
iyi okumalar...
ALTINCI BÖLÜM
🕯️
Imagine Dragons, Radioactive
Mehro, Hideous
Halsey, Lonely İs The Muse
🕯️
2023…
Kasım… bir yerde okumuştum; kasım veda ayıdır. Geçmişe veda, geride kalan tüm mevsimlere elveda. Mevsimsizdir, içinde yazda vardır bahar da. Oysa kış ayıdır. Kafaları karıştırmakta o yüzden ustadır. Sende benim kasım ayımsın Bege, kafamı karıştıransın... Hayatımın orta yerine oturup bütün dengelerimi bozansın. Bege sen benim Ekim ayımdın nasıl kasım ayıma dönüştün?
Düşünceler, senin getirin olan düşünceler hayatımın hizasını bozanlar.
“Öyle miymiş?” Karşımda oturmuş ağzımdan lafı almaya pek meraklı yüz ifadesiyle bana bakan Leyla ablaya hitaben konuştum.
Dediğimden sonra birbirimize cevap vermeyip geçiştirdiğimiz o andan sonra annemin tehditkâr sözleri ve bakışları eşliğinde sakin geçen bir akşam olmuştu abimler bizden önce kalkmışlardı bende onların ardından çok durmayıp kalkacaktım ki annemin ısrarlarından sonra biraz daha oturmuştum. Saat gece yarısını geçmişti artık ve Burkay'da benimle birlikte oturmaya devam etmişti. Annem aramızdaki buzları eritmemiz için onun beni evime bırakmasını söylemişti. Ne kadar karşı çıksam da Ege bunu kabul etmişti bende daha fazla uğraşmamak için onaylamıştım ama kesinlikle onun arabasına filan binmem.
“Ben kalkıyorum artık.” Derken ayaklandım, koltuğun köşesine attığım gri eşofman üstümü alıp giydim. “Ben de.” Dedi ardımdan ve o da ayaklandı. “Her şey harikaydı ellerinize sağlık.” Annem yemek yapmaz. Ege'ninde lafın gelişi dediğine eminim. Annemle Ege'nin vedalaşma sarılmalarına maruz kalmamak için onlara göz devirip dış kapıya ilerledim. Ayakkabılıktaki ayakkabılarımı alıp giyene kadar annemle Ege de kapıya gelmişlerdi. Poyraz abi yarın erken saatte toplantısı olduğu için bir saat önce yatmıştı.
Ayakkabılarımı giydikten sonra dış kapıyı açıp dışarı adımımı atacaktım ki annem durdurdu beni, Ege ayakkabılarını giyip çıkmıştı dışarı. Anneme dönüp ne olduğunu soracaktım ki askılıktan aldığı siyah kabanı omuzlarıma attı.
“Önümüz kasım sıkı giyin kızım üşütürsün, tek başınasın hem orada. Hasta olursan sana bakacak kimsende yok.” Göz devirdim, Arin var. Arin vardı. “Bir bırakamadın o evi.” O ev, İki eliyle yüzümü avuçladı.
“Mazi, mazide kalmalı yavrum. Bırak orayı gel bizle yaşa, yalnızlık delirtir insanı.” Kaşlarım çatıldı, o ev... benim delirmeme sebebim. O ev benim her şeyim.
Bir adım geriledim havada asılı kalan ellerine baktı. Biz ne zaman bu kadar yakınlaşmıştık anne seninle? Ne zaman bana ana şefkatiyle yaklaştın ki sen? Ne zaman beni sardın sarmaladın kollarınla? Ne zaman bana üşütmemem, hasta olmamam için öğütler verdin ki sen? Senin kişiliğin hep yersizdi. Normal aile oyunlarıyla büyüttün sen beni. Abim senin gözdendi...
Anne, sen beni hiç sevmedin... bazen benden nefret ettin, bazen benden tiksindin, bazen beni doğurduğuna pişman oldun anne ama beni hiç sevmedin.
Peki bu neydi şimdi. Bu tavırlar, bu sözler, bu hareketlerde neydi. Neden iyi anne rolündesin? Babam gittikten sonra neden iyi anne olmaya karar verdin? Neden o varken de böyle değildin? Anne, sen babamı da sevmezdin ki.
“Kes şunu!” Kaşları çatıldı. “Neyi?” Göz devirip omuzlarımdaki kabanı itip yere düşmesine izin verdim. “Bunu, iyi anne ayaklarını.” Derin bir nefes alıp verdim. “Böyle biri değilsin çünkü.” Afalladı. Normaldi afallaması, kimseden duymadığı sözlerdi bunlar. Başını iki yana salladı.
“Hayır, böyle biriyim ben. Böyle biriydim.” Güldüm, alaycı bir tavırla. “Doğru, Han'a karşı böyle biriydin.” Ellerimi iki yana açarak salladım ve alaycı bir tavırla güldüm. “O senin gözdendi çünkü.” Aniden gülmeyi kesip ifadesiz maskemi takındım. “O yüzden kes şunu, bir daha sakın beni çağırma bu eve. Gelmeyeceğim çünkü.” Arkamı dönüp kapıdan çıkacaktım ki aklıma gelenle durdum. “Ve Dışarıdaki o çocukla bir daha asla eskisi gibi olmayacağım, olmayacağız. Bunu da aklında bulundur. Çek ellerini hayatımdan, annem olman eksilerden başka bir şey değildi bunu biliyorsun değil mi?” Kaşlarımı kaldırarak sordum. Ne düşündüğünü anlayamadığım yüz ifadelerini incelemeyi kesip arkamı döndüm ve dışarı çıktım.
Annem rolünü iyi oynar. Anlayamazsın ne hissettiğini ne düşündüğünü, gamsızdır o, üzülmez, ağlamaz. Hele ki benim için.
Umurunda bile olmaz hayatından çıkmam, hiç olmamıştım ki zaten. Ben bir zorunluluktum onun hayatında, artık benden kurtulabilirsin anne. Artık özgürsün…
Annemi sadece birkaç kez gerçekten üzgün görmüştüm. İçip ağladığını görmüştüm, ben çok küçükken. Han için ağlıyordu, onun gidişine ağlıyordu. Nedenini hiç anlayamadım Han hep buradaydı, hep annemin dizinin dibindeydi, hiç gitmemişti ki.
“Benimle gelmek istemediğini biliyorum... ama sonuçta aynı yere gidiyoruz.” Biraz yerine gelen moralim annem yüzünden alt üst olmuştu, evden hızlıca çıktıktan sonra açık otoparkın az ilerisinde durmuş boş bakışlarımla yeri izliyordum. Nerede ne yaptığımı Ege'nin bana seslenmesiyle anca idrak edebilmiştim. Durgun bakışlarımı Ege'ye çıkardım, ne demişti o? Birlikte dönelim gibi bir şeydi herhalde.
“İstemez.” Bakışlarımı ondan çekip cevap beklemeden hırkamın kapüşonunu kafama geçirip büyük bahçede ilerlemeye başladım. Hızlı adımlarla arkamdan geldiğini duyabiliyordum ama tamamen odağım dışıydı. Moralim tamamen alt üst olmuştu biraz daha zorlarsa daha kırıcı kelimeler sarf edeceğime eminim. “Gelme peşimden.” Dediğimi duymazdan gelip arkamdan ilerlemeye devam etti. Bir süre ben önde o arkamda sessizce yürüdük, bu şekilde eve varamayız burası bizim yaşadığımız yere epey uzak ve Ege o yolu yürüyemez. Sinirliyim herkese, anneme, Ege'ye, kendime daha birçok küçük ayrıntıya sinirliyim ama susarak eve kadar yürürsem oda peşimden yürür hiç sesini çıkarmadan, biliyorum.
Kaldırımda art arda yavaş bir şekilde ilerlemeye devam ederken daha fazla düşünmeden durup arkamı döndüm. Gözlerine baktım bir süre bakmak dan kaçındığım mavilerine, uzun süre bakarsam tekrar aynı şeyleri yaşamaktan korkup sürekli bakışlarımı kaçırdığım mavileri izledim bir süre. O geri döneli ne kadar süre olmuştu? İki haftamı? Üç haftamı?
Aklımı meşgul etmek için bulduğum bahanelerin hepsi uçup gitmişti dakikalar içinde. Tekrar gözlerine bakman yetermiş Ulya. İlacın onda, inkâr ettiğin birçok şey ondan gelenler. Ama kendine verdiğin sözler, sözler önemli, sözler seni ayakta tutanlar. O seni bıraktı, en savunmasız olduğun anda seni bir başına bırakıp gitti.
Yaşattığını yaşamalı... belki o zaman içimdeki katlanarak alevlenen bu hırs dinebilirdi. “Ne oldu?” Mavilerini yüzümün her karesinde gezdirip kaşlarını kaldırarak sordu. Gergince hırkamın cebindeki ellerimi yumruk yaptım ve boğazımı temizleyip lafa girdim. “Gitmeni istiyorum.” Ağzımdan çıkan iki kelimeyi duymasıyla meraklı bakışları düştü ve kaşları çatıldı. “Nereye?” Dedi. Omuz silktim.
“İstediğin yere.” Derin bir iç çektim ve omuzlarımı silkip devam ettim. “Benden uzakta olabileceğin herhangi bir yere. İtalya mesela! Neden geldin ki zaten? Çok anlamsız, ne sandın döndüğünde beni eskisi gibi bulabileceğini filan mı?” Eskisi gibi sessizce beni dinledi sadece, dediklerim hiç ona işlemiyormuş gibi, giydiği çelik yeleğe kurşunlarımın işlemediğini görüyordum ama duyduklarım işlediğini açık ediyordu.
Kalp atışları, korku dolu. Benden mi korkuyor? Yoksa söylediklerimden ve söyleyebileceklerimden mi? İki olasılıkta mümkün ona birçok kez zarar vermiştim şu an bile bileğindeki alçının sorumlusu benim. Ne kadar öyle durmasa da ona zarar vermek, zarar verebileceğimi bilmek beni ondan daha çok uzaklaştırıyor. Ya diğer bileğine de zarar verirsem, o heykel bölümünde hem de yaptığı işte çok yetenekli ya yaptığı işe engel olacak bir şey yaparsam? Bunu ona yapamam.
“Jane, çok kafanda kuruyorsun.” Dedi yumuşak bir sesle. Çok mu kafamda kuruyorum? Hayır, kurmuyorum. Belki de kuruyorum…
Çok düşünüyorum, her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünüyorum aslında en çok mutlu olabilmek için çözümler arıyorum, bir çıkış yolu arıyorum. Belki de yaptığım yanlıştı, sürekli aklımın en ücra köşelerinde gerçekten mutlu olduğum bir dönem var mıydı onu arıyorum. Böyle bir dönem var mıydı bilmiyorum ama mutlu olduğumu sandığım bir dönem vardı. Onunla olduğum, dertsiz tasasız geçirdiğim o yıllar. O yıllar dert edindiğim, dert sandığım şeylerin şimdiye kıyasla ne kadar ufak olduğunu anlayabiliyorum. Gecenin bir yarısında sokağın ortasında, yağmurun altında bir başına kalınca anlarsın Ulya. Anlamıştın Ulya… anlamış olmalısın. Anlamalısın.
“Yanılıyorsun.” başımı iki yana salladım. “Asıl kafanda kuran sensin! Ne düşünerek geri geldin bilmiyorum ama yanlış sularda yüzüyorsun. Ben sana sadece zarar veririm.” Gecenin sessiz soğuğuna eklenen rüzgârla üşümesem de refleksle cebimdeki ellerimi çıkarıp göğüsüm de bağladım. Konuşmasına izin vermeden ekledim. “Ve sende bana zarar veriyorsun. Bunu bilerek bana yaklaşmaya devam et… Sen yokken çok huzurluydum.” Cümlemi tamamlar tamamlamaz arkamı dönerek hızlı adımlarla uzaklaştım ondan, arkamda sessizce durup gidişimi izledi. Bunu burada bitirmeyeceğine eminim ama eninde sonunda bir yerde bitecektir. Bitmek zorunda.
Ege biz seninle hiç iki adım ileri gidemedik. Sanki herkes ilerliyorken biz hep yerimizde sayıyorduk. Ben ölen babasını, ilk aşkını unutamamış, ikisiyle birlikte olduğu anılarıyla dolu olan koca köşkte tek başına yaşayan aciz kızdım. Sen... sen ise sorunlarına çözüm olarak hep kaçmayı seçmiş biriydin Ege, bizden nasıl olabilirdi ki. Bizim kaderimiz bir yazılmamış Ege, sen benim imkânsızımsın, imkânsızı istememe sebep olansın.
Arkamda dolu mavi hareleriyle gidişimi izleyen seni nasıl bırakabilirdim ki. Bege sen benim imkânsızım, keşkelerim, bütün pişmanlıklarımsın ama tek iyi kimsin. Bunun değişmesini istemiyorum.
Bunun değişmesini istemiyorum ve seni bencilce tekrar istiyorum ama o gece yarısı yağmurun altında, sokağın ortasında bir başına kalan Ulya'ya verdiğim sözleri unutmak istemiyorum. Sözler, seni ayakta tutanlar Ulya, sözler her şeydir.
“Sikmişim sözlerini!” Ağzımdan yüksek sesli çıkan cümleye engel olamazken hızlıca arkamı dönüp hâlâ yerinde durduğuna emin olduğum Ege'ye doğru koşmaya başladım, bugün kendime verdiğim sözleri şifresi olmayan kasama tekrar kilitledim. Koşarak ona doğru yaklaştığımı gören Ege şaşırsa da bozuntuya vermeden ileri birkaç adım attı ve kollarını iki yana açtı.
“Özür dile Piç!” Aramızda kalan birkaç adımı da sıfıra indirip kollarımı boynuna doladım, uzun boyundan dolayı yerden kesilen ayaklarımı da beline sarıp ağlayarak söylenmelerime devam ettim. “Nefret ediyorum senden!” Tek elini düşmemem için kalçama koyup diğeriyle de sırtımı okşadı. “Hayır etmiyorsun.” Dedi dingin bir sesle. Başımı yasladığım boynundan ayırıp gözlerine baktım.
“Ediyorum.” Dudağının tek kenarı yukarı kıvrıldı. “Nefret ettiğin insanların kucağında mı ağlarsın?” Çatılan kaşlarımla omuzlarına vurdum. “İndir lan beni! Gideceğim, bir daha bok görürsün yüzümü!” Dediğimi sallamayıp güzel gülüşünü sundu sessiz geceye.
“Ciddiyim indir beni,” umursamayıp geldiğimiz yolu geri dönmeye başladı. “İndirsene ya!” Derken ayaklarımı iki yana salladım. “Bir daha inemeyeceksin kucağımdan, çıkmadan önce düşünseydin.” Dediğiyle gülüp kafamı boş sokağa doğru çevirdim, uzun zaman sonra gerçekten aradığım mutluluğu hissettiğimi fark ettim o an. Şu an hiç bitmesin istedim, rüyadaysam hiç uyanmamak istedim.
Aklıma gelen fikirle başımı gülüşümü izleyen gözlerine çevirdim. “Telefonunu ver.” Sorgulamadan belimdeki elini çekip arka cebinden telefonunu çıkarıp uzattığım elime verdi. Dirseğimi omzuna yaslayıp elimdeki telefonu açtım ve ekranı yana kaydırıp gülerken videoyu başlattım kadrajda sadece benim yüzüm vardı onun da ensesi ve karanlık havadan dolayı koyu görünen sarı saçları. “Beni kaçırıyor,” derken kadraja onun yüzünü de aldım, “şikayetçi değilim.” Dediğime küçük bir kahkaha attı, aklımdaki şeyi gerçekleştirmek için uygun bir zaman olduğuna karar verdikten sonra kadraja ikimizi de aldım ve beklemeden yapmak istediğimi yaptım.
Gülüşünden öptüm... eve doğru ilerleyen adımları tekledi ve olduğu yerde durdu. Geri çekilip şaşkınlıkla büyülttüğü gözlerine baktım, şaşkınlığı üzerinden atıp belimdeki ellerini sıkılaştırdı yüzünü yüzüme yaklaştırıp ve burnunu burnuma sürttü. “Seni seviyorum.” Diye fısıldadı benim başlattığım öpücüğü devam ettirmeden önce. Dudaklarımızı tekrar birleştirirken elimdeki hala bizi çeken telefonu kapatıp kollarımı boynuna doladım ve gözlerimi kapatıp ana odaklandım.
Derinleşen öpücükle boynunda bekleyen ellerimi hareketlendirip saçlarına çıkardım. Elime gelen kısa tutamlar ve sıfır ense tıraşıyla kaşlarım çatıldı. Nefes nefese dudaklarımı ayırdım. “Saçlarını neden kestin?” Buz mavisi gözleri, hızlı kalp atışları, kızarık dudaklarıyla karşımda durmuş gözlerime bakan ilk aşkıma baktım. Kaybetmek den korktuğum tek kişiydi, aynı zamanda çok kez kaybettiğim tek kişiydi.
Nefes nefese konuştu. “Örecek biri yokken uzun olmalarının bir anlamı yoktu.” Belki de kaybetmemiştim hiç, “Uzun saçlarını seviyorum.” Dudaklarımdaki bakışlarını gözlerime çıkardı. “Biliyorum... bende uzun saçlarını seviyorum.” Saçlarım kulaklarımın bir santim altın da... Olduğumuz yerde durmayı kesip birkaç adım ilerimizdeki arabaya doğru ilerledi, şoför kapısını açıp kucağındaki benle birlikte oturdu koltuğa. “İndir artık beni.” Başını iki yana salladı. “Dediğimde ciddiydim bir daha indirmeyeceğim seni.” Dediği şeye göz devirip güldüm. Başımı omuzuna yaslayıp huzurla gözlerimi kapattım. Arabayı çalıştırıp ilerlemeye başladı sessiz geçen birkaç dakikanın ardından dingin bir sesle konuştu.
“Özür dilerim... Benim yüzümden kestin saçlarını değil mi?” Başımı omuzundan kaldırmadan onaylar mırıltılar çıkardım. “Çok acı çekiyordum... saçlarım artık sinirimi bozmaya başlamıştı, bir gece uyuyamamıştım yine aynanın karşısında elimde makasla buldum kendimi. Sabah Arin'in şaşkınlığıyla fark etmiştim, çok kısa ve çirkin olmuşlardı. O dönem ne odamdan çıkmak istiyordum ne de birini görmek istiyordum, Arin kendisi düzeltmek istemişti ama-” Cümlemi bölüp söyleyeceklerimi devam ettirdi.
“Ama sen kimseye elletmezdin saçlarını.” Başımı aşağı yukarı salladım, burnumu boynuna sürtüp doyamadığım kokusunu soludum. “Babam okşamıştı en son saçlarımı, “akşam görüşürüz” demişti her akşam beklemiştim, gelmeyeceğine emin olduğum gece kesmiştim saçlarımı. Birkaç ay sonra tekrar omuzlarıma gelecek kadar uzamışlardı ama yamuk yumuktu, Arin'in ısrarlarıyla düzelttirmiştim.” Belimdeki elini saçlarıma çıkarıp okşadı. O sustukça anlatma isteğim artıyordu, beni dinleyip anlayan birinin varlığını tekrar hissediyordum.
“Her gün, her saat, her saniye ölmek istedim... Sen yoktun, babam yoktu, tek başımaydım. Annem her şeyi unutup başkasıyla evlenmişti, zaten o, beni hiç umursamazdı ama abimde umursamamıştı. Şirket işleriyle o kadar meşguldü ki kendimi yiyip bitirdiğimin farkında değildi, kimse fark etmiyordu beni, kimsenin umurunda değildim o zaman farkına varabilmiştim etrafımdaki kalabalığın yalan olduğunun. Kendimi öldürmeye cesaretim yoktu, bende hiçbir şey yapmadan ölmeyi bekler olmuştum... Tüm gün yaptığım tek şey uyumaktı, gece gündüz uyuyordum.” Anlatmaya o kadar dalmıştım ki Burkay'ın evine vardığımızı başımı boynundan ayırmamla fark edebilmiştim.
Bakışlarımı gözlerine çıkardım. “Kendimi aç bırakarak ulaşmaya çalıştığım kiloya, vücuda istemeden ulaşmıştım hatta hedefimin on kilo altındaydım, yani neredeyse istediğimi gerçekleştiriyordum... ölüyordum. Sonra ansızın Arin geldi türlü doktorlar getirdi beni iyileştirebilmek için ama iyileşemezdim, o acıyla yaşamayı öğrenmiştim. Bu olaylar yaşanırken aynı zamanda anlamlandıramadığım şeylerde oluyordu, gözlerim mesela.” Nefesimi tutup gözlerimi kapattım ve yandığını hissettiğimde geri açtım.
Evdeydim. Hızla yatak da dikelip etrafıma baktım, odam da yatağımdaydım. Rüya mıydı hepsi? Hızla açılan kapıyla başımı o tarafa çevirdim, Arin elinde tepsiyle içeri girip tepsiyi çalışma masama bıraktı. “Günaydın!” Derken cama doğru ilerleyip perdeleri açtı. “Ne oldu dün gece?” Perdeleri bırakıp masaya bıraktığı tepsiyi alıp yanıma geldi ve yatağın kenarına oturdu. “Hatırlamıyorsun demek? Hatırlamazsın tabii! Çünkü eve dönerken bayılmışsın, ne zamandır uyumuyorsun sen?!” Cümlesinin sonuna doğru beni azarladığını sezmiştim ama azarlamaktan çok korkan bir ifadeydi bu.
“Bilmiyorum bir hafta,” düşünceyle başımı kaşıdım. “İki hafta?” Dediğimle omzuma şaplağı yemiştim. “Ulya, onun dönüşüyle tekrar zor ve karışık bir dönemden geçtiğini biliyorum ama böyle yapamazsın, sen hissetmesen de içeride bir yerlerde hâlâ eski benliğin ve eski ihtiyaçların yatıyor biliyorsun. Böyle yapamazsın bedenine zarar veriyorsun.” Derin bir iç çekip göz devirdim beni düşündüğünü biliyorum ama fazla ilgiye gelemeyen biriyim ben. “Arin yıllardır bununla yaşıyorum ben neye ihtiyacım var neye yok biliyorum.”
Cevabıma sinirlenen Arin elini saçıma atıp çekti. “O zaman bilinçli davran!” Tepkisiz suratıma bakıp elini çekti ve göz devirdi. “Canının acımaması da çok sıkıcı.” Dediğine gülüp yalandan saçımı tutarak küçük bir çığlık attım. “Arin! Koparsaydın saçımı öyle olmadı!” Gülüp başını iki yana salladı. Elindeki tepsiyi kucağıma bıraktı. “Al çorba yaptım zıkkımlan, boğazından sıcak yemek geçsin." Dediğine gülüp tepsinin ayaklarını açtım ve dizlerimin üzerine koydum, çorba dan bir kaşık aldım. “Gece ne oldu tam olarak?” Rüya mıydı yoksa gerçek miydi bilmem gerek. Rüya olamayacak kadar gerçekti ama bir o kadar da benim hayal ürünüm gibiydi.
“Nereden bile bilirim ben? Sen bayılırken yanında değildim. Ege'ye sor sorularını, seni getiren oydu.” Duyduğum isimle mama sesine tepki veren kedi edasıyla dikeldi kulaklarım. Ona da soracaktım tabii ki ama nasıl soracaktım. Arin'in gözlerine bakıp başımı aşağı yukarı salladım. “Evet ona sormalıyım!” Kucağımdaki ayaklı tepsiyi kaldırıp yatağın boş kenarına koydum sarsıntıyla kâseden taşan çorbayı umursamayıp ayaklandım.
Gece Arin üzerimi değiştirmiş olmalı ki siyah saten takımım üzerimdeydi. “O minicik şortla mı gideceksin?” Arkamdan bağıran Arin'e kulak verip olduğum yerde durdum. “Ne varmış şortum da?”
“Bir şey yok, ortada var olabilecek bir şort yok!” Dediğine göz devirdim. “Abartma anne.” Derken ona arkamı döndüm ve hızlı adımlarla ilerlemeye başladım. Aklımda türlü düşünceler, bir türlü susmayan sesler, sonu gelmeyen teoriler ile yolu kat ettim ve soluğu kapısında aldım. İki ev arasında yeni bir apartman içinde koca boş bir arazi olduğu için kapısına dayanana kadar tenim buz kesmişti ve yanaklarımın kıpkırmızı olduğuna eminim hissetmesem de.
Derin soluk alıp zile bastım. Saatin kaç olduğundan bir haber, onun evde var olup olmadığından bir haber soluğu burada almıştım, onu görmek istemiştim... Tekrar ona sarılabilmek istemiştim. Dün hissettiklerim hayal ürünüm olmasın, bu sefer olmasın. Kaçıncı kez bastığımı bilmediğim zile tekrar tekrar bastım aceleyle. İçimi bir korku sarmıştı, gitti mi? Git dedim ve o gitti mi?
Pes edip dolu gözlerimle kapıyı izlemeyi kestim ve arkamı döndüm, o an açıldı kapı. Merdiveni inen ayağımı geri çekip eski yerime döndüm ve duştan yeni çıktığı ıslak saçlarından belli olan ona baktım. Gitmemiş... Üzerinde sade beyaz bir tişört altında da gri oversize bir eşofman vardı ve kendi kokusuyla karışmış şampuan kokusu, huzurun ta kendisiyim diyordu.
“Gece İtalya'ya geri dönmemi söyleyen sen, sabahında neden kapımdasın?” Bu kadar mıydı, dediklerim sonrası hayal ürünüm müydü? Olamazdı, olamayacak kadar gerçekti. Dolu gözlerimle vücudunu incelemeyi kesip gözlerine çevirdim bakışlarımı. Gözlerimle kesişen buz mavisi harelerin anlık titrediğini yakalamıştım, bana kıyamıyordu.
“Neden bu halde dışardasın? Kış ayındayız farkındasın değil mi?” Elini yavaşça uzatıp pijama üstümün açıkta bıraktığı kolumdan tutup kendiyle içeri çekti beni de. “Buz kesmiş vücudun.”
“Hissetmiyorum ben.” Diye mırıldandım. Dediğimi duymamazlıktan gelip mutfak olduğunu tahmin ettiğim yere doğru ilerledi. Eve girdiğim andan itibaren bizim saray gibi evimize nazaran çok sade, modern ve tam onu yansıtan bir tarzda diye düşünmüştüm.
Evi incelemeyi kesip mutfak da bir şeylerle uğraşan onun yanına doğru ilerledim. “Neden geldin?” Dedi tezgâh da uğraştığı işe devam ederken. Yanına doğru ilerleyip tezgâh da ki boşluğa tam elinin yanına oturdum. Yaptığı işteki bakışlarını kaldırıp gözlerime çevirdi, bacağımın yanına yasladığım elimi kaldırıp yanağına yasladım. “Gelmese miydim?” Refleksle gözlerini kapattı, diğer elimi de boynuyla omuzu arasına koydum ve onu biraz daha kendime doğru çektim elindeki bıçağı bırakıp bacaklarım arasına girdi ve kapalı gözlerini araladı.
“Öyle bir şey demedim.” Alınımı alnına yasladım, “ama beni sorguladın. Giden sendin, ona rağmen ben geldim. Gitmeni söyledim ama geldim.” Kapalı gözlerimi açıp kapalı gözlerine baktım. “Gelmese miydim?” Diye tekrarladım sorumu. Omuzundan ayırdığım elimi amacına ulaştırmak için hızlıca eşofmanının cebine attım ve telefonunu çıkarıp aldım. Onu kendimden uzaklaştırdım hızlıca, yanan gözlerimle şaşkınlıkla açılan gözlerine baktım. Aramızda açılan iki metreyi kapatmak için bir adım atacaktı ki hızlı davranıp tezgâhtan atladığım gibi çıktım mutfaktan ve üst kata doğru koşmaya başladım. Hızlı adımlarla merdivenleri de aştıktan sonra bulduğum ilk odaya attım kendimi ve kapıyı kilitledim.
“Jane açar mısın?” Derken kapıyı yavaşça tıkladı.
Aklıma gelen anıyla gülüp cevapladım onu. “Açamam defol.” Elimdeki son model telefona baktım yanan ekranda gördüğüm fotoğrafla şaşkınlıkla izledim. Fotoğraftaki bendim benim küçük versiyonum ne zaman nasıl çekildiğine dair hiçbir fikrim yoktu, en fazla beş yaşındaydım fotoğrafta bunu nereden bulmuştu ki? Biz o zamanlar hiç tanışmamıştık bile.
Ekranı yukarı doğru kaydırıp değiştirmediğine emin olduğum şifreyi girdim ve haklıydım değiştirmemişti. Hızlıca galeriye girdim ve görmek istediğim video burada yoktu. Hızlıca son silinenlere baktım ama burada öyle bir video yoktu, en son aklıma gelen gizlenenler bölümüne gitti parmağım ama ayarlardan kapatıldığı için onu açmak da birkaç dakikamı götürdü.
Açtığım gizlenenler bölümüne tıklayıp şifreyi girdim ve görmek istediğim video. Burada da yoktu, rüyaydı yani. Rüya olması daha iyiydi bu kadar çabuk affetmemeliyim kimseyi, bu kadar çabuk yumuşayamazsın Ulya.
Telefonu kapatıp düz duygusuz surat ifademle kilitlediğim kapının kilidini çevirdim, kilidi açmamla kapı hızlıca açıldı ve ellerini belime dolayıp kapattığı kapıya yasladı sırtımı. Hayal kırıklığımıydı hissettiğim ya da sinir miydi emin değildim ama gözlerimi yumup derin bir soluk çektim ve yanan gözlerimi araladım yavaşça. Yüzümün dibindeki mavi hareler gözlerime kenetlendi şaşkınlıkla. “Gözlerin… Lila.”
Ege biz seninle çok bakıştık ama hiç barışamadık. Bundan o kadar yorulmuştum ki seni unutmak benim için bir çözümdü ama sen kendini unutturmamak için önümde taklalar atarken ben seni nasıl unutabilirdim. Seni unutamadığım için gelmemiş miydi başıma gelenler, o kadar derin kazımıştın ki yaşananları, bir türlü silemedim hiç bir izi zihnimden. “Çek ellerini üzerimden.” Dedim soğuk bir sesle. Elleri yavaşça çekildi belimden ona zarar vermeden kendimden bir metre ileri ittim bedenini, ona dokunmadan ittim onu. Yapabildiğim bu şeyleri ondan saklamak istemiyordum, içimde bir yerde bir şeyler bunu yapmak istemiyordu. Ondan bir şey saklamak hiç bir zaman doğru gelmemişti bana, ne olursa olsun.
Üzerindeki şaşkınlığı atmaya çalışıp iki elini havaya kaldırdı. “Pekala buna alışmaya çalışacağım.” Ellerini indirip açtığım kapıdan benimle birlikte aşağı indi mutfağa geçip bar sandalyelerinden birine oturdum. O da tezgâha dönüp yaptığı işe devam etti. “Ne zamandır böylesin?” Ortamdaki ölüm sessizliğini bozdu sonunda. Geldiği günden beri açık ettiğimi düşündüğüm bu şeyleri neden hiç sorgulamadığını hala anlamış değilim, nasıl ve neden böyle olduğum değil de ne zamandır böyle olduğum mu gerçekten?
“Gittiğin günden beri.” Derken göz devirip oturduğum yerden kalktım kollarımı göğsümde bağlayıp duvar boyu uzanan cama doğru ilerledim. Buradan arka bahçem görünüyordu ve Bomi arka bahçeye çıkmış minik balık havuzunun orada balıklara bakıp heyecanla zıplıyordu. Gördüğüm manzarayla gözlerim doldu Bomi'nin oyun oynamasını hiç izlemediğimi fark ettim, hayatımda yaşanan saçmalıklara o kadar odaklanmıştım ki gülümsemeyi minik şeylere mutlu olmayı unutmuştum. Minik şeyleri bir kenara atarsak mutluluğu unutmuştum ben; gülümsemeyi, kahkaha atmayı ya da ağlamayı. Ben duygularımı unutmuştum, köreltmiştim duygularımı. Onlar bana zarar verenler, kör olurlarsa zarar veremez, bana dokunamazlardı.
Bende onları öldürdüm. Kör olsalar yeterdi ama yetmeyeceğini hissettim, öldürdüm onları. Bencil olmalısın Jane, etrafındaki herkes bencil ve onlar mutlu. Jane annen gibi ol, bencil ve mutlu. Ve sakın evlenme, sakın çocuk yapma Jane o zaman sadece duyguları değil seni de öldürürüm.
Camdaki yansımamı görmemle bir adım geriledim. Kısa saçlarım uyurken karıştığı için kıvırcık saçlı bir oğlana benziyorum şuan! Elimle tarayarak düzeltebileceğimi sandığım için ellerimle taradım. Ama salak mısın? Düzelmez böyle, Jane senin saçların dalgalı bile değil nerden çıktı bu bukleler?
Çok kısa oldukları için mi? Kaynak mı yaptırsam? “Saçların böyle çok tatlılar bence.” Ellerimi saçlarımdan ayırıp düz surat ifademle ona döndüm ve gözlerine baktım. “Sencesini sorduk mu?” Cevabıma kıkırdayıp tezgâha döndü tekrar. Bu çocu— pardon adam, 22 yaşında adam, aptal mı? Yoksa saf mı? Ya da keriz mi? Niye sorguluyorsam hala liseye gitmesinden belli aptal kesinlikle! Yakışıklı, sarışın bir aptal. Boyu uzamış ve kas yapmış onu son gördüğümden çok farklı şuan, büyürken her anını görmek isterdim önceden kaçırdığım evreler olmasın, değiştiğine şaşırmayayım isterdim ama isteklerimi bana yedirmeye ant içmiş gibiydi Ege. Boyu iki metre vardır herhalde, saçlarını kestirmiş ve nasıl bir şey olduğu belli değil ama ensesinden aşağı uzanan bir dövme bile yaptırmış.
Sırtını izlemeyi kesip göz devirdim istemsiz, aşırı gıcık oluyordum ona. “Hala yaz mevsiminden nefret ediyor musun?” Camın önünden ayrılıp bar sandalyelerinden birine oturup dirseklerimi masaya yasladım. “Hissetmesem de, hala nefret ediyorum.” Elindeki domates doğradığı bıçağı doğrama tahtasına bırakıp bana döndü. “Nasıl bir his? Hissetmemek?” Düşündüm bir süre.
“Yediğin şeyin kokusunu alamamak gibi. En sevdiğin şarkıdan bir sabah bıkıp artık onu dinlerken hiç bir şey hissetmemek gibi.” Başını aşağı yukarı salladı. Yaptığı işe geri döndü, yine susuyor. Verecek cevap mı bulamıyor? Yoksa cevap vermemeyi mi tercih ediyor? Cevabından rahatsız olacağımı mı düşünüyor yoksa?
Ege sen döndüğünden beri soru işaretlerim tekrar gün yüzüne çıktı, zihnimin karanlık köşelerinden çıkıp en orta yerde çatışıp huzurumu kaçırıyorlar. Sana huzurumu kaçırıyorsun demiştim peki neden sabahında kapında bittim ve hala etrafında dolanmaya devam ediyorum? Ege bunu sen yaptın bana, beni varlığına alıştırıp kaçıp gittin.
Beni bir başıma bıraktın, gerçek anlamda bir başıma. Koca köşkte kimse olmadan aylar geçirdim, bir başıma. Dalgın bakışlarımla sırtını izlemeyi kesip ayağa kalktım. “Gidiyorum ben.” Elindeki işi bırakıp bana döndü hızlıca. “Kahvaltı?” Mutfağın çıkışına ilerledim yavaş adımlarla. “Kahvaltı yapmam ben.”
Onu arkamda bırakıp hızlıca çıktım evden, neden yangından mal kaçırır gibi kaçtığım hakkında hiç bir fikrim yok, sadece onu daha fazla görmeye katlanamıyorum. Onu seviyorum ama ona olan kızgınlığım daha ağır basıyor. Güzel anılara ihanet etmek istemiyorum, ondan nefret edersem güzel anım kalmaz. Farkında değildim ama ondan uzun zamandır nefret ediyordum zaten, sadece kendimi kandırmaya devam ediyordum.
Kapıdan çıkıp gelirken ayağıma geçirdiğim terlikleri giydim. Bahçede ilerlemeye başladım iki evi ayıran bir duvar vardı arada çok yüksek değildi gelirken üzerinden atlamıştım. Delirmiş olmalıyım, o yüzden tekrar atladım duvardan. Bugün günlerden neydi? Çarşamba mı? Aklım o kadar allak bullak olmuştu ki nerede ne yaptığımın farkında bile değildim. Kendime gelmeliydim acilen.
Eve girip mutfak da kahvaltıyla uğraşan Arin'i es geçip odama çıktım. Dolaba ilerleyip bir haftadır asıldığı yerden inmeyen formamı çıkardım yerinden tekrar okulu çok boş bırakmıştım. Varlığımın hakkını vermeliydim, ve kime dönüştüğümü göstermeliydim Ege'ye beni hala savunmasız bir küçük kız gibi görmesine izin veremezdim. Hızlıca bir duş aldıktan sonra üzerimi giyinip ıslak saçlarımla çıktım odamdan mutfakda ki Arin'in yanına ilerledim. “Sonunda teşrif etmeye karar verdin demek.” Başımı aşağı yukarı salladım. Telefonumdan saati kontrol ettim, daha erkendi evden çıkmak için ama kuaföre uğramayı düşünüyordum. “Kuaföre uğrayacağım önce, gelecek misin?” Elindeki sandviçten bir ısırık daha alıp başını iki salladı. “Hayır, sen git. Taksiyle gelirim ben.” Onu onaylayıp çıktım mutfaktan. Girişteki masanın üzerindeki tabağın içine bıraktığım anahtarlarımı alıp çantama attım.
Islak saçla evden çıkmak beni hasta etmezdi artık ama sanki hala öyle olabilirmiş gibi hissediyordum bazen. Garipti, kimse benim hakkımdaki hiç bir detay için endişelenmezdi babam dışında…
Garaj dan çıkardığım motoru ısıtmak için motoru çalıştırmış elimdeki kaskla bekliyordum ki Ege'nin de evden erken çıkası tutmuştu herhalde. Bakışları anında bana döndü üzerindeki forma biraz sırıtıyordu bence liseli olmak için fazla kalıplıydı ve yaşı da büyüktü zaten, sırıtıyordu ama bir o kadar da yakışıyordu. Bakışlarımızı ayırıp açılan garaja girdi bende önüme dönüp kaskımı başıma geçirip motorun ısındığına emin olduktan sonra gaza basıp çıktım bahçeden.
15 dakika süren yolun ardından ulaştığım kuaförün önünde durdurdum motoru, inip çıkardığım kaskı motorun üzerinde bırakıp içeri ilerledim. Bu kuaför okulla anlaşmalı olduğu için bizim için sabahın erken saatlerinde açık olurdu, okula gelmeden öğrenciler önce buraya uğrarlardı. İçeri girmemle bakışlar bana dönmüştü, Regas olmadan önce ucube gözüyle dönerdi bana bu bakışlar, şimdi daha farklıydı bakışlar. Herkesin bakışı başka bir anlam içeriyordu ama artık ‘ucube’ kalıbında değildim.
İçerisi her zaman olduğu gibi kalabalıktı kollarımı göğsümde bağlayıp kendimden emin adımlarla arka tarafa doğru ilerledim. Regaslar için ayrılmış bölüme, kartımı okutup otomatik açılan kapıdan içeri girdim genelde benden başka Regas gelmezdi buraya, erkekler kesime gelirlerdi nadiren. “Günaydın Ulya.” Dedi içeri girdiğimi gören Reha.
“Günaydın.” Dedim ve her zaman ki yerime oturdum benimle birlikte odaya giren çalışan kız malzemelerini hazırlamaya başladı. “Her zaman ki gibi olsun.” Dedim kıza hitaben. Onaylayıp işine başladı. “Nasıl gidiyor abimle?” Kapalı gözlerimi açmadan cevapladım Reha'yı. “Gitmesi mi gerekiyordu?” Herken neden bu kadar merak ediyordu aramızda ki ilişkiyi?
“Yani ne bileyim, senin için döndü sonuçta.” Kapalı gözlerimi açıp başımı ona çevirdim ve ‘ciddi misin sen?’ Der gibi bir bakış attım iki saniye. “Nasıl gittiğini de iyi biliyoruz dimi?” Başını aşağı yukarı salladı. “Onu affedicek misin?” Soru muydu bu gerçekten.
“Çizgiyi aşarsa onu öldürmeyi düşünüyorum.” Geri önüme dönüp gözlerimi yumdum. Artık çok sıkılmıştım bu konulardan sessizce hayatıma devam edip yok olmak istiyordum sadece, ama kaderim bunun tersini ister gibi kaos içeren her şeyi, herkesi üzerime doğru fırlatıyordu.
Yumduğum gözlerimi açıp işlemi biten saçıma baktım, her zaman ki gibi özenle şekil verilmişti uzun kaküllerimi ikiye ayırtmıştım. İkiye ayırarak kullanmayı düşünüyordum artık kakül yaşımı daha küçük gösteriyordu. Çalışan kıza, “eline sağlık.” Deyip daha fazla beklemeden ayaklanıp çıktım kuaförden. Ödemeler haftalık düzenli olarak yapılıyordu her işlem sonrası ödeme yapmıyorduk. Kapıya park ettiğim motoruma geri binip iki sokak ötedeki okula sürdüm her zamanki gibi kapalı otoparka park etmeyip açık otoparka park etmiştim bugün, kaskımı üzerinde bırakıp indim motordan. Etekle bu kadar rahat motora binebiliyor olma sebebim etekle aynı kumaşta olan eteğe dikili şortumdu.
Üstümü başımı el alışkanlığıyla düzeltip ana girişe doğru adımlamaya başladım, üstün olduklarını belli etmek için Regaslara her türlü şey verilmişti hayal edemeyeceğiniz her türlü şey yani biri sizin Regas olduğunuz bilmiyorsa ki bu imkansız ama eğer bilmiyorsa yüzünüze baktığı an bunu anlayabilir. Aşağılayıcı bakışlarımızdan bile belli olur bu, kötü niyetli biri olmanıza gerek yok Regas olduğunuzun bilinci otomatik bir kibir ve ego yüklüyor o kişiye ve gerek ailesi gerek müdürün baskısıyla o kişiliğe hızlıca adapte olabiliyorsunuz. Ve bu kötü bir şey olarak kabul edilmiyor, olması gerekenin bu olduğuna inanıyor herkes. Duruşumuz ve hareketlerimize yansıyan bir şey bu sadece, daha kötüsü olmak tercih meselesi.
Kollarımı göğsümün altında bağlayıp kendimden emin adımlarla otomatik açılan kapıdan içeri girdim, ve neredeyse her gün görüyor olmama rağmen dikkati mi ilk çeken şey bağışçılar panosu oldu. Ve en üstte ki ismim, o isim en üstte yer aldığı için kapımda köpek yapabilirdim herkesi ama böyle bir şeye ihtiyacım yok, şuanlık.
İlerideki koltuklar da oturmuş arkadaşlarıyla sohbet edip gülüşen biri dikkatimi çekti, uzun zamandır muhattap olmadığım biriydi. Adımlarımı yavaşlatıp keskin bakışlarımla yüzünü izledim bakışlarımı fark eden çocuk gözlerimizi birleştirdi, ve yüzündeki gülüşün saniye saniye soluşuna şahit oldum işte bu aşırı iyi hissettiriyordu.
Bende ona dönüşmüştüm, en nefret ettiğim insana dönüşmüştüm. Ama o bunu hak etmişti bende bunu hak etmiştim. Yavaş adımlarımla yanına doğru ilerleyip aramızdaki mesafeyi kapattım ve karşısına dikildim, oturduğu yerde rahatsızlıkla kıpırdanıp ayağa kalktı ve aramızda bir adım mesafe kalacak şekilde karşıma geçti, iyi cesaretti dibime kadar girebiliyor olması. “Mutlu musun?” Düz bir sesle sordum, sıfır duygu.
“Ne istiyorsun Ulya?” Sinsi bir surat ifadesi takındım onunla oynayacağımı daha çok belli etmek için. “Mutlu musun? Dedim.” Dişlerimi sıkarak tekrar sordum. Stresle alnını ovuşturdu, ona ne istersem söyleyebileceğimin hatta ne istersem yapabileceğimin farkındaydı ve onu kışkırtıp sinir edende buydu. Aşırı bileniyordu şuan bana karşı farkındaydım ve bu aşırı tatmin edici bir his.
Girişte köşede iki üç koltuk vardı oturup ders çalışıp vakit geçirmek için ve Çağrı hep burada arkadaşlarıyla oturup laklak eder eğlenirdi işte benim bundan ne kadar nefret ettiğimi de çok iyi bilirdi. Onun eğlenip, mutlu olması nefret ettiğim tek şeydi. Evet bunu ona çok görüyordum o mutlu olmayı, iyi vakit geçirmeyi hak eden biri değildi. Şimdiye dek onu okuldan attırıp bir daha hiç bir Pera okuluna alınmamasını sağlayabilirdim.
Ama onu gözümün önünde tutup kalan lise hayatını bir işkenceye çevirmek varken neden gül gibi yaşamasına müsade edeyim ki? O mutlu olmayı hak eden biri değil ve liseyi bitirememesini sağlayacağım o mezun olup güzel bir üniversiteye gidip son model arabasıyla dokuz beş babasının şirketinde çalışmayı hak eden biri de değil. Onun hayatını bitireceğim bu günler onun iyi günleri.
“Geçen yıl sınıfta kaldın hala mutlu musun?” Keyifli bir ifadeyle sordum bunu. “Kimin yüzünden acaba?” Ağzının içinde mırıldansa da ortamın sessizliğinden dolayı yakın çevredekiler duymuştu. İşime gelirdi. Ortamdaki herkes olduğu yerde sus pus olmuş bizi izliyorlardı bunu hep yaparlar Çağrı onlara da hayatı zindan etmişti ona hiç üzülmüyorlardır. Çağrı'nın gözlerimdeki bakışları anlık arkama kayıp geri dönmüştü gözlerime, tanıdık kalp atışlarından onun dakikalardır arkamda pür dikkat bizi dinlediğini biliyordum zaten.
“Mutlu olmayacaksın Lucifer, sen bunu hak etmiyorsun.” Elimi omzuna koyup boyuma eğilmesini sağladım, gücümün farkında olmadığı için dumura uğrayıp şaşkınlıkla gözlerime baktı. Anlık gözlerimdeki geçişi görmesini sağladım bu onu daha çok korkutacaktı tabii ki, yavaşça kulağına yaklaşıp fısıldadım ama sessiz olmaya çalışmadım Ege duymalıydı. “Şanslıysan seni öldürmem ve mezun olursun Lucifer.” Kulağından uzaklaşıp gözlerimizi birleştirdim. “Bunu yaparım, biliyorsun. Sakın gözüme gözükme,” ondan uzaklaşıp bir adım geriledim bir şey daha ekleme ihtiyacı duyup elimi kaldırıp gitmeye yeltenen onu durdurdum. “O gülen gözleri bir daha görürsem dediğimi yaparım.” Göz devirip kollarımı göğsümde kavuşturdum ve asansöre doğru ilerlemeye başladım.
Açılan asansör kapısından içeri girip arkamdan hala bana bakan insanlara döndüm. Ve Ege'nin görmek istediğim yüz ifadesi karşımdaydı donmuş kalmıştı olduğu yerde kendinden emin bakışlarımı hiç çekmedim gözlerinden kapanan asansör kapısı kesmişti bakışmamızı, göz devirip arkama döndüm, aynadan kendimi izledim kapılar tekrar açılana kadar açılan kapıdan çıkmak için bir adım atmıştım ki Ege nefes nefese karşıma dikildi bir anda attığım adımı geri çekip asansöre geri girdim, oda benimle birlikte asansöre binip kapıyı kapatmak için tuşa bastı.
Göz devirip göğsümde birleştirdiğim kollarımı çözmeden bir kaç adım geri gidip arkamdaki aynaya yaslandım rahat bir tavırla, geri giden benimle birlikte oda üzerime adımladı dibime kadar girdi boy farkından dolayı başımı kaldırıp gözlerimizi birleştirdim. “Ne vardı?” Tek kaşımı kaldırıp sordum. “O neydi öyle?” Omuz silktim. “Beğendin mi?” Gözlerindeki bakışlarımı sağ üstteki kameraya değdirdim anlık ardından çalıştığını gösteren kırmızı ışığın sönmesini sağlayıp gözlerimizi geri birleştirdim.
“Dalga mı geçiyorsun? Jane bu sen değilsin.” Sinirden dolan gözlerimle gözlerine baktım. “Öyle mi? Kim demiş bunu?” Gözleri dolu gözlerime takıldı bir süre, cevap vermesini beklemeden devam ettim. “Sen mi? Kimsin ki sen? Aş bunları küçük prens. Ben uzun zamandır buyum, arkanda bırakıp gittiğin zavallı kız öldü. O kızı sen öldürdün!” Ellerimi omuzlarına koyup kendimden uzaklaştırdım. “Yani siktir git, geri dön köyüne!”
Dediklerim hiç işlememiş gibi üzerime adımlayıp aynayla arasına sıkıştırdı beni, izin verdim ona ne yapacağını görmek için. Ama hiç beklemediğim bir şey yapıp eğildi ve dudaklarını dudaklarıma bastırdı. O an sinirle ne yaptığımı bilemeyerek onu hızlıca kendimden uzaklaştırmak istedim ama yine kontrol edemedim kendimi. O kadar hızlı ittim ki onu kapalı asansör kapılarına çarpıp yere düştü ve daha korkuncu kapı sırtının şeklini aldı. Koskoca demir kapı yamuldu.
Çarpmanın şiddetiyle kapı otomatik açıldı ve öyle kaldı, bozuldu büyük ihtimalle. Bir dakika şuan önemli olan kapı değil. Yere düşen Ege elini göğsüne koyup öksürdü bir süre, ardından güldü komik miydi? Öldürebilirdim onu. Yapmak istediğin bu değil miydi?
“Sertti bu gerçekten.” Dedi gülerek. O sıra da Regas odasından çıkan Reha bizi fark etti. “Noldu?” Hızlı adımlarla yanımıza geldi, ben olduğum yerden bir santim bile kıpırdayamamıştım. Ben cevap vermeyince Ege zorlukla cevapladı Reha'yı “Ayağım kaydı.” Diye geçiştirdi. Reha yerdeki Ege'nin kolunu tutup boynundan geçirdi ve ayağa kaldırdı ardından bana döndü. “Diğer koluna gir, odaya kadar taşıyamam ben.” Mıhlanmış olduğum yerden kendimi zorlukla ayırıp Ege'nin yanına ilerledim ve koluna girdim. Ardından biraz yürüdükten sonra Regas odasına girip yavaşça koltuğa bıraktık Ege'yi. Odaya girdiğimizi gören diğer çocuklar merakla ne olduğunu sormuşlardı tabii ki ben o sırada hala şoktan çıkamadığım için cevaplamadım hiç birini.
Reha Ege'nin ona uydurduğu yalanı diğerlerine söyledi ve telefonundan iki şey yapıp doktoru çağırdığını söyledi. Ayakta dikilmeyi kesip koltukta yatan Ege'nin yanına ilerledim ve dizlerimi yere koyup ellerimi ağrıyan göğsünü tutan ellerinin üzerine koydum, ellerini oradan çekip göğsüne yasladım ve yavaşça sürükleyip kırık olup olmadığını kontrol etmeye çalıştım. Bunu önceden bir kez yapmıştım bir daha yapabilirdim.
Sessizce hareketlerimi izleyen Ege'ye çevirdim bakışlarımı, ellerimi yavaşça göğsünden çektim ve sadece onun duyabileceği şekilde fısıldadım. “Kırık yok.” Başını aşağı yukarı sallayıp kafasını yastığa yasladı tekrar. Ondan uzaklaşıp ayaklandım, doktor gelene kadar beklememe gerek yoktu bizi izleyen gözleri umursamamaya çalışıp dolabıma doğru ilerledim. İlk dersim atölyedeydi çantamı dolaba koyup yeni aldığım bir kaç fırçayı dolaptan çıkardım, iPadimi de alıp göğsüme yasladım, kablolu kulaklığımı iPade takıp şarkı açmadan kulaklarıma taktım kulaklığı ardından dolabı kapatıp arkamı döndüm. Hala bende olan bakışları görmemle kaşlarımı kaldırıp ‘ne var’ dercesine baktım. Selman söze girdi, “derse mi gidiceksin Ege bu haldeyken?” Yanlarına doğru ilerleyip karşılarındaki boş tekli koltuğa oturdum elimdekilerle. “Evet.” Bana olan bakışların ne anlama geldiğini bildiğim için hiç uzatmadan koltuğa oturdum ve çocuklara döndüm.
Selman Arda Dinçer, Dinçer holdingin en küçük oğlu. Basketbola aşık biri ama ailesi bilgisayar mühendisliği okutmakta kararlılar, doğduğun ev kaderindir ve bazıları bunu asla değiştiremez işte Arda da onlardan biri. Abimin arkadaş grubu dediğim insanlar şuan da karşımda duran bu insanlar, sanki özellikle seçilmiş gibi çocukluk arkadaşılar ve bu sistem çıktığı zaman benden sonra Regas olarak açıklanan sonraki isimler.
Reha Ülgen, Alaz Bozkaya, Uraz Ata, Selman Arda Dinçer, Cem Aybars, ve tabii ki Burkay Ege Dalkıran. Tesadüf değildi elbette aileler planlı olarak ilmek ilmek işlemişlerdi her şeyi öyle ilerlemişlerdi bu yolda. Önceden hepsi arkadaşımdı özellikle Reha ve Arda için en yakınım diyebilirdim onlara ama babamın öldüğü günden sonra hiç bir şey eskisi gibi kalamazdı, kalmadı da zaten.
Bu oda da Ege dışında hiç birinin zehirli oku bana değmedi, hiç biri beni incitmedi ama beni önemsemediklerini o süreçteyken anladım, Jane yine dönüp dolaşım aynı yere geldin hiç kurtulamadığın anılarına, o anılarda ki insanlara.
Cem konuştu. “Ulya, bizden uzaklaşmanı istemiyoruz.” Şaşkınlıkla kaşlarım havalandı, bu dediğine gülmek istedim. “Ne uzaklaşması? Ben size hiç yaklaşmadım Cem.” Düşman değildik ama arkadaşta değiliz artık, bence öyle yani.
“Yapma bunu.” Diye yakındı Uraz. Alaz sadece izledi, o böyleydi soğuk, mesafeli, ne düşündüğü belli olmayan bir tipti onunla hiç yakınlaşmamıştık zaten, Arin'in hatırına Alaz'a bir bok parçasıymış gibi davranmaktan kaçınmıştım her zaman. “Ne yapıyor muşum?”
“Kendini bizden soyutlama. Ulya okula döndüğünden beri böylesin seni tanıyamıyoruz artık.” Göz devirip ayağa kalktım, daha fazla bu ortama katlanamayacaktım. Kapıya yakın olan Uraz'ın yanına ilerledim. “O gün, benim için her şey bitti. Siz de,” parmağımla Ege'yi işaret ettim. “O da. Yani beni hiç tanımamış gibi devam edin hayatınıza, bende öyle yapıyorum.”
Biri öldü. Bir cenaze kalktı o gece. Perde çekti herkes gözlerine, biz en önden izledik. Herkes sustu, biz yaralandık. Biri öldü, biz ölemeyişine ağladık… biz? Hayır sil ben. Ondan uzaklaşıp kapıya doğru ilerledim, bileğime dolanan el ile yerimde durup arkamı döndüm sakince. “Çek elini!”
Dedim kesin bir dille Alaz'a. “Arkadaşız biz! Öylece kestirip atamazsın.” Ege sessizliğiyle yattığı yerden olanları izliyordu. “Arkadaş?” Göz devirdim Alaz'ın dediğine, bileğimdeki eline bakıp ona dokunmadan bileğini kendimden uzaklaştırıp havaya kaldırdım. Şaşkınlıkla eline baktı, oynatmaya çalışsada başarısız oldu denemeleri, yanan gözlerimi umursamayıp başımı ileri doğru oynatmamla Alaz karşıdaki koltuğa doğru savruldu. “Biz hiç bir şey değiliz!” Dedim dişlerimi sıkarak. Şaşkınlıkla olanları izleyen gözleri es geçip hiç bir şey olmamış gibi korkunç bir sakinlikle yere düşen fırçamı aldım.
Kulağımdan düşen kulaklığımı da kablosundan tutup geri taktım. Çocuklara son kez göz gezdirip arkamı döndüm ve çıktım odadan. Sessizce koridorda ilerlerken Ege için çağırdığımız doktorla karşılaşmıştık, “Ulya hanım, nasılsınız? Uzun zamandır tahlil yaptırmadığınızı fark ettim domates alerjiniz ne durum da kontrol edelim en kısa zaman da. Ayrıca vitaminlerinizi de yazdırmamışsınız?”
“Domates'e alerjim yok artık, düşük bir alerjiydi herhalde. Vitaminlerim de iyi.” Kaşları çatıldı, “nasıl olur yüzdesi çok yüksekti ölümcül derecedeydi?” Bilmem dercesine omuz silktim. “Ege'nin durumu acildi gitseniz iyi olacak.” Onu unutmuş gibi aydınlandı ve bana bir ara revire uğramamı söyleyip uzaklaştı hızlı adımlarla. İnsanlardan ölüm kalım meselesiymiş gibi saklamıyordum bana olanları, kafalarında soru işareti bırakmak son zamanlarda hoşuma giden tek şeydi. Bunun ucunun bana kötü bir şekilde dokunmayacağına çok emindim, deli cesaretiydi herhalde.
Koridorda ilerleyip diğer binaya geçmek için sonradan yapılan 13. Koridora ilerledim, burayı sadece bağışçılar kullanabiliyordu en üst katta bulunduğu ve asansör ile merdiven kapısın da da parmak iziyle açılan kapılar bulunduğu için yani bağışçı otuz kişi, doktor ve müdür dışında kimse çıkamazdı buraya.
Diğer binaya geçen koridordan da gelemezlerdi, koridorun her iki bitişinde de parmak iziyle açılan kapılar vardı. Parmağımı kapıya okutup alan binasına girdim, bu koridor her yönden pratik oluyordu çünkü dolaplarımız burada olduğu için eşyalarımızı alıp geçebiliyorduk hızlıca.
Ressam olmak hayalim olmaktan çıkalı uzun zaman oluyor, orta okulun sonunda resime tutkum olduğunu fark etmiştik babamla ve sürekli annemin istediklerini gerçekleştirerek yaşayamayacağımı, kendi istediğim bir şeyi seçmem gerektiğini söylemişti bende resimi sevdiğimi düşünerek seçmiştim bu bölümü.
Resim yapmayı seviyorum, herhalde. Üniversite de bu bölümü okuyup okumayacağıma daha karar vermiş değilim. Lisenin başındayken ressam olmak istediğim bir dönem vardı, sergiler, galeriler açmak yaptığım resimleri bütün dünyaya yaymak istiyordum. Ama sonra bunun benim için çok boş bir hayal olduğuna karar verdim. Eczacılık, kimya ve biyoloji bu üçü arasında dönüp duruyorum bu sıralar, resim listemden kalkalı çok oldu.
Sanat lisesinden mezun olup kimya okuyan ilk kişi olurum herhalde. Atölyeye doğru adımlarken iPad’ten bir şarkı açıp ilerlemeye devam ettim, atölyenin cam kapısını ittirip içeri girdim ve boş sınıfta köşedeki yerime ilerledim dersin başlamasına on beş dakika vardı geç kaldığımı düşünüyordum ama daha kimse gelmemişti bile sınıfa. Yerime oturup dün yarım bıraktığımız tuvalime baktım,
Tuvalin ortasında bir bıçak ya da makas darbesi olduğuna emin olduğum bir darbe vardı. Kimdi acaba yarışma için hazırladığım resmi sabote etmeye çalışan deli yürek? Elimdeki iPadle fırçaları masaya bırakıp kulaklığımı telefonuma takıp sakince ayağa kalktım ve diğer öğrencilerin sıralarını gezmeye başladım. Yarışmanın konusu ‘modern dünya ve yalnızlık’ konuya uygun; şehir merkezinde insanların telaşesini yansıtan ve köşeden görünen denize düşmüş elindeki kibritin sönmemesini sağlamaya çalışan biri vardı su da boğuluyordu ama son umudunu, son ışığını hayatta tutmaya çalışıyordu, o hayatta kalmak için bu kadar çabalarken hayatın telaşesine kapılmış insanlar onun varlığından bir haberdi.
Ve resmimi biri parçalamış! Haftalarca uğraşıp en ince detayına kadar işlediğim resmimi. Sıralar arasında dolaşırken bir resim dikkatimi çekti, benimkine benzeyen bir resim! Tahmin etmiştim. Ben düz bir ifadeyle resimi incelerken diğer öğrenciler sınıfa girmeye başlamışlardı bütün sınıf dolana kadar, hatta hoca da gelene kadar orada dikilmeye devam ettim. Bütün sınıfın bakışları üzerimdeydi, “Ulya yerine geçecek misin?” Nötr bakışlarımı kaldırıp önce hocaya ardından karşımdaki kıza çevirdim bakışlarımı, sınıfta sürekli görsemde kesinle tanımıyordum kızı.
Özellikle hiç kimseyi tanımamaya çalışıyordum, yoksa kafamın içi susturulamaz bir hal alıyordu o yüzden kulaklıklarım en yakın arkadaşım olmuşlardı. Dik dik kıza bakmaya devam ediyordum biraz telaşlanmış görünüyor, olması gerektiği gibi. Başımı sağ omuzuma yatırıp ciddi olmayan bir tavırla, “Sendin demek?” Dedim. Başını iki yana salladı hızlıca. “Ben yapmadım!”
“Ne yapmadın?” Eliyle benim sıramı işaret etti. “Resmini ben parçalamadım!” Kollarımı göğsümde birleştirdim ve bir adım yaklaştım kıza. Başımı sağa sola salladım. “Sen yaptın.” Kıza arkamı dönüp tuvalini yerinden çıkardım ve hocanın tuvalini yerinden çıkarıp kızınkini taktım bütün sınıfın görebileceği şekilde. Ardından kendi tuvalimi alıp elimde tuttum ve hiç konuşmadan ne demek istediğimi anlattım hepsine. Hoca elini yukarı kaldırdı durmamı ister gibi. “Tamam bunun hakkın da şikayet dilekçesi yazacağım, cezasız kalamaz böyle bir şey.” Ona bakarak başımı salladım. “Evet bunu yapmak zorundasınız zaten.” Dedim ve eteğimin cebindeki minik maket bıçağını çıkarıp kızın resimini aynı şekilde parçaladım biraz daha fenası hatta.
Kızın yalandan döktüğü timsah gözyaşlarını görmezden geldim ve tuvaliyle işim bitince hala elimde tuttuğum kendi tuvalimi kıza doğru fırlattım. “Orijinaliyle gir yarışmaya!” Sırma ilerleyip iPadimi ve boş bir tuval ile fırçalarımı ve boyalarımı koyduğum çantayı alıp çıktım sınıftan. Heykel sınıfına kaydı gözlerim gösteriyi izlediklerini biliyordum ve Ege'nin de izlediğine emin olmuştum.
Elimdekilerle hızlı adımlarla 13. Koridora ilerlemeye başladım arkamdan gelen ayak seslerini es geçmeye çalışıp hızlandırdım adımlarımı kapıya parmağımı okutup açılan kapıdan girdim ve ilerlemeye devam ettim arkamdan kapı tekrar açılıp kapandı adımlarıma yetişmeye çalışan Ege'ye başımı çevirmeden konuştum. “Gelme peşimden.”
“Ne oldu içerde?” Bıkkın bir nefes verip ulaştığım diğer kapıya parmağımı okuttum. “Sana ne!” Derken açılan kapıdan geçip Regas odasına ilerledim o da arkamdan gelip kartımı okutup açtığım kapıdan benimle birlikte girdi. “Ne oldu içerde Jane?” Elimdekileri masaya bırakıp hızlıca arkamdaki ona döndüm, bir adım geriledi. Korktu mu? İşime gelir. “Sana ne lan! Yeter be düş yakamdan.”
“Düşemem. Ayrıca Alaz'a yaptığın da neydi öyle? Bütün çocuklar biliyor artık.” Ona arkamı dönüp hışımla masaya bıraktıklarımı geri aldım. Terasa doğru adımlamaya başladım. Kapıyı açıp elimdeki tuvali eşeğe yerleştirdim ve masanın etrafındaki koltuklardan birini alıp karşısına oturdum. Yarışma çizimimi tekrar yapacaktım bir hafta vardı yarışmaya her şeyi bırakıp gece gündüz çizersem yetiştirebilirim.
“İnsanların sana zarar vermesinden korkmuyor musun?” Göz devirip bakışlarımı ona çevirdim. Teras kapısına yaslanmış kollarını göğüsünde bağlamış beni izliyordu. “Hayır.” Hareketlenip bir sandalye çekti ve karşıma oturdu, asla düşmeyecek yakamdan. “Jane seni bir laboratuvara kapatıp üzerinde deneyler yapabilirler. Bunu öğrenmelerine izin verirsen hayatını cehenneme çevirmiş olursun.” Boş tuvalime çevirdim bakışlarımı. “Hiç bir şey yapamazlar bana.”
“Bu kadar emin olma…” Dedi. O niye bu kadar emin? Ne biliyorsun Burkay Ege Dalkıran?
Anlık ona değdirdiğim bakışlarımı geri çekip boyalarımı hazırlamaya başladım hızlıca, palette karıştırdığım boyayı fırça yardımıyla tuvale işlemeye başladım. “O kız, yarışma için yaptığım çizimi kopyalamış üstüne benimkini parçalamış.” Dedim elimdeki fırçayı tuvalden uzaklaştırıp. “Ve sende onunkini parçaladın?” Bakışlarımı maviliklerine çevirdim. “Evet.”
“Jane… sen, nasıl böyle birine dönüştün?” Kaşlarım çatıldı. “Neye dönüşmüşüm?”
“Canavara… Jane bu sen değilsin.” Güldüm… diş etlerim görünecek diye korkmadan gülmeyi haketmediğimi düşünmeden güldüm, bir psikopat gibi… güldüm dakikalarca, yanılıyordun Ege bu bendim. Tam olarak dönüşmeyi istediğim kişiydim artık.
🕯️
Bölüm sonu...
Bölümün çok geç geldiğinin farkındayım, üzgünüm. Taşınma sürecindeydim vs bölümleri artık daha uzun tutmaya karar verdim, bundan sonra daha hızlı gelecek bölümler...
Amo vuestras almas tocando mi alma.
N.Ç
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
