Yeni Üyelik
6.
Bölüm

6-🕯 Can Acıtan Tekrarlar 🕯

@redbook

Tekrar canımı yakmasın, tekrar o acıyı çekmeyeyim diye uyumayıp kapının önünde beklediğim geceler beni bugüne getirmişti.

Gece uyurken sabah olacağını biliyor, güneşin doğacağını bilerek gözlerimi kapatıyordum. Ama o sabah uyandığımda odam kapkaranlıktı; bir daha güneş doğamadı, odamın ışığı hiç açılmadı, kapım hiç çalınmadı. Bir daha kameranın kırmızı ışığı dışında hiç renk görmedim.

Günün birinde kapım açılıp içeri aydınlık girdiğinde, aydınlıktan korkup saklandım. Bir daha hiç aydınlığa çıkamadım; hep saklandım.

Ama tekrar beni o karanlık odaya kapatmasın diye gözüme bir damla uyku girmedi. Benden sadece sağlığımı değil, çocukluğumu, rüyalarımı, aydınlığımı çalmıştı.

Şimdi karanlığın içinde oturuyor ve beni bekliyordu. Ona doğru yürüyüp karşısında durdum. Ondan o kadar nefret ediyordum ki, dünyadaki en çirkin insan oymuş gibi geliyordu gözüme.

Zaten hep böyle olmaz mıydı? Zarar veren kötü insanlar çirkin gelirdi göze.

Ama âşık olduğunuz insan, ortalamanın güzellik standartlarına uymasa bile dünya güzeli olurdu; ya da yakışıklısı, her neyse işte.

Aybars’ın arkamda olduğunu bildiğimden mi, yoksa gereksiz artan özgüvenimden mi, rahatça karşısında duruyordum. “Neden geldin?” diye sordum. Neden gelmişti sahi? Orada öylece oturup gözümü korkutmak için mi?

Bunun için geldiyse, korkmuyordum. Korkacağımı da hiç sanmıyordum. Bir kere kurtulmuştum onun elinden ve bir daha asla yaşadıklarımı tekrar yaşamayacaktım.

Bir daha o araştırma merkezine asla gitmeyecektim.

“Onun yanına mı taşındın?” dümdüz bakıyordu. Ne düşündüğünü anlayamıyordum bile. “Seni ilgilendirir mi?”

“Ah, Talia... Ona güveniyorsun ha?” Alaycılığı bütün sesine yayılmıştı. “Benim aptal kızım, seni gerçekten sevdiğini mi sandın?” Sesini duymak, yüzünü görmek midemi çalkalandırıyordu. Kusacak gibi oluyordum.

“Örgütteki herkes, Lorenzo’nun kıçının nasıl sıkıştığından haberdar. Seninle bu yüzden nişanlandı… İşi bitince seni bir kenara atacak.”

Atsın.

Atsın, çünkü o bana istediklerimi verip bir kenara atmazsa, yıllardır yaşadığım bu cehenneme onu sürükleyeceğim.

“Nereden tanıyordun onu? Nasıl tanıştınız?”

“Orada tanıştık işte.”

“Beni mi kandırıyorsun?” Elimdeki çantanın saplarını sıktım. “Sana açıklama yapmayacağım,” dedim ve arkamı dönüp kapıya doğru gittim.

“Nereye gidersen git, kiminle olursan ol, kaçabildiğin kadar uzağa kaç, Talia. Nefesim her zaman ensende olacak.”

Adımlarım hızlanmış, evden çıkıp arabaya binmiştim. Başar arkasını dönüp yüzüme baktı.
“Bir şey mi oldu yenge? Betin benzin atmış.” Kafamı sallayıp, “Hayır, hayır. Gidelim buradan, hadi,” dedim. Üstelemeden arabayı çalıştırdı.

Peşimi asla bırakmayacaktı ne o ne de asla peşimi bırakmayan şeytanlarım.

𓇢𓆸🂱𓃠

Uykuyla uyanmak arasında gidip geliyordum. Televizyonun sesini don ses açmışlardı, dün gece boyunca dolanıp durmuş, en sonunda sabah güneş doğarken televizyonun karşısında uyuya kalmıştım.

Ses kısılınca tanıdık bir ses duydum; Aybars’ın sesini. Gitmemiş miydi o? Neden sesini duyuyordum?

Gözlerimi açıp kafama kadar çektiğim pikeyi kaldırdım. O aptal sabah programı televizyonda oynuyordu. Aybars ayak ucumda, telefonda İtalyanca konuşuyordu; ne ara gelmişti o? Sergen de diğer koltukta yan gelip yatmış, Aybars’ın telefon konuşmasını bitirmesini bekliyordu, televizyonun sesini açmak için. Yattığım yerden doğruldum, “Sen ne ara geldin?”

“Sabah geldim.”

O an saatin kaç olabileceğini düşündüm; kaç saat uyumuştum? Akşam olması imkânsızdı, hava aydınlıktı, üstelik ağustos ayında olduğumuzdan güneşliydi de.

“Kaç saat ki?” diye sordum.

“Bir.”

"Bıraksak, hiç uyanmayacaksın,” dedi Sergen. Sesini duyunca ona çevirdim kafamı. Elimle televizyonu gösterdim, “Şu aptal programı sen mi izliyorsun?”

“Sana ne? Yat, uyusana sen,”

Onunla uğraşırdım ama yorgundum; fiziksel olarak olmasam da zihnim yorulmuştu. Kafamı geri koltuğun yastığına koydum. “Dün Haldun’u gördüm,”

“Ne?”

“Dün eve kıyafet almak için gittim, salonda oturuyordu.” Aybars kaşlarını çatmış, elini çenesine götürmüştü. “Sadece on yedi saat yoktum.” O kaşlarını çatıp düşünürken ben Oturduğum yerden kalkıp kaldığım odaya gittim. Yerde duran çantamdan giyebileceğim bir şey çıkarıp üstüme geçirdim.

Misafir olmak ve daha yeni tanıdığım insanlarla aynı evde kalmak bazen gerçekten çok zor olabiliyordu.

Zor olan pijamanın bile içine sütyen takıyor olmamdı; tek derdim bu değildi tabii ki ama bu da hiç rahat değildi.

Aybars kapıyı hiç çalmadan içeri girip, arkasından kapıyı geri kapattı. “Kapı çalmayı bilmiyor musun acaba sen?”

“Sana bir şey dedi mi?”

“Haldun mu?”

“Evet.”

“Senin kıçının fena sıkıştığını söyledi; hoş, ben de aynı durumdan mustaribim.”

“Başka ne dedi?”

“Beni bi kenara atacağınla ilgili zırvaladı işte, başka ne diyebilir ki?” Çantamdan çıkardığım tarağı alıp, ebeveyn banyosuna girdim.

Saçlarımı tararken banyo dolabını açıp içindekilere baktım; her şey yepyeniydi, paketleri bile açılmamıştı.

Elimdeki tarağı bırakıp dolapta gördüğüm makası aldım elime. Saçlarımın ön kısmından bir tutam alıp, burnumun biraz üzerinde kestim ve aynaya baktım.

Aynaya bakmamla, kulaklarımı çınlatan bir sesle çığlık atmam bir olmuştu.

“Siktir, siktir, siktir! Ciddi olamazsın, Talia!” Aybars kapıyı açıp hızla içeri daldığında yüzünde telaşlı bir ifade vardı.

“Ne oldu?”

Saçımı gösterdim. “Saçıma bak, yamuk kestim; üstelik kakül dışında her şeye benziyor.” Ağlamamak için aynaya bakmayı kestim. Aybars bana afallamış şekilde bakıyordu, arkasında Sergen’le Tolga da vardı. “Neden çığlık atıyor bu?” dedi Sergen.

Elimle yüzümü kapattım; Aybars’ın saçıma dokunduğunu hissediyordum. Parmaklarımı araladım, aralıktan onu gördüm.

“Doğrusunu söylemek gerekirse,” dedi.

“Lütfen doğrusunu söyleme; sıçıp sıvadım çünkü,”

“Hayır, fena durmuyor aslında; sadece yamuk kesmişsin. Kısa kesen daha komik olurdu; düzeltebiliriz.” Yüzümü ellerimden çektiğimde, Aybars’ın eline makası aldığını görünce gözlerim kocaman açıldı.

“Ciddi olamazsın!”

“Talia,” dedi, bastıra bastıra, “Aybars, aklından bile geçirme. Şempanzeye falan mı çevireceksin beni?”

“Bir deneyeyim, belki düzeltebilirim.”

“Ya daha kötü olursa?”

Sergen kahkaha atıp, “Daha ne kadar kötü olacak?” dedi. Ne diye burada dikiliyorsa artık sinirimi bozuyordu. “Hadi kes, Aybars.”

“Çok çabuk ikna oluyorsun,” Dolaptan çıkardığı bir tarakla düzeltip kestiğinde gözlerimi kapattım.

“Bitince söyle, gözlerimi açacağım.”

“Bak, sakın çok kesme; zaten saçlarım çok uzun değil.”

“Senin aklın neredeydi saçını keserken?”

Hep böyle yapardım; aniden bir şeyler yapar, sonrasını düşünmezdim. Her seferinde de hüsrana uğrardım.

“Aybars, kesemeyeceksen Pelda’yı ara.”

“Neden kuaföre gitmiyorsunuz?” Tolga’nın sunduğu bu mantıklı fikirle ben gözlerimi açtım. İkimiz birden Tolga’ya bakarken, Aybars ani bir şekilde, “Kapa gözlerini; kötü olursa peruk yaptırırız,” deyip kafamı kendine çevirdi.

On dakikadır gözlerim kapalı bekliyordum. Aybars’a sürekli, “Dikkatli ol, sakın çok kesme,” dememden sıkılmıştı sonunda. “Gözlerini aç,” dedi. Korkarak gözlerimi açıp aynaya baktım.

“Hiç fena değil,” Kötü gözükmüyordu, kakül gibi gözüküyordu; kısaltma dememe rağmen kısaltmıştı ve kaş hizama geliyordu ama kötü değildi.

Hatta yakışmıştı bile, sanırım.

“Kuaför falan olmalıymışsın, harcanıyorsun böyle, örgütte.”

“Ne demezsin.”

Tolga’yla Sergen’in gülüşmeleri kesilmişti. Aybars da makası bırakıp odaya geçmişti. “Nasıl, güzel olmuş mu?” dedim. Ani ruh değişimime kendim bile şaşırıyordum bazen.

“Demin ağlıyordun, kesmesin diye.”

“Sen sus, Sergen.”

Odaya geçtiğimde, Aybars ortadan kaybolmuştu. “Nereye gitti bu? Portal falan mı açabiliyor da hemen ortadan kayboluyor?” diye söylendim.

Salona ve diğer odalara baktım; yoktu. Günlerdir girmediğim odanın önüne geldiğimde kapıyı çalmadan içeri girdim. Boydan boya cam olan evin bir tek bu odasında cam yoktu. Duvarları kahverengi kitaplıktı; odanın ortasında bir çalışma masası vardı. Kapıyı kapatıp çalışma masasının önündeki berjere oturdum.

“Pelda’yı çağırabilir miyim?”

Kafasını kâğıtlardan kaldırıp, “Çağır,” dedi. “Ona Berelinde tanıştığımızı anlatacağım. Örgütle alakası olmayan herkes Berelinde tanıştığımızın yalanını atacağım. Senin ailene böyle bir yalan söylersem anlarlar, o yüzden kendin inandırıcı bir yalan bul.”

“Nasıl tanıştığımızı hiç soracaklarını sanmıyorum. Üstelik onlara yalan söylememize gerek yok; o gün merkezde olanlar kulaklarına gitmiştir.”

“Peki, sen nasıl diyorsan öyle olsun.” Onun ailesiydi, beni ilgilendirmezdi. Ben kendi çıkarlarımı düşünmek zorundaydım. Elbisemin cebindeki telefonumdan Pelda’ya önce konum, sonra mesaj attım.

Geleceğini biliyordum; arkadaşlığımızı bunun için bitirmezdi. Kırılmıştı, o bana her şeyi anlatırken benim ona nişanlandığımı söylemem onu kırmıştı.

Sergen ortalıkta yoktu, iyi ki de yoktu. Pelda’nın onu görmesini, konuşmasını istemiyordum. Tolga, kendine kahve alırken bana döndü. “İster misin?” diye sordu. Kafamı evet anlamında salladım. Normalde kahve sevsem de, geceleri zaten uyuyamadığım için içmeyi tercih etmiyordum. Ama Tolga’nın kahve kupasından yayılan kahve kokusu beni cezbetmişti.

Kendime sandviç yapıp oturdum. O da gelip kahve kupamı koyup karşıma oturdu. “Teşekkürler,” dedim kahve için. “Afiyet olsun.”

Sandviçimden bir ısırık aldığımda, o da önündeki tabaktaki kurabiyeleri yiyordu. Doğrusu, o kurabiyeleri nereden bulduğunu deli gibi merak ediyordum. Evde meyveli yoğurt dışında şekerli hiçbir şey yoktu.

Kahvesinden bir yudum aldı, “Kaç yaşındasın sen?” Ağzımdakini bitirip, “Yirmi,” dedim. Kaşları havaya kalkmıştı.

“Okuyorsundur herhalde.”

“Evet, okuyorum.” Neye bu kadar şaşırmıştı ki? “Sen kaç yaşındasın?” Aybars’ın yüzüne bakınca o sert çehresini fark ediyordum ama bir yandan da genç olduğu belli oluyordu. Tolga da benim yaşlarda görünüyordu.

“Yirmi üç.”

“Okuyor musun sen de?” Aybars’ın okuduğunu sanmıyordum ama Tolga’nın hayatı daha normal duruyordu.

Gülmüştü. “Aybars okulu bitireli iki sene olacak. Ama doğru, ben üniversite okumadım.”

“Ne yapıyorsun o halde?”

“Futbolcuyum ben. Hiç görmedin mi? Yazıklar olsun, Talia.” Geçen gece pür dikkat izlediği spor röportajını hatırladım. “Ben pek izlemem, ilgi alanıma girmiyor.”

“Yapma ya, eğlenceli bir tipe benziyordun.” İçimden “Ne demezsin,” dedim ama günlerdir dalga geçmekten başka bir şey yapmıyordum; böyle sanması çok normaldi.

“Geçen Aybars’la neden kavga ettiniz?” Bu soruyu sormayı hiç planlamıyordum. Yüzü düşmüştü.
“O konu. Aklıma geldi, görüyor musun? Şimdi gidip tekrar onunla bunu tartışmak istiyorum.”
“Tartışın diye söylemedim, meraktan işte. Unut gitsin.”

Sergen içeri girip, “Şu kızıl arkadaşın gelmiş,” dedi. Elimdeki sandviçi bıraktım.

“Nerede?”

“Asansördedir, resepsiyon haber verdi.”

Birkaç saniye sonra kapı tekrar açılınca, içeri Pelda girdi. Kalkıp ona doğru gidip sarıldım. Kızgın olmasına rağmen o da bana sarılmıştı.

Sarılmayı bırakıp bana baktı. “Kâkül mü kestirdin?”

“Kötü mü olmuş?”

“Hayır, çok güzel olmuş. Hoş gözüküyor. Ne ara kestirdin?”

Ben haylaz bir çocuk gibi Sergen’e bakıp otuz iki diş sırıtırken, o Tolga’nın önüne oturmuş, benim için doldurduğu kahveyi içiyordu. “Sen gelmeden beş dakika önce yamuk kestiği için kıyameti kopartıyordu.”

“Kendin mi kestin? Çok iyi kesmişsin; gidip kestirdin sandım.” Saçlarıma dokunup parmağının arasına aldığı tutamı kıvırdı.

“Hayır, ben yamuk kesince Aybars düzeltti.” Aybars’ın adını duyduğu an yüzünü buruşturdu. “Hı, bok gibi kesmiş ama sen çok güzel olduğundan yakışmış.”

Arkamda oturan Tolga’ya baktı. “Yeni karakterler açılmış.” Sonra durdu, gözlerini kısarak. “Bir saniye, ben seni tanıyorum sanırım,”

Tolga’ya döndü, neşeli bir ifadesi vardı. “Evet, evet, görmüştüm ben seni. Sen futbolcu değil misin, adında Tolga olmalı.”

“Tam isabet,” dedi Tolga, bana bakıp eliyle Pelda’yı gösterdi.

“Böyle arkadaşlarının olduğunu önceden söyleseydin keşke.”

“Onunla konuşma Tolga, bana aptal Sergen’e ‘it’ diyor, sananda en güzelinden bir hakaret bulmadan yok ol.”

“Siz ikiniz sopa yutmuş gibi duruyorsunuz. Bu daha neşeli versiyon,” dedi Pelda da. Elimi dudaklarıma bastırdım, gülmemek için. Pelda haklıydı; sürekli takım elbiseyle dolaşıyor, kasıntı kasıntı duruyorlardı.
Tolga kahkaha atınca, Sergen onun kupasını alıp içine tükürdü.“İt dediği için mi bu kadar kudurdun sen?” Tolga aldırış etmemiş, üstüne tekrar kupa alıp yeniden kahvesini doldurmuştu.

Pelda’ya anlatmam gereken şeyler vardı, koluna dokundum. “Benim sana anlatmam gereken şeyler vardı, içeride anlatayım,” dedim. O da beni onaylayınca odaya geçtik. Yatağa oturup bağdaş kurdum. O da yanıma oturup uzandı.

“Berlin’de tanıştık diyordun en son.”

“Evet, öyle oldu. Türkiye’ye dönmeme az kalmıştı. Sanat galerisine gittiğimde tanıştık.”

“Sonra da hiç beklemeyip evlenme teklifi etti herhalde.”

“Hayır.”

“O zaman onunla neden nişanlandın? Sen kimseyi kendine layık görmediğin için sevgili bile yapmıyordun; ilk flörtleşip sevgili olduğun adamla da nişanlanıyorsun.”

Haklıydı; fazla romantik düşündüğüm için herkesi reddediyordum ama Aybars’la olan farklıydı.
Bana asla reddedemeyeceğim bir teklif sunmuştu ve gerçek değildi.

“Onu tanıyor gibiydim, Pelda. Adını bilmesem, sesini duymasam bile onu tanıyordum. Onu gördükten sonra bir an bile aklımdan çıkmadı; bırakamadım. Evlenelim diyince de reddedemedim.” Pelda kafasını çevirip gözlerimin içine bakıp gülümsedi.

“Senin için en iyisini istiyorum, Talia.” Ben de ona gülümsedim. “Merak etme, hemen evlenmeyeceğim; en azından bu sene içerisinde evlenme gibi bir planım yok. Sadece nişanlıyız.”

“Eee, Sonay’dan seni istedi mi bu hanzo?” Kahkaha attım. “İstemeyi bırak, evlenme teklifiyle alyansı birlikte taktı.” Pelda da kahkaha atarken, sesini ciddileştirip, “Ben sevgilimle aramızda nişanlansam, benimkiler onu satırla kovalar sanırım,” dedi. Pelda’nın ailesi geleneklerine çok bağlıydı; tabi evin biricik kızıydı. Antepli olduklarını da düşünürsek, arkasında koca bir akraba yığını vardı.

“TUS’ta hangi bölümü seçeceksin?” Ani gelen bu soruyla kaşlarımı çattım.

“Çok erken değil mi, TUS’u düşünmek için?”

“Ben kararımı verdim; cerrah olacağım. Sen de cerrah ol, bakarsın aynı hastanelerde çalışırız bundan yedi yıl sonra.”

“Bir hastaneye iki manyak cerrah fazla değil mi?”İçeriden gelen bağırış sesiyle uzandığım yataktan doğruldum.

“Ne oluyor?”

“Boş ver sen, birazdan susup otururlar.”

“Aybars’la Sergen dediğin o adam kavga mı ediyor?” Kıyamet kopsa, Sergen yine de istifini bozmazdı; dün buna bizzat şahit olmuştum. “Hayır, Sergen kavga etmez; Tolga’yla Aybars bu.”

“Tolga hiç kavga edecek bir adama benzemiyor, emin misin?”

“Eminim. Genetik; bunlar, sandığının aksine Sergen kavga olduğunda çekirdek çitleyen tiplerden. Şu an istifini bozup ayırma gereğinde bile bulunmuyordur, emin ol.”Pelda da doğrulup bağdaş kurdu.
“Aybars ne iş yapıyor? İstanbul’daki o gereksiz adamlardan mı bu da?”O adamlardan kastı, babalarının şirketlerinin başına geçip batıran adamlardı.

“Arselin’in şu anki sahibi o gözüküyor. Tam bilmiyorum ama Tolga hiç o toplara girmemiş sanırım.”

“Şu banka olan Arselin mi?” Bunu gözlerini kocaman açıp bana yaklaşarak söylemişti.“Evet.”

“Berlin’de sanat galerisine gidip turnayı gözünden vurdurmuşsun, Talia. Bunlarda bok gibi para vardır şimdi.”

Tekrar sesler yükselince, bu sefer yataktan hızla kalkıp onların yanına gittim. Mekân değişikliği yapıp salonda birbirlerine girmişlerdi. Tam tahmin ettiğim gibi Sergen de oturmuş, onları izliyordu.
“Sizde hiç misafirperver değilsiniz; öğretmediler mi size evde misafir varken kavga edilmeyeceğini?”
Tolga tam bağıra bağıra bir şeyler söylerken durup bana döndü. İkisi de bana döndüğünde Tolga, eliyle beni işaret etti.

“Sevgiline neden tartıştığımızı anlat, meraklanmasın.”

O an hiç beklemedim; bir anda Aybars, Tolga’nın üzerine gidip yakasına yapıştı. Tolga da boş durmamış, Aybars’ın yüzüne yumruk atmıştı. Elimi ağzıma götürdüm. Aybars, Tolga’ya yumruk atıp yere yatırdığında, Sergen sonunda kalkıp Aybars’ın omzuna dokundu. Aybars hızla kalkıp salondan çıkarken, “Tolga, siktir olup git!” diye bağırdı.

Kapı eşiğinde kazık gibi dikiliyordum ve az önce olanları sindirmeye çalışıyordum. Sergen, Tolga’ya elini uzatıp kaldırırken, Tolga sanki yüzüne yumruk yememiş gibi gülerek Sergen’e, “Şerefsiz, dudağımı patlattı, görüyor musun?” dedi.

Çalışma odasına gitmek için arkamı döndüğümde, Pelda’nın arkamda olduğunu yeni fark ettim. Çalışma odasına gitmekten vazgeçip Tolga’nın yanına gittim. “Neyin kavgası bu? Neyi alıp veremiyorsunuz?”

“Talia, Aybars imzalaması gereken bir anlaşmayı imzalamak istiyor.”Histerik bir şekilde güldüm.“Bunun için mi birbirinize girdiniz?”

“Yumruk yumruğa girmemizin sebebi sensin, herif sana toz kondurmuyor ki,” dedi. Yüzü birden ciddileşti.”

“Ayrıca imzaladığı an bir tek kendini değil, hepimizi boka batırır. Ben kendimi düşünüyorum, tamam mı? O anlaşma imzalandığı an boka batarız ve emin ol, nişanlının işlerine bulaşmak gibi bir niyetim yok.”

Ne imzalamak istediğine dair hiçbir fikrim yoktu ama üstü kapalı konuştuğu aşikârdı. Pelda koltuğa oturduğunda, Sergen’in elindeki kumandayı çekip aldım, televizyonu kapatıp Pelda’nın yanına oturdum. “Sergen, sana bir tarak alacağım; bunlar her kavga ettiğinde saçını tararsın.”

“Tolga haklı, Talia. Kendinin de yanlış olduğunu anlaması gerek,” dedi. Anlamıyordum, Aybars’ı çok iyi tanımasam da aklı ne yaptığını bilen bir adam gibi duruyordu. “Aybars neden bu kadar kötü bir anlaşmayı imzalamak istesin ki?”

“Onu da git Aybars’a kendin sor, yengecim. Adamın şartellerini attırıyorsun.”

“Benimle ne alakası var? Benim nişanlımsa, senin de kardeşin.”

Biz Tolga’yla didişirken, Sergen “Akşam yemeği yiyecek misiniz? Ona göre tabak çıkarıyorum,” diye sordu. Kafamı mutfağa çevirdim, ne ara oraya gitmişti o?

“Ne yemek yaptın?” Tolga sanki normal bir şey diyormuş gibi Sergen’e bunu sorduğunda, Sergen eline fırın eldivenini takmış, fırındaki borcamı çıkartıp Tolga’ya doğru tuttu.
“Allah’ım, ben ne günah işledim de bu geri zekalılarla aynı evdeyim?”

İşin ilginç yanı, Tolga masaya gittiğinde Pelda da masaya gidip oturmuştu. Balık sevmiyordum ama güzel gözüküyordu. Masada sadece dört tabak olduğunu gördüm.

“Aybars’ı çağırmayacak mısınız?” Tolga, tabağındaki balığa iştahla bakarken büyülenmiş gibi duruyordu. “Zıkkım yesin o, biz onun hakkında yeriz. Ye sen.” Sandalyemden kalkıp kapıya yöneldim.

“Nereye?”

“Aybars’ı çağırmaya.”

Çalışma odasının kapısını yavaşça açıp içeri girdim. Aybars, kafasını masaya koymuş, kollarıyla da kafasını kapatmıştı. Sessizce yanına yaklaşıp kafamı eğip yüzünün açıkta kalan kısmına baktım; uyuyor muydu? Gözleri kapalıydı, kaşı kanamıştı; kaşından akan kan ise kurumuştu. Kaşına dokunduğum an kafasını kaldırınca ben de gerilemiştim.

Uykulu gözlerle bana bakıp, “Neden sessizce yaklaşıyordun?” diye sordu. “Kaşın kanamış,” dedim. Elini tam kanayan kısma bastırınca yüzünü buruşturdu, acımış olmalıydı.

“Bekle burada,” dedim. Çalışma odasından çıkıp sabah ebeveyn banyosunda gördüğüm ıvır zıvırlara bakmak için tekrar oraya gittim. Dolabı açtığımda, içindeki bezlerden birini ve küçük ilk yardım kitini alıp hızla tekrar çalışma odasına gittim.

Aybars, deri çalışma sandalyesine başını dayamış öylece duruyordu. Yanına gidip ilk yardım kitini açtım. İçinde bir şey yoktu; süs diye mi almışlardı bunu? Yara bandı, biraz pamuk ve küçük bir şişede batikon vardı. Elimdeki ıslak bezle akmış ve kuruyan kanı sildim.

“Neden burada uyudun, ev oda kaynıyor?”

Pamuğa batikon döküp yarılan kaşına sürdüm. Çok bir şey yoktu zaten ama o yüzünü buruşturmuştu.

“Uyuya kalmışım. Sen neden geldin?”

“Yemek yiyecektik, seni çağıracaktım.”

“Aybars, bir şey sorabilir miyim?”

“Sor.”

“Tolga bir anlaşmadan bahsetti.” Elimdeki batikonlu pamuğu bıraktım, rulo şeklindeki kumaşlı banttan küçük bir parça kesip yapıştırdım. “Önemli bir şey değil.”

“Öyle olsun. Keyfin yerinde değil anlaşılan; seni daraltmayacağım.” İçinde hiçbir şey olmayan ilk yardım kitinin kutusunu kapatıp, “Mikrop kapmaması için herhalde yeterlidir bu,” dedim. Bu kadar küçük bir yarıktan zarar gelmezdi; üstelik batikonu basmıştım, mikrop kapacağını sanmıyordum.

“Biraz daha burada oyalanırsak aç kalırız,” dedi, ayağa kalkarken.

En yakın arkadaşım bile hakkımı yemeği planlarken burada oyalanmam saçmalıktı. Salona gittiğimizde, Sergen’le Pelda gülerek bir şeyler konuşuyor, Tolga da yemeğine o kadar odaklanmıştı ki gözü hiçbir şey görmüyordu.

Yerime oturup balıktan bir parça alıp ağzıma götürdüm. “Sergen, sen bu işi biliyorsun.”

Tabağımdaki bütün yemeği bitirmiştim. Birkaç gündür yediğim en iyi yemekti, özellikle Aybarsların evindeki yemekten sonra ilaç gibi gelmişti. Pelda ile Tolga asla susmamıştı; en sonunda konuları benim uyku problemime gelmişti. Tolga, kaşlarını çatıp, “Yatağının altında canavar falan olduğundan mı korkuyorsun?” diye sordu. O, baya ciddi soruyordu ama Aybars’ın bakışlarının altında ben bile ezilmiştim. Hoş, Tolga o bakışları umursamıyordu bile.

“Neyse, zaten Aybars da uyuyamadığında evraklarıyla uğraşıyordu. Artık evraklarla uğraşmak yerine seninle uğraşır,” dedi. Sıçıp sıvamıştı; hepimizin ona baktığını görünce yüzündeki gülümseme garip bir hal aldı. “Çok açık sözlüsün,” dedi Pelda. Gülmemek için kendini tutuyordu resmen.

Tolga, tabağını kaldırıp lavaboya bırakırken, “Yalan mı ama? Bir yerlerde uyuya kalıyorsun, nasıl uyuduğunu bile hatırlamıyorsun,”

“Kes artık Tolga,” dedi Aybars. Kendi tabağımla Pelda'nınkini lavabonun içine koyup tezgâha yaslandım. Pelda, telefonuna bakıp, “Ben kalktım artık, yemek için teşekkürler,” dedi ve sandalyesinden kalktı.

Sergen, “Geç oldu, bırakmamı ister misin?” diye sordu. “Çok hoş bir teklif ama arabamla geldim,” diye yanıtladı Pelda.

Sergen kafasını salladı ve ben kaşlarımı çattım, ona bakıyordum. Pelda ile vedalaştıktan sonra evine gitmek için yola çıktı. Ben de odama gidip pijamalarımı giyip telefonuma kırk tane alarm kurup içeridekilere beni uyandırmalarını söyledim.

Kapıyı açık bırakıp ışığı kapattım, yatağa yattım ve yorgana sarıldım. Bazen Pelda’nın evinde kalırdım ve onun geniş yatağında birlikte uyurduk. Deliksiz uyurdum, ama sabah kalktığımda Pelda’nın elleri yüzümde olurdu ya da yataktan düşmek üzere oluyordu. Fena deli yatardı.

İliklerime kadar yoğun hissediyordum ama uyuyamıyordum. Aybars ve Tolga’nın sürekli kavga etmesine sebep olan o anlaşma neyse, Aybars bilmemi de istemiyordu. Belki de haklıydı. Çok çabuk kabullenmiştim, yaptığım saçmalıktı. Hiç tanımadığım bir adama bu kadar yakın davranmam saçmalıktı. Hayatıma aniden girmişlerdi ve ben etrafımın bu kadar kalabalık olmasına hiç alışık değilim. Gözlerimi daha sıkı yumup uyumaya çalıştım.

 

𓇢𓆸🂱𓃠

 

“Talia, geç kalacaksın.”

Yeni uyumuştum, yoksa saatler çok mu hızlı geçmişti? “Talia, gitmezsen Pelda delirir.” Aybars'ın sesi kulaklarımda yankılanıyordu.“Karga bokunu yemedi daha Aybars.”

“Karga bokunu yemeden evden çıkıp gitmen gerekiyor.” Sızlanarak sarıldığım yastığa daha sıkı sarıldım. “Okumayacağım ben, istemiyorum artık.”

“Okumayıp ne yapacaksın?”

“Sen merak etme, ben ikimizi de bakarım.”

“Bana neden bakıyorsun?”

“Doğru, sende bok gibi para vardır, boş ver, bakmayacağım sana.”

Örtü birden çekilince soğuk bütün vücuduma vurmuştu. “Üşüyorum, geri ört.” Örtüyü geri üzerime örtünce göz kapaklarımı hafifçe araladım. “Talia, hadi kalk, gerçekten geç kalacaksın.” Yataktan doğrulup camlara baktım.

“Aybars, hava daha aymamış bile.” Saat sekizde gidecektim ve şu an hava aymamıştı bile. “Kahvaltı yapıyoruz, sonra çağırmıyoruz diye kafamızı sikiyorsun.” Baş parmağımı dudaklarıma götürüp, “Küfür yok Aybars, küfür yok,” dedim, gözlerimi açmaya çalışıyordum. “Pelda saydırırken bir şey demiyorsun.”
Gözlerimi açıp ona baktım. “Sana argo ile küfürün arasındaki farkı anlatıp zamanımı boşa harcamayacağım.”

Kalkıp yüzümü yıkayıp Aybars’ın arkasından salona girdim. Sanki sabahın beşinde uyanmamış gibi muhabbet ediyorlardı. Gerçi biri sporcuydu, diğeri de kurallara çok bağlı yaşayan bir adamdı. Aybars masanın başında oturuyordu, bir tarafında Tolga oturuyordu, diğer yanı boştu. Boş olan sandalyenin yanında da Sergen oturuyordu.

Masanın başında öylece durup sonra da sağı solu boş olan kısma oturdum. “Oraya neden oturuyorsun?” Sergen’den gelen soruyla ona baktım. “Burası daha yakındı.”

“Beni çağırmıyorsunuz diye krizlere giriyordun.”

Oturduğum sandalyeden kalkıp Aybars’la Sergen’in arasındaki boş sandalyeye oturdum. Ben uykuluya uyuklaya yemek yerken bir ara Aybars kalkıp önüme bir kahve koyup geri oturmuştu. “Seni çiğ çiğ yerler vallahi, şu hâle bak.”

Tolga’yı kale almayıp kupadaki kahveden bir yudum aldım. Salonun kapısı açılınca gelene bakmak için kafamı çevirdim. Gelen Pelda’ydı ve beni görünce gözlerini kocaman açarak yanıma geldi.

“Daha giyinmemişsin bile, inanmıyorum sana Talia.” O yanımda bağırırken ben duymazlıktan geliyordum. “Bir de bana mesaj atıyorsun uyandım diye.” Kafamı çevirip Pelda’nın çıldırmış yüzüne baktım.

“Sana mesaj atmayı bırak, telefonumu elime dahi almadım.” Pelda hırsla çantasının fermuarını açıp telefonunu bana doğru tuttu.

Atmıştım, ya da atmamıştım ama atmış gözüküyordum. “Ben atmadım bunu.”

“Ben attım.” Aybars birkaç saniye önce söylemesi gereken şeyi şimdi söylemişti. “Telefonumu nasıl açtın?”

“Şifreni doğum tarihin yapmışsın, Talia.”

Pelda tişörtümden çekiştiriyordu, “Yürü, daha giyineceksin,” diyerek beni sürüklemeye başladı.
Yatağa oturmuş, kafamı dik tutmaya çalışırken o da dolaba bakıyordu. Dün dolabın boş kısmına getirdiklerimi koymuştum ama o benim az yer kaplayan kıyafetlerimi görmemiş ve ellerini beline koyup bana dönmüştü.

“Sen neden burada kalıyorsun?”

“Bilmem,” dedim, beynim durmuştu resmen. Ayağa kalkıp ebeveyn banyosuna gidip yüzümü tekrar soğuk suyla yıkadım, uykum açılsın diye. Pelda hâlâ dolabın yanındaydı. Ben de yanına gidip siyah pantolonla siyah bir tişörtü çıkardım. Onu beklersem daha iki saat oyalanırdık.

“Neden aynı evde kalıyorsun, senin evinin nesi vardı?”

“Taşınıyorum Pelda, ev çok karışık.”

“Ha, yani o gün taşınıyorum derken yalan söylemedin.” Tek yalan olmayan şeyi yalan sanması çok ironikti.

Üzerimdeki pijamaları çıkarıp, dolaptan çıkardıklarımı da üstüme giyip saçımı da at kuyruğu yaptım. Komodinin üstündeki telefondan saate bakıp Pelda’ya döndüm. “Saat daha 5.45, boşuna acele ettirdin beni.”

“Sen de o Aybars da çok garip davranıyorsunuz.”

“Kendimi bilemiyorum Pelda, ama Aybars’ın normal hâli bu.”

Pelda derin bir nefes alıp odadan çıkıp salona geçti. Ben de onun arkasından gidip masadaki yerime oturdum. “Pelda, bizim çok garip davrandığımızı söylüyor,” dedim çatalımla Aybars’ı göstererek.

“Berlin’de senin çenen açılmış herhâlde.” Aybars bıyık altından gülerek bana baktı. “Onun çenesi gece daha çok açılıyor,” deyince içtiğim kahveyi suratına püskürtmemek için elimle ağzımı kapattım. Böyle söyleyerek neyi ima ediyordu?

Ne ima ediyorsa hoşuma gitmemişti.

“Ne saçmalıyorsun sen?”

“Bir şey saçmaladığım yok, uyurken kendi kendine konuşuyorsun.”

Siktir, işte bunu demesini beklemiyordum. “Ben de duydum, kiminle konuşuyorsan bayağı ateşli bir konuydu,” dedi Tolga telefonuna bakarken.

Ateşli derken ne demek istediğini bir an düşünsem de konuya geri döndüm. “Hiçbir şey hatırlamıyorum. Dalga geçmeyi bırakacak mısınız?”

“Tolga’yı bilmiyorum ama ben kesinlikle dalga geçmiyorum, Talia. Senin bu uyku problemini çözmen lazım.” Pera, Tolga’nın yanına oturup, “Katılıyorum, yoksa böyle devam edersen tıp fakültesini bok bitirebilirsin, aşkım.”

“Akşam Sergen seni alır,” dedi Aybars. Sergen, Aybars’a dönüp kaşlarını çattı. “Ben bunun koruması mıyım? O iki andaval alsın.”

“Doğan alacak Talia.”

“Gerek yok, ben kendim gelirim.”

“Olmaz.”

“Olur.”

“Olmaz dediysem olmaz, Talia.” Kaşlarımı çatıp çatalımı tabağa sertçe koydum. “Ben kendim gelebilirim, gerek yok,” dedim bastıra bastıra.

“Görende sanacak Victoria's Secret meleği, kim ne yapacak senin nişanlını?”

“Sen karışma, Tolga.”

Haldun, benden uzak dursun diye sürekli peşime birilerini taksa da geçen gece Haldun geldiğinde ben anlamıştım.

Aybars ne yapmıştı bilmiyorum ama Haldun’a karşı büyük bir tehdit oluşturduğu kesindi.
Ya da durum düşündüğümden farklıydı; sorun Haldun değil, bir başkasıydı, benim tanımadığım, sorun olacak biriydi.

“Çıkmadan ara beni, Doğan’ı göndereceğim,” dedi masadan kalkarken. O an aklıma geldi, Aybars’ın bende numarası bile yoktu.

Oturduğum yerden kalkıp onun yanından geçerken, “Konuşmamız gerek,” diyerek odaya gittim. Gelip kapıyı kapattı.

“Yanında birisi sürekli olacak, Talia, buna alışsan iyi edersin.” Histerik bir şekilde güldüm.

“Hadi ya,” sesim gereğinden çok fazla yüksek çıkmıştı. “Kimse gelmeyecek, Aybars.”

“Birbirimizi gerçekten tanımıyoruz. Beni ararsın diyorsun ama daha telefon numaran bile yok bende... kimseyi göndermeyeceksin.” Yanına yaklaşıp fısıldayarak, “O sözleşmede böyle bir şey yazmıyordu. Senin bana sözünü geçirebileceğini de hiç sanmıyorum, Aybars,” deyip komidindeki telefonumu çantama attım. Salonda oturan Pelda’ya seslendim. Kapıda ayakkabılarımı giyip asansöre gitmişken o da arkamdan geliyordu.

Asansörün tuşuna peş peşe basıyordum. “Ne oluyor?” diye sordu. “Hiçbir şey.”

“Belli, o yüzden beni bile beklemeden alıp başını gidiyorsun.”

“Seni çağırdım.”

Pelda’nın arabasına bindiğimizde ikimizden de ses çıkmıyordu. Gözünü yoldan ayırmamaya çalışarak bana baktı. “Bana hiçbir şey olmadığını söyledin ama sesin salona kadar geliyordu.” Sesimi biraz yükselttiğimi farkındaydım ama anlaşılan biraz değil bayağı yükseltmiştim.

“Paranoyak falan mı bu, peşine adam takıyor?”

İçimde biriktirdiğim yalanlar öyle çok artmıştı ki sürekli sıkıştırıp bir yenisini ekliyordum. Zihnimdeki sisli görüntü bile onları gizlemeye yetmiyordu artık.

“Sen bu adamı gerçekten seviyor musun, Talia?” Sevip sevmemem kimin umurundaydı ki? Sadece birkaç ay sonra benden kurtulacaktı, muhtemelen bana tahammül bile edemiyordu.
Geçip giden yola bakarken, “Seviyorum.” Onu tanımıyordum bile.

“Öyle olsun.”

Hastaneye girince içimdeki o garip his hâlâ gitmemişti. Üstelik ben o kadar dalgındım ki kendime scrubs bile almamıştım. Pelda, benim almayacağımı tahmin ettiği için bana da almıştı.

 

𓇢𓆸🂱𓃠

 

Öğle yemeği molasına kadar canım çıkmış. Bir de eşleştiğimiz hocalar farklıydı. Pelda bu konuda turnayı gözünden vurmuştu; onların hocası daha genç ve sevecen dururken benim eşleştiğim hoca manyağın tekiydi.

Vizite çıktığımızda hepimiz onun peşinden sürüklenip hastaların durumlarını öğrenmiştik. Vizit sonrası ondan kurtulup muayeneye gidip hastaların hikayelerini almıştım. Bu kısım zevkliydi aslında.

Yemeğimi almış, tek başıma otururken Pelda yanında iki çocuk bir de kızla birlikte muhabbet ederek geliyordu. Hemen arkadaş edinmişti. “Talia, seni tanıştırayım; İlkay, Yakut ve Ahu.” Başımla selam verdim. Pelda yanıma oturdu. İlkay'la Yakut, bizim karşımıza; Ahu, masanın başına oturmuştu.

“Sen Savaş Hoca’nın ekibindensin, değil mi?” Kafamı salladım. Çocukların hangisi Yakut, hangisi İlkay’dı bilmiyordum ama kızın adı Ahu’ydu. Kıvırcık saçlı sarışın çocuk, masada eğilerek “Çok manyak diyorlar onun için” dedi. Yüzümü buruşturdum.

“Öyle mi?” dedi kumral olan da.

“Öyle,” dedim bende onların merakını gidererek.

“Hanginiz Yakut, hanginiz İlkay?”

Sarışın olan “Ben İlkay, o da Yakut,” dedi. Yakut kafasını sallayıp ağzındakini bitirmeye çalışıyordu.

“Nasıl geçti günün?”

“Geçmedi daha; gün sonunda tekrar sor bunu.” Pelda’nın günü güzel geçiyordu, anlaşılan yüzü gülüyordu.

Ahu kaşığını yere düşünce, benim ayağımın tam dibine düşürdü. Aynı anda ikimiz de eğildik ama kaşığı ben aldım. Nezaketen kalkıp ona yeni kaşık getirdim.

“Teşekkürler,” dedi Ahu gülümseyerek. Kafamı sallayıp yemeğime döndüm.

Kendime beslenme çantası almam gerekecekti sanırım. Yemekler fena değildi ama tatları yoktu.

Ahu bana bakıp “Sen evli misin?” dedi. Bu soruyu hiç beklemediğimden kaşlarımı çatıp, “Hayır değilim” dedim.

İşaret parmağını kaşığı tuttuğum elime götürdü. “Kusura bakma, alyans görünce evlisin sandım. Bayağı da güzel, işlemeli falan.” Ben bu konuyu uzatmamak için pilavı ağzıma doldurdum ama Pelda Ahu’nun merakını giderecekti. “Nişanlı zaten,” dedi.

Bu sefer şaşıran Yakut olmuştu. “Kaç yaşındasın ki sen?” İlkay da onun ardından konuştu. “Çok erken değil mi? Okulunu bitirseydin bari.”

“Yirmi yaşındayım,”

“Çok aceleci davranmışsın.”

“Öyle demeyin ama nişanlısını hepiniz tanıyorsunuzdur.” Pelda’nın koluna dokundum. “Hayır Pelda,” dedim, söylememesini isteyerek ama o beni dinlemedi. “Ne olacak ya, söylesem? Hem birkaç güne onlar da öğrenir.”

“Ünlü falan mı?” Pelda kafasını hayır anlamında sallarken ben utancımdan yerin dibine girecektim. Kimse bilmese olmaz mıydı?

“Aybars Visconti”

“Hastanenin ortağı değil mi o?” Yakut bunu dediğinde Pelda’ya çevirdim kafamı. “Aybars hastanenin ortağı mı?”

“Yani ortaktan çok onun sayılır burası.”

“Biliyor muydun?” dedim sinirlenerek. “Bilsem ne fark eder? Sen görüşmeye geldiğinde ben senin Aybars’la nişanlı olduğunu bile bilmiyordum.”

“Sen biliyor muydun?” Tepsimi elime alıp ayağa kalktım. “Nereden bilebilirim? Aybars’ın ağzından kerpetenle laf alıyorum.”

Yemekhaneden çıkıp hastanenin bahçesine çıktım. Artık sadece karşıma çıkmıyor, gölgem gibi nereye gidersem ismini duyuyordum.

Öğle arası bitince kan alma, sonda takma, damar yolu açma gibi şeyleri yapmıştık.

Sonunda saat beş olunca çıkmak için soyunma odasına gidip dolabımdan kıyafetlerimi çıkarıp giydim. Resepsiyonda durup çıkış saatimi ve birkaç şeyi doldurup çıkacakken hastanenin kapısında Aybars’ı görünce kan beynime sıçradı. Ellerini cebinde dikiliyordu.

Yanına gittim. “Ne işin var burada?”

“Kimseyi gönderme dedin, ben de göndermedim.” Bu adam kesinlikle benimle dalga geçiyordu. “Hem sen neden bana dikleniyorsun? İnsan bir selam verir.”

Burnumdan soluyup yapmacık bir gülümsemeyle, “Selam Aybars, bugün kime yalan atıp kandırıyoruz?” dedim. Birlikteyken genelde bu dediklerimi yapıyorduk.

“Talia.” Adımı duyunca kafamı çevirdim. Savaş Hoca’ydı. “Ne yapıyorsun?” dedi, yanımıza gelirken.

Ben ağzımı açıp tek kelime edemezken, Aybars elini uzattı. “Savaş Hocam, uzun zaman oldu.” Savaş Hoca da gülümseyip Aybars’ın elini sıktı. “Hangi rüzgar attı seni buraya?” dedi, sonra alaycı ifadesiyle bana döndü. “Sen neden burada duruyorsun?”

Elini belime koydu. “Talia benim nişanlım.” Savaş Hoca burada olmasa üzerine atlayıp onu pataklayacaktım.

“Öyle mi?” dedi adam, benden gözünü ayırmazken. “Görüyor musun, hiç söylemiyor da.” Kendimi savunmak ister gibi, “Benim de haberim yoktu,” dedim. Kaşlarımı çatmış büyük bir öfkeyle Aybars’a bakıyordum.

Aybars’ın yüzü de ciddi bir ifade almıştı. “Söylememi gerekirdi.”

“Söyleseydin buraya adımımı dahi atmazdım.”

“Ben Sonay’a gidiyorum.” Tam gidecekken çantamın kulpunu tuttu. “Benimle eve geliyorsun.”

“Seninle cennete bile gelmem bu gece.” Dudakları kıvrıldı. “O halde biz de cehenneme gideriz bu gece.”

Savaş Hoca’nın öksürmesiyle ikimiz de ona döndük. “Kaşına ne oldu?” Konuyu dağıtmaya mı çalışıyordu? “Bir şey olmadı, hallettik biz.”

“Siz baya baya nişanlısınız yani?” Şüphe mi ediyordu nişanlı olduğumuzdan? Bütün gün öğrencilerle dalga geçip azarlamıştı; şimdi de burada Aybars’la arkadaşı gibi konuşup bizim nişanlı olup olmadığımızı mı sorguluyordu?

Bu adamı sevmedim.

“Ne ara nişanlandın lan sen?”

“Çok olmadı,” dedi Aybars. Sanki bu garip kaotik ortam yetmezmiş gibi, Pelda yanında Yakut’la geliyordu. Elimi alnıma götürdüm.

Pelda geldiği an Savaş Hoca’yı bile umursamamış, Aybars’ın koluna vurmuştu. “Ona neden buranın ortağı olduğunu söylemedin? Senin yüzünden benim başım yandı,” dedi. “Üstelik sabahta neye kavga ettiyseniz, onun tripini de ben çektim.” Kaşları çatılmış öfkeli görünüyordu.

“Biraz daha bağır Pelda, bütün hastaneye duyuramadın.” Pelda bakışlarını benden kaçırdı. “Arkadaşın çok inatçı Pelda, bunları bana değil ona de.”

Pelda, Aybars’a bir şeyler söylerken Aybars da onu dinliyordu. “Bahsettiğin şu cehennem nerede?”

Dudakları tembelce kıvrıldı; eli elimi tutunca geri çekmek istedim ama ben elimi çekmek isteyince daha sıkı tuttu. “Size iyi akşamlar, bizim gitmemiz gereken bir yer var,” dedi, Savaş Hoca’nın omzuna hafifçe vurarak.

Onlar daha bir şey demeden, bu sefer ben elini sıkıp onu kapıya doğru sürükledim; ya da sürüklediğimi sanıyordum.

Arabaya bindiğimiz an ona, “Beni rezil ettiniz,” dedim. Sesimi kontrol etmeyi unutmuştum bugün sanırım. “Lütfen Talia, başım çatlıyor.”

“Benim uykum var ve bütün gün o Savaş denen adamın bizimle alay etmesini dinlemek zorunda kaldım. Anlarsın ya, benim de başım çatlıyor.” Camı açtım, içeri hava gelsin diye.

Evi hastaneye yakındı ama iş çıkış saati olduğundan trafik vardı. Kırmızı ışıkta durduğumuzda ona döndüm. “Aron’dan haber var mı?” Bana bakmıyordu bile.

“Yok.”

“Neden gittiğini biliyor musun? Sonuçta abin o, senin.”

“Aron bizim gibi değildi, Talia. Bir kardeşten, abiden çok bir tanıdık gibiyiz biz onun için.” Onun bunun için yetiştirildiğini söylemişti zaten ama aralarındaki ilişkinin bu kadar kopuk olduğunu düşünmemiştim.

Ev kapkaranlık ve sessizdi. İçeri girip koridorun ışığını açtım. Benim odamdan sesler geldi ama umursamadım; Tolga ya da Sergen’dir diye. Arkamı döndüğümde gördüğümle keşke Sergen’in o kaskatı mimiksiz suratını görseydim dedim. Odamdan köpek çıkmıştı.

“Aybars,” dedim, olduğum yere çivilenirken. “Efendim,” dedi uzaktan. Köpek kafasını yana yatırmış, bana bakıyordu hâlâ.

“Beni yesin diye boyum kadar köpek almışsın.”

“Bir şey yapmaz o.” Oflayarak onun yanına gitmek için köpeğin yanından geçip salona girdim. Sergen belası hâlâ evdeydi. Işıklar kapalı olunca gittiklerini sanmıştım ama koltukta uyuyordu. Evi yok muydu bu adamın?

Aybars da ceketini çıkarıp gömleğinin kollarını sıyırıp mutfak dolabından iki fincan çıkardı. Tezgâha yaslanıp hâlâ bana bakan köpeği gösterdim. “Bunun cinsi ne?”

“Doberman Pinscher.”

“Adı ne?”

“Asi.” Köpeğe bakıp dudaklarımı büzdüm. “Sahibin kendi adı kötü diye seninkini de kötü koymuş.” Yanına gidip kafasına dokundum. Bir şey yapmayacağını fark edince yere oturup sevmeye devam ettim. “Sana hiç benzemiyor bu; baksana ne güzel sevdiriyor kendini.”

“Sevdiriyor mu?” dedi Aybars, kafasını çevirip afallamış bir şekilde bakarken.

“Bir şey yapmaz diyen sen değil miydin?” Elindeki kupayı bana uzatırken Asiden uzaklaşmaya çalıştım. Ayağa kalkıp, “Ne bu?” dedim. Kupanın içindekine bakmaya çalışarak ama Asi bacaklarımın etrafını sarmış, sürekli şekilde hareket ediyordu.

“Kediotu çayı, uyumanı sağlar.” Aybars, Asinin boynundaki tasmadan tutup kendi sevmeye başlayınca ben de kupayı alıp bar sandalyesine oturdum. Arkadan Sergen “Sen daha kaçmadın mı?” dedi. “Sergen, senin evin falan yok mu? Neden sürekli dip dibeyiz? Ben seni görmek istemiyorum artık,”

“Sergen’in evi yan tarafta.” Diyince Aybars gözlerimi devirdi. Şaşırmamam gerekti; sonuçta dip dibe olan onlardı.

“Ayrıca neden kaçacakmışım ben?”

Sergen uykulu bir şekilde gelip yanıma oturdu. “Asi’yi bilerek getirdim.” Ah, onu görünce gideceğimi mi sanmıştı? Asiyi kapıya bırakır, yine evde kalmaya devam ederdim; ben ama Asi şanslı ki ben köpekleri seviyorum. “Çok kötüsün Sergen. Asi hepinizden daha arkadaş canlısı, biraz fazla büyük olsa da.” Kupadaki çayı yarılamıştım bile.

“Asi büyük değil, sen kısasın.”

“Hayır değilim.”

“Öylesin.”

Kalan çayı da kafama dikip “Hayır değilim” diye tekrarlayıp kalkıp odama gittim. Dolaptan aldığım geceliği ebeveyn odasında giyip çıkmak için kapıyı açtım. Kapının önünde Asi bekliyordu. Yanından geçip odanın kapısını açık bırakıp ışığımı da kapatıp yatağa yattım.

Asi yatağa çıkıp yatağın boş kalan kısmına yatmıştı. Bu köpekle hiç ilgilenmiyorlar mıydı da ben kafasını okşayınca birden peşime takılmıştı?

Sergen kapının önünde durdu, “Asi, Talia gece konuşuyor oğlum, sakın korkma tamam mı?”

“Sergen, uğraşma, yorulmuş bırak uyusun,” Aybars’ın uzaktan uyarı dolu sesini işiten Sergen uzaklaşmıştı. Dış kapının sesini duyunca gittiğini anladım.

Etraf sessizleşince ben daha gözlerimi sıkıca kapatmadan gözlerim kendi kendine kapanmıştı.

𓇢𓆸🂱𓃠

 

Tıkırtı sesleriyle gözlerimi açtım. Işık kapalıydı ama dolabın önünde bir siluet vardı; görebiliyordum. Yatakta biraz doğruldum.

“Aybars, sen misin?”

“Benim, kusura bakma, uyandırdım.”

Kafamı yana çevirdim. Asi hâlâ buradaydı. Yataktan kalkıp Aybars’ın yanına gidip dolabın kapağına kafamı yasladım. “Ne yapıyorsun?” dedim uykulu sesimle.

Elindeki çantanın fermuarını kapattı. Sanırım ne yaptığını tahmin edebiliyordum. Gidiyordu.

“Ben birkaç gün yokum. Doğan burada. Sabah seni uyandıracak. Bir şey olursa da ararsın.” Tam tahmin ettiğim gibi gidiyordu.

Koridora doğru giderken cebinden telefonunu çıkarıp bana verdi. “Numaranı kaydet.” Alıp kendi numaramı kaydettim. O, ceketini giymiş, çıkmak için kapıyı açmıştı. Bir an durup bana baktı. “Kendine iyi bak, dikkatli ol. En kısa sürede geri döneceğim.”

“Sen de,” dedim sessizce.

Kafasını sallayıp kapıyı çekip çıktı. Ben de odaya dönüp yatağa geri yattım. Bu sefer yorganıma değil, Asi’ye sarıldım. Sıcacıktı ve çok tüylü olmamasına rağmen yumuşacıktı.

Aybars kim bilir ne zaman gelecekti. Üstelik geçen defa ‘gidiyorum’ demişti ama sabah ayak ucumda oturuyordu. Bu koca evde yalnız kalmak kötüydü; bulunduğum yer ne kadar genişse yalnızlığımı o kadar hissediyordum.

 

Selammmm bu gün bir bölüm daha atacagım çünkü dün bölüm atacagımı söyleyip atmamıştım umarım bölümü seversiniz yorum yapmayı unutmayın...

 

Loading...
0%