Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2-🕯 Bir, İki, Üç 🕯

@redbook

Sanki bütün kelimeleri, cümlelerimi tüketmiştim. Harfler, iki dudağımın arasında sıkışıp kalmıştı. Kaçıncı görüşümdü bu onu? Bir, iki, üç müydü sahi? Yoksa aklım benimle oyumu oynuyordu? Adını bilmediğim, sesini duymadığım bu adam neden bu kadar tanıdık geliyordu? Belki gözlerinden, belki de her göz göze geldiğimizde sanki fırtınalar koparcasına bakmasından kaynaklanıyordu.

Kimdi bu adam?

“Lamia,” dedi Bülent Bey, “seni orada dikil diye işe almadım.” Sözleriyle irkilip önce ona baktım, sonra elimdeki tepsiye. Hızla tepsideki içecekleri servis ettim.

Kolumdaki saate kaydı gözlerim; saat çoktan beş buçuk olmuştu. Kafamı kaldırıp tekrar o gözleri görmek için baktım, ama yoktu.

Gitmiş miydi?

Görmemiş miydi beni, yoksa görmüş de hatırlamamış mıydı?

Ayaklarım doğruca mutfağa gitti. Bülent Bey, akşam için gelen çalışanlarla konuşuyordu. “Ben çıkıyorum,” dedim, sesimi yükselterek. Duymuşa benzemiyordu, çok takılmadım. Çıkış saatim gelmişti sonuçta. Önlüğümü dolaba koyup çantamı alıp dolabın kapağını kapattım.

Çalışanların çıktığı kapıdan çıkmak üzereyken, Bülent Bey, “Yarın sakın geç kalayım deme,” dedi. Uyarır doluydu sözleri. Onu kafamla onaylayıp çıktım.

Meyus’un yazı hiç çekilmiyordu; yazın ne kadar sıcaksa, kışın da bir o kadar soğuktu. Ortası asla yoktu, fazla netti. Hoş, ben de İstanbulluydum zaten; Meyus kadar net değildim hiçbir zaman. Belirsizlikten hoşlanıyordum belki de ya da net olacak kadar olgun değildim henüz.

Sormazlar mı adama, neden İstanbul’da değilsin o zaman, ne işin var senin bu şehirde diye? Bir nedeni yoktu.

Vardı da yoktu belki.

Her şeyin bir sebebi olduğu gibi, elbette bunun da vardı; ölümün paslı kokusunu kokladığımdan kaçmıştım Meyus’a. Haldun Aker’in günahlarından olmak istemediğimden kaçmıştım.

Bu şehir kesinlikle İstanbul gibi değildi; sanki herkes kaçıp buraya gelmiş gibiydi. İnsanları keder bağlamıştı, oysa burası sınıfsal bir şehirdi. Burada ya çok zengindin ya da çok fakir.

Eve yürüyene kadar kafamdan bin bir düşünce geçiyordu. En önemlisi de yaz tatilinin bitmesiydi; şu an tıp dördüncü sınıf öğrencisi olup bir hastanede staj görüyor olmam lazımdı benim. Ama iki buçuk aydır ortada yoktum ve okulların açılmasına iki hafta vardı.

Kariyerinin içine ettin Talia, bravo.

Eve girip kanepeye uzandım. Haldun beni zehirlemesin diye İstanbul’dan kaçıp Meyus’a gelmiştim. Bütün hayatımı orada bırakıp kaçmıştım resmen. Şimdi Meyus’ta sahte bir kimlikle geçiniyordum.

Aptallıktı bu, saçmalıktı.

Herkes adımın Lamia Yakut olduğunu düşünüyordu ama değildi; Talia’ydım ben, Talia Aker, şu büyük ilaç firması olan adamın kızı, trafik kazasında ölen adamın kızı.

Ne ölüm ama! O aptal deneyleri yapmak için kendini ölü gösteren manyağın tekiydi; hiçbir duygusu olmayan, bencil pisliğin önünde gideniydi.

Bütün benliğimle nefret ediyordum ondan.

Koltuktan kalkıp yatak odasına gidip üzerimdekileri çıkardım. Yastığa kafamı koymamla uyumak istiyordum; bütün gün bunun hayalini kurmuştum nede olsa.

Ama hayallerime ters düşecek şekilde, bir türlü uyuyamıyordum; tavanda sürekli aynı tiyatro oyunu dönüp duruyordu.

Sinir bozucuydu.

Hiç çalmayan kapımın zil sesini işittiğim an, yatağımdan kalkıp kapının olduğu yere gittim. Artık kapı zilini hiç kullanmıyor, kapıyı yumrukluyordu. Sonra durdu. “Talia, aç şu kapıyı,” dedi. Hiçbir şey demeden kapıyı açtım.

Nede olsa kapıyı açmasam kapımdan gitmeyecekti; açarsam da ben gidecektim.

Aylar sonra tekrar karşı karşıyaydık. Öylece suratıma bakıyor, hiçbir şey demiyordu. Haldun onu buraya göndermeseydi, eminim buraya gelmeye tenezzül bile etmezdi. Omzuma çarpıp içeri girdi.

Oturma odasında kanepeye oturmuş, etrafa bakıyordu. Karşısına oturdum. Karanlıkta oturuyorduk; abajurdan yayılan sarı loş ışık, yüzünü görmemi sağlıyordu. “Delirttin onu,” dedi. Kendimi tutamayarak güldüm. “Kaçtım diye delirmiş mi?” dedim alayla. Sonay kaşlarını çatmıştı. “Saçmalıyorsun."

Saçmalamıyordum. Ben onun piyonuydum, yıllardır ölü sanılan bir adamın piyonuydum; beni denek gibi kullanıyordu. “Hiçbir şey almamışsın yanına."

“Onun olan hiçbir şeyi istemiyorum,” dedim tiksinerek.

“Daha ne kadar kullanacak beni? Öldürene kadar mı? Gerçi, öldürdükten sonra üzerimde o aptal deneyleri yapmaya devam eder, değil mi?”

“Saçmalamayı kes,” diye bağırdı, ayağa kalkıp kapıya doğru gitti. “Gidiyoruz buradan.” Beni de ayağa kaldırmış, kapıya doğru sürüklemişti neredeyse. “Ne alacaksan al, gidiyoruz.” Hiçbir şey almayacaktım; hiçbir şey almadan gelmiştim buraya ve hiçbir şey almadan da geri gidecektim. Portmantodan kapüşonlu bir hırkayı alıp kapıdan çıktım.

Arabaya binerken hızla ilerliyorduk, ikimizden de çıt çıkmıyordu. Bir kapı daha kapanmıştı benim için. Gelmiş ve gidiyordum. Yarın sabah kafeye gitmeyecektim. Hayatlarına yalandan girdiğim iş arkadaşlarım ve patronum, niye gelmediğimi düşüneceklerdi. Muhtemelen Bülent Bey sinir krizleri geçirip beni defalarca arayacak, diğerlerine de aratacaktı ama o telefon asla açılmayacaktı. O kapının bir daha açılmayacağı gibi, Lamia Yakut sanki hiç yokmuş gibi ortadan kaybolacaktı, sanki hiç olmamış gibi.

Ama o beni görmüştü, görmüş müydü sahi yoksa defalarca karşılaşmamıza rağmen beni hatırlamıyor muydu? Ben onu hafızama öyle kazımıştım ki, sesini duymadığım, adını bilmediğim bu adamın kim olduğunu deliler gibi merak ediyordum. Her karşıma çıktığında dudaklarım mühürleniyor, sadece öylece dikilip gözlerine bakıyordum; uçsuz bucaksız okyanus gibi derin gözlerine.

Tepe taklak olmuş saflıktan, iyi niyetten nasibini almış hayatımdaki en güzel detayı gibiydi. Onu sayfalara yazarak anlatmaya çalışsam, sayfalar yetmezdi.

Kimdi bu adam? Bir, iki, üç, kaç kere çıkmıştı karşıma?

Onu ilk gördüğümde, üstümde okul üniformalarımla koşarak eve gitmeye çalışırken, soluklanmak için durduğumda görmüştüm.

Yeni yıla saatler kala, karşıdan karşıya geçerken çarptığım adam da oydu.

Sonbaharda arkadaşlarımla bir kafenin önünden geçerken de gördüğüm adam oydu.

Bu, hayatının bana oynadığı klişe bir oyun muydu yoksa tesadüf müydü?

Derin bir nefes alıp kapüşonlunun şapkasını kafama geçirdim. Sonay göz ucuyla bana bakıyorken torpidoyu işaret edip, “Telefonun torpidoda,” dedi dümdüz bir sesle.

Torpidoyu açtım. Gözüme farklı şeyler çarpsa da aylardır elime almadığım telefonu bulup aldım. Aklım hâlâ torpidoda gördüğüm şeydeydi. Onu görünce aklıma Haldun’un bana silah kullanmayı öğrettiği gün gelmişti. O gün yanlışlıkla birini öldürmediğim için kendimi şanslı sayıyordum.

Haldun beni yıllardır ölümle yaşam arasındaki o ince ipte yürümeye zorlarken, iyi ya da kötü her şeyi öğretmişti. Ben de öğrenmek istemesem de öğrenmek zorunda bırakılmıştım.

Telefonun açma tuşuna basıp ekranı açtım. Mesaj kutum dolmuştu; yüzlerce cevapsız arama yapılmıştı. Kimin yaptığını tahmin etmek zor değildi; babamdı. Başka kim beni delirmiş gibi arardı şu koca dünyada? Yapa yalnız kalmamı isteyen tek kişi de oydu, ne de olsa.

“Delirmiş gerçekten,” dedi Sonay, gözlerini yoldan ayırmayarak. “Bu sefer iyi saklanmışsın.” Sonra o ruhsuz suratını bana çevirdi, “Sakın bir daha saklambaç oynamaya kalkma, Talia. Bir dahaki sefere ikimize de pahalıya patlar.” Gözlerinde derin bir karanlık vardı; bu açık bir tehditti.

Sustum ama dayanamıyordum. “Benim de sonum Amelya gibi olacak,” dedim, yolu izlerken.

“Amelya bir kazaydı, Talia; annem iyi değildi. Yaptıklarının sonucu ikisinin de canına mal oldu.”

Sinirle güldüm. “Babamın tek hatasında benim canıma mal olacak. Üstelik, nasıl bütün suçu anneme atabiliyorsun? Haldun o şırıngayı anneme vermeseydi, şu an annem yaşıyor olabilirdi,” dedim, sitemle. Sessizlik oluşmuştu. “Annem yaşasaydı, sen ölürdün.” Bunları demek kolaydı. Bütün araştırma merkezindekilerin korkulu rüyası olmuştu. Amelya’ya olanlar tek kelimeyle korkunçtu. Sonuçta kim bütün bedeni patlayarak ölmek isterdi ki?

Kafamı cama yaslayıp gözlerimi kapadım. Gözüme vuran güneş, gözlerimi kısmama neden olurken hava da sıcaktı. Üzerimdeki kısa beyaz gecelikten dolayı aldığım hırkayı çıkarıp arka koltuğa attım. Tanıdık, birbirine benzer beyaz evleri görünce geldiğimizi anladım; burası Sonay’la benim yaşadığımız evdi. Daha doğrusu, son üç yıldır tek başıma yaşadığım evimdi. Beni bu eve de rahat bıraksalar, ömrümün sonuna kadar burada sesimi çıkarmadan yaşayabilirdim.

Gerçekten bir ev gibiydi çünkü. “Saat onda merkeze gideceksin, gelip seni alırlar,” dedi Sonay, arabanın kapısını açıp çıkarken. Ama benim kanım hızla akmaya başladı; öfkeden gözüm döndü. Onun ardından hızla arabadan inip, “Gitmeyeceğim,” diye bağırdım. Sonay eve girmek üzereyken arkasını dönüp, her zamanki rahat tavırlarıyla, “Gideceksin, Talia. Diretmeyi bırak artık; gitmezsen seni sürükleye sürükleye oraya götüreceklerini biliyorsun,” diyerek eve girdi.

Hiç düşünmeden anahtarı üstünde olan arabaya binip gaza bastığımda, kapıdaki adamlar Sonay’a haber vermek üzere eve girdiler. Ev çoktan arkamda kalmış, hiçliğe doğru sürüyordum arabayı. Merkeze yaklaşınca torpidoya uzanıp açtım; dün akşam gördüğüm silah hâlâ oradaydı. Arabayı binanın ikinci girişinde durdurup indim. Bu girişte korumalar yoktu.

Çalışma odasındaydı muhtemelen. İçeri girip merdivenlere hızla çıkarken bağırdım. Sesim araştırma merkezinin beyaz mermerlerinde yankılanıyordu. “Haldun Aker,” ismi dudaklarımdan zehir kusar gibi dökülürken duvarı arkama aldım. Çalışma odasından çatık kaşlarla çıktı.

Aramızdaki mesafe azalınca ona doğrulttuğum silahı fark etmiş olacak ki durdu, “Neredeydin?” dedi, sanki ona silah doğrultmuyormuşum gibi.

“Ne önemi var?” Elimdeki silahı daha sıkı kavradım. “Birazdan esaretime son vereceğim.”

Ellerini ceplerine koydu. “Ve başka bir esarete mahkûm olacaksın.” Hapishane buradan çok daha iyi olurdu muhtemelen ama ben zaten kayıtlarda ölü olan bir adamı öldürmek istiyordum.

“Umurumda değil; her ihtimal burada senin deney faren olmaktan çok daha iyidir.”

Çalışma odasından biri daha çıktı. Çıkan kişi buraya ait değildi ama çok tanıdıktı.

Yüzünü hafızama kazıdığım adam, asla kötü biri

olmasına ihtimal vermediğim adam şu an karşımdaydı.,

 

Keyifli okumalar 💙

Loading...
0%