Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3-🕯 Yanlış gibi gelen doğrular 🕯

@redbook

 

Nasıl olabiliyordu böyle bir şey? Tesadüfen karşıma çıkan bu adam...

Benim kötü olma ihtimalini düşünmediğim adam karşımdaydı; en olmamasını istediğim yerde, afallamışçasına ona bakıyordum.

Haldun omzunun üzerinden arkasına bakarken, ben kaşlarımı çattım. "Senin ne işin var burada?" dedim, hesap sorar gibi. Oysa daha adını bile bilmiyordum.

"Sana sormalı," diyerek yavaş adımlar atıp Haldun'un arkasında durduğunda onu hâlâ görebiliyordum.

"Burası benim," dedim, sesimi yükselterek. Bulunduğum yerden ne kadar nefret ettiğimi unutmuş ve kabuslarım olan yere 'burası benim' demiştim.

"Beni tanıyorsun." Tanıyor olmalıydı; defalarca karşıma çıkmıştı ve bakışları da tanıdığını söylüyordu.

Kimse daha önce görmediği birine böyle bakmazdı.

"Sen de beni tanıyorsun," deyince güldüm. "Hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun," dedim alayla. Sesiyle örtüşecek şekilde dudakları sinsice kıvrıldı. "Tanımamazlıktan gelemeyeceğim kadar çok gördüm seni."

"Lamia, gerçek adın değildir diye umuyorum," demek dün beni görmüştü. Haldun arkasını dönüp ona baktığında, hiç beklemediğim şekilde, o da bir silah çıkarıp Haldun'a doğrulttu.

Haldun'un bu kadar sakin olması beni delirtiyordu. İkimizden biri onu vurabilirdi, ama o elleri cebinde gayet rahat bir şekilde durmuş, onun gözlerine bakıyordu. "Buradan gitmek mi istiyorsun?" dedi, gözlerimin içine bakarak.

"Gitmek istiyorsan bunu yapmak zorunda değilsin,"

"Buradan birlikte çıkabiliriz," deyince, iki elimle doğrulttuğum silahı tek elime alıp ona baktım.

"Sana güvenmiyorum," dedim, sırtımı duvara dayayıp kollarımı birbirine bağlarken.

"Onu öldürürsen buradan canlı çıkamazsın."

Haklıydı; etrafta korumalar vardı ve hepsi tetikteydi. Birkaç saniye durdum; ani bir kararla elimde silahla buraya gelmiş ve babamı öldürüp öylece elimi kolumu sallayarak gideceğimi mi düşünmüştüm? Cidden kafayı yemiş olmalıydım; çıkışımı hiç düşünmemiştim. Onun gözlerine tekrar baktım; hâlâ silahını indirmemiş, gözlerime bakıyordu.

"Tamam," dedim. Bedenimi yasladığım duvardan ona doğru gidip, "Seninle geleceğim," dedim.

Merdivendeki adam geri çekilip yol verdi. Hiçbir şey demeyip tek kelime etmemişlerdi gitmemize. Ben önden, o arkamdan gelirken omzumun üstünden gelip gidilmediğine bakıyordum.

Kapının önünde bekleyen aracın arka kapısını uzun boylu esmer bir adam açtı. Önce benim binmem için öncelik verirken, camdan kapıda dikilen Haldun'a bakıyordum.

Sakindi ama kızgın bakışları vardı; fırtına öncesi sessizlik gibi.

Yanıma oturduktan birkaç saniye sonra esmer adam da yerine geçip arabayı çalıştırdı. Ben ona bakarken durdu ve "Altmış saniyede bir gözümün içine anlamsız, anlamsız bakmaya son ver," dedi. Kafasını yana çevirince kaşlarımı kaldırdım. "Anlamlı bakarsam sorun yok yani," tekrar kafasını bana çevirdiğinde, onun konuşmasına izin vermeden konuştum. "Kimsin sen?" dedim. Sesimdeki ciddiyeti fark etmiş olacak ki kaşlarını çattı. "Bütün bu saçmalığın varisiyim."

Bu sefer kaşlarını çatma sırası bendeydi. "Bilmece gibi konuşmayı kes."

"Yıllardır karşıma çıkıyorsun; kim olduğunu bilmek hakkım."

"Yıllardır karşıma çıkan sensin," dedi. Onun benimle tanışmaya pek hevesi yoktu anlaşılan.

"Adım Talia,"

"Aybars," elini uzattı. Geri çevirmeyip elini sıktım.

Sanırım bu bizim gerçek anlamda ilk tanışmamızdı.

Hayır, hayır, hayır, bu kesinlikle ilk tanışmamız değildi. Onu gördüğüm ikinci sefer anlamıştım; o gözleri ne ilk görüşümdü ne de son.

"Onu nereden tanıyorsun?" dedim, sesimi düşürerek. Haldun'un değil, yüzünü görmek, adını dahi zikretmek istemiyordum. "Sana bunu nasıl açıklarım, hiçbir fikrim yok, Talia."

"O kimseyle görüşmezdi. Onun üstü biri olman gerek," dedim. Camdan bakarken, ormanlık yolda hızla gidiyorduk. Dudaklarındaki ufak sırıtış dikkatimi çekince ona döndüm. "Lorenzo ismini daha önce duydun mu?" dediği ismi duyunca kaşlarımı çattım; çünkü bu isim, Haldun’un onlar için çalışmalar yaptıgı örgütün kurucusunun varislerinden biriydi.

Haklarında çok şey söyleniyordu ama çok fazla etrafta görülmezlerdi. İşlerini kimsenin görmeyeceği şekilde yaparlardı.

Kısacası saman altından su yürütüyorlardı, Talia.

"Ne saçmalıyorsun?" dedim. Kafamı karıştırıyordu, dediklerinden hiçbir şey anlamıyordum. "o benim."

Sadece aklım durmamıştı, bedenim de donup kalmıştı. Öylece ona bakarken, "Tamam," deyip camdan bakmaya devam ettim.

Ne yapmaya çalışıyordum ben? Tamam, ne ya? Neye tamam diyorsun Talia? Herif 'ben Lorenzo'yum' diyor, sen "tamam" diyorsun.

Kendime kızarken beni bölen onun sesi olmuştu, "Sana bir teklifim var."

"Canımı falan alacaksan, beni merkeze geri götür, uğraşmayalım şimdi. Kan falan uzun işlerdir, kesin bunlar," ne dediğimi anlamayarak suratıma bakınca, öksürüyormuş gibi yapıp ciddi bir tavır takındım.

Sanki az önce hiçbir şey dememişim gibi devam etmeye çalışıyordum. "Ne teklifi?"

"Onun bir daha sana yaklaşmamasını sağlayabilirim." Bana cenneti teklif edeceğini hiç düşünmemiştim ama bunun mutlaka bir bedeli vardı.

Cennetinde bi bedeli vardı.

Olmalıydı; nede olsa hiçbir iyilik karşılıksız kalamazdı.

Aybars arabayı kenara çekmesini söyleyince adam arabayı kenara çekip dışarı çıktı. "Bunun karşılığında sen de bana bir iyilik yapacaksın."

Ah tabii, küçük iyilikler... Hiçbir şey karşılıksız değildi olmayacaktı da.

Kollarımı birbirine bağladım, "Onu yanıma yaklaştırmayacağından şüphem yok. Ama ondan kaçıp sana tutunmam aptalca değil mi sence de? Üstelik yıllardır sizin için çalışıyor; siz de en az onun kadar kötüsünüzdür muhtemelen."

Kafasını hayır anlamında salladı. "Hayır, onun yaptığı her şey bizim süzgecimizden geçmiyor."

Kendi kendime sessizce, “süzgeçlerinden geçmiyormuş muşta… Sanki benim yaptığınız şeylerden haberim yok.”

Biraz durdu, sonra bana döndü. "Seni temin ederim, Talia, benim yanımdayken zarar görmezsin; benim yanımdayken saçının teline dahi dokunamazlar."

"Çok ikna edici," dedim umursamayarak. "Sana güvenmemi bekleme, Aybars. Sen de bana güvenme; birbirimizi görsek de, sen beni, ben seni tanımıyorum."

Aybars kaşlarını çatı, "Kolivar'ın varisi ben değilim, Talia. Varis Aron. Her şeyin başına geçecekken yerin dibine girdi."

Onu dikkatle dinliyordum. Anlatırken göz bebekleri büyümüştü. "Sorun şu ki, başa geçecek kişinin Katerina'yla evlenmesi gerekiyor." Yok artık ne tarafımla güleyim buna.

"Aron ortalıkta olmadığı için başa benim geçmem isteniyor. Ama ben bunun için yetiştirilmedim. Üstelik Katerina, Aron’un nişanlısı." Kafam karışmıştı. Bunun benimle ne ilgisi vardı? Ve Allah aşkına, 21. yüzyıldayız, hâlâ kalmış mıydı böyle saçmalıklar?

"Benden ne istiyorsun?" dedim. Seslice nefes verdi. "Ben Aron’u bulana kadar benim nişanlım olacaksın."

Pekâlâ, ben birazcık deliydim, kabul ediyordum ama bu adamın da benden eksik kalır yanı yoktu.

Hadi Talia, bunda da tamam de, de amel defterimizi kapayalım kızım.

Kafamın içinde kendi kendime konuşurken, Aybars’ın yüzüne otuz iki diş sırıtarak bakıyordum. "Kamera nerede? Çünkü bu delilik." O gözlerini kapayıp kafasını arkaya doğru atınca, benim gülümsememin yerini garip bir ifade almıştı.

"Ciddisin sen," dedim. Gözlerini açıp gözlerime baktı. "Sen reşit misin?" sorusuyla gözlerimi devirdim.

"Herhalde, tıp okuyorum ben," dedim bilmiş bir edayla. "Ne okuduğunu sormadım... Gerçi, bu akılla tıp nasıl kazandıysan."

"Beni tanımıyorsun bile," dalgaya vurmayı kesip artık ciddi bir şekilde konuşmamız gerektiğini anlamıştım. "Ayrıca çok kabasın. Ben seninle nişanlanmam, biraz daha kibar olmayı denemelisin o zaman düşüne bilirim."

Talia, hani ciddi konuşacaktık?

"Ciddiyim zaten," dedim. Hırsla söylediğim bu cümleye anlam veremese de başını kaldırıp konuşmaya başladı, "Bak Talia, okuluna devam edersin. Haldun’la ne derdin var bilmiyorum ama onun da hayatına karışmasına izin vermem. Sadece birkaç ay sürecek bir oyundan bahsediyorum. Bittiğinde sen kendi hayatına döneceksin. Sana vaat ettiğim şeyler anlaşmamız bittikten sonra da devam edecek."

Bunlar kulağa çok hoş gelse de, onu abisinin nişanlısıyla nişanlamayı planlıyorlardı ve hoş karşılanmayacağım belliydi. Camı açıp ıslak toprak kokusunu içime çektim. Rüzgârın tenime değmesiyle üzerimdeki gecelik aklıma geldi.

En azından o hırkayı çıkarmayabilirdim.

"Nasıl olacak bu? Anlamazlar mı? Üstelik anladığım kadarıyla Katerina’yla senin nişanlanman gerekirken, benimle nişanlanman onları kızdırır." Tek nefeste olumsuz şeyleri sıralamıştım.

"Detaylar önemli değil. Sen sadece kabul et."

Dudaklarımı kemirmeye başlamıştım bile. "Yanlışmış gibi geliyor," dedim, elimi dudaklarıma götürürken.

"Bazen doğru gelen şeyler yanlıştır, Talia."

Kabul etmek benim için en mantıklısıydı. Haldun’un kafasına silah dayayıp bir de üstüne Aybars’la gitmiştim. Kapıdayken arabaya öyle bakıyordu ki, beni eline geçirdiği an tekrar kaçmamam için her önlemi aldığı gibi, son nefesimi verdiğimden de emin olacaktı.

Ben bugün ona savaş açmıştım ve o bana ölümlerden ölüm beğendirmeye hazırlanıyordu.

"Tamam," dedim tok bir sesle. "Kabul ediyorum, ne yapacaksak yapalım. Ama önce beni eve bırak." Aybars bir an sadece öylece baktı, sonra kafasını sallayıp camdan, "Sergen, gidiyoruz," diye seslendi.

Cebinden telefonunu uzatıp, "Adresi yaz," dedi. Adresi yazıp telefonu geri verdim. Adının Sergen olduğunu öğrendiğim adam sigarasını söndürmüş, arabaya binmişti.

Araba hızla ağaçların arasında ilerlerken, ortamdaki sessizlikle Aybars’a döndüm. Gözleri kapalıydı; muhtemelen az önceki delice anlaşmamızı düşünüyordu.

Çünkü ben öyle yapıyordum. Bu nişanlanma işi benim açımdan iyi olsa da saçmalıktı.

"Adın berbat," dedim patavatsızca. "Yani Aybars tamam, Lorenzo da tamam ama ikisi birden hoşuma gitmedi. Hata daha da dürüst olmak gerekirse adın berbat."

Gözlerini açıp yorgun bir şekilde baktı. "Adımı mı değiştireyim, Talia?" dedi, kafasını kaldırıp aklına bir şey gelmiş gibi bana döndü. "Yoksa sana Lamia mı demeliyim?" Derin bir nefes verdim. Dün beni görüp görmediği konusunda düşünmüştüm ama beni görmekle kalmamış, üstüne sahte kimliğimi de öğrenmişti.

"Uydurdum o ismi, aklıma gelmedi, ben de salladım," dedim, saçlarımı uçuran rüzgârı önlemek amacıyla camı kapatırken.

"Baya yaratıcıymışsın, çok düşündün mü bu ismi? Gerçi sahte kimlik falan, kesin uzun işlerdir, Talia, bunlar." Benimle dalga geçiyordu ve oldukça keyif aldığı da ortadaydı. Birkaç dakika önce kurduğum cümleye eşdeğer bir cümle kurmuştu.

"Gül sen, ben o aptal isimle nerdeyse iki ay bulunmadan kaçtım."

"Fikrimi soracak olursan, Haldun seni bulmak istememiş. İsteseydi bulurdu." Ön koltuğa uzanıp, koltuktaki suyu aldı.

"Senin Haldun gibi bir herifle ne işin olur, Talia?" Bu sefer gülme sırası bendeydi.

"O benim babam, Aybars," dedim. Sergen göz ucuyla dikiz aynasından bize bakıyordu. Aybars’la göz göze gelmişlerdi.

"O odadan çıkıp işimi bölmeseydin, öldürecektim onu."

Aybars elindeki suyu içmeden ön koltuğa geri attı. "O yüzden burası benim diyordun."

Aslında araştırma merkezinin benim olmasını söylememle bir alakası yoktu. O an çıldırmıştım, onun neden orada olduğunu anlamaya çalışıyordum. Orada olma sebebi de örgütle alakalıydı sanırım.

Sonunda uzun yol bitmiş ve evimin önüne geldiğimizde, etraftaki siyah takım elbiseli bodyguard kılıklı herifler yoktu. Arabadan çıkıp kapıya giderken, Aybars’la Sergen de arabadan inmiş, arkamdan geliyorlardı. Anahtarım olmadığı için, saksının içine koyduğum anahtarı çıkarıp kapıyı açtım.

"Güvenlikte baya iyiymiş," dedi. Kapıyı açmaya çalışırken yüzümü buruşturup ona baktım. Sonra sıkınca, "Hadi aç kapıyı," dedi. Burnumdan soluyup kapıyı açıp içeri girdim. Ayaklarımdaki beyaz babetleri alelade fırlatıp salona doğru ilerledim. Kimse yok gibiydi.

"Sonay!" diye bağırdım, evde olup olmadığını kontrol etmek için. Sesim evde yankılanırken bahçe kapısı açıldı. Sonay elindeki kupayı orta sehpaya hiç umursamadan fırlatıp, "Ne bok yiyorsun sen?" dedi. Sesi, tavrına göre çok daha sakindi.

“Bilmem ne bok yemişim, Gine.” Bu tür kavgalarımıza alışıktım, o yüzden onu umursamadan koltuklardan birine kıvrıldım. “Sen benim aklımı mı kaçırmamı istiyorsun?” Yüzümü yastıklara gömerken, Sonay yastığı alınca doğrulup ona baktım.

“Bak, yaşıyorum, o çok sevgili babamız da yaşıyor. Aklın da yerindeyse hiçbir sorun yok demektir.” Sonay elindeki yastığı koltuğa bırakıp, “Sorun yok ha?” dedi. Aybars’ın öksürmesiyle, Sonay’ın da benim de gözlerimiz dış kapının eşiğindeki Aybars’la Sergen’e kaydı.

“Siz hiç bozmayın, devam edin kavganıza. Gidiyorum ben,” dedi. Sergen’in kulağına doğru bir şeyler söyleyip uzaklaştı. Sergen kapıyı kapatınca, Sonay’ın dehşet verici bakışları tekrar beni buldu.

“Talia, bu herifi nereden tanıyorsun?” Koltuktan kalkıp odama gitmek için merdivenlere doğru ilerledim. “Herif falan, ayıp oluyor; müstakbel damat adayınız o sizin,” dedim. Ben merdivenlerden çıkarken, Sonay asla ağzına almayacağı küfürleri sessizce sıralıyordu.

Odama girdiğimde kapıyı kilitleyip derin bir nefes verdim. Ne yaptığımın ya da neyin peşinden gittiğimi bilmiyordum ama Aybars’ın peşinden kör sağır gitmezsem ne olacağını biliyordum. Ve çok değil, muhtemelen beş altı saat önce Aybars’ın ismini dahi bilmediğim saatlerde onun örgütün varisi olduğunu söyleseler, kıçımla gülerdim.

Aybars’la ilgili bütün düşüncelerimin üstünü karaladım. O kesinlikle benim düşündüğüm gibi bir adam değildi.

Annemle Amelya öldüğünde, örgütün başlarından iki kişi gelmişti. Biri bembeyaz saçlı, kaşlarını çatmaktan alnında artık yer eden çizgileri olan sert bir adamdı. Hatta korkunç bile denilebilirdi. Diğeri genç bir çocuktu. İkisi de takım elbise giymişti. O genç çocuğun Aybars olduğunu hiç sanmıyordum; çocuğun altın sarısı saçları vardı, kapkara gözleri. Aybars’ın saçları simsiyah, gözleri de maviydi. Birbirlerine tamamen zıttılar.

Üzerimdeki beyaz geceliği çıkarıp, aylardır yatmadığım yatağıma yattım. Yorganı da kafama kadar çektim. Sadece uyumak istiyordum.

Hoş, o da mümkün değildi; insomniam vardı ve daha birçok hastalıktan da mustariptim. Bazı testler bağışıklık kazandırsa da bazıları bütün bağışıklık sistemimin içine etmişti. On dört yaşına kadar sağlıklı olduğum söylenebilirdi belki.

Annem öldükten sonra da bizi gönderdiği için beş yıl boyunca hiçbir test yapılmamıştı üzerimde. Bir şekilde kader benden yanaydı ama dönüşüyle o aptal deneyleri de başlamıştı. Üstelik arada vermiyordu; toparlanma sürem bile olmuyordu.

O beş yıl içinde onu çok görmemiştim; bir elimin beş parmağını da geçmezdi onu gördüğüm gün sayısı.

Ne yapmıştı, niye bu kadar hırslıyken birden bizi göndermişti, hiçbir zaman anlamadım. Ama anladığım bir şey varsa, Haldun Aker'in karısına gerçekten âşık olduğuydu.

Araştırma merkezindeki tek renkli oda Azelya’yla onun odasıydı. Çiçekli duvar kâğıtları vardı. O odaya hiç girmemiş olsam da kapı açılınca araştırma merkezinden bağımsız bir oda gibi gözüküyordu. Ne zaman onları yan yana görsem, hep yüzleri gülüyordu. Bana ya da Sonay’a hiç böyle gülmezdi; Haldun bir tek Azelya’sının yanında gülüyordu.

Anlamadığım bir şey daha varsa, o da Haldun’un Azelya’ya bu kadar âşıkken çocuklarına cehennemi yaşatmasının sebebi neydi? Belki de bizi göndermesinin sebebi de Sonay’la beni görmeye tahammül edemiyor oluşuydu. Bunların sebebini asla bilemeyecektim, bilmek istemiyordum da. Sebeplerini öğrenirsem canımı yakar mıydı, bunların altına yatan sebepleri duymak?

Yorganı üzerimden atıp yataktan kalktım. Hava kararmıştı. Cama doğru ilerledim. Kollarımı çıplak bedenimde birleştirip camdan bakarken, dış kapının orada sigarasını yakan Sergen’i görünce camdan hızla uzaklaştım.

Ne halt yiyordu kapımda? Yerdeki geceliği alıp hızlıca kafamdan geçirdim. Odadan çıkıp aşağı indiğimde, Sonay salonda değildi, görünürde de yoktu. Kapıya gidip açtığımda, Sergen hiç istifini bozmamıştı.

Vestiyerde duran sigara paketinden bir dal alıp geri yerine koydum. Yakarken Sergen’e garip bakışlar atıyordum; onun beni kale aldığını da sanmıyordum. “Senin de silahın var mı?” sorumla gözleri beni bulduğunda hiçbir şey demedi. “O mu burada dikilmeni söyledi?” Anlaşılan sorularımı yanıtsız bırakacaktı.

Sigara içmeyi sevmezdim bile, niye içmeye çalışıyordum? Sigarı söndürmek için yer ararken, “Senin güvenliğinden şu an ben sorumluyum,” diyince kafamı kaldırıp ona baktım. “Benim de silahım var; benim seni korumamı ister misin, Sergen?” Dalga geçme işini abartıyordum ama tepki vermedikçe daha da dalga geçesim geliyordu.

“Sonay’ı evden çıkarken gördün mü?” diye sordum. Kafasını olumlu anlamda sallayıp sigarasını söndürdü. “Çok oldu gideli,” dedi. Sonay, Sergen’i burada görünce sinirlenmiş olmalıydı. Muhtemelen şu anda da Haldun’un yanındaydı. Sergen, baktım, hiçbir şey yapmadan dikiliyordu. “İçeri gelsene.”

“Olmaz,” dedi. Dudaklarımı büzüp, “Niye olmaz?” dedim. Bu aptal kız tavırlarım Aybars’ı sinir ediyorsa, onu da ediyor olmalıydı. “Uygun olmaz,” dedi dümdüz bir sesle. “İyi, gelmek istersen, bütün saksılarda anahtar var,” dedim. Kapıyı kapatmak için yeltendiğim sırada kapıyı tutup, “Bütün saksılarda anahtar mı var?” diye sordu.

“Yalnızca üç saksı var, Sergen. Üçünde de anahtar var,” dedim. Dakikalardır tek bir mimiği dahi oynamayan adam kaşlarını kaldırmıştı. “Ya biri o anahtarla içeri girerse?”

“Girsin.” O, anlamayarak kapıdan elini çekerken araba sesini duyunca sesin geldiği tarafa baktım. Siyah spor bir arabaydı. İçinden Aybars’ın çıktığını görünce Sergen’e döndüm. “Seninki geldi.”

Aybars yanımıza geldiğinde bakışları ikimizin üzerinde gezdi. “Muhabbetinizi bölüyorum sanırım.”

Sergen konuşmadan lafa atladım, “Sergen’e bütün saksılarda anahtar olduğunu söylüyordum. Ben de tam…”

“Ne?”

“O da tam böyle bir tepki verdi.”

Kapıyı açık bırakıp mutfağa doğru ilerledim, buzdolabını açıp ne yesem diye bakmaya başladım. Bir şeyler yapıp yemeğe üşeniyordum ve açtım. Sahi, en son ne zaman yemek yemiştim?

Amerikan mutfaktan çıkıp, televizyon ünitesinin çekmecesinin içine koyduğum telefonu aldım ve yemek siparişi vermek için bakmaya başladım. Aybars, karşımda elleri cebinde etrafa bakıyordu. Kitaplıktaki çerçeveyi alıp bakarken gözlerimi telefondan kaldırıp ona baktım. “Aç mısın?” soruma cevap vermeyince, söylediğim yemeği biraz fazla söyledim.

Telefonu ünitenin üstüne koyup tekli koltuklardan birine oturdum. "Aybars, anlaşmaya şunu da ekler misin?" dedim. Kollarımı birbirine bağlayıp kaşlarımı çatarken, "Neyi?" diye sordu. Elindeki çerçeveyi geri yerine koyup karşıma oturmuştu. "Sorduğum soruları cevapsız bırakmayacaksın," dedim. Sonra aklıma geldi, "Sergen'e de söyle, o da bırakacak."

"Onu çıldırtmak için elinden geleni yaptın, değil mi?" oflayarak, "Siz de beni çıldırtıyorsunuz. Ne sorsam robot gibi duruyor herif, ben de saçma sorular soruyorum cevap versin diye."

"İşe yarıyor mu peki?" kafamı hayır anlamında salladım. "Sen ne için gelmiştin?"

Elinde rulo yaptığı kâğıtları orta sehpaya koydu. Uzanıp kâğıtları aldım. "Kâğıt üstünde bir anlaşma olacak, hepsini okuyabilirsin. Kabul etmediğin yerleri değiştiririz." Kafamı sallayıp elimdeki kâğıtlara baktım. Çok fazladılar.

Birkaç maddeyi okudum. Anlaşmanın iki kişi dahilinde olacağı ve kimsenin bilmeyeceği yazıyordu. Birine söylediğim takdirde anlaşmayı bozmuş olacaktım. Birkaç madde dışında çoğu benim çıkarımaydı.

Sabah dediği gibi, bizim küçük oyunumuz bitse de vaat ettiği şeyler devam edecekti. Sadece artık kendi hayatımı yaşayacak ve muhtemelen bir daha Aybars’ın yüzünü görmeyecektim.

Benim istediğim de buydu; okulumu okumak, hayatıma devam etmek istiyordum. Kâğıtları orta sehpaya bırakıp ona baktım. "Kalemin var mı?"

"Bu, kabul ettiğin anlamına geliyorsa kalemim var," gülerek, "Kalemi sana saplamak için istemiştim," dedim. Garip bakışlarını görünce, artık onun nasıl biri olduğunu az da olsa çözdüğümden, "Tamam, tamam, şaka yapıyorum ya," deyip ayağa kalkıp onun yanına gittim. Elindeki kalemi çekip aldım; kalemde yusufçuk işlemesi vardı.

Dış kapının açılış sesini duyunca ikimizin de bakışları kapıya yöneldi. Gelen Sergen’di. Kaşları çatık, ellerindeki yemek torbalarıyla içeri giriyordu. "Sanırım biraz abartmışım," dedim. Gülmemek için elimle ağzımı kapattım ama Sergen’in elinde tam beş adet hamburger poşeti vardı. O poşetleri Amerikan mutfağın adasına bırakırken, ben yere oturup imza atmam gereken yerlere imza attım.

Kalkıp kapının yanındaki vestiyerden kartımı alıyordum ki, Sergen çatık kaşlarıyla, "Ödedim ben," dedi. Kartı bırakıp bar sandalyesine oturdum, hamburgerlerden birini çıkardım. "Sana borçlandım," dediğim sırada Aybars da bizim olduğumuz tarafa geliyordu.

"Yemiyor musunuz?" dedim, ikisine de bakarken. "Hiç sağlıklı durmuyor." Yüzümü buruşturup Aybars’a baktım. "Yanındaki adam üç öğün sigara içiyor," deyip bir ısırık aldım.

Çok acıkmıştım ve sağlıklı olup olmamasının bir önemi yoktu. Ağzımdaki bitince, "Ben tek yemek yemekten nefret ediyorum. Yemeyecekseniz gidin." Aybars, sandalyelerden birini çekip oturunca, Sergen de oturmuştu.

Yalnız yemek yemekten nefret ettiğim falan yoktu. Bu koca evde tek başıma yaşıyordum. Her gün yalnız yemek zorunda kalıyordum zaten. Onlar da paketlerden çıkardığı hamburgerleri yerken, Aybars çaprazımda oturuyordu. Sergen de karşımda. Elimdeki hamburgeri onlara doğru salladım. "Siz kendinizi şarj etmiyorsunuz yani."

"Onun henüz olduğunu hiç sanmıyorum," dedi Aybars.

"Onu benimle konuşmasın diye özellikle mi tembihledin?" Bunu derken Sergen’e gözlerimi kısıp bakmıştım. Ona baktığımı fark edince, kafasını salladı. "Ne bakıyorsun der gibi. "Konuşabildiğini biliyorum, Sergen. Aybars’a bülbül gibi şakıyorsun, merak etme, çalmayacağım patronunu." Aybars, elindeki peçeteyle ağzını sildikten sonra kalktı.

"Kimle konuşmak istiyorsan konuş, Talia," kapıya doğru gidiyordu. "Sergen neden seninle kalmıyor?" Tekrar bana dönüp, "Sergen seninle kalacak. Bir şey olursa ona söyle."

"Duydun mu Sergen? Ben ne istiyorsam onu yapacağız." Sergen’in benden kurtulmak için can attığını görebiliyordum. "Demek istediğimin bu olmadığını biliyorsun."

"Biliyorum ama umurumda değil." Aybars, Sergen’e baktı. Sergen, elindeki hamburgere bakıyordu. "Sergen, dışarıda beklemek yerine içeride durursan kimse seni öldürmeyecek ama." "Ama"yı uzatarak söylemiştim. "Dışarıda beklersen ben seni alnından vuracağım." Aybars, elini alnına götürüp, "Talia, Sergen’i rahat bırak, olur mu?" dedi. "Hayır, Sergen bir süre için benim favori arkadaşım. O bunu anlarsa çok eğlenebiliriz, değil mi Sergen?"

Bu konuşmadan sıkılmış olsa gerek ki, beni daha fazla dinlemeden uzaklaştı. Dış kapının kapanma sesini duyunca gittiğini de anlamıştım.

Hiç yemeyip birden böyle çok yiyince karnım ağrıdı. Kalkıp televizyon ünitesinin üzerindeki telefonumu aldım ve koltuğa uzandım.

Bu telefon, Haldun’un bana ulaşamadığı bir telefondu. Her ne kadar çok fazla biriyle konuşmasam da üniversiteye gidiyordum ve insanlarla tanışıyordum.

Şimdi okula devam edebilirdim. Akıllılık edip yaz tatilinde gitmiştim. Normalde üçüncü sınıftan dörde geçerken staj yapabilirdim ama benim bu şartlarda böyle bir şey yapma imkânım yoktu.

Telefonun mesaj kısmını açıp baktım. Pelda defalarca mesaj atmış ve aramıştı. Mesajlara girip baktım; benim nasıl bir hayat yaşadığım hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Onun bildiği, annemin de babamın da öldüğü ve bir tek Sonay’ın olduğuydu. Bu eve defalarca gelmişti, o benim gerçek anlamdaki tek arkadaşımdı. Ona gerçekleri söyleyememek sırtıma bir yük gibi gelse de, gerçekleri öğrendiği an, o da bu çukurun içine düşerdi.

Daha kötüsü, Kolivar'la hiçbir bağlantısı olmadan örgütü öğrenen herkesin hafızasının bir kısmının silindiği dedikodusu vardı; gerçek gibi gelmiyordu kulağa.

Pelda’ya bunları anlatıp onun hayatını mahvedemezdim.

Ben bu yer altı dünyasının içinde doğmuştum ama onun, onu seven bir ailesi vardı. Hayattan beklentileri, istekleri vardı; onu asla bu pisliğe bulaştırmazdım.

Mesajlarının çoğu, nerede olduğumla ve niye bakmadığımla ilgiliydi. Mesaj attığım an, aradı. Telefonum çalarken Sergen’e baktım; telefonuna bakıyordu.

Uzandığım yerden doğrulup aramayı açtım. "Neredeydin sen?" Pelda’nın bağrışı kulağımda yankılanırken, telefonu biraz uzaklaştırdım. "Özür dilerim," dedim utana sıkıla. "Talia, aklım çıktı. Evinde yoksun, telefonları açmıyorsun. Neredeyse iki ay olacak."

"Evde misin sen? Geliyorum," dedi. Sergen hâlâ oturuyordu; o buradayken Pelda’nın buraya gelmesi mümkün değildi. "Gelme." Pelda da bu ani çıkışıma şaşırmış olmalıydı. "Pelda, yarın sabah kahvaltıya gidelim, olur mu? Sana her şeyi anlatırım," dedim, kabul etmesini umarak.

"Tali," dedi, sesinde bir burukluk vardı. "Seni merak ettim."

Dudaklarımı birbirine bastırdım. "Ben de seni, Pelda." Birkaç saniye hiçbir şey demedi. “Gelsen de uyuyor olurum. Çok yorgunum, Pelda. Lütfen merak etme, ben gayet iyiyim,” dedi, burukça gülümsediğini duyabiliyordum.

“Yalancı,” dedi, buruk gülümsemesi devam ederken. “Sen uyuyacaksın ha, ben de yedim.”

Ben de gülmüştüm. “Neyse, yalanını yemiş gibi yapıyorum. Yalkın, mutfağımın içine etmeden kapatsam iyi olur.”

“İyi geceler, Tali,” uzatarak demişti bunu.

“İyi geceler,” deyip telefonumun hoparlörüne doğru öpücük bıraktım ve telefonu kapattım.

Mutfağa gidip çekmeceden uyku ilacı paketini tezgâha koyup kendime su doldurdum. İki hapı ağzıma atıp suyu içtim. Uyku ilacı kullanmak istemiyordum ama çok yorgundum ve yatakta dönüp durmak da istemiyordum. Merdivenlere doğru giderken, “Sergen, sabah dokuzda uyandır beni. Uyanmazsam da uyandır,” dedim. Sonra arkamı dönüp ona baktım. “Ne yapıyorsan yap ama uyandır.”

Odama çıkıp çok kısa bir duş aldıktan sonra pijamalarımı giyip yattım. Ne gündü ama, az kalsın babamı öldürüyordum. Yıllardır gördüğüm adamı sonunda tanımış, onunla evcilik oynamak için anlaşma imzalamıştım. Kafamın içinde sürekli bunların yanlış olduğunu, akıl kârı olmadığını, davranışlarımın anlamsız olduğunu düşünsem de yapıyordum.

Sonunda ne olacağını kim bilebilir ki?

𓇢𓆸🂱𓃠

Sergen’in çok duymadığım sesi kulaklarımda yankılanırken, kafamın altındaki yastığın çekilip alınmasını hissettim. Acaba yastıkla beni boğacak mıydı? O yüzden mi almıştı yastığı? “Katır gibi uyumak nedir ya?” Yastığı sanırım üzerime atmıştı. “Talia, uyan diye bando ekibi çağıracağım. Birazdan haberin olsun.”

Sonunda dayanamayıp gözlerimi açtığımda, yatağımın başında dikilen Sergen kıpkırmızı olmuştu. “Sen niye domates gibi oldun?”

“Sen uyuduğuna eminmişsin,” dedi, elindeki sürahiyi komodine bırakırken. “Ölüm uykusuna falan yatıyorsun. Sanırım tam yarım saattir seni uyandırmaya çalışıyorum.” Sürahiye bakıp sonra ona baktım. Yatakta doğrulup parmağımla sürahiyi gösterdim. “Umarım onu kafama dökmeyi planlamıyorsundur.”

Sergen sürahiye bakıp bana döndü. “Seni uyandırmak için üzerine barajı dökmek lazım, bu yetmez.” Kravatını çekiştirip odadan çıktığında, aklıma Pelda’yla kahvaltıya gideceğim geldi. Lavaboya gidip yüzümü yıkadım ve üzerimi giymek için dolabıma baktım. Siyah, düz bir elbiseyi giyip güneş gözlüğümü ve çantamı alıp aşağı indim.

Sergen kahvaltı yapıyordu. “Bensiz ha?” Kafasını kaldırıp, “Sen kahvaltıya gitmiyor musun?” dedi. Dün bütün konuştuklarımı dinlemişti. “Evet, gidiyorum. Beni dinlediğini fark etmemişim.”

“Hazırlanınca söyle.”

“Neden?” Kafasını çevirip bana baktı tekrar. “Senin güvenliğini ben sağlıyorum şimdilik. Kısacası, sen nereye gidersen, ben de oraya geliyorum.” Böyle bir şeyin olacağını biliyordum ama sıkıntı etmemiştim; demek ki sıkıntı etmem gerekiyormuş.

“Tamam, ama Pelda seni görmesin.”

Kafasını sallayınca, ben de telefonumu alıp Pelda’ya mesaj attım. O benden erkenciydi; mekâna doğru yola çıktıklarını söyledi. Telefonumu çantama koyup, Sergen’in yanına gittim. Biriyle konuşuyordu; kahvaltısı da bitmiş olacak ki, tabağını bulaşık makinesine koymak üzereydi. Telefonu kapatınca, “Hadi boş ver bulaşıkları, çıkalım,” dedi.

Kapıyı çekip arabaya doğru gittim. Bu sefer arkaya değil öne oturdum. O arabayı çalıştırırken, çantamdan telefonu çıkarıp Pelda’nın attığı konumu ona gösterdim. “Buraya gideceğiz.” Beni onaylayıp, arabanın ekranından konumu girdi.

Telefonumu çantama geri koydum. “Bak, mekânın biraz gerisinde bekle. Seni sakın görmesin. Bir de bunun için yalan söyleyemem.” Biraz sitemle söylemiştim bunu. “Ve numaranı bana ver. Madem böyle birbirimizin kuyruğu gibi gezeceğiz, haberleşebilelim.” Gözünü bir an bile yoldan ayırmadan telefonunu cebinden çıkarıp uzattı. Telefonu açıp ekrana bastım, şifre yoktu. “Senin telefonunda şifre baya sağlam.”

“Evinin güvenliği ile yarışır.” Bu adamı biraz daha delirtirsem aynı dili konuşacağımızdan şüphem yoktu. Kendi numaramı kaydedip telefonu ona geri uzattım. Gittiğimiz mekâna daha önce geldiğimizden, yaklaştığımızı gördüm. “Dur burada,” dedim.

İçeri girdiğimde Pelda, Yalkın’la beraber oturuyordu. Onu görmem imkânsızdı; kızıl saçları vardı ve benim gördüğüm en güzel kız olabilirdi. Onların yanına doğru giderken, beni görünce ayağa kalkıp bana doğru hızlı adımlarla gelip sarıldı. Ben de ona sıkıca sarıldım. “Çok özlemişim Pelda seni,” dedim, yanağından öperken. “Manyak kız, beni nasıl korkuttun biliyor musun?”

Yalkın da yanımıza gelince ona da sarıldım. Masamıza geçtiğimizde, onlar çoktan siparişi vermiş, beni beklemişlerdi.

Yalkın, zeytini çatalla almaya çalışırken, “Sen vefasızsın, Talia,” deyip zeytini ağzına attı. “Katılıyorum, insan bir arar ya, ne halt yiyordun?” Dün akşam kafamda belirlediğim yalanları sıralamanın zamanı gelmişti. “Yurt dışındaydım. Aniden gittim. Telefonum da dahil hiçbir şey almadım.”

“Nereye gittin?”

“Belçika.” Hayatımda hiç gitmemiştim. İki aydır Meyusta’da bir kafede çalışıyordum. Neyse ki çok soru sormadılar. Okul hakkında konuşmaya başladığımızda içimi bir umutsuzluk sardı. Bu sene çoğunlukla hastanede çalışacaktım; zor olacağından emindim. Birkaç gün sonra Pelda, staj için bir hastaneye görüşmeye gitmem için ayarladı. Gidecektim, çünkü herkes bu iki ayda staj yerlerini bulurken, ben kaçmakla meşguldüm. “Sen dua et alsınlar seni.” Yalkın’ın sesini işitince düşüncelerim dağıldı. Pelda, Yalkın’ın omzuna vurup, “Korkutma kızı, Yalkın. Geçen dönem notları iyiydi,” dedi.

“Ben onu mülakatta soğuk terler dökerken göreceğim.” Onlar aralarında tartışırken, birden benim evime gitme teklifini ettiler. Pelda’ya hayır diyemedim. O anda telefonumu çıkarıp son çaldıran numaraya mesaj attım:

TALİA: Benim evime geçeceğiz. Sen arkadan gel, çok dikkat çekme. SERGEN:👍

Sergen’in çok anlamlı cevabını görünce, birlikte Yalkın’ın arabasına bindik. “Sen ortalıktan kaybolunca abine ulaşmaya çalıştık ama o da yerin dibine girmiş gibi ne ortalıkta gözüküyordu ne de telefonlarımızı açtı.” Tabii açmazdı çünkü iki telefon kullanan tek kişi ben değildim. O da iki telefon kullanıyordu; biri medyaya yansıttığı adamın, öteki de babasının işlerini gizleyen adamındı.

Eve geldiğimizde, onlar kendilerini koltuğa atıp televizyonu açarken, ben markete gideceğimi söyleyip dışarı çıktım. Arabayı görünce gidip camı tıklattım. Cam açılınca, tek bir kişiyi görmeyi beklerken yan koltukta elinde laptopla oturan Aybars’ı gördüm.

“Ben de tam Sergen’e 'Aybars gelirse eve girmesini engelle' demeye gelmiştim,” dedim. Aybars göz ucuyla bana bakıp işine geri döndü.

“Ee, ben gidiyorum o zaman,” deyip ilerlerken, arabadan inip yanıma geldi. “Nereye gidiyorsun?”

“Markete.”

“Sergen’e söyle, o alır ne istiyorsan.”

“Dışarı çıkmak için arkadaşlarıma yalan söyledim. Anlamasınlar diye markete gidiyorum, Aybars.” Boyu benimkinden uzundu; ben zaten çok uzun bir kız değildim. Onun yanında kısa kalıyordum. Uzun olması umurumda da değildi; nikâhıma almayacaktım ya adamı.

“Cuma gecesi yemeğe gideceğiz.” Ben ne olduğunu sormadan o anlatmaya başladı. “Aile üyelerinin olduğu bir yemek olacak. Açık vermemeye çalış. Aron’un ortalıkta olmaması hepimizi gerdiği için çok durmayız.”

Markete girdiğimizde bir market arabası alıp ilerlemeye başladım. “Onlar senin kim olduğunu biliyor, Talia. Kendini açıklamaya çalışma.” Tek kaşımı kaldırdığım sırada şeffaf poşete nektarini koyuyordum.

“Neden?” dedim, poşeti bağlayıp market arabasına koyarken. “Anlamazlar.”

Sormam bile hataydı; Sonay ne zaman bir hata yapsa, Haldun onu dinlemez, kıyameti kopartırdı.

Aybars market arabasını sürerken, ben bulabildiğim sağlıksız ne varsa arabaya atıyordum. “Katerina orada olacak mı?” Aldıklarımı beğenmemiş olacak ki, arabadaki çikolatalardan birkaçını rafa geri koydu.

“Olacak. Muhatap olmamanı öneririm; kendisi çok arsızdır, her istediği olsun isteyen bir kadın.” Onun rafa koyduğu çikolataları tekrar arabaya attım. Geri koyunca, raftaki çikolata kutusunu arabaya boşalttım. Çatık kaşları gözlerimi buludu.

“Arsız olan bir tek Katerina değil, anlaşılan,” diyerek abur cubur reyonundan hızla çıkarken gözüm hâlâ almadıklarımdaydı.

Kasada aldıklarımı poşete koyup kartımı uzattım, Aybars da kartını uzattı. Kasiyer ikimize de bakarken, kartımı geri çantama koydum. “Sen çok klişe olabilirsin ama ben değilim.”

Marketten çıkıp eve yürürken elindeki poşetlere bakıp, “Meyveler dışında üç torba çöp aldın,” dedi. Omuz silktim, “Sen yemiyorsun diye kendimi çikolatalardan mahrum bırakamam.”

Bedenimdeki bakışlarını hissedince ona baktım. “Sağlıklı şeyler yemelisin.” Dudaklarımı büzüp, “İnanır mısın, hiç içimden gelmiyor.”

Eve yaklaşınca durdum. Yol boyunca bütün poşetleri ona taşıtmıştım; eve yaklaşınca ne olur ne olmaz diye onunla gitmeyecektim. “Ver poşetlerimi, bundan sonrası bende.” Komik olan, on beş yirmi adım vardı eve. Poşetleri bana verince gelen ağırlıkla gözlerimi açtım.

“Boş versene, sen taşı,” deyip poşetleri ona geri verdiğim gibi hızla kapıya yürüdüm. O arkamdan gelip poşetleri kapının önüne bırakıp, hiçbir şey demeden gitti.

Uzaklaşınca zile aralıksızca bastım. Yalkın içeriden “Patlama!” diyordu. Kapıyı açınca nefes nefese kalmış gibi içeri girdim. “Of, pestilim çıktı ya, çok ağırmışlar.”

Salonda telefonuna bakan Pelda’nın yanına oturdum. “Görüşme pazartesi günü saat birde. Sakın unutma.”

Gözlerimi kocaman açıp Pelda’ya baktım. “Pazartesi, yarın Pelda.” Kafasını sallayıp, “Ben de seninle geleceğim, merak etme,” dedi. Sonra tekrar düşündü. “Ama söz veremiyorum, Talia. Beklediğim bir haber var, şimdiden söyleyeyim. Sonra beni ektin, Pelda deme.”

İç çekip kafamı salladım. Onlar evlerine gidince, ben de Sergen’e mesaj atacakken kapı açıldı. “Saksılardaki bütün anahtarları aldın, değil mi?”

“Dün yemekleri getirirken almıştım,” dedi, ada tezgâhın yanındaki bar sandalyesine otururken.

“Sabah beni uyandır,” dedim, mutfağa gidip. Sergen kravatını çekiştirdi, “Neden kendin uyanmıyorsun?”

“Uyanamıyorum çünkü ve yarın önemli görümeye gidecegim. Eğer uyanamaz ve geç kalırsam, staj yapacak yer bulamam; sonra açıkta kalırım, sonra tekrar okumam gerekir, sonra—”

“Hiç sormadım, say.” Tezgâha koyduğum ilacı eline aldı. “Bu uyku ilacı değil mi?” Onu onaylayıp dolaptan bardak alıp içine su koydum.“Bunun yüzünden ölü gibi uyuyorsun.”Elinden ilacı aldım. “Niye içiyorsun bunu?”

“Sergen, canım benim, senin çenen mi açıldı?” İlaçları içip doğruca odama çıkmak istiyordum.

İlaçları almadığım zaman uyumuyordum. Uyumayınca halüsinasyonlar görüyordum; olmamış şeyleri olmuş, olmuş şeyleri olmamış gibi görüyordum. Bu yüzden ertesi gün bir şey yapacaksam muhakkak uyumaya çalışıyordum.

Bunların temel sebebi Haldun’du. Ben çıngıraklar atıp odada deliye dönsem de ne odanın ışığını açardı ne de kapısını. Eğer gerçekten delirmiş olsaydım, beni sürekli karanlık odalara kapattığı için delirmiş olurdum.

Zaman geçtikçe ben o karanlığa alışmıştım. Kapı açılıp sonunda aydınlığa kavuşacağımı düşünsem de bu sefer aydınlık beni istememişti. Fazla karanlık gelmiştim...

 

selam uzun bir bölümdü 4. bölümü yagrın atacagım kayifli okumalar yorumlarda fikirlerinizi ve elerştirilerinizi belirtmeyi unutmayin.💙💙💙

Loading...
0%