@redbook
|
Dört duvar üzerime yıkılmış da ben de o habenin altında kalmıştım sanki. Yıkılan dört duvar olmamıştı; yıkılan güvenimdi. Kimseye güvenilmemesi gerektiğini en iyi bilen insanlardan biriydim ben. Ne diye güvenmiştim? Gediz'e kızgındım; bir tek Gediz'e değil, kendime de kızgındım. Bu yalanı anlayabilirdim. Anlamak istemedim. Bazen bazı yalanları anlamak istemezsin; bu yalanda öyle bir yalandı benim için. Nefes alıp verdikçe içime işliyordu. Gözlerimde biriken yaşlar akmasın diye kendimle savaş verirken, bir çift kol beni ayağa kaldırdı. Aybars'ın suratını görünce, o akmasın diye uğraştığım gözyaşlarım tek tek dökülmeye başladı. Parmaklarım hâlâ saçlarımda; saç diplerime işkence ediyordu. Ellerimi saçlarımdan ayırıp beni göğsüne bastırdı. “Tahmin etmeliydim,” diye mırıldandı. Benim de tahmin etmem gerekirdi, Aybars. Kafamı göğsüne yasladığında, görüş alanım yüzüme gelen saçlarımdan dolayı kararmıştı. Hiç çıkamasam da olurdu bu karanlıktan. Parmakları saçlarımda tüy gibi gezinirken, boğazım düğümlendi. “Aglama artık…” Gözyaşlarım gömleğine geliyordu; beni ağlarken duysun istemiyordum ya da görsün, ama her defasında böyle oluyordu. Onu gördüğüm ilk gün, kalbime bir hançer saplandı. Öyle garip bir hançerdi ki bu, duymak istemediğim şeyleri duymama sebep oluyor. Yapmak istemediğim ne varsa yaptırıyordu bana. Kimse, kanlar içinde kaldığımı, acıdan kıvrandığımı farkına varmadı. O hançerin adı aşktı. Bu aşk denilen şey, ne yaşananları unutturuyordu, ne de bana dört duvar oluyordu; aksine, acı veriyordu. Koca bir ömür yaşayabilir miydim ben bu hisle… bu acıyla? Bana rastlamaz derdim hep; denk geldin mi, farkına bile varmıyormuşsun demek ki. Saçlarımın arasında hissettiğim öpücüklerle kafamı kaldırdım. “Ona para ödemiş… Bunca şeyden sonra ona ödül gibi para vermiş.” Hayal kırıklığımın içimdeki bu sessiz hüzünlü öfkenin, tek suçlusu Gediz değildi. İçimdeki bu hissin sebebi bizzat kendimdim. Nasıl, nasıl diye düşünmeden edemiyordum. Nasıl anlamamıştım ben bu bariz belli olan anlaşmayı? Nasıl Gediz’in bana yalan söylediğini farkına varmamıştım? Anlamamış mıydın, Talia? Yoksa anlamak istememiş olabilir misin? “İyi misin?” Kaşları çatık, bana bakıyordu. Kollarımı ondan ayırıp uzaklaştım. “Ha, iyiyim.” Ellerime bulaşan akmış rimel lekelerini görünce, ona arkamı döndüm. Evet, kesinlikle çok iyi gözüküyordum pehh. “Yalancı.” “Bildiklerini sormaktan zevk alan sadist sensin.” Gözlerimdeki lekeleri temizlemeye çalışırken, arkamdan gelip ellerimi tuttu. “Boşuna uğraşıyorsun, daha çok dağılıyor.” “Senin yüzünden,” dedim, kaşlarımı çatarak. Bütün her şeyi onun üstüne yıkmak ister gibi konuşuyordum. “Her zamanki gibi suçlu ben oldum yani.” “Boşver, gidelim buradan.” Odadan çıkmak için kapıya doğru ilerlerken kapıyı açıp elimi tuttu. “Şu duygu değişimlerin hiç normal değil, haberin olsun.” “Asıl senin bu sakinliğin hiç normal değil, sahi ne kullanıyorsun? Sen söyle, ben de kullanayım.” Asansöre bindigimizde aynaya bakarken asansöre doğru koşan sapsarı saçlı bir kız gördüm. Kapılar tam kapanırken binip nefes nefese kafasını kaldırıp gülümsedi. Çekik gözleriyle asla uyuşmayan sapsarı saçları ona garip bir hava katıyordu. Farklı görünüyordu; kaşlarına kadar sapsarıydı, beyaz teninde emanet gibi duruyordu. Kötü değildi, her neyse işte, farklı. Aybars kıza garip bakışlar atarken kız elini bana uzattı. “Hana, ben, sen de Aybars’ın nişanlısı olmalısın.” Siktir, o geçen bahsettiğimiz Hana mıydı? Afallayarak suratına baksam da toparlayıp, “Talia,” dedim. Sergenle bu kız gerçekten sevgili olmuşlar mıydı? Komikti. Hayır, hayır, cidden komikti. Sergen, Anadolu’nun bağrından gelmiş bir adam gibiyken, bu kız baya baya Koreliydi. Üstüne bir de, alışık olduğumuz siyah saçlı, beyaz tenli Korelilerden değildi. Yan yana hayal edince daha da komikti. Dudaklarımda belli etmemeye çalıştığım gülümsememle kıza bakarken, kız bir an olsun yerinde durmuyordu. Bu gri asansöre onun renkli kişiliği tezat kaliyordu. Asansörün kapıları açılınca, aceleci bir tavırla çıkacakken Aybars tutup, “Senin ne işin var burada?” dedi. Kapı kapanmasın diye ağını kapıya koydu, “Beni burada işe aldığını unuttun sanırım.” Aklıma direkt geçen bahsetikleri teklif geldi. Böyle bir kıza, Aybars’a ne teklif etmiş olabilirdiki. Hanaya bakarken,pek hoşnut görünmüyordu. Yoksa ben mi, anlamak istediğim gibi anlıyordum? “Çok göze batıyorsun. Ortada gezin diye almadım seni işe,” dedi. Hana omuz silkti. “Öyle olsun, gıcık herif. Ayrıca o kuyruğun maaşıma zam yapmamakta ısrarcı; söyle ona zam istiyorum.” Aybars, muhtemelen Sergen’i kovdugunu söyleyeceği sırada asansörün kapısından ayağını çekip hızlı hızlı gitti. Arabaya binerken gülmeden edemiyordum. Kemerimi takıp, Aybars’a baktım. “Demek Sergen’in renkli saçlı kadınlara zaafı var ha.” Yola odaklanmıştı ama dudaklarımdaki o ufak sırıtıştan beni dinlediğini anlayabiliyordum. "Onları yan yana hayal edemiyorum bile." Işıklar da durduğumuzda bana döndü. "Tam olarak bundan bahsediyorum, işte; demin ağlıyordun, Talia." "Ne yapayım, ağlamaya devamı edeyim." Yeşil ışık yandığında yola geri döndü. "Hem ayrıca bence merak etmekte hiç de haksız değilim. Şahsen benim Sergen gibi bir kankam olucak yanında böyle bir kızla gelip, 'Bu benim sevgilim,' diyecek yere yatar, ağlaya ağlaya gülerdim." "Pelda yeterince renkli saçlı değil mi?" Suratımdaki o şebek gülümseme dümdüz oldu. "Eve gidince yere yatıp ağlaya ağlaya gülersin." Tabii, dalga geçecek iki şey buldun mu, hiç durma zaten. Gerzek! "Benim böyle ucube zaaflarım yok; kesin senin de vardır. Kimin kankasısın? Böyle, ımmm… platin saçlı kızlara ya da şeyyy, zengin sarısı; hangisi ha?" "Hımm," dedi, Dalga geçer gibi. yüzüme bakıp gözlerini kısıyordu. "Benim koyu kestane saçlı, renkli gözlü esmer kıza zaafım var sanırım." Hoşnutsuz ifademin yerini şımarık bir çocuğun gülümsemesine benzer o gülümseme aldı. "Bu arkadaş çok inatçıdır; kendi kendine konuşuyor ama fena değildir. Tanışsan, çok seversin." Koluna vurdum, "İki üç tane kötü huyunu bulmuşsun hemen ortaya at." "Ben böyle seviyorum onu… O, her küçük çocuk gibi şımarıp kahkahalar atıgında elime fotoğraf makinesini alıp her anını çekmek istiyorum… Hafızamdan hiç silinmesin o gülüşü." Bazen insan başkasından dinler kendini. O, bir başkası; herkesten daha güzel anlatır. "Talia, kimsenin gülüşünü çalmasına izin verme; ben o gülüş için bütün servetimi dökebilirim." O gülüşler bir kelebeğin ömrü kadar gelip geçiciydi. Camdan etrafa baktım; burası tanıdık bir yol değildi. "Nereye gidiyoruz?" dedim, camı açıp kafamı biraz çıkararak. "Onların olmadığı bir yere." Aybars'a döndüm; rüzgardan saçlarım dağılmıştı. Yüzüme gelen saçı kulağımın arkasına sıkıştırdı. "Başka bir ev, ha?" "Öyle." Camı kapatım, gittiğimiz yolda ağaçlar vardı. Uzun ağaçların arasında da lüks evler ve aralarında koca koca mesafeler vardı. "Geçmişi temiz tutabilmek çok büyük bir nimetmiş… Geride kalırlar sanmıştım. Bir daha ne Merih ne Gediz karşıma çıkmaz; ben de yoluma bakarım demiştim." Burukça güldüm. "Ama geride kalmıyormuş; ne geçmiş ne de o geçmişte kaçtığım insanlar." Aybars'ın odasındayken düzgün düşünemiyordum. Şimdi daha sakindim; daha aklı selim bir şekilde düşünebiliyordum. Şimdiki asıl sorunum, Aybars'ın soracağı sorulardı. Gediz'in dört yıl boyunca Merih'i benden uzak tutmak için para vermesinin sebebini elbet soracaktı, ya da çoktan biliyordu. Merih ile baş edebilecek gücüm yoktu benim; çok denemiştim, defalarca polise gitmiş, Sonya'ya söylemiştim. Karakoldan her seferinde elim bomboş çıkıyordum. Sonya'ya her söylediğimde Merih, sanki hiç dönmeyecek gibi ortadan kayboluyor. Çok değil, bir, bir buçuk ay sonra geri dönüyordu. Özellikle Sonya'nın yurtdışında olduğu zamanları seçiyordu dönmek için. Aptal değildi, ben de değildim. Hep düşünürdüm; o tek oyunu onunla oynamasaydım, bu kadar başıma bela olur muydu? Muhtemelen olurdu. Bazı bakışlar vardır; anlamamak elde değildir. Bazı söyler vardır; altında yatan o koca pisliği fark etmemek imkansızdır. Aybars sorsa ne diyeceğimi kestiremiyordum ya da onun nasıl bir tepki vereceğini. Biraz çaktırmıştım aslında; sürekli beni rahatsız ettiğini söylemiştim ama fazlası olduğundan hiç bahsetmedim. Hiç sorma. Ben de söylemek zorunda kalmayayım. Gözlerimi bir noktaya odaklamış, öylece düşünürken, tahta bir kapının ardından geçtikten sonra yavaşladı. Evin etrafı ağaçlarla kaplıydı; çok büyük değildi, tatlı bir evdi. Ev gibi duruyordu. Sonbahar olmasına rağmen etraftaki çiçekleri görebiliyordum. Arabadan inip eve doğru yürüdüm. "Şimdi sizinkiler ve Sergen burayı bilmiyor, ha?" Kapıyı açıp, "Buraya ilk seni getiriyorum, Talia," dedi. Bu adam böyle davrandıkça garip hissediyordum. "Hımm," yaptım. İçeri girip gözlerimi etrafta gezdirirken, "Sen burayı gezip mi aldın yoksa hiç bakmadan direkt aldın mı?" "Burası uzun zamandır benim." Kaşlarımı kaldırdım. Aybars'ın holdingteki odası bembeyazdı; beni götürdüğü o 43 katlı binada da belli renkler vardı. Bu ev sıcaktı, Aybars'a göre fazla sıcaktı. Burada kafa dinlemeye geliyor olamazdı ya. "Hiç senin tarzın durmuyor." Elimi tutarken güldü. "Benim tarzım neymiş?" Oturma odasına girince daha da emin oldum; burası'nın onun tarzı olmadığına. Koltukta, bana göre hoş duran ama Aybars'a pek uymayan o yastıkları göstererek, "Sen çok net bir adamsın. Bu yastıkları almazsın; hepsi farklı renklerde. Sen alsan ya siyah ya da beyaz alırdın," dedim. Koltuğa oturup, ayaklarımdaki topukluları çıkarıp yere attım. "Net davranırsan herkes seni net sanar, Talia. Ama sen kesinlikle net değilsin." Gene başlamıştı; benim anlamadığım kelimeleri kullanmaya. "Ben belirsizliği seviyorum," diye mırıldandım. Aybars, gözlerini bana dikti. Onun bu bakışları, hep içimde bir kıpırtı yaratırdı ama aynı zamanda huzursuz ederdi beni. Sessizce yanıma oturup; parmaklarını ince ince dizime dokundurdu. Derin bir nefes alıp verdim. İçimdeki huzursuzlukla mücadele ederken, sanki odadaki hava ağırlaştı. Aybars, parmaklarını dizlerimde gezdirirken sessizliği bozmak istemedim. O anın içinde kalmak, hissetmek istiyordum. Gözlerim ona kaydı, hiç konuşmadım. İçimdeki karmaşa, boğazıma bir yumru gibi oturmuştu. Bir süre göz göze geldik, ardından o ağır bakışlarını benden kaçırıp duvara dikti. “Benimle olmak seni yoruyor mu?” Böyle bir soruyu pat diye sormasını beklemiyordum. “Ne?” dedim afkaldığım için. “Hayır… bilmiyorum, hiç düşünmedim.” Gözlerimi kaçırıyordum; daha önce hiç kafa yormadığım bir konuydu. Doğru cevap neydi bilmiyordum. Daha kötüsü, doğru bir cevabı var mıydı, onu da bilmiyordum. “Yormuyorsun…” diye mırıldandım; dedigim kendime bile inandırıcı gelmemişti. Gözlerime bakarken sanki bir şeyler anlamaya çalışıyor gibi görünüyordu. “Yormuyorsun,” dedim bu sefer daha güçlü bir sesle. İçimde yankılanan o koca sessizliğin farkındaydım ve sanırım o da bunun farkındaydı. “Yani her şey karmaşık, bunu daha önce söylemiştim ama seninle olmak… farklı.” İyice saçmalıyordum. “Farklı,” dedi Aybars, soru sorar gibi. “Farklı işte, Aybars.” Kaşlarımı çatım. “Sen neden bu kadar çok soru soruyorsun?” Dizimdeki elini çekip ayağa kalktı. “Bu konuşmaya ayrılan sürenin sonuna geldik, Talia hanım." O ilerlerken cebimden telefonumu çıkarıp ekranı açtım. Ahhh, benim çok sevgili canım arkadaşımın sonunda aklına gelmiştim. Defalarca aramıştı. Endişe edeceğim sırada Sergen’in de beni defalarca aradığını gördüm. Pelda’yı arayıp telefonu kulağıma götürdüm. Telefon açılınca, “Sesizdeydi, görmedim,” dedim. Arkasından gelen sese göre arabada olmalıydı. “Önemli değil,” dedi o da. Sesi sakindi; bir şey olmuş gibi gelmiyordu. “Sergen, Aybars’ın nerede olduğunu öğrenmek için seni aradı, sonra da bana arattırdı. Endişe edilecek bir konu değil.” Kafamı salladım, o beni görmese de. Telefonu kapayıp Aybars’ın yanına gittim; mutfakta su dolduruyordu. “Seninki beni aramış.” “Benimki?” Gözlerimi devirdim. “Bak, Aybars, arkadaşlığınızda, iş arkadaşlığınızda beni gram ilgilendirmiyor. Bu meseleyi daha fazla uzatma.” “Sergen mi?” dedi, bardağı dudaklarına yaklaştırırken. “Başka kim olabilir?” Bardağı geri tezgaha bırakıp, “Buraya geliyorlar, bu kadar aradığına göre. Önemli bir şey olsa iyi olur.” Pelda bu yüzden arabadaydı ve ardından araba sesi geliyordu. “Hım, Pelda’ya beni aratmış, senin nerede olduğunu öğrenmek için.” Aybars tam bir şey diyecekken kapı çaldı. O kapıya giderken ben dişlerimin arasından küfürler ederek salona doğru ilerledim. “Ve yine dibimizde bitti.” Koltukta nerdeyse yatıyordum; yatmakla oturmak arası bir duruştu gerçi bu, amannnn her neyse işte garip oturuş bu. “Sevgilisi sanki,” dedim sessizce; duymuştu. Kocaman açtığı gözleriyle bana bakıyordu. “O gözlerini çıkarırım, Sergen!” Pelda’yla Aybars da içeri gelmişti; Pelda ayak ucuma keyifsizce otururken, Aybars da elindeki su bardağını bana uzattı. Susadığımın farkında bile değildim; suyu verene kadar. “Ne oldu, Sergen?” dedi bıkınca. “Kaç kere aradım lan ben seni, evde kıyamet koptu.” “Toplantı vardı, bu gün biliyordun.” “O zaman sana büyük haberi vereyim.” Pelda elini alnına koymuş, alttan alta Sergen’le Aybars’a bakıyordu. “Beni bu kadar aramana neden olan şu büyük haberi bir an önce söyler misin?” Utanmasa araya reklam koyup biraz daha bekletecekti bizi. Ben suyumu içerken, Sergen, “Amca oluyorsun,” dedi. Ağzımdaki bütün suyu püskürtüm. “Ne amcası, Aron’la Katerina mı?” Şahsen ben o ikisinin el ele tutuştuklarını bile düşünmüyordum; nasıl bebekleri olacaktı? “Yo yo, Aybars, onların olsa bu kadar kargaşa olmazdı.” Yok artık, veramı. “Tolga,” diyince afladım. “Ne demek Tolga?” Sergen, ellerini ceplerinden çıkarıp, “Tolga’nın işte neyini anlamadın?” dedi. Aybars, karşımızdaki tekli koltuğa oturmuş, elini ensesine koymuştu. Bu adam stres yapınca elini ensesine mi koyuyordu?“ Yazdım bunu, Lorenzo. “Kız doğurmakta ısrarcıymış,” Aybars anında elini ensesinden çekip Sergen’e baktı. “Doğurmak istiyorsa doğurur, istemiyorsa doğurmaz Sergen, benim kafamın almadığı Tolga… Aptal çocuk.” “Baban delirdi.” “Şaka gibi, kimiş bu kız?” Sergen güldü; sinirden gülüyordu sanırım. Pek keyif aldığı gibi değildi. “Sosyal medya fenomeni, sarı saçlı, her şeyini paylaşan bir hanım kızımız.” “Zengin sarısı, ha?” Hepsi bana bakarken Pelda gülüyordu. “Zengin sarısı mı?” dedi Sergen. “Hı, zengin sarısı.” Telefonumu cebimden çıkarıp hesabıma girip arama tuşuna bastım. “Adı ne kızın?” “Beliz Lara, bilmem ne.” Pelda ayak ucumda gülmeye devam ederken, ayağımla bacağına vurdum. “Tam fenomen ismi.” Hesabına girip telefonu Pelda’ya gösterdim. “Bak, tam zengin sarısı bu ama hakkını yemek gerek; taş gibi kız, bayağı güzel.” Pelda’ya yaklaşıp kızın fotoğraflarına bakarken, Aybars elimizden telefonu alıp ekrana bakıp telefonu geri verdi. “Tolga’nın kolivarı ifşalama projesi olabilir mi bu bebek?” dedi Sergen. “Kes sesini, Sergen; sinirlerimi hoplatıyorsun. Hem ben seni kovmamış mıydım? Ne işin var senin benim evimde?” Sergen cevap vermeyince Aybars salondan çıkarken ben de arkasından gittim. “Bi bitmedin, Sergen, bi bitttmedin,” diye söyleniyordum. Aybars merdivene geldiğinde onu tuttum. “Dur, çıkma; yarış yapalım,” dedim. “Ne?” dedi, suratında garip bir sırıttışla. “Kim önce çıkarsa o kazanır.” “Ciddimisin? Ödül ne?” “Kazanan ne isterse o.” “Sayıyorum,” dedim heyecanla çıkmak için hazırlanırken. “Bir… iki… üç!” Merdivenlerden koşarak çıkarken, onun ikişer üçer merdiven çıktığını görünce sinirlenip dirseğimle koluna vurdum. Merdivenin sonuna gelince, hımı alamayıp koşar, ilk gördüğüm odaya girip kendimi yatağa attım. “Hile yaptın!” diyerek odaya girdi. “Hayır, hile yok; kazandım.” “Kolumu—” “Ben kazandım,” yanıma yatıp kafasını bana çevirdi. “Oyun bozan sensin,” gülerek. “Ben kazandım, sen kaybettin; değil mi?” “Talia, koluma vurdun!” Şu an tam olarak sanki oyunu kaybettiğini kabullenemeyen bir çocuk gibi görünüyordu. “Hiç de bile, ben kazandım işte; ben kazandım!” Sesim bütün odada yankılanırken karnımda hissettiğim şeyle kahkaha attım. “Dur, yapma; tikim var, beni—” Bilerek belimdeki ve karnımdaki huylandığım yerlerimi gıdıklıyordu resmen. “Herkesin orada tikleri var; sana özel bir durum değil.” O tikimle oynamayı kesince oturur pozisyona gelip kaşlarımı çatım. “Ha, yani başkalarının da tikleriyle oynuyorsun.” “Bunu demek istemediğimi ikimiz de biliyoruz, değil mi?” Elimi göğsünün altına koyup bastırdım. “Çık!” diye bir ses çıkardı. “Bilmiyoruz; ben bilmiyorum, başkalarının da mı tikleriyle oynuyorsun,” dedim. “Acıtıyorsun,” dedi; elini elim üstüne koyup. “Acıtsın.” “Sen en son ben kazandım diyordun; ne istiyorsun?” Konuyu kapatmak için benim ne istediğimi soruyordu ama iyi yerden yakalamıştı. “Bilmiyorum, düşünmedim.” Dirseklerimi bedenine koyup ona baktım. “Ne isteyeyim, ha?” “Bana mı soruyorsun?” “Başka biri var burada mı?” Ayaklarımı salarken yüzüne odaklandım. “Tam adamına sordum, değil mi?” Odanın cevap gelmeyeceğini anlayınca pes ederek kalktım. “Peki, hadi gidip yeni baba adayımıza ne yapacağını soralım.”
𓇢𓆸🂱𓃠 “Oğlum, aptalmışsın sen!” Aybars sinirden dört köşe olmuşken, Tolga koltuğun köşesinde atak geçiriyordu. “Duyuyor musunuz? Kızı tanımıyorum diyor; gerzek! Nasıl yaptın lan o zaman?” Vera karşı koltukta Aybars’ın onun güldüğünü görmesin diye eliyle ağzını kapatıyordu. “Bana bak,” yanına gitti. “Bana bak, Tolga. Ne yaptıysan arkasında duracaksın; kız doğurmak istiyorum diyorsa, doğrulacak; sen de o ne diyorsa onu yapacaksın. Dün yediğin hurmaların bir gün gelip seni tırmalayacağını bilmen gerekirdi. Ayrıca kolivardan haberi olmayacak… en azından bir süre için.” Tolga gıkını çıkarmıyordu; Aybars da ona kısa ve net bir şekilde, “Ne halt yediysen arkasında dur,” diyordu. “Tamam,” dedi sesini bozarak. “Ben zaten kabul ediyorum; kargaşa çıkaran sizsiniz.” “Oğlum, giydiği çorabı paylaşıyor; kızda sen de tamam kişisini bulmuşsun.” Konu zaten Tolga’nın baba olması değildi, konu kolivardı; kız öğrenirse, açığa çıkacağını düşündüklerinden. Aybars’la Sergen birbirine girip Tolga’nın hayatı hakkında tartışıyordu; zavallı Tolga için zor olmalıydı. O bebeği kabul ediyordu ama sorun ne bebekti ne de annesi; sorun Tolga’nın problemli ailesiydi. Şu an bile onun için karar vermeye çalışıyorlardı; eminim Aybars babası ve dedesiyle nazarın daha sakindi. Yeterince karamsar ve karmaşık bir ruh halindeydim; o yüzden bu ortamda daha fazla durmak istemeyerek kalkıp kapıya gittim. “Talia,” diye seslendi Aybars; yanımda gelmişti. Arkamı döndüm. “Çıkıyorum.” “Yarın hastaneden erken çık, Başar seni alacak.” Olmazdı; zaten bu gün onunla toplantıya gideceğim diye hastaneye gitmemiştim. Geçen haftalarda da dağ evinde olduğumuz için gitmemiştim. Böyle giderse devamsızlıktan kalacaktım. “Olmaz; çok gittim olmaya başladım.” “Ben hallederim, Başar seni alacak.” Kapının kolunu sıktım sinirle. “Başar beni nereye alıyor, Aybars; olmaz diyorum!” “Ben de olur diyorum; psikologa götürecek seni.” “Ne?” “Hayata olmaz!” Tek kaşını kaldırdı. “Nedenmiş o? Ben sana iyi gelir, kafandaki o dağınıklığı toparlarsın diye düşünmüştüm.” “Aybars, deli miyim ben; ne psikoloğu, Allah aşkına?” Bıkınca nefes verdim. “Talia, psikologa deli mi gidiyor? İyice saçmalamaya başladın; bak, garip davranıyorsun. Belki bazı şeyler var seni sık boğaz eden. Ben sana demiyorum; her gün gittim her şeyi anlat diye, sadece bir görüşme. O bir görüşme bile sana yardımcı olabilir.” “Asla olmaz; asla, tamam mı? Asla gitmeyeceğim oraya.”
𓇢𓆸🂱𓃠 Bana sözümü çiğnetmişti resmen. Yeşil duvar kağıtlı, aşırı sakin bir odada, beyaz bir koltukta karşımda oturan kadınla yaklaşık on yedi dakika kırk üç saniyedir bakışıyorduk. Benim konuşmaya, onun da beni salmaya niyeti yoktu. “Talia,” dedi yüzündeki o yapay robot gülümsemesiyle, “ismi mi ezberliyorsunuz yoksa konumu açmaya çalışıyorsunuz?” Bilmiş bir edayla elindeki defteri sehpaya bıraktı. “Burada konu açmaya çalışmayız; konu kendi açılır.” “İyi o zaman, ben konuyu açmayacağım.” Etraftaki bütün objeleri incelemiştim; resmen sıkılmıştım ve daha seansın bitmesine bir buçuk saat vardı. “Nasıl bir evde doğdun, nasıl bir ailen vardı?” benim açık sözlülüğüm onu konu açmaya sevk etmişti. Hiçbir şey demedim; öylece kadına baktım. Birkaç dakika düşününce buraya zaten gelmiştim ve bir şekilde bu odada duracaktım. Belki biraz çıtlatsam bir yardımı olurdu. “Nasıl bir evde doğdum,” diye kendi kendime mırıldandım. “Kocaman bir evde doğdum; ormanın ortasında, evden hallice bir binada ve bence siz benim annemle babamı tanıyorsunuz.” “Neden böyle düşünüyorsun?” Histerik bir şekilde güldüm. “Google’a yazınca çıkıyor isimleri ve siz benim ne okuduğumu biliyordunuz; odaya girdigimde… Aybars böyle detaylar vermez, siz araştırmışsınız.” “Doğru, biraz göz gezdirdim diyelim ama benim gördüklerimle senin gördüğün aynı şey değil, Talia; ben onları senden dinlemek istiyorum.” Doğru kelimeleri bulmaya çalıştım. “Bilmem, pek ilgili bir aile değildiler; genelde yalnızdım.” Ona gerçekleri anlatamazdım; odada bir kamera ve sehpanın üzerinde açık bir ses kayıt cihazı varken, ona bunları anlatmam bile garipti. “Geçti gitti bunlar zaten; şimdi ikisi de yok. Ben geçmişi geride bırakalı çok oldu, İmre Hanım.” Yüzündeki mimikler hiç değişmiyordu; ne düşündüğünü anlamak mümkün değildi. “Hayallerinden bahsetsene. Biraz okuyorsun, nişanlısın… Ne yapmayı istiyorsun hayallerinde?” “Herkes ne istiyorsa ben de onu istiyorum.” Düzgün bir hayat, yolunda giden işler; başka ne isterdi insan? Ben biraz vizyonsuzdum; öyle büyük şeyler istemiyordum. “Herkes ne istiyor, Talia?” Sorduğu soruya bakar mısınız? Daha kötüsü olamaz herhalde. “Bu soru çok saçma; okulumu bitirip iyi bir kariyer istiyorum, düzgün bir hayat; anlarsınız ya.” “Nişanlının bu hayallerde var mı?” İyice sinirleniyordum, burnumdan soluyarak. “Bakın, bunların hiçbirinin bana bir faydası yok.” Çantamı alıp ayağa kalktım. “Müsaadenizle, ben gidiyorum—” “Hayallerin seni kırıyor.” Söylediği iki üç kelimeyle olduğum yere çakıldım. “Atlatığını sandığın, geçmişte kaldığını düşündüğün hiçbir şey geride kalmamış, Talia; sen kendine yalan söylüyorsun. Ayrıca… düşlerinde senin de olmayan bir adamla gelecekte de olamazsın.” ... selammm bu bölüm biraz aksilikli bir bölümdü umarım beyenmişsinizdir yorum yapmayı unutmayınnnnn... 💙💙💙💙💙 |
0% |