@rumeysadoganm
|
Sabahtan beri çıkmadığım yataktan kalkarak banyoya ilerledim. Dün geceden beri sersem gibiydim. Kendimi toparlamalı, dün geceden kalan acı hatıraları silmeliydim. Elimi yüzümü yıkayarak banyodan çıktım. Acıkmıştım lakin kahvaltı yapmak istemiyordum. Gizem’le Barış’ta aramış kahvaltı yapalım demişlerdi ama onlarla şu an görüşmek istemiyordum. Hatta son zamanlarda herkesle arama mesafe koymuştum. Üzerimi giyindiğimde aklıma gelenle meali dolaptan çıkarıp çantama koydum. Belki kendime gelmemde bu kitap bana yardımcı olacaktı. En azından sakin kafayla bir yerlerde oturup bu kitabı okumalıydım. Arabaya binip sakin kalabileceğim açık alan bulma derdindeydim. Aslında camiye gitme gibi bir düşüncem vardı. Yine o imamı dinlemek istesem de Hamza’yı görürüm diye vazgeçtim. Ona uzak kalacaktım. Buna artık emindim. Sahile yakın olan yerdeki park aklıma gelince rotamı oraya yönlendirdim. Yol kenarındaki bir kafeden kahve alıp tekrar yola düştüm. En azından aç olan midemi bastırırdı. Arabayı bir köşede durdurup parka doğru yürümeye başladım. Büyük bir ağacın dibine oturup bağdaş kurdum. Çantadan kitabı çıkarıp kaldığım yerden okumaya devam ettim, şimdiden heyecanlandığımı hissediyordum. Sanırım ben bu durumla mutlu olmaya başlamıştım. Ne olursa olsun kalbimde bir yerde sıcacık olan bir his vardı ve ben o hissi seviyordum. Epey bir sayfa okudum ve son okuduğum yeri birkaç kez tekrarladım: “Arş'ı taşıyanlar ve onun çevresinde bulunanlar (melekler) Rablerini hamt ederek tespih ederler, O'na inanırlar ve inananlar için (şöyle diyerek) bağışlanma dilerler: "Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tövbe eden ve senin yoluna uyanları bağışla ve onları cehennem azabından koru. Ey Rabbimiz! Onları da, onların babalarından, eşlerinden ve soylarından iyi olanları da, kendilerine vaat ettiğin Adn cennetlerine koy. Şüphesiz sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin." (Mümin suresi 7. / 8. Ayet) "Âmin." Duyduğum sesle başımı yan tarafa çevirdim. Aynı benim gibi bağdaş kurmuş kapalı bir kızla göz göze geldim. Ne ara yanıma oturduğunu bilmezken sorgulayıcı ifadem yüzünde dolaştı. "Efendim?" dedim anlamazlığa vurarak. Dediğim ile daha çok gülümsedi. Kaşlarımı aralayıp dudağımı büzdüm. "Ne güzel, meal okudunuz ben de sizi dinledim." Bomboş şekilde yüzüne baktım. Meale bakıp, “Sanırım sık sık okuyorsunuz,” deyince başımı iki yana salladım. "Hayır,” dedim bunlara inanmıyorum manasında. Hatta ses tonum bunu alenen ortaya koyuyordu. O da bunu anlayacak ki, dediklerim onu bozmadı bilakis daha çok gülümsetti. Neden ona bundan bahsetmiştim bilmiyorum fakat benim saklayacak ne gibi bir hayatım olabilirdi ki. Belki de onu böyle gördüğümden, onun diyeceklerine ihtiyacım olduğundan böyle konuşmuştum. "Neden?" Sorduğu soruyla çekimserlik oluştu. O bana, ben de ona baktım. Ben ne kadar gerginsem o, o kadar rahat duruyordu. Tereddütle baktım yüzüne. Kitaba kısacık bakıp, "Bilmiyorum," dedim. "Anlamaya çalışıyorum sadece." Ya da konuşacak bir sözüm yoktu. Sadece dilime ne geliyorsa aktarıyordum. Gülümsemesini çoğalttı. O bana baktıkça verdiğim cevaptan utandım. Böyle hissettikçe de bir şeylerin yanlış gittiğini düşündüm. Ne saçmalıyordum ben? Kendimi bu kadar berbat hissetmemeliydim değil mi? Yaptığım her şey beni başka yöne çekmemeliydim. “Aslında hepimiz okumuşuzdur bir kere.” Sanırım beni anlamamıştı. “İnanmadığım şeyi okumayı hiç düşünmedim.” Kaşları aralandı. Sanırım bu sözüm daha anlaşılır bir hâle geldi. Lakin soru sormadı. “Bu yönden düşünmemiştim.” Göz kırptı, ardından tebessümü genişledi. “Kendimi yanlış ifade etmiş olmamdandır. Sanırım sizin inançlarınızı benimseyemiyorum hâlâ.” "Sebebini aradın mı peki?" Omuzlarımı büyük bir yükle düşürdüm. "Sebeplerin hangi birini?" diyerek soru sormam ne kadar tatmin edebilirdi onu, ben bile bu çabayı kendimden oldukça uzaklaştırıyordum. Gülümsedi. Korkuyorum diyemiyordum, korktuğum o kadar durumun içinde cevabım kısacık oluyordu. İç çektim, bakışımı kitapla karşımdaki kız arasında dolandırdım. Bir nevi göz teması kurmuyordum. "Peki, kafana oturmayan ney?" Dudaklarından çıkan kelimeleri sakince dinledim. Normalde bu konuları konuşmazdım ama karşımdaki yabancı olunca pek gerilmedim. Sonuçta onu son kez görecektim ve kendimi geri tutmanın manası olmadığını düşündüm. Kitabı kapatıp dizimin üzerine koydum. Parmaklarım stresten birbirine kenetlendi. Dudağımın kenarını ısırıp bir süre sessiz kaldım, o da benden soru beklercesine bakmayı sürdürdü. Rüzgârdan dağılan saçımı toparlayıp ona baktım. Ona bu kadar açık olmak şaşırdığım durumdu. Hatta elimden gelmeyen bir durumdu bu. Sanki bunu ben değil bu aç ruhum istiyordu. "Her şey, görmediğim bir inanış ve bunda bizim yaratılışımız." Bu cevabı vereceğimi bekliyormuş gibi kendini biraz daha toparlayıp önüme gelerek oturdu. Çemberin daraldığı yerdeydim. Benim sözümün hükmü yoktu onda, onun sözünün hükmü geçerli olacak gibiydi. Zaten bunu istemiyor muydum? Hatta beni inandırmasını o kadar çok istiyordum ki ardı ardına sorular soruyordum. "Görmediğim bir şeye nasıl inanırım diyorsun, doğru mu?" Sorusuna başımı salladım. Anlayışla gülümsedi. Bana, sanki kendime sorduğum sorularla geliyordu. Dizimdeki kitabı alıp dikkatimi daha çok yoğunlaştırdı, ne yapacağını bilmez şekilde onu izlemeye koyuldum. "Adın neydi bu arada?" "Aymira..." "Ben de Meryem," deyip konuşmasına devam etti. "Bak Aymiracığım, bu gördüğün kitapta bir sanatkârlık var mı?" "Evet," deyip onayladım. Ardından devam etti. "Bir sanat varsa sanatkârda vardır, yani bir iş varsa işi yapanda vardır. Lakin senin yaratılışın bu cansız varlıktan daha üstün.” Haklı olduğuna kanaat getirircesine başımı salladım. Konuşmalarının detayları oldukça hoşuma gidiyordu.”Ve senin hayatın değersiz bir varlıktan çıkmaz.” Onayladım. "Çünkü sen hayat sahibisin. Vücudunda trilyon hücre var ve saniyede elli milyon tane geliyor elli milyon tane gidiyor. Sürekli bir yenilenme var ve vücudundaki organlara baktığın zaman en baştan gözlerinden konuşursak bir et parçasının görmesi bir sanat değil midir? O zaman mükemmel bir sanat varsa mükemmel bir sanatçı yok mudur?" Başımı salladığımda ardından sorduğu soruyla patlama yaşamıştım adeta. "Peki, bu sanatkâr kimdir?" "Bilmediğim bir cevabın ortasındayım şu an. Konuda bu olduğundan ya beni çıkmaza sokan...Siz tek bir yaratıcıdan bahsediyorsunuz ya başka bir yaratıcı varsa? Görünmeyen şeyi ispatlamak çok zor…" Beni yargılamadan dinlemesi oldukça hoşuma gitti. Anlattıkları ise bütün kuşkularımı dile getiriyordu, cevabı beni tatmin etmek zorundaydı. Buna ihtiyacım vardı çünkü ve bu ihtiyaca muhtaçtım. "Ben diyorum ki bir sanatkâr var sen evet diyorsun, kimdir diyorum bilinmezlikten bahsediyorsun. Acaba tabiat mı yaptı ya da tesadüf halinde mi biz böyle olduk ya da sebepler mi yaptı? Bir maddenin olması için ne lazım bir makine ya da bir alet lazım. Peki, bir göz ya da başka organların olması için ne lazım, vücuttaki elementlerin olması lazım değil mi? Bu böyle uzar gider. Evrim teorisine girersek ne sen çıkabilirsin bu konuda ne de ben." Dedikleri biraz daha merak uyandırıcıydı. Tekrar konuşmaya devam etti. "Bizi yaratabilecek kişinin görme, konuşma gibi sıfatı olabilmesi lazım veya güç kuvvet ve ilim sahibi birinin olması lazım. Bu tabiatta veya başka bir yerde var mı?" Başımı sallayıp gülümsedim, ne diyeceğimi bilemez duruma geldim. "Bilemiyorum," dedim gülerek. "Ama sen de kafamı karıştırdın. Sağdan soldan şuradan buradan girerek ne diyeceğimi bilmez duruma soktun." O da aynı şekilde gülüp eli ile kolumu sıvazladı. "Yoktur kardeşciğim, bizi yaratan kişinin dediğim gibi belli sıfatlara, hayat sahibi olması gerek. Ve ne tabiatta ne de başka bir yerde bulabilirsin. Anlaşılmışımdır umarım. Şimdi ne düşünüyorsun?" Sessiz kaldım. Aslında cevapları beni oldukça tatmin etti. Beni anladığından emin olan tavrı ile, "Sen bir şeylerden çekiniyorsun," dedi. İçimi okumuş gibi bana yaklaşımı ile, "Çekindiğim tek nokta hayatım, ailem ve yaşayışım," dedim. Şu an anlamıştım ki tek mesele buymuş. Tamamen yalnız ve kimsesiz kalmaktan korkuyordum. Oysa kalbim dediklerini inkâr etmedi, bilakis sıcacık olmamı sağladı. Başını usulca sallayıp beni anladığına dair ufak hareketlerde bulundu. Şu an kendimi hep arka plana attığımı fark ettim. "Sana Mus'ab bin Umeyr'in Müslüman oluşunu anlatayım ister misin?" Onaylarcasına başımı sallayıp tekrar anlatacaklarını dinlemeye başladım. "Mus'ab bin Umeyr, hem annesi hem de babası tarafından Kureyş'in asil ve zengin bir ailesine mensup biriydi. Zengin oldukları için gayet rahat bir hayat sürüyordu. Orta boylu, güzel yüzlü, nazik ve yumuşak huylu, son derece zeki idi. Güzel konuşurdu. Aklıselim sahibi olduğundan, putların bir fayda veya zarar veremeyeceğini bilir onlara tapılmasından nefret ederdi. Annesi tarafından en iyi şartlar altında refah ve bolluk içinde yetiştirilmişti. Güzel yüzlü ve zengin olduğundan Mekke halkı ona gıpta ile bakardı. Peygamber efendimiz bunun için, "Mekke'de Mus'ab'dan daha zarif, daha narin, daha güzel kimse yok idi. Saçları kıvrım kıvrımdı," buyurmuşlardır. Bütün bu rahatlığa rağmen kalbinde büyük bir boşluk hissediyordu, Mus'ab bin Umeyr. Bu maksatla sevgili Peygamberimizin bir merkez olarak seçtiği, İslam'ı anlattığı ve o zaman Mekke'de Müslümanların toplandığı Erkam bin Ebi'l-Erkam'ın evine gitti. Resûlullah’ı görür görmez Müslüman oldu. İslamiyet'i kabul ettiği an hayatı da birdenbire değişti. Eski servet ve zenginliğin yerini fakirlik aldı. Ailesinin sevgili oğullarına yapmadığı eziyet kalmadı. Onu dininden döndürmek için evlerindeki bir mahzene hapsederek günlerce aç ve susuz bıraktılar. Arabistan'ın yakıcı güneşi altında ağır ve tahammülü zor işkenceler yaptılar. Fakat Mus'ab bin Umeyr, bu ağır ve acımasız işkenceler karşısında sabır ve sebat göstererek asla İslâmiyet'ten dönmedi. Her seferinde bütün gücüyle haykırıyordu: "Allahtan başka tapılacak, ibadet edilecek ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O'nun peygamberidir." İslâmiyet'i kabul ettikten sonra Mekke'de sıkıntı ve işkencelere maruz kalan Mus'ab bin Umeyr, Resûlullah’ın izniyle iki defa Habeşistan'a hicret etti. Bir müddet orada kalıp, her türlü sıkıntıya katlandı. Daha sonra dönüp, Peygamberimizin yanına geldi. Onun bu gelişini Hazreti Ali şöyle anlatmıştır: Resûlullah ile oturuyorduk. Bu sırada Mus'ab bin Umeyr geldi. Üzerinde yamalı bir elbiseden başka giyeceği yoktu. Resûlullah onun bu hâlini görünce, mübarek gözleri yaşla doldu ve: "Kalbini Allahu Teâlâ'nın nurlandırdığı şu kimseye bakın! Anne ve babası onu en iyi yiyecek ve içeceklerle besliyorlardı. Allah için bunların hepsini terk etti. Allah ve Resulünün sevgisi, onu gördüğünüz hâle getirmiştir," buyurdu. Müşrik ordusundan İbn-i Kâmia adında biri Peygamberimize saldırırken, Mus'ab bin Umeyr onun karşısına çıktı. Bu müşrik, bir kılıç darbesiyle Mus'ab bin Umeyr'in sağ kolunu kesti. Mus'ab bunun üzerine sancağı derhâl sol eline aldı. Mus'ab o esnada; "Muhammed aleyhisselâm ancak resuldür. Ondan evvel daha nice peygamberler gelip geçmiştir" mealindeki Al-i İmran suresinin 144. ayet-i kerimesini okuyordu. İkinci bir darbe ile sol kolu da kesilince, sancağı kesik kollarıyla tutup göğsüne bastırdı ve yine aynı ayet-i kerimeyi okudu. Bu hâliyle kendini Peygamberimize siper yapan Mus'ab bin Umeyr'in üzerine hücum eden İbn-i Kâmia, vücuduna bir mızrak sapladı ve Mus'ab bin Umeyr yere yıkılıp şehit oldu. Mus'ab bin Umeyr zırh giydiği zaman, Peygamberimize benzediği için müşrikler onu şehit edince Peygamberimizi öldürdüklerini zannetmişlerdi. Hazret-i Mus'ab şehit olunca; onun suretinde bir melek, sancağı aldı. Mus'ab'ın şehit düştüğünden Resûlullah’ın henüz haberi olmamıştı. "İleri ey Mus'ab ileri!" diye sesleniyordu. Bunun üzerine bayrağı elinde tutan melek, geri dönüp Resûlullah efendimize; "Ben Mus'ab değilim," diye cevap verince, Resûlullah sancağı elinde tutanın melek olduğunu anladı. Bundan sonra Peygamberimiz sancağı Hazret-i Ali'ye verdi. Resûlullah efendimiz, Mus'ab bin Umeyr'i şehit olmuş görünce, başı ucuna dikilerek Ahzâb suresinden: "Müminlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allah'a verdikleri sözde sadakat gösterdiler. Onlardan bazıları şehit oluncaya kadar çarpışacağına dair yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehit olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler" mealindeki ayet-i kerimeyi okudu ve sonra şöyle buyurdu: "Allah'ın Resulü de şahittir ki, siz kıyamet günü Allah'ın huzurunda şehit olarak haşr olunacaksınız." Daha sonra yanındakilere dönüp; "Bunları ziyaret ediniz. Kendilerine selâm veriniz. Allahû Teâlâ'ya yemin ederim ki, kim bunlara bu dünyada selâm verirse, kıyamette bu aziz şehitler kendilerine mukabil selâm vereceklerdir," buyurdu. Daha sonra Mus'ab bin Umeyr'e kefen olarak bir şey bulunamamıştı. Mekke'nin en zengin iki ailesinden birinin çocuğu olan Mus'ab bin Umeyr'in örtünecek kefeni yoktu. Vücudu kaftanı ile ve ayak tarafı da otlarla örtülmek suretiyle defnedildi. Habbâb bin Eret der ki: Mus'ab bin Umeyr, Uhud'da şehit edilince, kendisini saracak kısa bir hırkadan başka bir şey bulunamadı. Hırkayı baş tarafına çektik, ayakları açıldı. Ayaklarına çektik, baş tarafı açıldı. Resûlullah bize: ‘Onu baş tarafına çekiniz! Ayaklarını otlarla kapatınız!’ buyurdu." Anlattıkları beni farklı şekilde etkiledi. Bunları duymak çok ağırdı, şimdi hangi yöne baksam aklımdaki soruların cevabıyla olduğum yere sığamayacaktım. Mus’ab bib Umeyr… Ne güzel insandı öyle. Ne ara ıslandığını fark etmediğim yanağımdaki gözyaşımı silip Meryem'e döndüm. Yüzünde hiç değişmeyen o ifade beni sıkıştıran bu duyguyu alıp götürüyordu. Büyük çantasından çıkardığı birkaç kitabı bana uzattığında kitaplara baktım. Dini konuları ele alan bir kitaptı. Kaşlarımı aralayarak elindeki kitaplara baktım. "Bunlar sende kalsın, sen bunlara bak birkaç gün düşün. Seni zorlamak istemiyorum. Sen zaten doğru yolu bulacaksın eminim." Kaşlarım aralandı. Bu bir davetti. Ruhuma iyi geleceğini fark ettiğim, beni baştan aşağı değiştirecek bir davet… Ben ona daha kabul edeceğime dair söz söylemezken o bana açıkça bu daveti sunmuştu. Peki, ben ne yapacaktım? Kitaba böyle uzun uzun bakarken almak için can atan ruhumu yok sayabilecek miydim? Sanırım yapamayacaktım. Göz göre göre bu daveti geri çevirmeyecektim. Kitapları alıp çantama koyduktan sonra, "Teşekkür ederim," dedim. Kuş gibi hafiflemiştim, şimdi asıl mesele benim bu sıkıştığım hayattan sağ salim kurtulmamdı. "Rica ederim. Hemen parkın sonundaki sağ tarafa düşen yolun sonunda binamız var, seni mutlaka oraya bekliyorum." Dediğini onaylayıp ayağa kalktım. Meryem'le vedalaştıktan sonra araba ileride duran arabama bindim. Bugün çok farklı bir an olmuştu benim için. Camideki hoca ile konuşmak isterken Meryem’le karşılaşmıştım. Sanki bunlar benim içindi. Sanki yolum bu yüzden camiden uzaklaşmıştı. ... Okuduğum kitaplar, araştırdığım din, tatmin olduğum cevaplar... Kalbim ısınmıştı İslam'a karşı, sadece aklımda putlaşan düşünceleri yıkmam gerekiyordu. Ailemi düşünmüyordum artık, inançlarımı onlardan saklamayacaktım. İslamiyet'e girince onlardan yana korkum olmayacaktı. Ki, bu yaşadıklarımdan ötürü onlar benim için korku alanıma girmiyordu. Kitabın kapağını kapatmamla beraber Oğuz içeriye girdi. Gördüğü kitaplarla kaşları çatıldığı gibi yüzünde ise belli belirsiz öfke peyda oldu. Kitabı elimden alıp birkaç saniye inceledikten sonra yere fırlatması bir oldu. Yaptıkları şaşkınlığı doğururken onları fırlatması ise sinirlenmeme sebep oldu. Ne cüretle bunu yapabilirdi? "Ne yapıyorsun sen?" Bağırmam, öfkelenmem onun için bir şey ifade etmiyordu. Özellikle kalkıp tam dibinde durmam bir şey ifade etmediği gibi. Kitaba ilerleyecekken önümü kesti. Üzerime doğru yürüdüğünde artık sabrının kalmadığını anladım. Ne yaptığını zannediyordu bu? Şu an buradan kaçmalı mıydım bilmiyorum. Sadece geri gitmem dışında yapabildiğim bir şey yoktu. "Bunu sana benim soruyor olmam lazım." Yerden kitabı almama izin vermedi. Onun bu denli kızması ihtimallerimi ters tepmişti, bu kadar öfkeleneceğini düşünmüyordum. Koyulaşan mavilerinde tanık olmadığım ifade vardı hatta onu ilk defa böyle görüyordum. "Sana hesap vermeyeceğim, bir daha benim okuduğum kitaplara elini sürmeyeceksin." Dudaklarından çıkan erkeksi kahkahası kulaklarımda büyük uğultu bıraktı. Şu an beni öfkesiyle bertaraf edeceği kesindi. Özellikle beni bu durumda asla rahat bırakmazdı. "Sen iyi misin, yoksa aklını mı kaybettin?" Konuşmalarında müstehzi bir hava vardı ve bu tavrı hiç iyiye gitmeyeceğe benziyordu. Kolumu parmaklarına hapsedip olağanca sıktı. "Canımı yakıyorsun," dedim sesime hâkim olamayarak. Bana doğru eğilip saç diplerimle kulağımın arasına dudaklarını yerleştirip tehditkâr sözcüklerini bahşetti. “O düşüncelerinde ileriye gidersen bil ki bu onun yanında hafif kalır.” Geriye geçilip, “Saçmalıyorsun,” dedim. Güldü. Bu tutumu oldukça farklıydı. “Saçmalayan sensin Aymira, kendini kaybediyorsun giderek.” Gözlerimi hafiften kapatıp nefesimi düzene sokmaya çalıştım. Sinirlenmek istemiyordum. Şu an sadece kendimle baş başa kalmak, hesap vermekten kaçmak istiyordum. Kolumu bırakıp bu sefer belimden kavradı ve kendine çekti. Aramızdaki boy farkına rağmen tutuşu parmak uçlarıma basmama neden oluyordu. Yüzü yüzüme yakındı. Korkuyordum, çırpındıkça nefesi daha çok yüzüme değiyordu. “O adam yüzünden mi?” Belime uyguladığı baskı çoğaldı. Parmakları tehdit edici unsurlardan biriydi. “Bırak.” Öfkem onun için bir şey ifade etmediği gibi bilerek bunu yapması beni umursamadığındandı. Daha çok baskı uyguladığı bedenimi kurtarmam imkânsızdı. “Ama o adam yok Aymira; terk etti seni, terk edildin. Anla şunu. Seni benden başkası sevemez. Sen sadece benimsin.” İttirdim bedenimi, saniyeler içinde attığım tokat benim sabrımın sonuydu. Ona daha fazla katlanamıyordum. Şayet bir can söz konusu olmasaydı her şeyi herkesi terk ederdim. “Seni hiçbir zaman sevmeyeceğim Oğuz. Eğer o beni terk ettiyse seni seveceğim anlamına gelmeyecek ve ben onu sevdiğim gibi sevmeyeceğim seni.” Kaşları çatıldı. Dirseğimden tutup ittirdiği an sırtımın duvarla bütünleşmesine yol açan bu tokat onun değil benim canımı yaktı. Bunca zamanın acısıydı bu, Oğuz’un elbette bir gün patlayacağını biliyordum. Ve biraz önce damarına basmıştım. Diğer eliyle çenemi kavradı ve yüzünü yüzüme yaklaştırdı. “İster sev ister sevme. O zaman şunu iyi bil, bu hayat ve ben senin zindanın olacağız. Bütün hayatın benim elimde.” Gerçeklerin bir tokat gibi yüzüme çarpması sadece şu anlık değildi lakin bunu Oğuz’un söylemesi canımı daha çok yaktı. Bizi bu noktaya babam getirmişti. Ona bu hakkı babam vermişti. Bir hırs uğruna yaptıkları dünyayı başıma yıkmıştı. Şimdi ne desem boştu, savunma hakkı bırakmamıştı bana. Ne yöne dönsem Oğuz’un bu söyledikleriyle savaşacaktım. “Çık odadan.” Tek söyleyebileceğim buydu. Karşımdaki adamın varlığı beni öldürüyordu. Beklemedim. Öfkeyle ittirdim bedenini. Bir milim kıpırdamadı. Sabırsız bir telaşla burun kemerini sıkıp, “Şimdilik gidiyorum,” dedi. Kapıya ulaştığında son kez bana bakıp, “Sadece şimdilik,” diyerek odadan çıktı. Bazı sözler zamanı daraltıyordu. Ya Oğuz’dan kaçmayı başarabilecektim ya da onun bu zindanında daha fazla ölecektim. |
0% |