Yeni Üyelik
15.
Bölüm

15. Bölüm

@rumeysadoganm

Odadan çıkıp şirketin terasına geçtim. Nefes alamıyordum bir türlü, yorgundum haddinden fazla. Gözlerimi usulca kapattım, arkamdan gelen sesle irkilip gözlerimi açtım. Ruman'ı karşımda görünce rahat bir nefes aldım.

"Korkuttun beni."

"Af edersin, korkutmak istemedim." Önüme dönüp bakışlarımı en son baktığım yere odakladım. Ruman da benim gibi sessizleşti. Beni yine her zamanki gibi anlıyordu ve bu büyük yenilgiydi benim için.

"Mutlu olmam için ne yapmam gerekiyor, etrafımdaki musibetler neden beni buluyor Ruman?" Dudağımı birbirine bastırıp düz çizgi haline getirdim. Zihnimin yorgunluğu dilime vuruyordu artık. Hiçbirine ket vurmuyordum, bunun için bir çabam yoktu.

"Allah sevdiği kuluna musibet verirmiş, senden sadece sabır ve dua istiyor." Tepki vermedim. Elindeki kahve kupasını uzattığında aldım. "Bana söylemeyi düşünüyor muydun?" Mutlu olduğu sesinden belli oluyordu. Onun gibi gülümseyip, "Daha yeni Müslüman oldum," dedim. Üzerime gelmedi ama ben anlatmaya devam ettim. “Şu an kimse bilsin istemiyordum.” Gülümsedi.

“Hamza abiye anlatırım diye korktun?” Kaşlarım çatıldı sonra hemen düzeldi. Aslında doğruydu. Özellikle onun duymasını istemiyordum. Bu konuya girmedim. Bakışlarındaki o güzel hisse sığınıp, "Seninle senin gittiğin yerlere gitmek istiyorum Ruman," deyiverdim. Hiçbir söz kararlarımı yok sayamazdı. Oğuz’un aksine ben bildiğimi yapacaktım. Ruman yanıma gelip hızla boynuma sarıldı. Onun bu kadar mutlu olması benim umutsuz yanımı filizlendiriyordu. Barış'tan sonra beni mutlu eden tek kişi Ruman'dı. Onların varlığı beni ayakta tutuyordu. Onlar da olmasaydı benim dayanma gücüm kalmazdı.

"Tabii. Gidelim, sen ne zaman istersen konuşuruz. İstersen bugün gidebiliriz." Verdiği cevapla gülümsedim. Başımı olumlu şekilde sallayınca gözleri parladı. Ertelemek istemiyordum, erteleyince korkularım artıyordu. Tekrar boşlukta kaldı bakışlarım, iç çektim.

“Teşekkür ederim Ruman.”

“Ben ne yaptım ki? Keşke daha fazlası gelse elimden.”

“Sen beni anladın, daha ne yapabilirsin.” İkimizde birbirimize iyi gelmek adına sessizleştik. Oturduğumuz yerden kalkarak terastan çıktık. Ruman, kendi odasına geçti ben de kendi odama geçtim. Mesainin bitmesine az kalmıştı. Ruman, bugün sohbete gidebileceğimizi söylediğinde içimde tarifi imkânsız bir mutluluk kaplamıştı. Hiç bu kadar heyecanlanmamıştım. Oturduğum yerde geriye yaslanıp hafiften sallandım. Şu an istemsizce tırnaklarımı yiyordum fakat engel olamadığım başka hisler tebelleş oluyordu. Hissettiğim korku değildi, ben de anlamıyordum. Zaman geçtikçe neler olacağına dair bir fikir yürütemiyordum. Nasıl biz çizgide ilerleyecektim, nasıl bir hayat beni bekliyordu bilmiyordum. Sadece istediğim inançlarımı yaşamak ve Oğuz’dan kurtulmaktı.

"Çıkalım mı?" Ruman kapı pervazından bana baktığında, "Çıkalım," deyip çantamı askılıktan aldım. Beraber şirketten çıkıp arabaya bindik. Ruman, benden daha heyecanlıydı.

"Gideceğimiz yer uzak mı?"

"Biraz, sen eminsin değil mi?"

"Hiç olmadığım kadar." Sıcacık gülümseme yollayıp önüne döndü. Tuhaf hissediyordum kendimi, Ruman'la tanışıp şimdi onunla sohbete gitmek aklımın ucundan geçmezdi. Kader bize güzel gelmişti ve ben kaderimi seviyordum. Her ne kadar acıyla yoğrulmuş olsam da sonundaki mutluluk anlatılmayacak kadar güzeldi.

Belki zorlu bir sürecin içerisine girecektim, belki de yakınlarım tarafından hiç görmediğim muameleyi görecektim. Bunları düşünürken az da olsa korkuyordum. Kolay olmayacaktı hiçbir şey, kolay olmayacaktı inançlarımı yaşamak, fakat bunu göze almıştım. Şu anlık sadece kendi hislerimi önemsiyordum.

Oğuz, bu kadar hiddetleniyorsa babamla annemi düşünemiyordum. Özellikle babam çok sinirlenecekti, bunu tanıdığım birkaç Müslüman insanlara davranışlarında görebiliyordum. Ruman'dan bile haz etmezken mecbur kaldığı bu işte ne kadar yol kat edecekti görecektim. Hâlâ bana anlatmamışlardı neden onu işe aldığını. Bunda bir iş vardı ve ben bunu çözecek kadar yeterli değildim.

"Geldik." Ruman, dediği binayı gösterdiğinde arabayı müsait yere park edip indik. Adımlarım uçar gibiydi ama bir taraftan çekiniyordum. Üzerimde kasvetli hava dolaşmaya başladı. Giydiğim kıyafetler uygun değildi buraya, bana nasıl bir gözle bakacaklarını az çok tahmin edebiliyordum. Belki hor göreceklerdi belki de aşağılayacaklardı. Meryem’de bunu hissetmemiştim. Onunla sohbetlere giderken bu his yoktu bende. Şimdi neden böyle olduğum hakkında bir fikrim yoktu. Hâlâ olduğum yerde beklediğimi gören Ruman, bana kısaca baktı. “Ne oldu?”

Tedirgin bir bakışın ardından, “Girmesem mi?” dedim. Yanıma geri geldi, beni ikna etme çabaları yoktu lakin, “Hâlâ korkuların mı var?” dedi. Sesi istihzalı değildi bilakis beni dinlemek istiyor gibi bekledi.

“Hayır, mesele o değil. İçerisi çok kalabalık olacak.” Bir an susup sonra üzerimdekilere bakıp devam ettim. “Mesele benim sanırım.” Bana bakıp dudağını büzerek başını omzuna eğdi. Düşünmeden edemiyordum, hiçbir sözün de beni avutmasına izin vermiyordum.

"Tahmin ettiğin gibi bir şey olmayacak merak etme." Güven verici sesi yine de diken üstünde olmama yetiyordu. Binaya girdiğimizde bizi karşılayan kızlardan hiçbir tepki almadım, bilakis oldukça sıcak davranmışlardı. Aklımda putlaşan düşünceler bir bir yıkılıyordu sanki. Gergin bedenim biraz daha rahatladı.

Büyük bir odaya geçtik. İçeride her yaştan insanın bulunduğu insanlar vardı. Ruman onlara selam verip tek tek sarıldı. Sanırım çoğunu tanıyordu. Hepsiyle samimiyeti ileri düzeydeydi. Zaten o hep cana yakın biri olduğu için buna şaşırmadım. Kadınlar Ruman’dan sonra bana sarılıyorlardı. Beni tanımıyorlardı ama bana sıcacık davranıyorlardı. Bu samimiyeti sevmiştim.

"Teyze." Ruman’ın dönüp teyze dediği kişiye baktım, Hamza'nın annesinin olmasıyla sanırım biraz gerildim. O da beni gördüğünde belli belirsiz şaşkınlık oluştu yüzünde. Yaklaştıklarında zorla da olsa selam verebildim. O günden sonra yüzüne bakamıyordum. Rezilliğim, utanç verici o hâlim sıkıntımı gittikçe gün yüzüne çıkarıyordu. Köşeye oturmamızla içeriye birkaç kadın konuşmacı girdi. Odanın ortasındaki rahleye Kur'an'larını koyup tek tek selam verdiler. Odada benden başka bir beş kişi daha açıktı ve bu tuhaf duygu biraz olsun benden uzaklaştı. Etrafı gözlemlediğimde hiçbirinin ilgi alanına girmemem rahatlattı. Herkesin ilgisi ortamdaki manevi havadaydı. Zaten ben de çok geçmeden o manevi havanın lezzetini alabildim.

Konu iman ile ilgiliydi. Kendi üzerime alınmam şaşırtmadı. Anlattıkları her bir kelime zihnimde pas tutmuş düşünceleri silip süpürüyordu. Dinlediklerimin altındaki gerçeklikte beni farklı hisse sokan bu duygu karmaşasında gözlerim ağlamak ister gibi doldu. Yine ne kadar doğru bir tercih yaptığımı idrak etmekle kalmayıp, direkt bunu kendime kabul ettirdim.

Sağ taraftaki orta yaşlarda güzel giyimli kadın söze girişti. Önce birkaç yudum su alıp boğazını temizledi. Konunun ortasında bir kıssa anlatmaya başladı.

“Size Ukbe Bin Amir el-Cuhani sahabemizden bahsetmek istiyorum.” Gülümsedi ve söze yeniden girişti.

Ukbe Bin Amir el-Cuhenî radıyallahu anh Kur’an-ı Kerim’i güzel okuyan bir Kur’an hâfızı... Gecenin seher vakitlerinde kalkıp Mevlâ ile konuşurcasına huşû ile Kur’an tilâvet eden bir âşık... Kendi el yazması Kur’an’ı bulunan bir ilim eri...

Ukbe Bin Amr (r.a), Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin Medine-i Münevvere'ye hicretinden sonra İslâm'la şereflendi. Müslüman oluşunu kendisi şöyle anlatıyor:

"İnsanlardan uzak, çöllerde küçük sürülerimin peşinde hayatımı geçiriyordum. Mekke’de yeni dinin ve son Peygamberin geldiğini daha sonra Medine'ye hicret edeceğini duydum. Kısa bir zaman sonra da Medine'ye teşrif ettiği müjdesini aldım. Bütün Medineli Müslümanların sevinç haberleri geliyordu. Ben de sürülerimi bırakıp Medine'ye koştum. Huzuruna vardım ve: "Ya Resûlallah! Ben size bey'at edeceğim," dedim. Sevgili Peygamberimiz: "Sen kimsin?" dedi. Ben de: "Ukbe Bin Amir el-Cuhenî'yim," dedim. Bana: "Sence hangisi daha iyi. Bedevi bey'atı mı, yoksa hicret bey'atı mı?" dedi. Ben de: "Hicret bey'atı yapmak istiyorum." Yani, Medine'de kalmak üzere bey'at ediyorum dedim. Muhacirlerle beraber yanında bir gece kaldım. Ertesi gün küçük sürümün yanına döndüm."

Ukbe Bin Amr radıyallahu anh’ın gönlüne İslâm ışığı girmişti, fakat o sevgiliden ayrı kalışı yeni gelen vahiyleri duyamaması ona çok zor geliyordu. Kendi ifadesiyle şöyle bir çare bulmuştu: "Biz 12 arkadaştık. Sürülerimizi otlatmak için Medine'den uzakta kalıyorduk. Arkadaşlarla aramızda: "Biz de hiç iş yok. Yeni gelen vahyi öğrenmek ve Resûlullah’ın sohbetinde bulunmak için her gün birimiz Medine'ye gitse, sürüsüne burada kalanlar baksa diye anlaştık. Ben sürüleri bırakmaktan korkuyordum. Siz gidin ben sürünüze bakayım. Geldiğinizde, dinlediklerinizi ve öğrendiklerinizi sizden alırım," dedim. Bir müddet böyle nöbetleşe devam ettik. Sonra o sevgilinin yüzünü görememek, huzurunda bulunamamak canıma tak etti ve kendi kendime:

"Yazıklar olsun sana! Sen bu sürüler yüzünden mi Resûlullah'ın sohbetinde bulunmayı terk ediyorsun. Gelen vahyi direkt onun ağzından duymak, aracısız, ondan almaktan bu sürüler mi seni alıkoyuyor?" dedim. Gafletten uyanarak kendime geldim ve koyunlarımı bırakıp Resûlullah'ın yakınında bulunmak için Medine'ye hicret ettim. Mescitte yatıp kalktım."

Ukbe Bin Amr (r.a) gölge gibi Resûlullah (s.a) efendimizi takip etmeye başladı. Yolculukta hayvanının yularını tuttu. Ona hizmeti zevk haline getirdi. Efendimiz de Ukbe'yi çoğu kere terkisine alırdı. Bu sebepten ona Resûlullah’ın redifi diye isim verildi. Kendisi şöyle anlatıyor.

Bir gün Resûlullah bana:

"Ukbe! Sana, şimdiye kadar benzeri görülmeyen iki sureyi öğreteyim mi?" dedi. Ben de: "Evet, Ya Resûlullah!" dedim. Bunun üzerine İki Cihan Güneşi Efendimiz bana, "Felâk ve Nas" surelerini okudu. Namaz vakti girince imam oldu ve o iki sureyle namazı kıldırdı. Daha sonra: "Ey Ukbe! Yatarken bu sureleri daima oku!" buyurdu.

Ukbe Bin Amr Allah'ın sevgilisine yakın olmanın ve ona hizmet etmenin bereketini, hayatında gördü. Kur'an, hadis, fıkıh ve ferâiz ilminde güzide şahsiyet oldu. Ashap arasında ilim ve cihat eri olarak anıldı.

O, Kur'an okumak ve öğretmekten büyük zevk alırdı. Bir gün Resul-i Ekrem efendimizden: "Ya Resûlullah! Hûd ve Yusuf surelerini bana okur musunuz?" diye ricada bulundu. Efendimiz okudu Ukbe dinledi. Daha sonra öğrendiği şekilde etrafına okudu ve öğretti.

O, Kur'an-ı Kerim'i çok güzel okurdu. Sahabe onun tane tane okuyuşunu dinler, kalpleri ürperirdi. Bilhassa geceleri ortalık sakinleşince yüksek sesle, Mevla’sıyla konuşurcasına ayetleri tefekkür ederek huşu ile okur gözleri yaşlarla dolardı.

Hz. Ömer, onu bir gün çağırıp şöyle dedi: "Ey Ukbe! Bana biraz Kur'an oku!" O da: "Hay hay, Ey emîru'l-mü'minin," dedi ve bir miktar Kur'an okudu. Ukbe radıyallahu anhın tatlı tatlı okuyuşunu huşu ile dinleyen Hz. Ömer (r.a) gözyaşlarını tutamadı ve sakalını ıslatıncaya kadar ağladı.

Evet! Kur'an böyle bir kitaptır. Onu huşu ile dinlemek kalpleri ürpertir... Gönülleri yumuşatır. Gözyaşlarını akıtır... Çünkü kâmil müminlerin, gıdasıdır Kur'an... Allah'ım! Bizlere de o yüce kitabın derinliklerine dalabilmeyi, onu okumak okutmak ve dinlemeyi zevk haline getirebilmeyi nasip et!..

Ukbe radıyallahuanh kendi elleriyle yazdığı bir Kur'an bıraktı. Yakın zamana kadar Mısır'da kendi adıyla bilinen camide muhafaza edildi. Fakat kaybolan kültür hazinelerimiz arasında maalesef o da kayıplara karışıp gitti.

O, Hz. Ömer (r.a) devrinde Şam'ın fethinde bulundu. Büyük kahramanlıklar gösterdi. Komutan Ebu Ubeyde (r.a) halifeye müjdeyi ulaştırmak üzere onu gönderdi. Muaviye devrinde Mısır'da valilik yaptı. Onun emriyle Rodos adasının fethi için gönderilen orduya kumandan oldu.

Ukbe radıyallahuanh askeri bilgileri öğrenmekten zevk alırdı. Kendisi de mükemmel ok atardı. Halkı da bu işe teşvik ederdi. Bir defasında Hz. Halid İbn Velid radıyallahu anha Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem: "Cenab-ı Hak bir ok için üç kişiye cennet nasip edecektir," hadisini hatırlatmıştı. Bunun için ok atmak hususunda büyük gayret sarf ederdi.

İlim ve cihada çok önem veren Ukbe (r.a) elli beş hadis-i şerif rivayet etmiş ve 58. hicri senede Mısır'da vefat ettiği bildirilmiştir. Cenab-ı Hak'tan şefaatlerini niyaz ederiz. Âmin.”

Her bir kelimesini dikkatle dinlemiştim. Etkileyiciydi. Sanki bu hissi yaşıyordum ben de. Koluma dokunan elle irkildim. Ne zaman aktığını bilmediğim gözyaşlarımı yeni yeni fark edebildim. Sohbet bitmişti ama ben duyduklarımla kaldım. Ne ara bu kadar daldığımı kolumdaki eli hissettiğimde anladım. Gölge olabilmek... Ukbe bin Amr gibi... İç çekmemin ardından Ruman’a baktım. Ruman bana gülümsediğinde iyiyim dercesine gözlerimi kırpıştırdım. Bakışlarım Hamza'nın annesine kaydı. O da aynı şekilde bana bakıyordu. Yüzünde beliren şefkat unsuru gülümseme, yüzümdeki hüznün gölgesini yok etti. Utana sıkıla önüme döndüm. Onların öğrenmesini istemiyordum. Geçen zamanki rezilliğim aklıma gelince mahcup oldum. Annesi bana yine aynı şekilde bakarken nasıl yaklaşabilirdim ki yanına? Şimdi bile rezilliğimi yüzüme vuracak bir ifade göremiyordum yüzünde. Sohbet bittiğinde herkes gitmek için ayaklandı. Oturduğum döşekten kalkarak Ruman'a döndüm.

"Eve bırakayım sizi." Ruman teyzesi ile annesine döndüğünde hiçbiri kabul etmemiş, kendilerini alacakları birinin olduğunu söylediler. Israr etmedim, zaten ısrar edecek kadar yüzüm de yoktu.

Ruman benimle vedalaştıktan sonra gidecekken kolundan tutup durdurdum.

"Teyzen çok tuhaf bakıyordu, ona açıklama yapmanı istesem kabul eder misin? Kimsenin farklı düşünmesini istemem. Bir de…" Ruman elini omzuma koyup, "Merak etme, ben her şeyi söylerim. Hem de…" diyerek tamamlayamadığım isme vurgu yaptı, ardından komik bir şay varmış gibi güldü. Ters bakışlarımı görmezden gelip kendisini bekleyen teyzesinin ve annesinin yanına geçti. Ben de ileride duran arabama binip yönümü eve doğru çevirdim. Epey ilerledikten sonra gözüme ilişen mağazayla durdum. Bu saatte bir mağaza açıktı, üstüne üstlük tesettüre dair kıyafetler satılıyordu. Bu bana bir işaret miydi ya da normal bir rastlantı mıydı bilmiyordum. Arabadan inip mağazanın içine girdiğimde içeride anladığım kadarıyla sipariş işleri ile uğraşılıyordu. Mağazayı baştan aşağı inceledim, içerideki birkaç kadın bana bakıp, "Buyurun?" dedi. Tedirgin bir şekilde kadına baktım. Gözüme ilişen yeşil renkli şalla duraksadım. Alıp almama konusunda kararsız kalsam da cesaretlenerek şalı aldım. Şimdi takamasam da elbet bir gün takacaktım.

"Ben bu şalı almak istiyordum." Kadın elimdeki şala bakıp, "Tabii," dedi. Kasaya geçip ücreti ödeyerek mağazadan çıktım. Arabaya tekrar bindim, yüzümde oluşan gülümseme daha da arttı. Her ne kadar hazır olmasam da elbet takacaktım, en azından ara ara başıma takıp kendimi cesaretlendirirdim. İçim kıpır kıpır oldu.

Eve geldiğimde kimse yoktu. Demek ki Oğuz hâlâ dışarıdaydı. Hızla odama geçip şal paketini yatağa koydum. Üzerimdekileri çıkarıp şalı paketinden alarak başıma taktım. Boy aynasından kendime bakarak tebessüm ettim. Heyecanıma mani olamıyordum. Aynadaki siluetim çok değişikti. İç çekerek elimi kalbimin üzerine koydum. “Uslu dur kalbim.” Bu mutluluğun kısa sürmesi beni o kadar çok korkutuyordu ki, istemsizce yüzüm düşüyordu. Fakat bu sefer yüzümü düşürmeden gülümseyerek şalı başımdan çıkardım.

Şalı katlayıp dolabımın en üst bölümüne koydum. Elbet bir gün özgürce şalımı örtecektim. Bunu Allah'tan istiyordum, onun beni affedeceğini de biliyordum.

Mutfağa geçip kendime kahve yaptım. Masaya oturduğum an evdeki tıkırtı ve çok geçmeden Oğuz’un yanıma gelmesi dışarıdan gelmediğini gösteriyordu. Ev kıyafetleriyleydi.

"Sen evde miydin?" Sessizce yanımdan geçip kendine de kahve yaptı.

"Odadaydım, sen neredeydin?"

"Bir arkadaşlaydım." Karşıma oturup, "Arkadaşında pek sosyalmiş!" demesiyle yudumum boğazımda takılı kaldı. Durgundu, sinirlenmeden söylemesi beni oldukça şaşırttı. Cevap vermek yerine sessizce kahvemi yudumladım. Hazır benimle böyle sakin konuşuyorken lafı değiştirdim. Dirseklerimi masaya dayayıp bardağı dudaklarıma götürdüm.

"Neden senden bu kadar nefret eden kişiyle evli kalmak istiyorsun?" Sakin bir şekilde konuşmak işe yarardı belki, onun düşüncelerini merak ediyordum çünkü. Kısa bir sessizlikten sonra çatılmış kaşlarıyla bana baktı.

"Seni sevdiğimi görmüyor musun hâlâ?"

"Beni sevseydin mutlu olmamı isterdin." Kelimelerim ona göre kifayetsizdi belki ama o da bilmeliydi kendini.

“İzin vermiyorsun.” Alayla güldüm. Ya ne demek istediğimi anlamıyordu ya da anlamak istediği buydu.

“Bizim evliliğimiz izin vermek için bir bahane mi! Sen beni sevmiyorsun Oğuz, bunu takıntı hâline getirmişsin sadece.” Elindeki kahve kupasını sertçe masaya koydu. Boşluğuma gelen bu an irkilmeme neden olurken Oğuz'un yine fevri çıkışı geri çekilmeme neden oldu.

"Aşkı da sevgiyi de sen mi öğreteceksin bana? Söylesene Aymira daha sevginin ne olduğunu bilmeyen sen mi bana yol göstereceksin?" Dedikleri kırıcıydı. Gözlerindeki öfke beni anlamamasının emaresiydi. O sadece kendini düşünen bencil adamın tekiydi.

"Acınacak durumdasın," dedim tiz bir sesle. Hızla kalkıp masanın üzerindekileri savurdu. O an dökülen kaynar kahve gerginliği biraz daha arttırdı. Canım çok fazla yanmıştı ama belli etmedim. Hatta o bunu fırsat bilip birikinti dağılmadan kaynar kahveye elimi biraz daha bastırdı. Şu an canımı acıtmak istiyordu. Yarım dakika sonra ellerini masaya dayayıp bana doğru eğildi.

"Şunu küçük beynine sok artık, senin benden başka gidecek yerin yok. Bu yüzden benim sözlerim dışında başka sözler ima etme." Nefesini yüzümde hissettiğim an geri çekildim. Mavi gözleri fazlasıyla koyulaştı. Nefesindeki alkol kokusu ilk defa bu kadar iğrenç geldi.

"Ben senin malın değilim." Dudakları istihzalı bir şekilde kıvrılırken usulca cümlelerini döktü ortaya. Kahretsin ki ona bu hakkı ben verdim.

"Sence..." Dedikleri ile bocalasam da öfkemin en dibine battım. Çatılmış kaşlarım ve koyulaşmış gözlerimle mavi gözlerine baktım. Alaycı gülüşü sinsi bir hâl aldı. Ona değil kendime kızıyordum. Canımı bile kendim yakabilecek kabiliyete sahiptim. Babamın bana yaptıklarına saydırdım. Konuşmadım, hızla yanından uzaklaştım. Onu arkamda bırakırken bile ona kırık dökük yanımı bırakmıştım. Zalimceydi bana yaklaşımı.

Odaya girdiğim gibi kapıyı sertçe kapattım. Ağlamak haykırmak istiyordum ama yapamıyordum. Ağlamayı bile beceremiyordum artık. Bir mal gibi ona satıldığımı ima etmişti, ima etmekle kalmamış direkt yüzüme çarpmıştı. Elimle kapıyı yumruklamam bana sadece zulümdü. Yanan elim, gerçekler kadar acıtmıyordu bile. Aklıma gelenle yanığa baktım. Avucumun içi kızarmıştı, elimin üstünde ise kesik kesik kızarıklık vardı. Lavaboya geçip elimi soğuk suya tuttum. Sanırım yara su kaplayacaktı. Yüzüm buruştu.

“Adi, pislik.” Sesime yerleştirdiğim nefret sözlerimden ibaret kalıyordu. Biraz zaman geçtikten sonra evde yanık kremi baktım ama bulamadım. Bu yüzden ara ara serin kompresler yapıyordum.

Yatağa uzandım. Ara sıra Oğuz’un tıkırtılarını duyuyordum. Elimin acısıyla yatağa kıvrıldım. Acı uyutmamıştı ama düşüncelerim biraz olsun bunu yok saymamı sağlıyordu. En azından ruhumun acısı elimin acısını unutturmuştu.

...

Öğretmenlik için başvuru yaptım. Geçen gün girdiğim sınavda istediğim puanı almıştım. Artık kararlarımda emin adım atmalıydım, üstüne bugün herkesle bu işi konuşacaktım. Belki kızacaklardı ama en doğrusu bu olacaktı. Birçok kaybın içinde daha kaç kayıp olacaktı bilmiyordum.

İlk işim hastaneye gidip yarama tedavi uygulattırmak oldu. Korktuğum başıma geldi, yanık su kaplamıştı ve oldukça büyüktü. Doktorun verdiği kremi alıp arabaya geçtim. Daha sonra alışveriş yapmak için mağazaları dolandım. İstediğim birkaç kıyafeti almanın mutluluğunu yaşıyordum. Kendime birkaç tesettür kıyafeti ve başörtü aldım. Şu an daha hazır hissetmesem de bir gün bunlarla yaşamasını öğrenecektim.

Eve geldiğimde evdeki kalabalığın merakı ile içeriye doğru yürüdüm. Birkaç kişinin hararetle konuşması geliyordu kulağıma. Kapıyı kapatıp salona girdiğimde annem ve babam, Oğuz'un benim Müslüman olduğuma dair söylemlerini dinliyordu. Hepsinin bakışı bana denk geldi, düşündüğümden daha öfkeli bir hâle bürünmüşlerdi. Kaşlarımı çatarak Oğuz’a baktım, şu an onu boğmak istiyordum.

"Duyduklarımız doğru mu Aymira?" Sertçe yutkundum ve babamın sorusu karşısında sessiz kaldım. Ben anlatacaktım oysaki Oğuz'dan duymaları bütün işimi bozmuştu. Babam öyle bir bakıyordu ki kendimi olduğum yere sığamaz hissettim. "Sana doğru mu diyorum dedim?" Babamın bağırması ile başımı aşağı yukarı salladım. Kulaklarımda çınlayan veryansınlar benim nasıl bir gidişatıma zemin hazırlıyordu bilmiyordum. Babam hızla yanıma yaklaştığında tereddüt etmeden bakışlarımı öfkeli yüzüne odakladım.

"Bu düşüncenden vazgeçeceksin Aymira."

"Asla!" dedim boğuk çıkan sesimle. Sol yanağımda hissettiğim acıyla başım yana savruldu, saçlarım ise hayal kırıklığını gizlemek istercesine yüzümü bertaraf etti. Elim istemsizce yanağıma gitti, gözümden düşen yaşa mani olamadım. Babamın ilk defa şiddetine maruz kaldım, bu fazlasıyla gururumu zedeledi. Gözümden düşen bir damla yaş yanağımı değil yüreğimi yakıyordu. Sızlayan yanağım değildi, sızlayan iyileşmeyen kalbimdi.

"Bana bak Aymira, ya o düşüncelerinden vazgeçersin ya da..." Kelimelerini tamamlayamadan, "Ya da ney baba?" diye sordum.

"Ya da bizim gibi bir ailen olmadığını bil." Şaşkınlıkla yüzüne baktığımda acı ve hayal kırıklığının bütünleşmiş hâlini gördüm. Bu konu babamı fazlasıyla sinirlendirmişti ama bu kadar ileriye gideceğini tahmin etmemiştim.

"Kolay kolay silebileceğiniz evladınız mıyım ben sizin?" Parmağı ile burun kemerini sıkıp, "Evladımız yolunu seçmiş," dedi. Hiçbir tereddüt barındırmayan bu sözleri bana vaat ettikleri hayatın bir yenisiydi.

"Yapma baba, sizden bu zamana kadar sevgi dilenmedim hatta sevginizi doğru dürüst hissedemedim ama kararlarımdan dolayı beni bu kadar kolay çıkartabiliyorsanız hiç beklemeyin…" Bunları duymayı beklemiyormuşçasına şaşkınlıkla yüzüme baktı. Annemde yanımıza geldi, o da aynı şekilde öfkeyle bakıyordu. Fakat onlara yapmayın diyemezdim. Beni bu kadar kolay silebiliyorlarsa ben de onları ancak onaylardım. Kimseye artık tamahım kalmamıştı, isterlerse beni hayatlarından tamamen çıkartabilirlerdi. Zaten beni Oğuz’la evlendirerek hayatlarından çıkarmamışlar mıydı?

"Senin gideceğin yol sadece biz olabiliriz Aymira, bu saçmalığı kes artık." Eline hapsettiği kolumu hızla çektikten sonra, "Bu saçmalık değil," dedim. Babam burnundan solurken annem ise saçma sapan tavırlara bürünüyordu. Oğuz araya girdiğinde öfkeyle ona baktım. Sebep oldukları sınırı aşmıştı.

"Merak etme, o iş ben de." Babam Oğuz'a güvenircesine kolunu sıvazlayıp kapıya doğru yürüdü. Çıkacakken son kez bana bakıp, "Vazgeçmediğin müddetçe tependeyim bilesin Aymira," deyip öfkeyle evden çıktı. Dediklerine aldanmadan odaya çıkıp eşyalarımı toparlamaya başladım. Oğuz'la artık tamamen kesecektim ilişkimi, bundan sonra yüzünü dahi görmeyecektim. Elimdeki valiz hızla çekildiğinde ne olduğunu anlamadan Oğuz'a baktım.

"Sana demiştim Oğuz, mutlu musun şimdi?" Kolumdan kavrayıp öfkeyle yüzüme doğru tısladı. Bu bana yapılmış bir saygısızlıktı.

"Seni bu yoldan vazgeçmen için kaç defa uyardım." Kolumu elinden çektim ve, "Ben de sana vazgeçmeyeceğim demiştim," dedim ama o istemediğim bir şekilde bile isteye yaralı elimi tutup sürüklemeye başladı. Boş bir odaya geldiğimizde buranın kullanmadığımız ve kullanıma müsait olmayan yer olduğunu görmem endişelendirdi. Üzerime doğru yürüdüğünde duvar dibine sıkışmam bütün korkularımı ortaya serdi. Bu beklemediğim bir olaydı, başka davranışlara maruz kalabilirdim ama bu oda beni fazlasıyla korkutuyordu. Kapanan kapı ve söylenen sözler bedenimdeki titremeyi arttırdı. Hızla kapıyı yumrukladım, bağırdım. O an sesini duydum:

“Bana dönene kadar buradan çıkış yok Aymira.” İşte o an meselenin inançlarım değil aramızdaki mesafe olduğunu daha iyi anladım. Kaybetme korkusu o valizi elime aldığım an duygusuz yüreğine daha çok nüksetmişti.

Ona karşı mesafelerimi bu karanlık odaya hapsetmişti. Korkarak baktım karanlığa, daha sonra Mus’ab bin Umeyr geldi aklıma ve geçen gün dinlediğim sohbeti anımsadım anında. Ne demişti Meryem: Allah Ta-Ha suresinde şöyle buyurmuştur: Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim. İşitirim ve görürüm.

Loading...
0%