umarım bölümü begenirsiniz yorum yapmayı ve fikrelerinizi belirtmeyi unutmayın hepsini okuyorum.
|
0% |