Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5-🕯 Karmaşanın Ardındaki Karanlık 🕯

@redbook

“Cehenneme hoş mu geldim?” ne demekti, bu yanımda oturan kişinin soğuk kanlılıkla fısıldadığı cümle tüylerimi diken diken etmişti. Kafamı ona çevirdim.

İki gözü farklı renkteydi; biri Aybars’ınki gibi masmavi, diğeri tablodaki sarışın çocuğun ki kadar koyu bir kahverengiydi. O, sanki ikisinin karışımı gibiydi; kumraldı ama gözleri onu farklı kılıyordu. Yemekler servis edilmiş, önümde ne olduğunu dahi bilmediğim yemeği didikliyordum; sabahtan beri hiçbir şey yememiştim, gerginliğim iştahımı kapatmıştı.

“Yemeyi beğenmedin?” yaşlı adam bana bakarak demişti bunu. Kafamı hayır anlamında sallayıp zoraki gülümsememle: “Hepsi çok güzel,” dedim. Orta yaşlı adam histerik bir gülümsemeyle: “Büyümüşsün,” diyince, zoraki gülümsememin yerini dümdüz olmuş dudaklarım aldı.

“Seni en son gördüğümde ufacıktın.” Aybars’a baktım, o bana değil, yanındaki adama tehditkâr bir şekilde bakıyordu. Aralarında boş bir sandalye vardı; o sandalye Aron’undu ve Aron da o sarışın çocuktu. Muhtemelen orta yaşlı adam babası, yaşlı adam dedesi, iki renkli göze sahip olan çocuk kardeşi, sarışın kadın ise Katerine olmalıydı. Taşlar yerine oturuyordu, tek bir kişi dışında.

“Sizi tanımıyorum,” dedim dümdüz bir sesle. Aybars suyundan bir yudum alıp bardağını sertçe masaya bıraktı; babası ise beni göz hapsine almıştı. “Ha, korkağın önünde gideniydin, duvarların arkasında gizleniyordun.” O an aklıma geldi; annem öldükten sonra da ölmeden önceden gelen adamdı bu Antoni Visconti.

“Korkağın tekiydin. Seni her gördüğümde kendi gölgenden bile saklanıyordun.” Ona değil, masada sırayla dizilmiş olan gümüş kaşıklarda yansımama bakıyordum. Kafamı kaldırıp tekrar ona baktığımda, o korkutucu olduğunu düşündüğüm adam oydu. “Eğer merak ediyorsanız, hâlâ korkağın tekiyim ama korkuttuğum siz değilsiniz.”

“Gölgem gibi hep yanı başımda olan ölümden korkup saklanıyorum hâlâ.” Aybars birden yerinden hızla kalkıp benim yanım geldi. Masada duran mendili alıp burnuma götürünce ben ne olduğunu bile anlamamıştım. Gözleri farklı olan çocuk: “Burnun kanıyor,” diyince ne olduğunu anlamıştım.

Aybars beni sandalyeden kaldırırken ben burnuma tuttuğu mendili ittirdim: “Gerek yok buna.” Mendili tekrar burnuma tutacakken: “Aybars, gerek yok diyordum.” Diyince gözlerinde fırtınalar kopmuştu.

Elindeki mendili masaya fırlatıp beni yemek odasından son sürat çıkarıp farklı bir yere götürüyordu. Açtığı kapıdan içeri girdiğimizde lavaboya gelmiştik; o kapıyı kitlerken ben kapağı kapalı olan klozete oturup parmaklarımı dudaklarımın üstüne götürdüm. Elime bulaşan kanı gördüm; hep olurdu, bunun bir duru yoktu; gözlerimden bir damla yaş yanaklarımdan akıyordu. İçine etmiştim, batırmıştım.

Yanıma gelip iki parmağıyla çenemi kaldırıp eğildi; diğer elinin baş parmağıyla gözyaşımı silmişti. “İyi misin?” kafamı sallayıp gözümden akan yaşlara rağmen gülümseyip: “Haldun’un saçmalıkları işte,” dedim.

Öyleydi de sekiz ay önce vücuduma enjekte ettiği şey her neyse ters tepmişti. Olur olmadık zamanlarda burnum kanıyordu. “Özür dilerim.” Kaşlarını çatmıştı, “Ne için?” dedi.

“Batırdım ya, onun için.”

“Kara denizdeki gemileri batırdın herhalde.” Bu sefer ben dalga vurmuyordum. “Sen yapınca komik olmuyor,” dedim. “Gülüyorsun ama.”

“Gülüyor muyum?” Ellerini yüzümden çekip ıslak bir bezle tekrar gelip bu sefer çömeldi, elindeki bezle burnumu siliyordu. “Ağlama artık.”

“Ağlamayı bırakırsan istediğin kadar soru sorabilirsin.” Burnumu çekip elimle yanaklarımı sildim: “Aron’un saçları boyamı?”

“Ne, bunu sormanı beklemiyordum.” İkimiz de gülüyorduk. Elimdeki kanı silip bezi çöpe atıp ben de ayağa kalkıp aynada kendime baktım; gözlerim kızarmıştı, ama ağlamış gibi gözükmüyordum.

“Çıkalım mı?” Dedim aynada yansımasına bakıp. “Çıkalım.” Kapıyı açıp önden benim çıkmama izin verdi. Tekrar elimi tutup koridorda yürürken farklı gözleri olan çocuk Vera bu tarafa geliyordu.

“İyi misin sen?” dedi Vera, samimi bir tavırla. “Siz neden masada değilsiniz?” Aybars’ın sorusuyla çocuk ellerini cebinden çıkarıp: “Zıkkımın pekinin çok doyurucu olduğunu duymuşumdum.”

“Tolga.” Aybars sanki adının Tolga olduğunu öğrendiğim çocuğu susturmak istiyor gibi demişti bunu. “Tolga, ben Aybars’ın ikiziyim.” İkiz mi? Aybars’la ikiz miymişler? Kardeş olduklarını tahmin edebiliyordum ama ikiz oldukları aklımın ucuna bile gelmemişti.

“Ben ondan daha önce doğmuşum. Çok nazlanmış doğmamak için ama elden ne gelir?”

“Tolga konuşacak başka bir konun yoksa biz müsaadenizi isteyelim.” Tolga eliyle yolu gösterince Aybars veda dahi etmeden yürümeye başladı. Arkamızdaki ayak seslerini umursamamıştı. Dışarı çıktığımızda hâlâ ayak sesleri devam ediyordu. Ben arkamıza baktığımda Tolga’nın peşimizden geldiğini gördüm. Umursamazca yürüyen Aybars’a bakıp: “Tolga peşimizden geliyor,” dedim. Arabaya yaklaşmışken durup arkasına döndü: “Tolga.” Uyarır gibi değildi, bu tamamen bir uyarıydı.

“Bin arabaya.” Tolga da onun kadar inatçıydı; arabanın kapısını açıp içeri geçmem için öncelik verdi, kendi de binip kapıyı kapattı. Tolga da ön koltuğa binmişti. “Bu yaptığına emrivaki deniyor Tolga.”

Başar arabayı çalıştırdığında Aybars: “Başar, benim eve gidiyoruz,” dedi. Başar da onu onayladı.

Bir şey demedim; hem Tolga vardı hem de bugün eve doğan denen adamı yollayacağını söylemişti. “Sanki bilmiyorsun, kalsaydım paparayı yemiştim.”

“Her seferinde geç kalmayı nasıl beceriyorsun?” Tolga Aybars’tan önce doğduğunu söylemişti; söylemese kesinlikle Aybars’ın daha büyük olduğunu düşünürdüm.

“Antrenman uzadı.” Tolga arka koltuğa dönüp: “Senin burnun neden kanadı?” diye sordu. “Önemli bir şey değil,” diye yanıtladım onu. Onun gözleri kardeşine gitti. “Mendili çektiğinde Aybars çıldırdı.” Dudaklarımı ıslatıp Aybars’a baktım: “Benim varlığım onu çıldırtıyor.” Tolga gülüp önüne döndü.

Bu dediklerimde kesinlikle onu çıldırtıyordu.

İyi anlamda değil, kötü anlamda.

Visconti’lerin şatodan farksız evi şehrin neredeyse dışında olduğundan yol uzundu. Kafamı cama yaslayıp lacivert gökyüzüne baktım; geçtiğimiz yol şehirleşmenin olmadığı bir yer olduğundan yıldızlar hâlâ görünüyordu. Dün gece uyuyamadığım için göz kapaklarım kapanmak üzereydi. En son ne zaman rahat bir uyku çekmiştim sahi? Araba karanlıktı; yalnızca yoldaki ışıkların yansıması vardı.

Kafamı kaldırdım; dengemi sağlayamıyordum. Aybars’ı dürttüm, daha doğrusu Aybars sandığım koltuğu dürttüm. Koltuk olduğunu anlayınca kapalı gözlerimi açıp bu sefer gerçek Aybars’ı dürttüm: “Şehrin diğer ucunda falan mı bu ev?”

“Senin evinle arasında on beş dakika var.”

“Saat kaç?”

“1.45”

“Daha ne kadar var?”

“Var daha.”

Sızlanarak kafamı geri cama yasladım: “Başar, 30’da falan mı sürüyorsun?”

“Doksan sınırda yenge.” İşaret parmağımı Başar’ın oturduğu tarafa sallayıp: “Yenge yok Başar,” dedim. “Ne diyeyim, yenge.”

“Elinin körünü de Başar; adım var benim ya, Taliaaa.” Elimi kafama götürüp bastırdım; topuz yapmaktan kesinlikle nefret ediyordum.

Pürüzsüz bir topuz olsun diye elime geçirdiğim bütün tokaları takmıştım. Lastikleri çıkarmaya çalıştım; birini çıkarıp kucağıma koydum. Diğerini çıkarmaya çalışırken koca bir nefes vermiştim. Kollarımı arkada tutmaktan yorulup vazgeçtim.

“Daha gelmedik mi?” Kimse cevap vermeye tenezzül etmeyince tekrar sordum: “Daha gelmedik mi?”

“Cevap vermeye tenezzül edecek misiniz yoksa varana kadar sorayım?”

“Talia, uykun geldiyse lütfen uyu.”

“Yenge, on beş dakika var.” Çıldırmış gibi “Talia” diye bağırdım; ön koltuklara uzanıp: “Yenge diyor hâlâ ya, bana bak. Talia diyeceksin, tamam mı?” Başar gözlerini kocaman açmış bana bakarken, Aybars oturmam için kolumdan tuttu.

Sırtımı dönüp dışarı bakındım; saçımda hissetiğim ele arkamı dönecektim ki tokalar çıkınca rahatlamıştım. Aybars’a döndüm: “Bir şey diyeyim mi?” Gözlerimi kapayıp ellerimle sızlayan saç diplerime dokundum: “Beni kızdıran şey buymuş.”

“Yenge demem, kızmıyor muydun yenge?”

“Sus Başar.”

Saç diplerim ne yapmıştı ki ben bu cezayı uygulamıştım onlara.

Talia, bir daha asla topuz yapmıyoruz.

Araba otoparka girdiği ana sevinç çığlıkları atmak istiyordum. Başar arabadan inmeden arabadan inip kapıyı kapattım.

“Sen iyi misin?” Tolga da inmişti; asansöre doğru ilerliyordu. Ben de onun arkasından yalpalayarak gitmeye başladım. “İyiyim, sadece kırk sekiz saattir uyumuyorum. Biraz daha uyumazsam halüsinasyonlar görmeye başlayacağım sanırım.”

Asansörü çağırma tuşuna basmış, beklerken üste kat sayılarını takip ediyordum: “Kaç katlı burası?”

“43.”

“Daha yükseği yok muydu? Şöyle bir saat asansör beklerdik.”

43 katlı bina yapıp iki asansör koymaları daha ironikti. Sonunda geldiğinde asansöre binip tuşlara baktım: “Kaça basayım?”

“43.”

“Katı sormadım aptal, sen hangi kata oturuyorsun onu sordum.” Ben tuşlara bakarken Aybars çoktan 43. kata basmıştı. “Arkadaş çevreni elden geçirmen lazım.”

“Niyeymiş o?” Kafamı asansörün aynasına vurup vuruyordum. “Pelda gibi konuşuyorsun; ayrıca kafanı vurmayı keser misin?”

“Pelda gibi konuşmuyorum,” dedim, kafamı vurmaya devam ederken, “Kafanı vurmaya devam et Talia.” Kafamı kaldırıp Aybars’a baktım. “Edeyim mi?”

“Ters tepki, her şeye inatlaşıyorsun ya.”

“Sesinizi keser misiniz?” Tolga’nın ani çıkışıyla ona döndüm. Kulağında kulaklık vardı ve telefonundan bir şey izliyordu.

“Bakayım, ne izliyorsun?” Yanına yaklaşıp ekranına baktım. Spor kanalı röportajıydı. “Peh, ben de bir şey izliyor sandım.” Asansörün kapıları açıldığı an dışarı çıktım. İki kapı vardı. Aybars’ın gittiği tarafa gittim. Kapının kilidi şifreliydi. Şifreyi girince içeri girdim. Koridordan geçip iki kapısı olan odaya girdiğimde içeride pijamalarıyla yatan Sergen’i görmeyi beklemiyordum.

Salon boydan boya camdı ve Amerikan mutfaklıydı. Sergen’in beni görmesiyle yayıldığı koltuktan kalkması bir olmuştu.

“Yenge.” Artık gına gelmişti yenge saçmalığından. Onunla atışmayacaktım. Kapı eşiğinde duruyor, salona bakıyordum. Koridora geçip odalara tek tek baktım. Hepsi aynıydı. Birinde Tolga’yla Aybars konuştuğu için girmemiştim bile. Diğerlerinden biraz daha büyük olan odaya girip yatağa oturdum. Topuklu ayakkabıları çıkarıp yere gelişi güzel fırlattım. Sonra da yorgana sarılıp gözlerimin kapanmasına izin verdim.

 

 

𓇢𓆸🂱𓃠

 

Bu farklı tavan kesinlikle benim tavanım değildi. Uyanalı neredeyse on dakika olmuştu ama kalkmak dahi istemiyordum. Üzerimdeki yorganı itekleyip yataktan ayaklarımı sarkıttım. Her yerim uyuşmuş gibiydi. Karşımdaki dolabın yansımasından suratıma baktım. Kızarmıştı. Hatta yanağımda yorgan izi vardı. Kalkıp odadan çıktım. Kapısı sonuna kadar açık olan salona girdim. Üçü de yemek masasında oturmuş kahvaltı yapıyordu.

“Günaydın.” Tolga’ya cevap vermeden Sergen’in yanına oturdum. “Dün hap falan mı verdin sen buna?”

“Hiçbir şey vermedim, Sergen.”

Onlar kimine göre tehdit dolu, bana göre romantik romantik bakışırken kalkıp mutfağa doğru gittim. Dilim damağım kurumuş, su için yalvarmak üzereydim. “Bardaklar nerede?”

“Karşındaki dolapta.” Dolabı açıp içinden bardak aldım. Tezgahtaki sürahideki suyu doldurup içmeye başladım. Bugün kesinlikle hiçbir şey yapmayacaktım. Sürahideki su neredeyse yarıya inince masaya geri dönüp oturdum.

“Siz var ya, çok bencilsiniz.” Ters ters Sergen’e baktım, “Hiç çağırmaya bile tenezzül etmiyorsunuz beni.” Aybars, “Uyuyordun, uyandırmak istemedim.” dedi. Sergen’in koluna dirseğimi geçirip, “Sen de haftalardır evimde tatil yapıyorsun. Bir kere bile çağırmadın beni kahvaltıya, Sergen.” Acıtmıştım sanırım çünkü kolunu tuttu, “Yemek yediğin yok ki. Üç öğün ıvır zıvır yiyorsun.”

“Dün gördüm sizin yemek anlayışınızı, ben almayayım mümkünse.” Dün aç kalmıştım resmen. Sebze ağırlıklı bir yemekti, üstelik tadı da berbat. Bok gibi paraları vardı ama tatsız tuzsuz yemekler yiyorlardı.

“Çöp yiyorsun, Talia.”

“Ne yapayım, otlanmaya falan mı çıkayım? Sevmiyorum işte.”

Tolga ağzındakini hızla bitirip, “Merak etme, orada aç kalmak garanti. Dedem dışında kimse yemeği yiyemediği için gece yarısı odalara yemek servisi başlıyor.” Tolga samimiydi. Daha komikti. Onun Aybars’ın kardeşi olduğunu bilmeyerek tanımış olsam, kesinlikle böyle işlerle alakası olduğunu düşünmezdim. Öyle bir havası yoktu.

“Doğan sana bol bol kahvaltı hazırlar artık.” Sergen benimle dalga geçiyordu.

“Olsun Sergen, ben de Doğan’la kanka olurum artık. Zaten sen sürekli beni azarlayarak uyandırıyorsun.” Uyandırma dediğim an Aybars’ın bakışları beni buldu. “Uyuyamıyor musun sen?”

“Uyuyorum.” Sergen lafıma atlayıp, “Ama uyku ilaçlarıyla,” dedi. Kafamı geriye atıp ofladım. “Senin bana dediklerini Aybars’a söylemem gerek.”

“Ne diyor sana?”

“Sabah beni uyandır diyorum, sürahiyi kafama boşaltıyor. Bana ölü gibi uyuyorsun deyip vampir kostümü giymemi söylüyor.” Aybars dediklerime anlam veremeyerek Sergen’e baktığında, Sergen burnundan soluyarak, “Vampir kostümü giyip gitmek istediğini söyleyen sendin,” dedi. Omuz silktim, “Kesinlikle giymemi, hatta makyajını bile yapmamı söyleyen sendin.”

“Kostüm partisi falan mı var? Beni niye çağırmadın, Sergen?” Sergen, Tolga’ya onu boğmak ister gibi bakıp, “Dün akşamki yemek içindi o. Ama sen çok istiyorsan, benim bildiğim yetişkinlere özel kostüm partileri var.” Tolga tabağındaki zeytini fırlatıp Sergen’le tartışırken ben masadan kalkıp, geri dün kaldığım odaya gittim.

Ayakkabılarımı yerden alıp tekrar aynadan baktım. Rimelim akmıştı, elbisemin eteği kırışmış, dudağımdaki rujdan eser kalmamıştı.

Ölü geline dönmüştüm resmen. Mavi saçlarım, çiçeğim ve Victor’um eksikti. İçeriye Aybars girince kendi kendime içimden ‘Victor’da geldi dedim.’

“İyi misin sen?”

“Sürekli soracak mısın?”

“Sormamı istemiyorsan sormam.”

“Sorma o zaman. Ben her şartta iyiyim.” Odanın içindeki ebeveyn banyosuna girip yüzümü yıkarken, o da kapının eşiğindeydi. Havlu alıp yüzümü kuruladım. “Biraz mahremiyet talep ediyorum ve bir de rahat kıyafetler.”

“Dolapta kıyafet var. Ben bu akşam Ankara’ya gideceğim, yarın dönmüş olurum. Bir şey olursa—”

“Sergen’e, Doğan’a ya da Başar’a falan söyleyeyim.”

Yanından geçip geri odaya geçtim ve dolabı açtım. “Görüşmeye gittiğin hastane buraya çok yakın. Eşyalarını al, bir süre burada kal istiyorsan.”

“Sen nerede kalacaksın? Üstelik taşınma konusunda çok netim, kararımı değiştirmeyeceğim… Seni ya da diğerlerini uğraştırmam. Sonay halledecek.”

“Ben burada sık kalmıyorum. Burada bir süre kalmak senin için rahat olur diye düşündüm. Sen nerede rahat olacaksan, nereyi istiyorsan orada yaşarsın, Talia.” Dolaptaki sırayla dizilmiş kıyafetlerden en küçük olduklarını düşündüğüm eşofmanla tişörtü alıp ebeveyn banyosuna geri girip kapıyı kilitledim. Aybars haklı olabilirdi. Burada kalmak da rahat olabilirdi. Ama onundu burası. Ben artık evim diye gidebilecek bir kapım olsun istiyordum.

Kıyafetlerin içinde yüzsem de rahatlamıştım. Kapıyı açıp geri çıktım. “Bir hafta,” dedim, elimle de göstererek. “Bir hafta evini işgal ediyorum, içime sinen bir yer bulana kadar.”

“Nasıl istersen. Dönünce detaylıca konuşuruz.” Bizim daha çok konuşacak şeyimiz vardı. Ben söylediğim yalanları daha ona söylemeye fırsat bulamadan başka yalanlar söylüyordum. O yokken toparlayıp her şeyi anlatırsam, yalanlarım ortaya çıkmaz, insanlar şüphelenmezdi. “Olur, konuşuruz.”

Odadan çıkıp mutfağa gittim. Tabağıma bir şeyler koyup bar sandalyesine oturup yemeye başladım. Acıkmıştım ama öğünlerimi atladıkça daha az yemek yiyordum.

Keşke hiç uyumam gerekmeseydi, keşke hiç acıkmasam, keşke her ay regl olmasam, keşke hiç dünyaya gelmesem...

Daha çok keşkelerim vardı. Hayatın dayattığı şeylere bazen tahammül edemiyor, gözüm dönüyordu. Haldun’un evinde gözümün döndüğü bir an gitmiştim. Sanki oracıkta onu vurursam kurtulacağımı düşünmüş, çıkışımı hesap etmemiştim.

Aptal Talia.

Hesap etmediğim bir başka şey ise onu öldürdükten sonra göğüs kafesimde hissedeceğim o suçluluk duygusu olacaktı. Pelda’ya Berlin’de tanıştığımızı söylemiştim. Sonay ise nasıl karşılaştığımızı bizzat Haldun’dan dinlemiş olmalıydı. Sergen de içeride olanları biliyordu muhtemelen. Pelda ve Yalkın’a, diğer tüm bu işle alakası olmayanlara Berlin’de tanıştığımızı söyleyecektim. Aybars’ın ailesine Berlin’de tanıştık dersem yalanım ortaya çıkardı. Bunu onunla konuştuktan sonra karar verirdim. Belki de hiç sormazlardı ve biz de hiç yalan söylemek zorunda kalmazdık.

Önümdeki boş tabağı alıp sudan geçirdim. Koltukta yayılıp bütün gün asla anlamadığım bir programı seyretmek istiyordum. Kumandayı alıp oturduğum sırada koridordan Tolga’nın küfredişini işittim: “Sikerler böyle işi.” Sesi çok yüksek çıkmıştı. Kalkıp bakacağım sırada Aybars’ın sesi Tolga’nınkini bastırdı: “Tolga!” Benim oturduğum odanın kapısı kapanınca, benim duymamı istemedikleri bir konuşma yapacaklarını anladım.

Her şey çok karışık geliyordu. Sanki Aybars’la konuşmaya başladığımızdan beri aramızda sis bulutları vardı. Ben yalnızca sis bulutlarının gizleyemediği şeyleri görüyordum. O sis bulutları elbet bir gün kaybolacaktı. Kaybolana kadar ben onun bana gösterdiği kısmı görmeye devam edecektim. Ya da o öyle sanacaktı.

Sonay’la Sergen, bizim araştırma merkezinde tanıştığımızı düşünüyordu. Bu pisliğe bulaşmayanlar ise Berlin’de... Oysa gerçek bambaşkaydı.

Hafızamdan bir türlü silemediğim o adamla nişanlıymış gibi rol yapıyordum. Yıllar önce koşarak eve giderken onu gördüğümde Haldun’u benden uzak tutacak o yegâne silah olduğunu bilseydim yapışırdım yakasına kesin. Defalarca acaba nasıl biri diye düşünmüştüm ama asla böyle biri olduğunu düşünmemiştim.

Düşünememiştim.

Hayallerimde ona rol vermiştim, oysa hayatımdaki rolü bambaşkaydı. Şimdi kardeşiyle koridorda kavga ediyordu ve benim duymamı istemediği için kapıyı kapatmıştı. Aron hakkında mı konuşuyorlardı? Hiçbir şey bilmiyordum, hiçbir şey öğrenemiyordum da. Bildiğim şeyler sınırlıydı. Medya yüzleri kesinlikle Aybars’tı. Tolga ve Vera’nın bu işin dışında kalmaya çalıştıklarını hissediyordum. Aron’u medyada hiç görmemiştim.

Visconti, ailesi Kolivar’ın kumcusuydu. Bir karar verilmesi istendiğinde ya onlar verirdi ya da Piperlar.

Örgütte her ülkeden, her meslekten insan vardı. Eğer önemli bir yerleri varsa çocuklarını bunun için yetiştirirlerdi.

Aybars’ın şu an burada olmasının, Türkiye’de isminin bu denli bilinmesinin sebebi de Arsel’in’di. Arsel’in, Türkiye’nin ilk holdinglerinden biriydi. Bunun yanında petrolden gıdaya, gıdadan finansa her yerde vardılar. Arselin’in tek varisi büyük büyük anneannesinin adını taşıyan Arselin Aybars’ın annesi. O ölünce tek mirası olan bu koca holding Kolivar’ın medyaya yansıyan yüzü olmuş. Aybars, Arselin’i giderek büyütürken babası da Kolivar’ın daha rahat gizlenmesini sağlamış olmalıydı.

Kolivar’ın amacı en gelişmiş teknolojiydi: son teknoloji silahlar, tedavisi olmayan hastalıklar ve daha nicesini bulunduruyordu içinde. Böyle bakıldığında bu örgüt kötü görünmüyordu ama işin içinde sakladıkları şeyler vardı. Onlar için birinin ölümü hiçbir şey ifade etmiyordu. Normal şartlarda Amelya’nın ölümünde Haldun’un da parmağı vardı ve bunun cezasını çekmesi gerekirdi ama Kolivar’da normaldi böyle şeyler, hiçbir canın kıymeti yoktu.

Ne olacak yani? Amelya patladıysa, Azelya kafasına sıktıysa, Kolivar sadece bir doktor kaybetmişti; gerisinin bir önemi yoktu. Birilerinin en sevdiği insan olmasının, hayat dolu bir olmasının, anne olmasının bir önemi yoktu.

Hoş, hiçbir zaman anne olmayı becerememişti zaten.

Benim bildiklerim bunlardı. Bunlar hiçbir işime yaramazdı. Bir an önce bu oyun bitsin istiyorsam eğer, Aron neredeyse gelmeli, örgütün başına geçmeliydi. Aron babasının yerini alıp Kolivar’ı gizlerken, Aybars da Arsel’in’i yönetecekti ve ben de tıp fakültesini bitirip sonunda normal bir hayat yaşayacaktım.

Bu sefer cam kırılma sesini işittim. Ne konuştuklarını anlayamıyordum ama konuştukları konu her neyse Tolga’yı kızdırmıştı. Kapıya doğru gidip kapıyı açtım. Koridora saçılmış ayna parçaları bin bir parçaya bölünmüştü. Sergen, elleri cebinde her zamanki rahat tavrıyla duvara yaslanmış dururken, Aybars beni salona doğru hafifçe ittirdi: “İçeride kal, yaralanırsın.”

Kafamı sallayıp içeri geri geçtim. Orada durmam benim zararımı olurdu. Aybars da Tolga da burnundan soluyordu ve benim orada durmamın hiçbir yararı yoktu. Kapıyı geri kapattığında koca odada tek başıma kalmıştım. Sesleri kısılsa da hâlâ geliyordu. Sanırım dün girmediğim odaya girmişlerdi. Koltuğa oturup bacaklarımı kendime çektim. Kapı açıldı; içeriye Aybars’ın girmesini isterdim ama Sergen girmişti. Koltuğun boş kısmına oturup, “Aldırma sen onlara, kardeş kavgası bilirsin,” dedi. Aldırdığım da yoktu, sadece merak ediyordum.

Kapı tekrar açıldı, tekrar Aybars’ın geldiğini umdum ama o değildi; Başar’dı. “Başar, dün telefonumu sanırım arabada unuttum, onu alabilir miyim?”

“Yenge, bir tek telefonunu değil, lastiklerini de unutmuşsun.” Lastiklerinden kastı tokalarımdı sanırım. “Eve gidip eşyalarımı alamam lazım, çok sürmez zaten. Gidebilir miyiz?”

“Aybars çıksın, Başar seni götürür.” Kafamı sallayıp kumandaya uzandım. Öylesine bir kanal açıp boş boş bakıyordum. Koridordan süpürge sesi gelince Sergen’e baktım ama açtığım kanaldaki programı pür dikkatle izlemekle meşguldü. Kalkıp salondan çıkmak için kapıyı açtığımda, birkaç dakika önce gördüğüm manzaradan sonra gülünç bir görüntü karşıladı beni. Aybars’ın elinde süpürge vardı, Tolga da kırık ayna parçalarını topluyordu.

“Sana içeride durmanı söylemiştim.”

“Geri zekâlı Tolga, kıracak başka bir şey bulamadı, her taraf cam.” Aybars tekrar beni içeri itekleyecekken, ben kendim uzaklaştım. “Doğru, senin kafanı kırmam gerekiyordu.”

“Kes sesini, Tolga.”

“Süpürgeyi de aldın, süpürge yapmakta ne var? Eğlenceli bir kere, o.”

Aybars süpürgeyi açınca, Tolga’nın kendi kendine söylenmelerinin sesi kısılmıştı. Onlar orayı toparlayınca, Tolga salona geçmiş, Aybars da benim kaldığım odaya gitmişti. Onun arkasından odaya girdim. Elinde siyah deri bir çanta vardı. Dolaptan çıkardığı laptopu içine koydu. Yatağa oturdum. “Sanırım bir tek evini değil, odanı da işgal etmişim.”

Çıkardığı kâğıtları ve beyaz tişörtü çantaya koyup fermuarını çekti. “Burada ilk uyuyan sensin. Bu odada bir gece bile kalmadım.”

“Neden?”

“O uyku ilaçlarını neden kullanıyorsun?”

“insomniam var benim, o yüzden kullanıyorum.”

“Çok mu hastasın sen?” Dudaklarımı birbirine bastırdım. O kadar hasta değildim; hasta olan zihnimdi, düşüncelerimdi, unutmaya çalışıp unutamadıklarımdı. Benim hastalığım, her gece öldürdüğüm küçük kızdı. Dudaklarıma yalancı bir gülümseme yerleştirdim. “Merak etme, başına bela olacak bir hastalığım yok.”

“Başıma bela olacağını düşündüğüm için sormadım, Talia. Seni merak ettiğim için sordum.”

“Merak... Ben de çok şeyi merak ediyorum.” En çok da bu yolun sonunu merak ediyordum, bir sonu varsa tabii.

Aybars, cevap vermeyeceğimi anlamıştı. Kolundaki saate bakıp, “Kendine iyi bak,” dedi.

“Sen de.”

O çıkalı yarım saat ya olmuştu ya olmamıştı. Sabah çıkardığım elbisemi tekrar giyip, topuklularımı elime alıp salona girdim. Bunlar neden sürekli ya yemek yiyor ya televizyonda sabah programları izliyor ya da konuşuyorlardı? Çok sorgulamamamın en iyisi olduğunu düşünüp Başar’ın yanına gittim. “Hadi gidelim.” Başar, kafasıyla beni onaylayınca, topuklularımı giyip çıktım.

Hava çoktan kararmıştı. Aybars’ın dediği gibi, evlerimizin arasında sadece on beş dakika vardı. Başar, arabayı evin önünde durdurdu. “Ben hemen birkaç parça kıyafetimi alacağım, gelmene gerek yok.”

Beni onaylayınca, arabadan indim, kapıya gidip saksının altındaki anahtarı alıp kapıyı açıp içeri girdim. Karanlıkta yukarı çıkıp birkaç parça giysiyi ve ayakkabıyı çantama sıkıştırıp evden çıkmak için aşağı indim.

Ama beni bekliyordu.

Karanlıkta sessizce oturmuş beni bekliyordu…

 

selam uzun bir aradan sonra tekrar bölüm atıyorum 6. bölüm yarına yetişirse yarın gelecek...

Loading...
0%