Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12. Bölüm

@rumeysadoganm

Birikmiş hesapların, birikmiş kirli yamasıydım.

Sebepten ötürü, sebebe bağlı prangalara bağlıydı her adım atışım. Mantık ve kalbin birbiriyle çarpıştığı bu mağlubiyette, en büyük zararı yine ben alıyordum. Çetrefilli bir savunmanın önüne geçemiyordum hiçbir zaman. Ya fırtına savuruyor ya da nahif bir rüzgâr esintisi... Zarar yine bana oluyordu, fazlaca tepe takla ediyordu hayatımı olanlar. Hislerimin tebeyyünü yine ben oluyordum.

Nikâh olalı birkaç gün geçmişti. Kaldığım eve yabancıydım, burası benim kafesim ben ise bu kafeste sessizliğini koruyan kuştum. Oğuz'u kendimden uzak tutuyordum. Odadan dışarıya fazla çıkmadığım için yüzünü fazla görmüyordum, görmekte istemiyordum. Onunla olan mesafemiz yemek ve bazı hâl dışında birbirinden oldukça uzaktı. Aynı odada kalmak için çok diretmişti ama kazanan ben olmuştum.

Kapı büyük gürültüyle açıldı. İçeriye giren Oğuz'un bıkkınlık ifade eden bakışları beni bulduğunda biraz sonra bütün sinirini benden çıkaracağını anlamam güç olmadı. Ellerini kumaş pantolonunun cebine sokup yavaştan yanıma yaklaştı. Kapıyı açtığı o an yoktu davranışlarında ama suratı kaskatı kesilmişti.

"Odaya kapanınca bir şeyler değişiyor mu?"

“Yüzünü görmemekten iyidir.” Alayla kıvırdı dudaklarını. Bu tavırları kıyamet öncesi sessizlik gibiydi. Elini ensesine götürüp sıkkınca ufaladı.

“Bize neden bir kere şans vermeyi denemiyorsun?”

"Bunu bile bile evlendin benimle”

“Tamam, dediğin gibi olsun. Fakat bundan sonra beraber yaşayacaksak hayatı birbirimize zehir etmenin bir manası yok. Evlendik biz Aymira. Biraz olsun sev beni istedim.”

“Bu yaptıklarına rağmen seni sevebileceğimi mi düşünüyorsun? Fazla küçümsüyorsun duygularımı.” Dudağını birbirine bastırıp düz çizgi hâline getirdi. Tekrar umursamaz tavrına bürünüp bana öfkeyle baktı. Umurumda değildi ne hissettiği. Onun zorba tavırları beni ondan biraz daha uzaklaştırıyordu. O bende sadece yabancıydı.

"Şirketin kokteyli var, hazırlan birazdan çıkarız." Konunun birden başka yöne çevrilmesi kaşlarımın aralanmasına sebep oldu. Duymak istemediği gerçeklere kapatmıştı kulaklarını. Duygularımı arka plana atmak istiyordu ama bundan kaçamıyordu da. Bir müddet davranışlarını izledim. Yüzündeki ifade yıkık döküktü. Ellerini cebine koyup kapıya yöneldi. Onun dediğini yapmak istemiyordum. Onun kafesine ne kadar kilitlenmiş olursam olayım ona itaat edecek değildim. O kadar güçsüzleştiremezdim kendimi.

"Ben gelmeyeceğim." Bedenini bana çevirip yüzünü buruşturdu. Elini saçlarının arasından geçirip öfkeyle soludu. Ona karşı zıt davranmam pek hoşuna gitmiyordu. Bundan bazen zevk alıyordum, onun düşündüğünün aksine bir karşılık vermiştim… Zaferi o değil ben kazanıyordum.

"Dediğimi tekrarlamayı hiç sevmem, yarım saat sonra çıkıyoruz."

"Sana gelmiyorum dedim." Yanıma yaklaşıp kolumdan kavrayıp kendine çektiğinde sertçe yutkundum. Parmakları kolumu fazlasıyla sıkıyordu. Sanırım sabrının taştığı noktadaydım.

"Mutlu aile tablosu sergilemeyi ben de sevmiyorum ve sen buna mecbursun." Bedenimi bedeninden uzaklaştırıp birkaç adım geriledim. Elimle acıyan kolumu ufaladım.

"Ben hiçbir şeye mecbur değilim," dedim öfkeyle. Mutlu aile tablosu sergilemeyi Oğuz'dan başkası sevmezdi ve buna beni alet etmesine katlanamıyordum. Yaşadığımız zamanın ikimizi de yıprattığını görebiliyordu. Bu hırs bu öfke normal değildi. Hastalıklı ruhuna şifa ben olamazdım.

"Mecbursun, anlaşmamızı unutmadığını varsayarak seni aşağıda bekliyor olacağım. Yarım saate hazır ol." Odadan çıkıp giderken arkasında bıraktığı tehditkâr sözlerle akşam için planlarını kendi isteği doğrultusunda yaptı. Beni sessizliğimle bırakırken onu reddetme imkânını benden çekip aldı. Ayağımı öfkeyle yere vurdum.

Yavaşça dolabın kapağını açarak içerisinden çıkardığım rastgele elbiseyi yatağın üzerine bıraktım. Banyoya geçip önce elimi yüzümü yıkadım. Şimdilik her şey Oğuz'un dediği gibi gitse de onu benden uzaklaştırmayı başaracaktım. Bu hayatı ben seçmemiştim, şimdide bu hayata kendimi alıştıramazdım. Elbet bir gün onu benimle evlendiği için pişman edecektim.

Banyodan çıkıp üzerimi giyindim. Saçımı makyajımı yapıp aynadaki yansımama baktım. Farklı bir bedene sahip gibiydim. Birkaç günde ne kadar zayıfladığımı yeni fark ettim. Adımlarımı aynadan uzaklaştırıp odadan çıktım. Oğuz beni kapıda bekliyordu. Bir şey demesine fırsat vermeden arabaya geçtim. Aramızda fazla muhabbet dönmezdi zaten. Şoför koltuğuna geçtiğinde bana bakıp öfkeyle arabayı çalıştırdı. İstediği kadar öfkelenebilirdi, bunun müsebbibi kendisiydi.

"Nefretin ikimizi de yakıyor."

"Yanmayı sen istedin," dedim, susup önüne döndüm. Dudaklarımın arasından çıkan veryansınlardı aslında anlamasını istediğim. İstediğine cevap veriyor, duymasını istemediği kelimelerle bütün gerçeği yüzüne vuruyordum. Onun bana olan takıntısına anlam veremezken bunu aşkla kıyaslaması fazla gülünç vericiydi. Yol boyunca ikimiz de sessizdik. Konuşulacak birçok olay vardı, sormak istediğim birçok soru olmasına rağmen ona sormaktan korkuyordum. Gerçeklerin ne kadar can acıtacağı ortadaydı. Bir de bu cümleler Oğuz'un ağzından çıkacaksa ona soru sormam faydasızdı. O da beni gerçeklerle yaralardı bilirdim.

Mekâna geldiğimizde Oğuz arabayı bir köşeye park edip indi. Ben de peşinden inerek yanında yerimi aldım. Eli elimi bulunca hızla elimi elinden çektim. Onunla bu duruma sahte bir görüntü yüklemek istemiyordum. Bu gece bu saçmalığın bitmesini istiyordum, bir an önce eve gidip uyumak en çok istediğim durumdu.

Oğuz'a baktım, etrafında birkaç kişi ile koyu sohbete dalmıştı. Yüzünde her zamankinden farklı bir ifade vardı. Beni fark ettiğinde yanıma gelip elimden kavradı. Kulağıma eğilip, "Şu an mutlu evli bir kadın gibi davran," diye fısıldadı. Gösterişe temayül etmesini umursamadan beni arkadaşlarının yanına çekti. Bütün gözlerin üzerimizde olması yetmiyormuş gibi farklı bakışlara denk gelmem rahatsız etti. Sadece babam için katlanıyordum; her ne kadar beni bu duruma iten onlar olsa da…

"Böyle güzel birini nasıl ikna ettin Oğuz?" Yüzümü buruştururken arkadaşının yılışık davranışından rahatsız olmadı. Oysa bana nasıl baktığının ikimizde farkındaydık. Elimi kavrayıp dudaklarına götürdüğünde istemsizce ona baktım. Mavi gözlerinin altındaki ima ile gözlerimi gözlerinden çektim.

"Sence aşk olunca huna gerek kalıyor mu Atlas?" Yalan konuşmayı o kadar ustalıkla beceriyordu ki sesi bir kere bile bunu ele vermiyordu. Güldüm, aşk ona göre ne kadar hafifti.

"Daha siz bizim destanı okumadınız mı?” Bu sefer alayla konuşan ben oldum. Ortamdaki herkes bu sözüme gülerken Oğuz öfkeyle bana baktı. İstediği kadar sinirlenebilirdi. Hatta herkesin anlaması bile beni ilgilendirmiyordu. Yalanlara katlanmak zorunda değildim. Buna bozulsa da istifini bozmadı. Yüzüne sahte bir gülümseme yerleştirip belimden kavrayıp bedenimi kendine yaklaştırdı. Kendini büyük bir yalanın ortasında, kendini mutlu hissediyormuş gibi davranması Oğuz'un bazı durumlarda kendini küçük düşürmek istemediğini sezdim. Ve şu da vardı, toplumun onu parmakla göstermesini istiyordu. Oysa benim gözümde küçüldükçe küçülüyordu. Bu sahte mutluluğunda bana da yer vermesi ona dair düşüncelerime bir yenisini ekliyordu.

Onlar sohbete dalarken yanlarından ayrılıp büyük terasa geçtim. Kollarımı göğsümde birleştirip sokak lambasının hüküm sürdüğü aydınlıkta kaldı bakışlarım. Şu an için en büyük tehlike evliliğimdi. Oğuz'dan kurtulmanın bir yolunu bulmalı, düştüğüm bu durumdan kendimi olabildiğince uzak tutmalıydım. Zaman daralıyordu. Oğuz’un bana olan tavırları gün geçtikçe hükümsüz bir hâl alıyordu. Bu katlanılmaz bir çileydi.

Zarf çantamdan telefonumu çıkarıp çantayı kolumun altına aldım. Uzun uzadıya baktığım sosyal medyalardan sıkılınca aklıma gelenle rehbere gittim. Parmaklarım Hamza'nın numarası üzerinde kaldı. Onu şimdiden çok özlemiştim, onu öyle çok özlemiştim... Canımı yakan bu özlem illeti dayanılmayacak kadardı. Nasıl başa çıkılırdı bilmiyordum. Oysa kırgınlığım dağ gibiydi. Ondan uzak kalamayacak kadar kırgınlığımı hiçe sayabiliyordum. Saçmaydı. Nefret etmeliydim, yaptıklarını düşünerek onu düşünmemeliydim. Ama yapamıyordum.

WhatsApp'a girip ismine tıkladım. Profil resmine baktığımda beni kaydetmediği için resmi yoktu. Buruk bir gülümseyiş ile mesaj bölümüne geçtim. İç çekerek mesaj yazmamla silmem bir oldu. Cesaretsizliğimin Hamza'ya karşı oluşu beni bir başka insan yapıyordu. Ben onunla değişiyor, ona karşı bu cesaretsizliğimi sevmiyordum. Tekrar klavyeye dokundum.

“Sana ihtiyacım var.” Sildim. Atamıyordum mesajı. Ona ihtiyacım olduğunu bile söyleyemiyordum. Beni buradan kurtar diyemedim. Tut elimi çek bu kirli dünyadan diyemedim. Ben hiçbir şey diyemedim.

Telefonu çantama geri koydum. Belki bir gün gelir onu unuturdum. Unutmak istiyor muydum onu da bilmiyordum. Tek istediğim çektiğim bu acıların prangasından kurtulmamdı. Tek istediğim kendimi bu hayatın merkezinden yok etmekti. Faydasız düşüncelere kaptırmak gibiydi bu. İnsan sevince unutamıyor muydu gerçekten? Kocaman bir of çekip yine Hamza’ya sinirlendim. Şimdi bu sinirimi çıkartacağım kişi kendim olacaktı.

“Merhaba.” Önüme uzatılan uzun ince bardakla yan tarafıma döndüm. O kadar çok dalmıştım ki birden irkildim. Atlas’ın yüzünde kocaman gülümseme, elinde ise alınmayı bekleyen içki bardağı vardı. Beklemeden bardağı aldıktan sonra ben de, “Merhaba,” dedim. Yanıma bir adım daha atınca artık yan yanaydık. Kısa bir süre sonra bana baktı. Yüzünde biraz önceki gibi bir ifade vardı.

“Sıkılıyorsun sanırım içeride.”

“Hayır, sadece biraz hava almak istedim.” Aslında sıkılıyordum ama bunu kimseye söylemek istemedim.

“Neden sevmediğin bir evlilik yaptın?” Şaşkınlıkla baktım yanımdaki adama. Kaşlarım çatıldı, o ise ukala bir şekilde gülüyordu. “Kızma canım, ben Oğuz’u tanıyorum. Seni tanımasam da çok net anladım.” Belli etme yönünde çok iyiydim ama yanımdaki adamda oldukça iyi inceleyen biri olmalıydı.

“Bu seni ilgilendirmiyor.” Bardağı kirişe koydum. Yanından geçecekken engelledi.

“Dur ya, konuşuyoruz sadece.”

“Derdin ne?”

“Sadece sohbet.” Göz devirdim. Derdinin sadece sohbet olmadığını anladım.

“Derdin ne?” dedim tekrar. Yalan konuşmasına katlanamazdım. Ellerini iki yana açıp, “Tamam, haklısın,” dedi. Bardağındaki alkolü hızlıca midesine gönderip bardağı aynı benim gibi kirişe koydu. Bir iki adım daha attığında artık yakınımdaydı. Onu hiç mi hiç gözüm tutmamıştı.

“Oğuz her ne yapmışsa haklı, güzel kadınsın.” Kaşlarım çatıldı yeniden. Burada daha fazla durmak istemediğimden yeniden gitmek için hamle yaptım ve yine engellendim.

“Eğer beni rahat bırakmazsan herkesi başımıza toplarım.” Güldü.

“Hoppala, bir şey mi yaptık sanki? Dur bir dakika!” Onu dinlemedim ve yanından çekip gittim. Kapıdan çıkmadan evvel gülüşünü duydum sadece. Bu erkekler hep böyle miydi diye düşünmeden edemedim.

...

Yatağa uzanıp meali elime aldım. Kaldığım yerden okumaya başladım. Dün itibari ile baştan okuma kararı almıştım ve bu bende nasıl bir etki bırakacaktı bakacaktım. Zaman geçtikçe okuduğum her ayette İslam’a karşı büyük merak içinde oluyordum. Hacı amca sadece meali okumamam gerektiğini aklımı kurcalayan yerlerde verdiği tefsiri okumamı istemişti. Haklıydı sanırım, aklıma takılan yerde tefsire bakmam aklımı kurcalayan yerleri rahatlatıyordu. Kaldığım ayeti okuduğumda duraksadım.

O'dur ki yeryüzünde bulunan her şeyi sizin için yarattı. Sonra iradesi yukarıya yönelip orayı da yedi gök hâlinde sağlamca nizama koydu. O her şeyi hakkıyla bilir. (Bakara/29)

Bu aralar sadece bu konu üzerinde kendi kendimle tartışmaya giriyordum. Neden bunları bana söylememişlerdi, neden bu inançla yaşayıp bu inanç fıtratını bana aşılamışlardı? Kendimle çelişkiye düşüyor, zihnimin bulanıklığını arındıramıyordum. Kitabı kapatıp bilgisayardan internete girdim. Varoluşla ilgili bilgiler edinmeye başladım. Her şey aynıydı ve çoğu inanış bunun gereğinden bahsediyordu. Bazı sitelerde ise bunun yanıltıcılığını ele alıyordu. Kendimi bunun için farklı metotlara yönlendirmekten başka çare yoktu. İnternete güvenemezdim. İnternete güvenirsem bir arpa boyu yol ancak giderdim.

İçeriye giren kişiyle kitabı saklama çabalarına girsem de Oğuz'un fark etmesi saklamamın geç olduğunu gösterdi. Hızla kitabı elimden alıp baktı, korku ve öfkenin birleşimiyle ne yapacağımı bilemez duruma geldim. Bana sertçe bakmasıyla beraber, "Ne bu?" dedi öfkeyle. Sesindeki asabiyet ürkmeme neden olurken benimde ondan farkım yoktu. Hızla elinden kitabı aldıktan sonra, "Sana ne!" diye bağırdım aynı şekilde. Ona tahammül edemiyordum artık. Ne zaman köşe bucak kaçsam yine onu dibimde buluyordum. Verdiğim ters cevapla ellerini saçlarının arasından geçirip, "Ne demek oluyor bu Aymira?" diye sordu. Sert üslubuna karşın bir şey diyemeden devam etti. "Sen şimdi bunlara mı özenmeye başladın?" Bu nasıl ithamdı böyle? Özenmek ne demekti, nasıl böyle bir şey diyebilirdi?

"Bu seni ilgilendirmez." Kitabı geri yerine koyunca kolumu tutup kendine çekti. Tuttuğu yer öfkesini çıkardığı yerdi. Öyle sert tutuyordu ki onu ilk defa böyle görüyordum.

"Onun için değil mi?" Yaptığı imanın altındaki gerçeği nereden öğrendiğini bilmesem de sustum. Kaşlarımı şaşkınlıkla araladığımda dediklerine bir anlam yüklememek istedim fakat olanaksızdı. O her şeyin farkındaydı.

"Bu ne demek?" dedim tiz sesle. Farklı bir gülüş sergilediğinde hiç iyi şeyler olacağını sanmıyordum. Adımlarını dibimde bitirip yüzüme doğru eğildi. Nefesinin bertaraf ettiği yüzüm sigara kokusundan ötürü buruştu.

"O serseriyi bilmiyorum sanma, en küçük ayrıntısına kadar araştırdım." Gözlerimi irileştirip baktım, bu adam kesinlikle normal olamazdı.

"Sen hastasın," dedim. Önce bakışlarını yüzümde gezdirdi ardından dudağının kenarını kıvırdı. "Beni hafife alıyorsun sadece, senin böyle tavrın beni farklı yollara yöneltiyor bil istiyorum." Son kez bakıp odadan çıktı. Benim bilmediğim, onu bu kadar görmezden geldiğim duruma bir anlam yükleyemiyordum. Oğuz sandığımdan da tehlikeliydi, onu hafife almam benim aptallığımdı.

...

O gün, belki de o gece beni böyle bir sebebe sürükleyen geceydi. Belki de gece gözlü dediğim adamın asıl karanlığına kendim kendimi sürüklemiştim. Kendime yetersizdim, bir bakışın karşısında yenilecek kadar iradesiz ve güçsüzdüm. İlkti benim için bu hisler, ben daha önce böyle olmamıştım ki. Bir insana yenilecek kadar güçsüzleşmemiştim. İmkânsızlıkla boğulacak kadar nedensiz değildim.

Ben bir sevdaya kendimi kaptıracak kişi değildim. Ben yüreğimde bencildim. Şu an ise gönlümün feryadında kıvranıyordum. Kaç gece geçmişti ya da kaç dakikayı sayar olmuştum. Belki bir ay belki de iki ay... Kendimi yok saydığım olağanca günlerin hapsindeydim. Kimi abarttın derken ben kendimden habersizdim. Göründüğüm gibi değildim, kalbimi ve mantığımı görünüşümün ardında bırakmıştım. Yandıkça yandım, bittikçe bittim... Kimine göre kendi kafama buyruktum, bilakis ben gönlüme buyruktum. Söküp atamadığım duygularıma buyruktum. Ne kadar iradesizliğimden yakınsam da elimde olmayan bir hisle mücadele ediyordum.

Mutluluk bu kadar zor olamazdı biliyorum. Kendi fıtratıma ters düşmüştüm, yeni arayışlar benim vuslatım olacaktı biliyordum. Alaycı gülüşlere rağmen, yeni gülüşlere adım atacaktım. Ben eski Aymira olmayacaktım. Belki de zor olacaktı, birden olmayacaktı ama bir şekilde olacaktı.

Düşüncelerimin beni boğduğunu hissettiğimde artık bir şeyler yapma gereği duydum. Yataktan kalkıp üzerime giyinmek için birkaç kıyafet ayarladım. Kendime çeki düzen verip üzerimi giyindim. Odadan çıktığımda evin sessizliği karşılamıştı beni, Oğuz evde değildi anlaşılan. Portmantoluktan ceketimi ve çantamı alıp çıktım. Temiz havayı içime teneffüs ettikten sonra arabaya binip rotamı Ruman'ın evine çevirdim. Biraz uzak kalıyordu Ruman'ın evi.

Güneşin camdan yansıması ile güneş gözlüğümü taktım. Yollar yine trafiğiyle meşguldü. Üst geçişler yine tıklım tıklım insanlarla, kaldırımlarda ise ya gezenler ya da ticaret yapanlar ile doluydu. Yeşil ışığın yanması ile trafik biraz daha açılmaya başladı ama yavaşlığımız yine ön plandaydı. Dört beş saatin ardından gelebilmiştim. Bu kadar mesafeyi gelmem delilik olsa da yüreğimdeki bu hissiyat beni buraya çekmişti.

Evin önüne geldiğimde duraksadım, girmeye cesaretim var mıydı bilmiyorum ama buna adım atmazsam daha cesaret bulamazdım. Kapı ziline bastığımda kapıyı açan annesi oldu. Beni tanımış olacak ki tebessümle karşılık verdi.

"Ruman evde miydi?" dedim ani ve çekingen sesle.

"İçeride canım, buyur geç." Başımı sallayıp ayakkabılarımı çıkardıktan sonra içeriye girdim. Nefesimin arasında duran titreme göğüs kafesimi sıkıştırıyordu. Ruman’a gelme sebebimi söylemem bu kadar zor olmamalıydı. Cesaretsizliğim beni ürkek kılıyordu.

"Haber vereyim istersen."

"Yok, ben yanına geçerim," dediğimde anlayışla başını sallayıp salona geri döndü. Ruman'ın kapısının önüne geldiğimde aralık kapının ardından gelen sese odaklandım. Önce Kur'an okuyup peşinden mealini okudu. Hatta sonra başka bir kitap açıp okuduğu ayet hakkında yazılan bilgi tarzı bir şeyleri de okumayı ihmal etmedi. İçeriye girmek yerine onları dinlemeyi tercih ettim. Yanında başka biri daha vardı, beraber bu konu üzerinde bir şeyler konuşuyorlar, birbirlerine danışıyorlardı.

Annesini gördüm, bana bakmak için gelmiş olmalıydı. Gülümsedi. Yanıma gelip sırtımı sıvazladı. Rahatlamam adına gözlerini kapatıp açması “Seni anlıyorum” der gibiydi.

“Hadi korkmada gir içeriye.” Dediğini yaptım. Kapıyı tıklattıktan sonra sesini duymamla içeriye girdim. Ruman beni gördüğünde mutlu olmuşçasına gülümsedi. Yanlarına gidip önce Ruman'a sarılıp diğer kızla da sarıldım, daha doğrusu o bana sarılmıştı. Diğer kızda kapalıydı.

"Rahatsız etmedim umarım?"

"Olur mu öyle şey, biz günlük yapmamız gereken sohbetleri yapıyorduk." Merakla ellerindekine bakıp, "Ben de dâhil olabilir miyim?" dedim. Kendime şaşırdım kısa bir an. Ruman dediklerime sevinip heyecanla, "Tabii ki," dedi. Gözleri parladı, ona bir anda böyle bir teklif yapmam hâliyle de şaşırttı. Bir adım atmak bu kadar zorken ne yapacaktım bilmiyordum. Onlar konuşurken okuduklarını dinliyor, dinledikçe daha çok merak ediyordum.

Ruman'ın yanına daha çok yaklaşıp okuduğu kitaba göz gezdirmeye başladım. Ruman heyecanla benden bir tepki bekliyordu. Dolu gözlerle gözlerine baktığımda elimi kavradı. Bana cesaret vermek isterken benim bu çekingenliğim oldukça saçmaydı. Yapamıyordum, boğuluyordum sanki. Hatta onlar konuşurken odanın bu havası beni boğuyordu. Bu benim hazır olduğum durum değildi, şimdi değildi en azından. Hızla yerimden doğrulup hızla berjerde duran çantamı almam kaçışıma ön ayaktı. Adımlarım geride kalmamı hükmetse de zihnim karmakarışıktı. Buraya gelmekle hata etmiştim. Ruman benim kalkmamla yerinden doğruldu. Elindeki kitabı masaya koyup peşimden gelmeye başladı. Yaşadığım dilemmada benden umut beklesin istemiyordum. Çok istiyordu ama ben istemiyordum. Yapamıyordum, kabullenemediğim nedenler sıralıydı zihnimde.

"Aymira!" dedi sanki gitmemi istemezcesine. Sesinin hengâmesinde kayboluyordum ama kendimi bir türü buna alıştıramıyordum. Korkaktım, fazlasıyla da güçsüz... "Gitme, sen buna hazırsın."

Ona dönmeden konuştum usulca. Sesimdeki bu meyusluk, içimde büyüyen bu canhıraş bitmek bilmiyordu. "Yapamıyorum," dedim adımlarımı kapıya çevirerek. “Buna engel olan bir durum var, neyin kavgasını yaşıyorum bilmiyorum ama sanki ölecek gibi hissediyorum."

Konuşsam da acı çekiyordum. Akabinde ardıma dönüp gözyaşlarımı saklamadan, utanmadan yüzüne baktım. Böyle olmamalıydım, kararımın arkasından ağlamakta neyin nesiydi ki ben bundan vazgeçemiyordum.

“Ben hep dinlerim seni. Anlat bana, korkularınla beraber başa çıkalım.” Başımı iki yana salladım. Yükümü kimseye reva göremezdim.

"Biliyorum," dedim usulca. “Ama zaman beni kuşattığında yine aynı yerde mi olurum bilmiyorum.” Yanıma daha çok yaklaşıp sıkıca sarıldı. Saçlarımı okşadı şefkatle öptü. Sanki bir kardeşti ya da kardeşten öte bir yakınım. Ne kadar çok isterdim kollarının arasında olmam gereken kişinin annem olmasını. Ama ben annem tarafından yok sayılmıştım.

"Teşekkür ederim Ruman." Dediklerim ile daha çok sarıldı. Saçlarımın arasında ıslaklık hissettiğimde başımı kaldırdım. Ruman'ın gözünden akan yaş beni şaşırttı. Alışkın değildim ben böyle sevgiye. Belki de kaçışımın nedeni bu inançlar değildi, bu boşlukta göremediğim sevgisizliktendi. Eğer bu inancı kabul edersem hayatımda kimse kalmazdı.

"Üzülme, sen bir gün mutlu olacak yolu bulacaksın." Zoraki şekilde gülümseyip minnetle başımı salladım.

"Ben bir gün acılarımla öleceğim." Dediklerimle kaşları çatıldı. Bir müddet sessizleşip, nefesini sertçe soludu. İkimizde susmuştuk oysa. Ne ben kendime bir söz bulabiliyordum ne de Ruman.

...

Oğuz'la aramız günden güne daha kötüye gidiyordu, ben onun nefretimle canını yakıyordum o ise benim canımı sözleriyle... Bu gece annemlerde misafirdik. Beraber yemek masasına geçip oturduk. Sessizce başladığımız yemek faslı Oğuz'la babamın sohbetiyle sessizliğinden sıyrıldı. Annemim gözleri ise benim üzerimdeydi. Onlar iş konuşurken annem ise onlara arada dâhil oluyor yine benden mesafesini koruyordu, neden böyle yapıyordu onu da bilmiyordum.

"Şirkete dönecek misin?" Babamın sorusuyla tabakta olan bakışlarım ona çevrildi.

"Gelirim," dedim mesafeli sesle. Başka bir şey demek istemiyordum ona karşı, içimden gelmiyordu. Yüreğime çöreklenen bu ilişki hepimizi bertaraf ediyordu. O da bir şey demeden tabağına geri döndü.

Yemeğimizi yedikten sonra hep beraber salona geçtik. Onlar sohbete dalarken ben de çoktandır girmediğim odama yol aldım. Kapıyı açıp içeriye girdiğimde içeride temizlik malzemelerinin kokusundan başka bir kokuya denk gelemedim. Son bıraktığım gibi duruyordu oda. Yavaşça yürüyüp yatağa oturdum, kendimi ait hissedemesem de özlüyordum nedense. Gözlerimi usulca yumdum, zihnimin derin köşesine ulaştım. Anılar canlanıyordu her bir yumuşumda. Kulağıma ilişen topuk sesleri ile gözlerimi araladım. Annemin silueti tam da karşımdaydı ve bana belli belirsiz bir sitemle bakıyordu.

"Bu aralar çok değiştin Aymira; uzaksın, soğuksun ve hırçınsın..." Ayağa kalkıp tam dibinde durdum, gözlerine bakıp beni anlamasını bekledim ama ondan beklentim ancak beni yoruyordu. Oysa onlardan uzaklaşmamı kendileri sağlamıştı. Annem hep kendini haklı gören taraftı. Benim hissettiklerim zerre umurunda değildi.

"Neden anne, düşündün mü bunu?" Başını yana eğip dudağını düz çizgi haline getirdi. Saçımdan bir tutam alıp parmakları arasında dolandırdı. Oysa biraz olsun üzülsün istedim, bana anlayışla baksın istedim ama olmuyordu. Annemin olduğu yerde sevgi beklemek evin önüne yağan karı temizlemek kadar yorucu ve boştu.

"Bunun cevabını sen verirsin diye düşünüyorum." Dedikleriyle kahkaha attım. Annemde değişen tek bir şey yoktu. Nasıl bıraktıysam onu, o yine aynı annemdi. Ne o beni anlıyordu ne de ben onu anlamak için çaba içerisindeydim. Karşımdaki annem miydi bilmiyordum, tavırları beni ondan uzaklaştırıyordu.

"Kızın olarak şefkatine muhtacım, sevgine ihtiyacım var ama sen bana uzaksın anne, bir yabancı gibi uzak." Dudaklarını dişleyip alnını hafifçe ufaladı. Bana bakmak istemiyor gibi bakışlarını özenle başka yöne çevirdi.

"Tek suçlu sensin anne diyorsun yani öyle mi?"

"Sen ve babam," dedim cesaretle. "İkiniz de suçlusunuz." Dudağını büzüp, "Bencilsin!" dedi. Dediklerine öfkelenip kaşlarımı çattım. "Bencilsin Aymira! Her dediğini, her istediğini almadık mı sana? Ne dedin de yapmadık?" Damarıma basmışçasına elimdeki telefonu yere çarptım. Dolmuştum artık, tutamıyordum içimde dolan öfkeyi. Ben, bencil değildim. Sadece onların yüreğindeki sıcaklığa muhtaçtım. Sinirle masanın üzerinde ne kadar eşya varsa tek tek fırlatmaya başladım.

"Bunları mı aldınız ha, bunlarla mı beni tatmin etmeye çalıştınız?" Sesim öfkeyle çıktı, ilk defa bu kadar öfkelendiğimi hatırlıyordum. Bunu bana demeleri ne ifade etmişse öyle öfkeliydim. Hiçbir şeyin telafisi yoktu artık. Zamanında istediklerimi artık istemiyordum.

"Dur Aymira, sakin ol kızım." Durmamaya özen gösterircesine hem bağırıyor hem de ne kadar eşya varsa yerle bir ediyordum. Köşede paramparça olmuş bardak kadar tuzla buzdu kalbim. Canım öyle bir yanıyordu ki bunu annem asla göremiyordu.

"İstediğiniz olmadı anne, bana her şeyi aldınız ama beni sevmediniz." Sesim gittikçe güçsüzleşiyor ama bağırmaktan da vazgeçmiyordum. "Bunlarla bana anne baba mı oldunuz söylesene? Bunlarla mı söylesene! Ölüyorum anne, günden güne yok oluyorum görmüyor musun?" İçeriye babamla Oğuz girdiğinde onlarında yüzünde aynı şaşkınlık vardı. Babama gözleri dolu dolu baktım. O da annem gibiydi. O, farklıydı oysa benim gözümde. O, hep benim için özeldi. Şimdi ise anneme benzeyerek kendini benden uzaklaştırmıştı.

"Ya sen baba, en son ne zaman içtenlikle sevdin beni, ne zaman baba şefkati verdin." Hıçkırıklarım odayı doldurmaya başladı ve ben ağlayarak kendimi dahi rahatlatamıyordum. Odanın içinde çırpınışlarım ve etrafımda bana sakin olmamı söyleyen insanlar; o insanlar sözde benim ailemdi.

Artık gücüm kalmamışçasına dizlerimin üzerine çöktüm. Babam yanıma gelip başımı göğsüne yasladı. Saçlarımın arasını öpüp okşamaya başladı. Bu yaramı sarmıyordu ki. Geç kalmışlardı. Ben bunu yıllarca beklerken büyüyen yaramın neresini saracaklardı? Ondan uzaklaşarak, "Uzak durun benden," dedim. Şaşkınlık yerleşti yüzüne. Elini uzattığında durmasını işaret ettim. Başımı iki yana sallayıp gözlerine baktım. Babam bildiğim benim yok oluşumu seyrediyordu. Ona bunu sunan kendisiydi, gösteren ise bendim.

"Beni düşünüyormuş gibi yapmayın.” Öfkem bitmeyecekti, bu tavırlarıyla gardımı hiçbir zaman indirmeyecektim. Acıyla bütünleşmiştim ve o acı benim hayatımın bir parçası olacaktı. Bundan sonra onlardan bir beklentim yoktu. Bana nasıl bu hayatı reva görmüşlerse onlara aynı karşılığı verecektim. Olduğum yerden doğrulup odadan çıktım. Arkamdan baktıklarını hissetsem de arkamı dönüp bakmadım hiçbirine. Hızlıca merdivenlerden inip kapıyı açtığımda, kolumda hissettiğim elle olduğum yerde duraksadım. Elin sahibine baktım ve Oğuz'un duygusuz bakışına denk geldim. Bu hayatın en dibine çekileceksem onu da çekecektim. Hayatımla oynadıkları kumarın kaybedeni olacaktı.

"Nereye?" Kolumu elinden hızla çekip, "Sana ne!" diyerek bağırdım. Bakışlarımdaki nefreti gördüğü kadar acıyı da pek ala görüyordu. "Beni rahat bırak Oğuz!" Başka bir şey demesine fırsat vermeden koşarak evden uzaklaştım. Bilmem ne zaman gelecektim bir daha buraya!

Geldiğim yer sahil oldu. Koşarak geldiğim yol, denizin kenarında son buldu. Denize bakıp öfkeyle bağırmaya başladım. Sadece bağırdım, hiçbir söz söylemeden canhıraşla haykırdım. Bağırmak, sesimin yankısıyla burayı alt üst etmek istiyordum. Yıkılsındı beni anlamayan yerler, yıkılsındı kalbimdeki taşlaşmış inançlar.

Sahildeki kuma doğru yürüyüp ayaklarımı sığ denize soktum. Karanlığın ardına saklanmış ayın güzelliği denize yansımıştı. Bir umuttu bu gördüklerim, umut her zaman olmalıydı. Umut var mıydı sahi? Yoksa ben mi kaybetmiştim yüreğimde biriken umutları?

"Çok canım yanıyor." Fısıltıdan ibaret sesim berbat bir hâl aldı. Neyi yaşadığım, neler yaşayacağım bu fısıltıya sığınıyordu. Ben yaşadıklarıma hüküm çıkaramıyordum artık. Yaşadıklarımda kendimi kaybetmişken tekrar bulabilir miydim?

“Artık bitsin istiyorum.” Bağırdım. Gecenin karanlığında yansıyan ay ışığına baktım. “Ne yapacağımı bilmiyorum.” Titredi sesim. Diz çöktüm. Üzerimin ıslanması yüreğimdeki yanan ateşe daha fazla katık oluyor gibiydi.

“Bir yol bulmam lazım artık. Kurtulmam gereken yerde ölmek istemem çok mu?” İki büklüm oldum. Bir süre ağlamam kendi hesaplaşmama karıştı. Yol yoktu, bir adım atsam uçurumdu. Düştükçe ölemiyordum, daha fazla yaralanıyor kırılan kolum kanadım oluyordu.

“Artık bir işaret ver. Var mısın?” Başım gökyüzünü buldu. Oysa Ruman bana O’nu andığında varlığını hissedeceğimi söylemişti. İnanmak istiyordum, O’nu hissetmek istiyordum. Gözlerim kapandı. Dakikaların verdiği hissizlik bitmişken üşümeye başlamıştım. Artık ağlamıyordum. Uyuşmuş gibiydim. Beynimde yankılanan o düşüncelerin yerini boşluk almıştı. Pimi çekilmeye hazır bir bomba gibiydim. Her an patlayabilir, sonumu düşünmeden o uçurumdan atlayabilirdim.

“Neden ben hissedemiyorum Sen’i… Bak görmüyor musun ölüyorum!” Hıçkırıklarım çoğaldı. Karanlığın nezdinde bir ay ışığı aradım ama yoktu.

Oturduğum yerden kalktım. Yine bir şeyleri yoluna koyamadan geri dönecektim. Adımlarımı ileriye çevirdiğimde karşımda gördüğüm siluet beni olduğum yere sabitledi. Ne gidebiliyordum ne de kalıp tam karşısında durabiliyordum. O da bütün heybetiyle bana bakıyordu. Bütün yüküm şu anda daha fazla dibe batmışken, neden böyle olduğunu bilmediğim hırçın dalgalarım dinmiş gibiydi. Nefes alış verişlerim düzensizleşti. Daha kendimle yeni hesaplaşırken şimdi hangi biriyle yüzleşecektim. Yanına doğru adımladım, o da bana yaklaştı. Ayak uçlarının dibinde durdum. Hiçbir mesafe yoktu şu an. Neden beni gördüğü gibi gitmemişti de onu görmeme izin vermişti? Gözükmeseydi ya, tekrar tekrar dağlamasaydı kalbimi. Yaşlı gözlerim bir saniye ayrılmadı yüzünden. O kadar derindi ki bakışlarım, ona karşı kırgınlığımı o da fazlasıyla anladı. Oysa ona bakmaya kıyamazdım ki? Gözlerine baksam şahlanırdı kalbim. İsmini duysam dünyalara sığmazdım.

Titredi göz bebeklerim. Ağlamamak için direndim. Dudaklarımı birbirine bastırıp kendimi sıktım. Gitmedi. İlk defa benden kaçmıyor, ilk defa arkasını dönüp gitmiyordu. Gözleri nedensizce buğulandı, bana bakmıyordu ama küçük bir an yakaladım onun en derin yanından. Benimle karşılaştığı için şaşkındı ama onun burada ne kadar kaldığını bilmiyordum. Belki de haykırışlarımı duymuştu. Duymuş olmalıydı ki bana tuhaf bakıyordu. Hatta kaşları çatıldı, ne düşündüğünü bilecek kadar anladım onu.

"Neden karşımdasın?" Hesap sorsam da sesim öfkeden uzaktı. “Seni görüp yeniden acınacak hâle düşeyim diye mi?” Sözlerimin hissizliği vardı. Oysa tek aradığım oydu. Şimdi tutsa elimi beni çekse bu hayattan kabul eder miydim bilmiyordum? Özlemiştim onsuzluğun bunca zamanını. Kırgınken bile ne hissedeceğimi bilemez hâldeydim. Ona hasretim dağ gibi büyümüştü; ona kızamıyor, ona nefret besleyemiyordum. Biliyordum bu yaptığım saçmaydı ama ben ona karşı saçmalamayı seviyordum.

“Acınacak hâlde olan sen değilsin. Sana gerçekleri anlatabilseydim keşke.” Buruk bir tebessüm belirdi dudaklarımda. Keşkelerin yeri yoktu. Keşkeler geride kalmıştı. Her şey nasıl da mahvolmuştu, en çok da ben…

“Keşkeler ziyan etmedi mi bizi?” Onayladı. Benimle burada konuşması bile ona göre saçmaydı. Bu kadar zaman ona bakmama izin vermesi bile şaşkınlığa şayandı. Histerik bakışımı üzerine odakladım. Değişmişti, bilmediğim bir dağılmışlığı vardı. Oysa o bakımlı biriydi ve bu gece onun ilk defa böyle görmüştüm.

"Neden gittin?" dedim sesimin tizinde öfke ve hasretle. Ellerini sıktığını fark ettim, beni görmezden geliyordu ama bakışlarında bana dair kırıntılar vardı. Ellerinden çektim bakışlarımı ve yeniden baktım kuzgunilerine. Tek bir kelimenin ne kadar hükmü vardı aramızda böyle. Oysa onu dinlemekle dinlememek arasındaki o ince çizgide hırpalanıyordum.

"Susma!" dedim titreyen sesimle. Kahretsin ki titriyordu sesim. O yine susuyordu ve ben buna sinirleniyordum. Başı yerdeydi ama sanki bana bakmak için can atıyormuş gibiydi. "Sana susma diyorum." Bağırdım, elimde olsa onu yumruklayabilirdim. Elimde olsa sarılırdım da. Nasıl bir gururum vardı ki olanlardan sonra onun konuşmasını istiyordum. Ama bu sefer gururumu ayaklar altına almayacaktım, gerekirse onu hayatımdan def edecektim. Tahammülüm kalmamıştı hiçbir şeye…

‘Kalbim, nasıl seviyorsun da kendine bu eziyeti çektiriyorsun.’

"Sorunun cevabını biliyorsun Aymira?" Güldüm, dudaklarımın arasından berbat bir kahkaha çıktı. Bildiğim cevaplardan nefret ediyordum. Bilmediğim çok şey vardı oysa, o bilmediklerimin yarısı Hamza'daydı.

Kahkaham ağlamaya dönüştüğünde, "Biliyorum," dedim. "Lakin bu beni öldürüyor." Bu asla kendimi acındırmak değildi. Sadece ona karşı dürüst olmayı istiyordum. Bu dediklerim ona ne ifade ederdi bilmiyordum ama gözlerinin dolduğunu fark ettim. Titreyen gözbebeklerini gözlerimde gezdirdi. Yapamıyordu, bana bakamıyordu. Bu gece bari baksın istedim. Bunca olanların ardından beni olanlardan kurtarsın istedim. Yüzsüzlüğümü hiçe sayıp sarılmak istedim. Yapamadım. Ona çok kırgın, çok kızgındım.

"Sana karşı savunmasızım, seni kendimden uzak tutamıyorum bile ve sen benim yüzümden bu hâle düştükçe asıl dayanılmaz bir durumun içinde olan benim." Sözlerindeki acı tesir başımın iki yana sallanmasına neden oldu. Sertçe yutkunup, “Tutuyorsun,” dedim. “Seni yok sayamadığımın tek kanıtısın.” Eliyle ensesini ufalayıp, “Şu an seni de yok sayamamakta mı buna dâhil?” deyip ilk defa bu kadar açıkça konuştu. Ama ben, bu umuda ket vurdum. Bana acıyordu şu an. Bunu istemiyordum. Ona dürüst olduğum gibi o da bana olsun istiyordum. “Ben isteklerime göre değil İslam’ın bana nasıl davranmamı söylediği gibi yaşıyorum Aymira.”

“Biliyorum,” dedim umutsuzca. “Artık çok iyi biliyorum.”

"Üzgünüm, bu yüzden sana ne dersem diyeyim sözlerim hep yarım kalacak." Sözlerinin ardından yanağına doğru gözyaşı süzüldü. Ağlıyor muydu yani? Ama neden? Beni sevmeyen bir adam neden benim için üzülürdü ki?

"En azından başka bir el tutmasaydın, başka birinin gözlerine bakmasaydın. Ben buna da razıydım."

"İleride beni anlayacaksın Aymira. Ne hâlde olduğumu anlayacaksın." Dudaklarımı birbirine bastırıp çıkacak hıçkırığı acımasızca engelledim. Ağlarsam daha fazla yakardım canımı. Ağlamadım. Hem artık hiçbir şey değişmeyecekti. O olmayacaktı, o gelmeyecekti. O artık tamamen bende kalmış kilitli bir kutu olarak kalacaktı.

"Ağlama." Bunu diyen oydu, sesindeki ürpertici tını 'kes, yeter' der gibiydi.

"Neden geldin?" dedim ona git dercesine. "Alışmıştım sensizliğe, neden gelip seninle aç ruhumu tekrar seninle doyurdun, sana aç ruhum açlığa alışmıştı oysa." Ellerini saçlarının arasından geçirdi, sertçe nefesini geri bırakıp gözlerini usulca kapattı. Onun hareketlerini izlemenin eziyetinde kıvranıyordum. Bana hayatımın en büyük intiharını yaşatıyordu her yanımda oluşunda, şimdi ise yeniden düştüğüm yerden kaldıran o olmuyor, kendim kendimin el uzatanı oluyordum. Benim hislerimin katili oyken yine onu suçlayamıyordum.

"Ruhun benimle doymamalı Aymira, sen ruhunu doyurduğun zaman bana dair umut edilecek yanın olmayacak."

"Git," dedim bağırarak. "Git Hamza, git ve bir daha gelme." Hızla bana baktı. Koyulaşmış gözlerindeki yaş bir kere daha aktı. Ben artık kimseye tahammül edemiyordum. Bunu bekliyormuşçasına adımlarını uzaklaştırdı benden. O benden uzaklaştıkça bağırmaya başladım. Sesim artık ona ulaşamıyordu.

"Seni hiçbir zaman affetmeyeceğim Hamza Atay, bir gün sana dair hiçbir umutlarım olmayacak." Ardından bağırdığımda son kez bana baktı. Son kez ve son kez... Yine gidecekti biliyorum, onu sevmeme izin vermeden beni yine terk edecekti. Ona dönecek ben yine onsuzlukla mücadele edecektim.

Loading...
0%