Yeni Üyelik
17.
Bölüm

17. Bölüm

@rumeysadoganm

Yeni bir gün, yeni bir umutsuzluk... Ölü gibiydim, ruhum ölü ama bedenim yaşamakla cezalı... Yanıma gelen arkadaşlarım, ailem hatta Oğuz... Hepsini kovuyordum, kimseyi görmek istemiyordum, Barış'ta dâhil... Ona içimi dökmeyi severdim ama içimde biriktirdiğim en azılı düşmanım öfkeydi. Yaprak misali dökülüyor, sonbaharımı yaşıyordum. Oysa mevsimsiz bir gündeydim. Bir bakmışım soğuk ürpertici kış geceleri, bir bakmışım yaprak misali savrulduğum sonbaharım. Karmaşık bir hissiyata sahiptim. Üzerimdeki meyusluğu atamayacaktım hiçbir zaman.

Günlerden sonra açılan kapının sesi beni bir kez daha sinirlendirsin istemiyordum. Bu çok berbat durumdu.

"Bak sana en sevdiğin yemeği getirdim. Buraya geleli hiçbir şey yememişsin. Zayıflamışsın da..." Gizem'in sesiyle elindeki tepsiye baktım. Umutla kaşığı çorbaya daldırdığında elindeki tepsiyi sertçe itekleyip, "Çık," diye bağırdım. "İstemiyorum, çık." Gizem bu tavrıma normal karşılık verip yerdeki tepsiyi aldı. Bana dolu gözlerle bakmasına karşın hiçbir tepki vermedim. Şu an ne kendimi ne de başkasını umursuyordum. Oturduğum yerden kalkarak lavaboya geçtim. Aynadaki siluetime baktım, bu ben değilmişim gibi yüzümü buruşturdum. Berbat bir durumda gözüküyordum. Yüzüm bembeyaz olmasına karşın gözlerim kıpkırmızıydı. Hatta göz torbalarım oluşmuş, göz çevrem simsiyah olmuştu. Dağılan saçlarımın verdiği görüntü korkunçtu.

Bu görüntü çok da beni ilgilendirmiyordu. Zaten yaşayan ölüden bir farkım yoktu. Çok yorgundum. Dimdik ayakta kalacak gücüm yoktu. Kanım emilmiş, ruhum bitap düşmüştü.

Kenarda duran sabunluğu alıp aynaya fırlattım. Paramparça olan aynayla beraber olduğum yere çöküp bomboş duvara baktım. İçimdeki feryadı yine ruhumun derinliklerine gömdüm. Nefret edilesi gibi, kendime kan kustururcasına... Dayanılmaz bir ıstırabın içerisinde canım yana yana... Bu acımın her biri kâbus gibiydi. O odada kalışımın etkisi uzvumun her zerresindeydi. Karanlık sanki hiç bitmemiş gibi... Ben sanki hiç oradan çıkmamışım gibi... Yaşamıyor gibi, ölümün kıyısında bekler gibi… Düşsem ölecekmişim gibi… Yüreğim soğumuyordu, canım yana yana durumun acziyetine bir çözüm bulamıyordum.

Hemen yanı başımdaki cam kırıklarını alıp yanıktan dolayı su kaplamış avucumun içinde sıktım. Kendi canımı kendim acıtmak istedim. Hissettiğim bir acı yoktu çektiklerimi hesaba katınca, sadece kana bulanan zemine kaydı bakışlarım. Avucum paramparça oldu. Camı daha fazla sıktım, derim daha fazla gömüldü içine. İki büklüm olarak elimdeki cam parçalarını daha fazla sıktım. Engellemek istemiyordum, bir şeyleri hissetmek istiyordum artık. Bu da kendi canımı yakmaktan geçiyordu, başka türlüsü soğutmuyordu yüreğimi. Sesi duyan Gizem, yanıma gelerek, "Ne yaptın Aymira?" bağırışlarıyla hemşireye çağırdı. Yüzümü buruşturdum. Kolumu tutan birkaç kişi beni odaya kadar çekiştirdi. Elimi açmaya çalışmaları faydasızdı. Sanki bundan zevk alıyordum. Onlar için bir şey ifade etmeyeceğini bildiğimden de acıyı kendime çektiriyordum sadece.

"Aymira, lütfen." Elimi açmaya çalışan Gizem'le elimi elinden çektim. Bu sefer dibime Barış oturdu. Alttan bana bakarken ondan kaçamayacağımı biliyordum. Şefkat dolu bakışlarında beni rahatlatacak bir hisle doldum. Kanlı elimi okşayıp öperek, "Geçecek," dedi. Israr yoktu sözlerinde, beni hep benimle baş başa bıraktığı gibi yine beni benimle sakinleştiriyordu. Gözlerimin içine bakıp, "Canının yandığını hissedebiliyorum, seni hissedebiliyorum Aymira. Acını bu şekilde çıkarırsan dayanamam," deyip elimi okşadı. Yavaşça açılan elimle hızla köşeden peçete alıp elime baskı uyguladı. Korkuyordu, bunu titreyen ellerinden görebiliyordum. Odada bana iyi gelebilecek kişinin sadece kendisi olduğunu biliyordu. Dayanamıyordu bu hâlime lakin bir şey de yapamıyordu. Cam parçalarını alıp hemşireye verdi. Diğer hemşire gelip elime pansuman yapmaya başladı. Yara derin ve yanıktan dolayı daha kötü bir hâl aldığı için dikiş yapmaya başladı. Birkaç parça derine batmıştı ve bu hemşireyi bir hayli uğraştırdı. Herkesin gözü üzerimdeyken ben elime bakmakla iktifa ettim. Acıyı hissetmiyordum. Kıpırtısız, ruhsuz ve sakindim. Hemşire bu sakinliğime şaşkınlıkla bakarken bir yandan da aileme bakıyordu.

Pansuman işi bitince odadakilere dönüp, "Odadan çıkmanız gerekiyor," dedi. Önden annemle babam, arkadan Gizem çıktı. Barış yanıma gelip saçlarımdan öperek, "Ben hep buradayım," diyerek odadan çıktı. Ama kapıyı aralık unutmuşlardı. Koridorda onun öfkeli sesini duydum. Öfkesine karşılık veren kişi Oğuz’un ta kendisiydi. Koridorda çıkan kavga diğerlerinin araya girmesiyle son bulmuş gibi duruyordu fakat Barış’ın Oğuz’a, “Ulan şerefsiz, ne yaptın lan kıza?” diye bağırması bütün koridorda yankılandı. “Seni bir daha görürsem katil olacağımı düşünmem öldürürüm.”

“Sana ne lan?” Oğuz sessiz kalmadı. İçeriye bir hemşire daha girdi. Aralık kapıdan onları gördüm, Barış Oğuz’a yumruk attığında Oğuz bu sertlikle yere düştü.

“Dur Barış.” Babam müdahil oldu bu sefer.

“Siz hiç konuşmayın Haldun abi, ben her şeyin farkındayım.” Kimseden çıt çıkmadı bu sefer. Zaten olaya dâhil olan güvenlikle herkes bir köşeye dağıldı. Aralık kapıdan giren hemşire ve kapanan kapı bütün olayları arkada bıraktı.

Hemşire karşımdaki sandalyeye oturup, "Ne oldu bilmiyorum ama iyi ol," dedikten sonra kolumu sıvazladı. Daha önce bakmadığım hemşireye usulca başımı salladım. Bana anlayışlı gözlerle bakıp oturduğu yerden kalktı. Herkes iyi olmalısın diyordu fakat canımı yakanda herkesti. Bana reva gördükleri bu yükleniş beni iyi edemezdi ki. Hangi yöne gitsem o yön beni savurdukça savuruyordu. Tosladığım yerin etkisini kendime acı çektirerek yok etmek istiyordum.

Hemşire odadan çıktıktan sonra diğer büyük pencerenin önüne geçip camı açtım. Akşam serinliğinin yüzüme çarpması iyi hissettirmişti. Günlerce şu zehirli havayı teneffüs etmiştim. Başımı gökyüzüne kaldırıp gözlerimi usulca kapattım. İyi olmalı, buralardan gitmeliydim. Gidecektim; her şeyi, herkesi arkamda bırakmalıydım. Ben burada kaldıkça ya ölecektim ya da ölmekten daha kötü hâle gelecektim. En azından kendimi toparlamam adına bunu yapacaktım. İstanbul’u bir daha görmeyecek, beni yok sayan ailemi yok sayacaktım. Hiç kimse umurumda değildi bundan sonra ve ben bu gerçekleri arkamda bırakmayı başaracaktım.

Bütün gece uyuyamamıştım, en çok da kimse olmadığı için bu sessizlik bana iyi gelmişti. Bakışlarımı gökyüzünden çektiğimde ağaçlığın orada gördüğüm kişi sanki zihnimden önüme sürülmüş bir gerçekti. Buraya bakıyordu, yanılmıyordum. Biraz daha dikkatli baktığımda tanıdık sima Hamza'ya aitti. Yanlış mı görüyordum ben, yoksa gerçek miydi? Onun burada ne işi vardı? Hem ne zamandır buradaydı ki?

Birini daha gördüm. Evet, o da Ruman’dı. Bir şeyler konuşuyorlardı, oldukça sakin olan konuşma Ruman’ın başını iki yana sallaması ve gidip arabaya binmesi ile son buldu. Sanırım onu içeriye almamışlardı. İçimde tenhalaşmış bir yer yine kalabalıklaştı. Araba uzaklaşırken Hamza hastaneye baktı ve beni gördü. Göz göze geldiğimiz o an düştüğüm dehliz de onu istedim. Pencereden ayrılıp hızla odadan çıktım. Koşar adım dışarıya çıktığımda beni durdurmak isteyen hemşireyi bir kenara itip yalın ayak oraya koşmaya başladım.

"Hamza," diye seslendim. Geldiğim yer ıssız izbe bir hastane köşesiydi. Onu burada gördüğümden emindim, bu bir sanrı değildi biliyordum. "Hamza çık ortaya." Bunu hak etmiyordum, bana bunu reva göremezdi. Kaçamazdı benden. Bana gelmişken benden gidemezdi. Böyle bir hâldeyken, asıl şimdi yanımda olmalıydı.

Terden yüzüme yapışmış saçlarımı geriye ittim. Soluksuz kaldım, bir an koşup gelmem gözlerimin kararmasına neden oldu.

"Buradasın biliyorum." Ses gelmedi. Güçlükle zorladığım bacaklarım beni taşıyamaz oldu. Çamurlu zemine diz çöktüm. Ağlayamıyordum, gözümde biriken yaşlar kurumuş gibiydi. Sadece üşüyordum, bedenime giren titreme yoğun bir hâl aldı.

Bu hâlimin ne kadar acınası olduğunu biliyordum. Hamza buradaydı, beni görüyordu lakin yine hep kaçıyordu. Neydi benim suçum, illa bu duruma düşmem mi gerekiyordu. Ah yok olsam! Yok olsam da bütün dertlerim bitse. Neden bu kadar imtihan? Nasıl bir acıyla savaşıyordum böyle? Neden yaşıyordum ki ben? Bir zerre kadar önemsizdim. Ölsem daha mı güzel olurdu? Zaten ölüyordum, ruhum sancıyor, kalbim dayanılmaz acının eşiğinde ölümü hissediyordu. Sadece cezam buydu işte, her şeyle beraber bu zulmü yaşamamdı.

O an ezanı duydum. Sabah ezanını… İsyanın eşiğinde ıssız yüreğime dokunan o sesi… Girdiğim bu dehlizde sanki bana el uzatmıştı. Yine çaresiz kaldığımda yalnız kalmadığımı hissettim. Ezanla beraber düştü gözümden bir damla yaş. Hayır, böyle olmamalıydı.

"Aymira." Sırtıma konan elle iki büklüm olduğum yerden yan tarafımdaki Barış'a baktım. Arkamız ise kalabalıktı. Gözleri dolmuştu. Ben ne yapıyordum böyle, nasıl bir bilinmezlikte çırpınıyordum? “Korkutuyorsun beni Aymira.” Parmaklarını dolan gözlerimde gezdirdi. Bana yaklaşınca başımı omzuna koydum.

“Çok uykum var Barış.” Barış başını usulca sallayıp bedenimi kucağına aldı. Reddetmedim, başım hâlâ omuzundayken kapattım gözlerimi. Yavaş yavaş yürüdüğü yol hastaneye ulaştı. İlacın kokusu şu an burnumda yer edindi. Barış saçlarımdan öpüp, “Geçecek güzelim, inan bana elimden geleni yapacağım,” deyip sıkkınca nefesini soludu. Göğsüne daha çok sığınıp ses vermeden durdum. Barış beni yatağa yatırıp saçlarımı okşayıp ayağa kalktı. Elini tuttum, gitsin istemedim bu sefer. Beni anlayacak ki yatağın ucuna oturdu. Bir yandan saçlarımı okşuyor bir yandan teselli cümleleri kuruyordu. Uyumayı istemeyen ruhumu reddetmedim, gözlerim hiç açılsın istemeyerek bütün sesleri arkamda bırakıp uykunun kollarına kendimi bıraktım. Koluma takılan serumun iğnesi, başucumdaki sessiz konuşmaları hissetsem de bu derin uyku beni zehirli sarmaşık gibi sarmalıyordu.

...

Hastaneden çıktıktan sonra Barış beni kendi evine getirmişti. Annemle babam bunu istememişti ama ben de Barış’la gelmek istemiştim özellikle. Onları görmezden gelmiştim. Benimle konuşmak istediklerinde kovmuştum onları. Oğuz ise yine Barış’ın gazabından nasibini almıştı. Bu da beni burada daha iyi hissettireceğinden emindim. Lakin içimi yakıp yıkan bir hisle mücadele etmem zordu. Barış arada sırada odama geliyor sessizliğimi görünce üzerime varmadan biraz bekleyip gidiyordu. Yemek saatlerinde ise iştahım olmamasına rağmen beni zorla mutfağa sürüklüyordu. Arada yaptığı espriler ve geçmişte yaşadığı komik hatıraları anlatsa da tek yaptığım tebessüm edebilmekti. İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. Sadece uyumak istiyordum, tek yaptığımda buydu zaten. Hastaneden çıkalı beş gün olmuş ben bu beş günü uyuyarak geçirmiştim.

Kapım açıldı. Barış başını içeriye uzatıp, “Uyumadın değil mi?” dediğinde başımı iki yana salladım. İçeriye girdi. Köşedeki berjerde duran şalı alıp omuzlarıma koydu. Üşüyen bir insan olduğumu bildiği için hastanede almıştı bu şalı. “Yemek biraz gecikti, ilaçlarını içmen lazım.” Israrcı olacağını bildiğimden sadece dediğini yaparak ayağa kalktım. Midem kalkmamla bulanmaya başladı. Bu birkaç günde diğer şikâyetlerimden biriydi kusmalarım. Midem boş olsa da olanı da çıkartıyordum. Yemek yiyemiyordum lakin Barış buna müsaade etmiyor, midemin iyi olması için elinden geleni yapıyordu. Hatta doğal birçok ilaç almış ama pek işe yaramamıştı.

Mutfağa indik. Barış çoktan masayı kurmuştu. Kokuyu aldıkça midem bulandı. Koşarak lavaboya geçtim. Acıyan midemi es geçerek zor da olsa kustum. Barış beni rahatlatmak için sırtımı sıvazlayıp ensemi yakan saçlarımı geriye çekiyordu. Biraz daha kendimi toparladığımda elimi yüzümü yıkayıp banyodan çıktım. Barış, hiç bitmeyen endişesiyle beni oturttu. Önce su içtim ardından kokuyu almamaya gayret gösterdim.

“Tamam, iyiyim. Hadi yemeğini ye.” Benim yemeyeceğimi anlayınca, “Onlar bitecek,” dedi. Şu an bu tabağı bitirmem benim için büyük başarı olurdu. En azından biraz daha az koyması beni rahatlatsa da bu bile çok geldi gözüme. “İstersen ben yedireyim ha.” Sahte kızgınlıkla kaşığı elime sıkıştırdı. Yedikçe midemin bulantısının daha da artması yemekle aramda büyük bir savaş oluşturdu. Zor da olsa birkaç lokmayı yiyebilmiştim. Ardından içtiğim ilaçla beraber oturmaya devam ettim. Barış midemi rahatlatacak yeşil çay yapıp önüme koydu. Şu an sessizce oturuyorduk ve Barış’ın beni konuşmam için beklemesi şu ana büyük bir çaba getirdi.

“Gideceğim Barış.” Ne demek istediğimi açıkça anlamıştı.

“Şimdi bana gidelim de, seninle giderim Aymira. Gidelim, başka şehirde başka hayat kuralım. Sana destek olurum ben, yalnız bırakmam.” Gülümsedim. Masanın üzerinde duran elini tutup, “Hakkın üzerimde çok. Keşke bu kadar kolay olsa. Seninle her yere giderim ama sana yapamam bunu. Kendim başarmalıyım Barış, bu beni mutlu edecek.” diyerek bunu biraz daha kendime kabul ettirdim. Bunu çoktandır düşünsem de tek engel Oğuz’du. Önce ondan boşanacaktım.

“Sen nasıl istersen. Lakin unutma, hep senin yanındayım.”

Barış beni her ne kadar tek bırakmak istemese de zorla da olsa onu işine gönderebilmiştim. Benim yüzümden zorluk çıksın istemezdim. Evde sıkılmıştım artık, deniz kenarına geldim, bu durumda buraya gelebileceğimi biliyordum. Zaten başka nereye gidebilirdim ki? Gizem’in ısrarla aramalarını ve görüşme isteklerini reddediyordum hep. Taşların üzerine geçip oturdum. Dalgalar bugün daha çok hırçındı. Dalganın bu hırçınlığını içimde yaşarken dalgayla aynı kaderi yaşıyormuşçasına gözlerimi kapatıp sesi dinledim. Ayağa kalkıp taşlardan inerek denize doğru yürüdüm. Rüzgârda savrulan saçımı geriye itip ilerlemeye devam ettim. Birazdan bu dalgalar beni alıp götürse, ben o dalgalara uyar kaybolurum.

İçimdeki huzursuzluk suyla beraber daha çok hırçınlaşıyordu. Daha fazla yürümek, daha fazla kaybolmak istiyordum. Boğulmadan önce boğulmaktı bu yaşadığım ve ben ölümün ucundaki bir cesettim.

Denizin ortasına yaklaşamadan su neredeyse yüzüme kadar çıktı. Oysa amacım ölmek değildi, sadece şu anın içinde kaybolmak istiyordum. Biraz sonra da hep yaptığım gibi bu soğuk suda yüzecektim. Gözlerimi kapattığım anda kolumdan tutulup geri çekilmem bir oldu. Yüzümü kapatan sudan uzaklaştığımda arkama döndüm. Ruman’ı karşımda görmeyi düşünmezken onun beni engellemesi kızdırdı.

"Ne yapıyorsun sen Aymira? Hadi çık şu sudan." Kolumdan tutup beni çekiştirmeye başladı. Sudan çıktığımız an da öfkeli bakışları beni buldu. Bu hâlime vereceğim bir cevabım yoktu.

"Böyle bir şeyi nasıl yaparsın Aymira? Canına kıymayı nasıl düşünürsün?" Yine cevap vermedim. Yanından geçip giderken hızla peşimden geldi. Beni durdurup sarıldı. Kollarım yanı başında sallanırken geri çekilip yüzümü ellerinin arasına aldı. Canıma kıymayı düşündüğümden değildi bu, bilakis böyle düşüncem bile yoktu. Sadece yüzecektim. Kendimi ifade etmek istemedim.

"Nasıl korktum, sana yetişemeyeceğimi zannettim." İlerideki taşlara doğru yürüyüp oturdum. Ruman bana bakmayı sürdürüp, "Hasta olacağız, bize geçelim de üstümüzü değiştirelim," deyince başımı iki yana salladım. Hiçbir şey yapmak istemiyordum.

"O zaman ilerideki mağazadan alalım bir şeyler." Tepki vermeden yanından kalkıp dediği yöne doğru ilerledim. Önümüze düşen ilk mağazaya girip kıyafetleri aldıktan sonra mağazadan çıktık.

"Biraz konuşalım mı?" Sorusuna olumsuz cevap vermek geliyordu içimden fakat biriyle konuşmazsam da içimde biriken bu berbat histen arınamayacaktım.

Tekrar deniz kenarındaki taşlığın üzerine oturduk. Ruman, elimi kavrayıp, "Hastaneye gelmiştim ama seni görmeme izin vermediler," diyerek üzüntüsünü ortaya koydu. O günü çok iyi hatırlıyordum. Bu onların katında normaldi. Şaşırmadım, bilakis annemin bunu yaptığını tahmin edebiliyordum.

“Sana bunları kim haber veriyor Ruman?” Önce anlamadı sorumu, ama ben çok iyi biliyordum. Yüzümde öfke vardı. “Söyle ona beni rahat bıraksın.” Şimdi daha iyi anladı. Yüzünde bozguna uğradığına dair bir ifade vardı. Beni saf yerine koymalarından bıkmıştım artık.

“Aymira, ben…”

“Özür dilerim, sana suç bulmak istemedim. Ama ona söyle, beni mahvetmekten vazgeçsin. Korkak gibi kaçmaktan da…” İç çekti. Sesimdeki tını ruhsuzdu.

“Peki, sana ne oldu? Neden böylesin Aymira. Korkuyorum.”

“Öldüğümü varsay,” dedim sitemle. Bir şey diyemedi. Önüne dönerek benim gibi bir müddet denize baktı. Ölüden farkım yoktu. Zaten neden yaşıyordum ki neden bu kadar acı vardı? Yok olmalıydım, her zerrem kül gibi savrulmalıydı. Hiçbir şey ifade etmeyen bu hayattan bıkmıştım. Ruman sessizlikten istifade ederek mırıldandı:

"Sabredenlere, felâketlere karşı dişlerini sıkıp göğüs gerenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir." (Zümer suresi 39, 10)"

Okuduğu ayetle hızla Ruman’a baktım. Boğazıma sert bir yumru oturmuşçasına konuşamadım. Şu an bu sessizliğimden dolayı vicdan azabı yaşıyordum. O günde isyan ettiğimde ezan sesiyle uyanmıştım gerçeklere, şimdi de Ruman’la… Uzun zamandır aklıma gelmeyen inançlarımı hatırladım. Ruman bana bunu hatırlatmakla kalmayıp, beni kör bir karanlıktan çıkardı. Sanki gözlerim bu inançlara kapanmış, görmek istemez gibi kendi sessizliğine bürünmüştü.

Ellerimle yüzümü kapattım. Yanan gözlerimi ufalayıp tekrar Ruman’a baktım. Kendimle başa çıkamadığım bu durumdan birden çıkarması yine ona olan minnetimi öne sürdü.

"Ben ne yapıyorum Ruman?" Ruman bedenimi şefkatle sarmalayıp, "Geçti," dedi. Geçmiş miydi sahi? Geçemeyecek bir izi vardı incinmiş kalbimin en derin yanında. Geçer miydi bilmiyordum.

"Ben gidiyorum Ruman." Ruman bedenimden ayrılıp, "Nereye?" dedi.

"Bunu ben de bilmiyorum." Dediklerimle yüzünü düşürdü. Kolunu sıvazlayıp, "Gitmezsem iyi olamayacağım," diyerek sözümü tamamladım. Önceden olsa buralardan uzak durmak üzerdi fakat şimdi üzüldüğüm yerden kaçmakla buluyordum çözümü. Bu her şeyin en hayırlısı olacaktı.

"Sen nerede kendini iyi hissedeceksen orada ol Aymira, ben hep senin yanındayım biliyorsun."

"Biliyorum, iyi ki varsın." Oturduğum taştan kalkarak veda ettikten sonra yanından ayrıldım. Telefonu cebimden çıkarıp Oğuz'a sahilde buluşmak için mesaj attım. Ani kararımdan ötürü hoş davranışta bulunmasa da bu kararımda emin adım yürümeliydim. Önceliğim Oğuz’dan kurtulmak olacaktı, gerisi zaten hallolurdu.

Oğuz, çok geçmeden görüş alanıma girdi. Hızla arabadan inerek yanıma geldi. Temas kuracakken geri adım atıp, "Boşanacağız Oğuz," dedim. Hiçbir şey umurumda değildi bundan sonra. Bu olmaması gereken bir evlilikti, şimdi ise bu evlilik bitecekti.

"Hadi ya, ne zaman karar verdik buna?" Alaycı sözlerine rağmen yüzümü düşürmeyip, "Ben karar verdim, sen de kabul edeceksin," deyip net bir şekilde konuştum.

"Boşanabilirsen ne ala!" Arabaya doğru yürüyüp, "Boşanırsan bana da haber ver tamam mı?" deyip arabaya bindi. Öfkeyle ayağımı yere vurup, "Bir gün boşanacağız Oğuz," diyerek bağırdım. Oğuz, beni umursamıyordu, arabasını süratle sürerken arkasından koskoca yıkım bıraktı. Bu sefer ben de kararımın arkasında duracaktım. Tehditleri, yapacakları umurumda değildi.

Bir hafta sonra

Barış’ın sayesinde Oğuz’la boşanmıştım. İlk defa beni sevindiren bir durum olmuştu bu. Hızlanan duruşma, ilk celsede verilen karar hep Barış sayesindeydi. Onun tanıdıkları işe girişince boşanma işi de kolay olmuştu. Olanları da anlatınca benim haklılığım göz önünde bulunduruldu. Ki bir ruh hastasının hayatımda olması kadar suçluluk addeden durum vardı ailem adına. Hatta Oğuz’a altı ay gibi bir ceza verilmişti. Azdı ama buradan gitmem için beni engelleyecek kimse yoktu.

Öğretmenlik yapacağım yeri öğrendiğim günden beri huzurluydum. Yüzümdeki gülümseme çoğaldı. İstanbul'dan ayrılacaktım. Yeni hayatıma yeni bir benle başlayacaktım. Kalbimi saran heyecan bütün enerjimi yerine getirdi. Oğuz’dan boşanmam hatta yeni bir hayat için şehir değiştirecek olmam çözüm gibi geliyordu. Babamla annem boşandığımı öğrenince delirmişlerdi ama onları duymazlıktan gelmiştim. Benim yaptığım fedakârlık kendime bir ölüyü teslim ediyordu.

Bugün gidecektim, burada bir dakika kalmaya niyetim yoktu. Yanımda kimse olmayacaktı belki de, bu beni incitmeyecekti. Alışmıştım bu duruma, canım yanacaktı belki ama üzülmeyecektim artık. Barış’a söylediğimde kısa zamanda burada olacağını beni kendisinin bırakacağını söyledi. Reddetmedim. Ruman’a söylediğimde orada arkadaşının olduğunu ona haber vereceğini söyledi, bunu da reddetmedim. Sadece onu görmeden gideceğim için buruktum. Aslına bakarsam hiç kimseyi görmek istemiyordum.

Bilgisayarı kapatıp dolabımın başına geçtim. Çok kıyafet almayacaktım, üzerimde düzgün duracak kıyafetleri seçip yatağın üzerinde duran valizime koydum. Önceden aldığım tesettür kıyafetleri Oğuz'un evinde kaldığı için üzülsem de fazla umursamadım. Yenisini almaya zamanım olurdu elbette. Sırt çantama ise gerekli eşyalarımı ve Meryem'in verdiği kitapları koydum. En azından Barış bunları benim için getirtmişti. Son kez annemle ve babamla konuşmak için gelmiştim bu eve. Birkaç parça eşyamı almam gerektiği içinde mecbur sabahtan gelmiştim.

Aşağıya indiğimde salonda oturan annemle babam bana baktı. Elimdeki valizleri görünce sorgular gözlerle bana bakmayı ihmal etmediler. Barış’ta gelmişti, kapıyı kapatmadan beni bekledi.

"Kızım, nereye?" Annemin sorusuyla valizi bir köşeye koyup yanlarına yaklaştım. Ona bakarken içimde soğumayan öfkeyi hissediyordum. Sertçe nefesimi soluyup, "Gidiyorum," dedim. "Öğretmenlik için atamalarım oldu. Hem inançlarımı..." Annem sözümü tamamlatmadan, "Saçmaladığını zannediyordum bu konuda," dedi, başımı iki yana salladım. Benim bundan vazgeçtiğimi düşünmeleri gülünç vericiydi. Annemin çehresi sertleşince babama baktım. Babamın da annemden farkı yoktu.

"Hayır, tam da en doğru kararı verdiğimi düşünüyorum. Hem siz istemediniz mi hayatınızdan çıkmamı? Orada bana ölmemi söylemediniz mi? Sizin için öldüğümü varsayın, ben öyle sayıyorum." Sesim ilk defa bu kadar emin ve sert çıktı. Annemle babam önce birbirlerine baktılar. İkisinin de değişmeyen ifadeleri şaşırtmadı, bilakis artık daha emin oldum her şeyden.

"Bizi bu yüzden arkanda bırakıyorsun yani öyle mi?"

"Hayır anne. Bunu ben değil, siz yaptınız. Beni o odada ölüme terk ettiniz. Şimdi beni suçlu olarak göremezsiniz." Kaşları çatıldı. İlk defa değildi bu aramızdaki mesafem ama ilk defaydı onlara karşı yaklaşımım. Artık gerçekler konuşulacaktı.

"Git," dedi babam öfkeyle. "Bu inançla yaşayacaksan biz yokuz." Hayal kırıklığı içerisinde babama bakıp, "İnançlarımdan ötürü ben sizi arkamda bırakmıyorum ama siz inançlarım yüzünden beni hayatınızdan çıkarıyorsunuz. Hem de acımasızca, ölümümü isteyecek kadar öfkeyle," diye söylenmem ile babam sert bir üslupla, "Bu konudaki düşüncelerimi biliyordun," dedi. Omuzlarım umutsuzlukla düşerken babamın bana karşı olan tutumuna anlam veremedim. Ben değişmiyordum, sadece onların inandıklarına inanmıyordum. Oysa ne çok isterdim kabahatlerini anlamalarını. Bir özür yoktu dillerinde.

"Zaten beni hiçbir zaman önemsemediniz baba, şimdi de size yalvarmıyorum. Zaten bundan sonra siz değil ben istemiyorum sizi. O odada beni arkanızda bıraktığınız an sizi bitirdim." Valizimi aldığım gibi evden çıkmaktı amacım ama babam, “Cüzdanını ve anahtarı sehpanın üzerine koy,” demesi ile kalakaldım. Bu kadarını da yapmaz dediğim ne varsa yapıyorlardı. Hiç düşünmeden cüzdandaki paraları ve anahtarı sehpanın üzerine koydum. Zaten neden almıştım ki bunları? Yüzlerine dahi bakmadan evden çıktım. Barış peşimden gelmemiş içeriye girmişti. Seslerini duyuyordum ama dinlemiyordum. Sadece Barış sesini yükseltmişti. Babama, “Nasıl anne babasınız siz,” dediğini biliyordum. Babamın arkamdan bağırdığını duysam da dönüp bakmadım. Kendimi anlatmaktan yorulmuştum. Bana böyle cephe almaları canımı yakıyordu. Yanağıma ilişen gözyaşımı silip arabaya geçtim. Barış arabayı çalıştırmadan önce bekledi. Nefes alamıyordum. En çok da bu durum beni yiyip bitiriyordu. Gülümsemekle ağlamak gibi bir girdaptaydım. Geride bıraktıklarım oysa hiçbir şeyim değilmiş, ailem beni böyle yok saymışken nasıl bir hatıra saklayabilecektim? Bundan sonrasıydı ilerleyişim, mutlu olabilecek miydim bilmiyordum ama mutlu olmak için çabalayacaktım. Ve ben, artık bambaşka Aymira olmaya gidiyordum. İlk defa dimdik; ağlamadan, feryat etmeden...

Loading...
0%