Yeni Üyelik
22.
Bölüm

22. Bölüm

@rumeysadoganm

Titreyen kirpiklerimin arasında kaybolan gözbebeklerim, kapanan göz kapaklarımın açılması ile karşımdaki şehre merhaba dedi. İndiğim araba arkamda kalırken adımlarımın istikameti, yüreğimin korkusuna sığındığı yer oldu. Bir zamanlar kaçışımın müsebbibi olan yer, geri dönmeme kucak açmış gibiydi.

Adımlarım yavaş ve ürkekti. Kaçtığım şehre yine geri dönmüştüm. Tekrar buraya dönmüş olmam bazı olaylardan ötürü beni çekimser kılıyordu. Korkmamalıydım oysa, burası benim yüzleşeceğim yer olacaktı zaten eninde sonunda. Her şey çok basitti oysa, bunu zorlaştıran sadece bendim. Yapmamalıydım, korkumun arasına sıkışmış prangaları yok etmeliydim. Zira ben cesaretimin arkasına sığınarak terk etmiştim bu şehri ve yeniden bu şehre dönerken cesaretimi de yanımda getirmeliydim. Öyle de yaptım, düşen omuzlarımı dikleştirip adımlarımı emin kıldım. Şimdi gerçeklerin kıskıvrak yakaladığı anlardaydım.

Valizimi köşeye koyan Barış’ı izledim. Küçücük valiz hayatımmış gibi oradan oraya benimle beraber taşınıyordu. Hayatım tıpkı bu kapalı valiz gibiydi. Direndi yüreğim, alışmak bir yana hâlâ kanayan yaramla beni hemhal ederken bile dolmadı gözlerim. Dayandı yüreğim, kuruyan gözyaşlarım kaldı bir tek bana ve ağlayan gözlerim değil yüreğimdi. Biraz da alışmıştım, nasıl bir duyguyu barındırıyordum içimde bilmiyordum; bomboştum. Ailemi görmenin heyecanı bile yoktu; isteksiz, sıkılgan ve hissizdim.

Hayat ne tuhaftı. Doğru bildiğin yolda yürürken insanlar ayağına çelme takabiliyordu. Peki, şu an ne olacaktı? Hangi hesabı yükleyecektim sırtıma.

“Üzülme diyeceğim ama sen beni hiç dinlemeyeceksin biliyorum.” Saatler süren bu durgunluğumda sırtımdaki yükü anlatır gibi dikkat çekiyordu her seferinde.

“Barış!” Karşımda dikilen adam, bana o kadar çok yardımcı oluyordu ki sadece ben biraz tuhaf davranıyordum. “Yanımda olmana ihtiyacım var. Beni tek bırakma olur mu?” Gülümsedi. Buna o kadar ihtiyacım vardı ki bir bilse içimi, sürdürdüğüm bu kıyamete adım dahi atmama izin vermezdi. Korkuyordum, öyle çok korkuyordum ki onların karşısında dirençli duramazdım biliyordum.

“Tabii ki de yanında olacağım Aymira, kendini yalnız hissetmene izin verir miyim hiç!” Gülümsedim, o ne kadar çok gülümsediyse ben öyle ferahladım.

“Aymira!” Sesi masumiyetin çemberi içerisindeydi. “Sen çok güçlüsün biliyorsun değil mi? Şu an karşımdaki kadın girdiği bu hâliyle güçlü ve bir o kadar güzel.”

“Beklemiyordun değil mi? Ya da... Ne bileyim işte, sonuçta…” Sözümü kesip, “Gerçeği söyleyeyim mi?” diye sorduğunda başımı salladım. Bu sefer samimi bir sözle, “Bunu başaracağını biliyordum. O yüzden daha fazla güzelleşmişsin,” dedi. Elini ensesine götürüp şaşkın bir şekilde ufaladı. “Siz de bunu demem doğru değil, demi” dediğinde ise sesli ama bir o kadarda kısık bir kıkırdama çıktı dudaklarımdan. İnanmamasına rağmen, bu kadar bilgili olmasına şaşırmıştım biraz da.

“Neyse ben gideyim artık, anahtarın yerini biliyorsun.”

“Seni evden kovmuş gibi oldum değil mi?” Sahte kızgınlık kaşlarıyla bütünleştiğinde, “En azından benim yanımda eski Aymira gibi davran, ne ara bu kadar çekingen oldun sen?” dese de bir kere demiştim işte. O öyle deyince değiştiğimi daha iyi fark ettim. Ben eski Aymira değildim artık. “Bana kalsa burada bir odada kalırdım ama artık sana göre yani inançlarına göre kalamam. Öyleydi değil mi?” Masumiyetiyle pamuk gibi oldum. Anlayışlıydı, hem de haddinden fazla anlayışlıydı. İnanmadığı bu dine saygı gösteriyordu.

"Nesin sen, olmayan erkek kardeşim mi?"

"Bunu hâlâ sorguluyor musun yoksa?" Başımı iki yana sallayıp, “Sen benim için hep öyleydin Barış, bir abi, bir kardeş, bir dost… Bunu hep hissettirdin, günde on kere arayışın bana destek oluşun beni ayakta tutan bir diğer neden. Senin sayende kimsesiz değildim ben,” dememin ardından gözlerim doldu. Onun ise gözleri parladı. Aramızdaki mahremiyet çizgisiydi sadece bizi birbirimizden uzaklaştıran. Eskisi gibi bu konuda bilinçsiz değildim, bu çizgiyi aşmamak için uğraşıyordum sadece.

“Asıl sen unutma bunu Aymira, hiçbir şüphen olmasın ki bir aile kaybettiysen asıl ailen benim. Sana abi de olurum dost da olurum. Kimse senden değerli değil bunu unutma.” Gülümsedim. Gidişiyle beraber düştüğüm bu yalnızlıktan rahatsız olmadım. Kaygılarımda yavaş yavaş yok olmaya başlamıştı.

Elim kapı zilinde takılı kaldı. Basamadığım zil ve cesaret edemediğim bu gerçeklikte geri kaçabilme şansım yüksekti. Barış her ne kadar yanımda olsa da korkuyordum. Gözlerimi kapattım ve besmele çekerek zile bastım. Sadece birkaç saniye sürmüştü kapının açılması. Kapıyı açan annemdi; yorgun, bitkin ve hasta gözüküyordu. Beni gördüğü an şaşırdı, bu şaşkınlık ise benim değişimimle daha fazla arttı. Beni böyle görmeyi beklemiyor olacaktı. Ben ise onu farklı bir evde bu hâlde görmenin üzüntüsünü yaşıyordum.

Gidip sarılmamak için zor tuttum kendimi. Ama o şaşkınlığına son verip bir iki adım geriledi. Saçma bir şekilde kapıyı kapatacağı esnada elimle kapıyı tuttum. Bunca zaman sonra beni böyle karşılamamalıydı. En azından konuşmalıydık.

“Buraya konuşmaya geldim anne, sizi görmeye değil...” Oysa biraz da görmek istemiştim. Eskisine nazaran biraz yumuşamışlardır diye düşünmüştüm. Sanırım yanılmış, kendimi bu bahanelerle avutmuştum. Neyse ki artık önemi yoktu. Barış da bana katılıp, “En azından bir kere konuşun Hülya abla,” dedi. Annem sessiz kalarak yana çekildi. Buna sevinemiyordum bile, büyük bir boşluk vardı aramızda. İçeriye girdim. İçerisi annemin hayalindeki evden çok çok uzaktı. Bir apartman dairesinde, eski eşyalarla düzülmüş evde oturuyorlardı.

Bu sefer diğer odadan babam çıktı. Annemin aksine daha da sertleşen yüzü elbette şaşırtmadı. Onu en son gördüğümden bu yana epey değişmişti. Saçları daha beyazlaşmış, iri heybeti biraz zayıflamıştı. Üzerinde ondan aksi normal kıyafetler vardı.

“Ne işin var senin burada?” Bu sözler bir babanın sözü olamazdı. Kalbim tuzla buz oldu, yüreğime batan kıymık hiç bu kadar acıtmamıştı. Sadece biraz anlayışlı, biraz da yumuşak olsun istemiştim; yanılmıştım. Bir adım atmıştım ki, “Çık git buradan Aymira,” dedi. Beni dinlemeyeceğini biliyordum ama onu dinlemeyerek, “Bana ne ara bu kadar düşman kesildin baba?” diye sordum. Sesim öfkeliydi. Hesap sormuyordum, sadece cevabını istiyordum. “Bu ne kin, bu ne öfke?” Yanına çoktan yaklaşmıştım bile. Beni öldürse umurumda değildi, en çok da bir şeyler yapmasını bekliyordum. Cevap bile vermeden kolumdan tuttuğu gibi beni kapının önüne koydu. Direnmedim aksine dediğim gibi dinlerlerse konuşur dinlemezlerse giderdim. Bu kadar vasıfsızlık babamlar için değmiyordu.

“Hamza ile aranda ne var?” İçeriye girecekken son an da söylenmem duraksattı. Bana döndüğünde yüzünde büyük bir öfke belirdi. Sanırım onu bu yaşadıkları ile hesaba çekmiştim. “Bu yüzden mi benim hayatımı mahvettiniz? Tefeci işi de yalandı değil mi? Söylesene baba, sakladıkların ne açıklasana!” Ama o konuşmak yerine hızla eve girdi ve kapıyı sertçe yüzüme kapattı. Hırsla önümdeki kutuya tekme attım. Avazım çıktığı kadar bağırdım. “Bana bu yaptıklarınızın hesabını bir gün vereceksiniz baba!” Öfkeyle apartmandan çıktım.

“Dur Aymira, bekle.” Durdum. Ondan hiçbir teselli cümlesi duymak istemiyordum, o da zaten böyle bir girişimde bulunmadı. “Arabaya geçelim, nereye gidiyorsun?” Köşedeki kaldırıma oturdum. Hava sıcaktı ama ben üşüyordum, bedenime kenetlendim.

“Tamam, buraya getirir misin yürümek istemiyorum.” Başını salladı. Fark etmeden epey yürümüştük. Barış, arabasıyla geri geldiğinde yerimden kıpırdamak bile gelmiyordu içimden. Bakışlarım boşluktayken o da gelip yanıma oturdu. Kaldırım alçak olduğu için uzun bacaklarını bir türlü rahat koyamadı. Kollarını dizlerine koyup uzattı. O da benim gibi boşluğa bakıyordu. İçimdeki kasvet hiçbir zaman dinmezdi bilirdim ama şimdi buna bir son vermeliydim.

“Berbat görünüyorum değil mi?” Sesim istihzalıydı. Ben bile kendimden nefret ettim şu an, onların bu kadar canımı yakmalarına izin vermemeliydim. “İzin verirsen biraz tek kalıp yürümek istiyorum.” Onayladı. Hiçbir soru sormadan, “Sen dertlenme, onlar kendi çizgilerini belirlemiş. Sen elinden geleni yaptın, şimdi kendini hırpalamada İstanbul’da geçireceğin zamanını iyi değerlendir. Dert, çaresiz değildir,” dediği an yerdeki bakışlarım ona kaydı. Ben çabalamıştım, şimdi ise dik ve mağrur olacaktım. “Şimdi kendinle baş başa kal, akşam geldiğinde seni böyle görmek istemiyorum.”

Oturduğum kaldırımdan kalktım. Tepeden ona bakarken o bana sadece kararlı kalmam için telkinlerde bulunuyordu. “Haklısın, teşekkür ederim Barış,” dedim ve yürümeye başladım. Ne seriydim ne yavaş. Bilmediğim yolu yürürken aslında bildiğim caddelere çok da yabancı olmadığımı gördüm. Yanımdan geçen arabadan Barış, elini sallayarak uzaklaştı.

Sessizce yürüdüm. Başka dertler varken bu dertlere üzülmem biraz fazlaydı. Ne çok acılar varken kendiminkini acının zerresi kadar hissettim şu an. Ne dertler varken ben kendiminkini imtihan eyledim sadece. İmtihandaydım ve bu imtihanımı veren Allah dikenin ucundaki gülü de bana nasip etmişti biliyordum. Gülü severdim bu yüzdende dikenine katlanmasını da öğrenmem gerekiyordu.

Kendimi ne yöne koysam bilirdim ki o yol çetrefilliydi. Adım attığım an birçok gerçekle yüzleşecek ve ben gerçeklerle savaşacaktım. Buna hazır mıydım bilmiyordum, savaşmam gerekiyorsa da savaşırdım.

İç çektim. Kalbimde ağırlaşan bu düşüncelere inşirah okudum. O an ezan okundu. Sanki bu girdapta bana elini uzatmıştı Allah. Beni duyduğu yerde bana gül sunmuştu. Gülümsedim. Daha sonra gözyaşlarım bir bir aktı. Bu sefer kendi derdime değildi ağlamam, şükürdendi; beni duyan bir Rabbe inandığım için, beni yalnız bırakmadığı için… Eskiden bana ezanla elini uzatan Rab yine beni yalnız bırakmamıştı. Eskiyi hatırladım ve gülümsedim. Ve bir elhamdülillah dedim fısıltı ile. O elhamdülillah zikri, cihada giden savaşçı gibi zafer kazandırmıştı bana. Bu zafer inançlarımaydı. Bu dünyada kaybettiklerim uğruna kazandıklarım içindi.

Hemen ilerideki camiye girdim. İkindi namazını burada eda edecek sonrasında varoluşumdaki bu güzellik için yeni kararlarla adım atacaktım. Namazdan sonra Kur’an’dan iki sayfayı okuduğumda neredeyse bir saat geçmişti. Kur’an okuyuşumu en kısa zamanla geliştirmem lazımdı. Ankara’ya döndüğümde tatilden istifade ederek zamanımı Kur’an’a vermeliydim artık.

Camiden çıkarak ilerledim. Sahile geldim. Her zaman oturduğum yere tekrar oturdum. Bir an ruhumun dinginleştiğini hissettim. İstanbul, hayatımın merkeziydi. Burası bana kötü hatıraları anımsatsa da seviyordum. Kalktım ve bilindik caddelerde yürüdüm. Geri eve gelmemin ardından kısa bir duş aldım. Duş biraz rahatlattığı gibi hafiften uykumu getirmişti. Yatağa uzandığım gibi uyumuştum. .

Kahvaltıyı yaptıktan sonra tekrar sahile gittim. Oturduğum taşlığın ardından çantamdan yanımda taşıdığım kitabı alıp okudum. Kitabın artık sonlarındaydım. Buraya fazla bir kitap getirmediğim için aklımdaki yere gitmek istedim. Önce kalan birkaç sayfayı da bir saat gibi bir zaman diliminde bitirdim. Kitabı çantaya geri koydum. Toparlanıp bildiğim caddeleri yürüdüm. Sağ tarafıma düşen sahaf sanki beni buraya çekmiş gibiydi. Hiç düşünmedim, sahafa girdim. Artık tevafuklara inanıyordum, bu yüzden bu caddeye çıkmam asla tesadüf olamazdı.

Kapıdan girdiğim an gördüğüm Hacı amca gülümsetti. Yine önündeki kitabı burnunun üstüne koyduğu gözlükle okuyordu.

“Selamun aleyküm Hacı amca.” Gözlüklerinin üstünden bana baktı. Bir iki dakika sonra beni hatırlayacak ki, “Ve aleykümselam kızım, hoş geldin,” deyip karşılık verdi. Hoş beşten sonra raflara ilerledim. O kadar çok kitap vardı ki aklımdaki kitabı bulmam epey güçtü. Dolandım rafları, nemli raflarda oluşan hafif beyaz sabun kokusu beni gülümsetti. Yeni silinmişti anlaşılan ve bu kokuyu yakalamam gerçekten büyük şanstı. Hacı amca gerçekten temiz bir insandı. Bu da kitaplardan yayılan kokunun temizlikle hemhal olmasından kaynaklanıyordu.

Hemen ileride kitabı bulmam en azından bu kadar kitapların arasında kaybolmamı engelledi. Oldukça yüksek olan kitaba bir parmak kadar yakındım. Etrafta tabure aradım ama yoktu. Ayak parmak uçlarıma basıp uzanmaya çalıştım. Değdim ama bir türlü alamıyordum. Boyum uzundu ama raf epey yüksekti. Biraz daha uzanacakken elimin yanından teğet geçen el, kitabı aldı. Ne olduğunu anlamadan elim havada, bakışlarım ise yan tarafımdaki kişiye kaydı. Dibinde durduğum adam Hamza'ydı. Uzandığım kitabı kendisi kolaylıkla alabilmişti.

Elindeki bez rafları temizleyenin o olduğunun şahidiydi. Uzattığı kitabı aldım. Onu burada görmeyi beklemiyordum, sanırım o da beklemiyordu. İkimiz de şaşkındık. Hiçbir şey konuşmasını beklemeden sadece, “Teşekkür ederim,” diyerek onu arkamda bıraktım. Oysa kalbimin nasıl çarptığını belli etsem bırak yürümeyi, olduğum yer ayaklarımın altında kayardı. Neden her seferinde karşıma çıkardı ki? Neden bu acıyla her seferinde hemhal olurdum? Yine sabır dedim kendi kendime, biliyordum ki bu da imtihandı.

İçimi titreten bu histen bir an önce uzaklaşmalıydım. Yanından ayrılırken onu arkamda bırakmam ona dair bir umudumun kalmayışıydı. Onun gibi, ona uzak kalan bendim bu sefer. O, sadece benim uzaklığımdaki kaybımdı. Şimdi o kayıpta en büyük iyiliği kendime yapıyordum. Ben eskisi gibi değildim, eskisi gibi sevgi dilencisi de değildim. Sadece onu artık hayatımdan çıkarmıştım. Kalbime sorsam beni hüsrana uğratırdı. Artık kalbimle hareket etmeyecektim. Belki ona dair hâlâ bir his taşıyordum ama ben onu sevmemeyi de öğrenecektim. Onu arkamda bırakıp gittiğim gibi tamamen gidecektim.

Ruman’la oturmuş denizi seyrediyorduk. Sahaftan apar topar çıktıktan sonra onunla karşılaşmış kendimizi burada bulmuştuk. Şimdi ikimizde sessizce ne konuşacağımızı bekliyorduk. Ruman, ara ara bana bakıyordu. Onun da beni görünce şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. Şu an bunun hakkında konuşmak istemiyordum. Kendimi dizginleyerek Ruman’a baktım. Bir zamanlar veda ettiğimiz yerde yeniden gelişimi sevinçle karşıladık. Ruman olunca yanımda, hiçbir dert tasa kalmıyordu. Munis tavrı, güzel kalbi beni iyi ediyordu.

"Aymira, iyi misin?" Kendimi toparlayıp gülümsemeye çalışarak, "İyiyim," dedim. Evet, bu sefer gerçekten iyiydim. O, eski dertleriyle kaybolan kadın değildim. En azından hiçbir şeyi dert etmemeyi öğrenmiştim. “Yine buradayım, oysa gelmeyeceğimi söylemiştim.” Buruk çıktı sesim ama Ruman, bu buhrandan çıkmama yardımcı olmuştu bile. “Büyük konuşmamak gerekirmiş Aymira Hanım, bizi göz ardı edemezdin.” Kıkırdadı en son. Oysa ben daha biraz önce oldukça ciddiydim. Hiç de bana ayak uydurmuyordu, beni bu kadar kolay sakinleştirmemeliydi. Ona Barış ile konuştuklarımı anlatmadım. Şu an bu konu, benimle onun arasında kalmalıydı. Ne olursa olsun bu olayı çözmeden de bahsetmek istemiyordum.

“Kesin dualar da etmişsindir sen.” Muzip bir ifadeyle başını salladı. “Hem de arabaya biner binmez.” Kaşlarım aralandı. Elini çenesinin altına koyup gözlerini kırpıştırması ise ayrı güldürdü beni.

“Bak sen.” Burnuna hafif bir fiske vurdum. İlk zamanlar bana imkânsız gelirdi duanın kabulü şimdi ise fazlasıyla inanıyordum çünkü dua, zırhtı. Bazen farklı bir hâle büründüğümde ilk yaptığım hep dua etmekti.

Nasıl bir yol düşerdi önümüze bilmesem de kendimi yanlış yoldan ayırmamın mutluluğu vardı. Kaybım ailem olsa da bu artık beni etkilemiyordu. Zaten o odada yok saymışlarken beni, onlara dönmem bile benim saçmalığımdı. Ruman’a gelen telefonla yanımdan ayrılınca ben de denize biraz daha yaklaştım. Zamanında ne çok ağlamıştım burada. Zamanında kendi canıma kıymayı düşünmemden ötürü bir istiğfar daha düştü dilime. Aptallığıma güldüm.

Saat epey geç olmuştu. Ay ışığının yansıdığı denize baktım. Kanayan yaramın kabuk bağlayışıydı bunlar. Ben yaralarımı iyileştiriyordum artık. Sadece yürüdüğüm yol zordu velev ki bu zorluk Allah tarafından kolaylaştırılıyordu.

Sahilden yavaş yavaş uzaklaşıp geçen taksilerden birine bindim. Eve geçip uyumak istiyordum. Birkaç gün daha kalıp Ankara’ya dönmeliydim. Ziyaret etmem gereken yerler vardı, özellikle Meryem’e kesinlikle uğramalıydım. Ona minnetim oldukça fazlaydı. Eğer buradayken uğramazsam yanına, vefasız olurdum. Onun sayesinde birçok adım atmışken bir de… Barış’ın mesajına geri dönüp ulaştığım evle ücreti ödedikten sonra taksiden indim. Karanlık eve girip kapıyı örttüm. Odaya geçecekken kapı zilini duydum. Tedirginlikle kapıya gidip delikten dışarıya baktım. Gördüğüm Oğuz’du. Önce tedirgin olup kapıyı açmadan bir müddet bekledim. Gelmişti. O, tamamen aklımdan çıkmıştı. İçeriden çıktığında beni iki kere aramış daha sonra sessizliğine çekilmişti. Artık sessiz kalmayacaktı anlaşılan.

“Aymira, oradasın biliyorum. Kapıyı açar mısın? Sadece konuşacağız.” Telefonu cebimden çıkarıp Barış’a mesaj attım, bunu yapmak mecburiyetindeydim. Oğuz, bu zamana kadar sakin kaldıysa işin sonunu hiç düşünemiyordum. Zincir kilidi bölmeye takıp kapıyı araladım.

“Neden geldin Oğuz?” Önce zincir kilide bakıp ardından, “Böyle mi konuşacağız?” dedi. Böyle konuşacaktık, ona güvenmiyordum. Bana bir adım bile yaklaşmasını istemiyordum.

“Buradan söyle, Oğuz.”

“Sana zarar vermeyeceğimi söyledim, açar mısın?” Nefesimi sertçe soluyup kapıyı açtım. İçeriye girdiğinde önce beni baştan aşağı süzdü ardından yakınıma gelip, “Yeni sitilin bu demek,” deyip yüzüne tiksindirici ifade takındı. O, ne derse desin moralimi asla bozmayacaktım. Fıtri olarak kendi yanlışını göremiyordu. Hem onun söylediklerini ciddiye alacak bile değildim.

“Ne diyeceksen de, git.” Alayla güldü; hep yaptığı gibi. Tepeden bakarken bana kendini ne kadar alçalttığının farkında bile değildi.

“Sen, beni çok hafife aldın Aymira.” Elindeki dosyayı uzattı. Dosyayı alıp incelediğimde kaşlarım çatıldı.

“Hani bütün borcu silecektin.”

“Sen sözünde dursaydın silecektim.” Dosyayı yırtıp, “Evlendiğimiz gün yapacaktın Oğuz, yoksa iflas işi senden mi çıktı?” diyerek ağlama dürtümü uzaklaştırdım. Aslında cevabı biliyordum ama onun da parmağı olup olmadığını bilmek istiyordum. Şu an öfkemle onu mahvedebilir hatta öldürebilecek kadar canileşebilirdim.

“Hayır, iflas işi benden çıkmadı.” Sesi gerçeği yansıtıyordu, bunu kolaylıkla anlayabiliyordum. “Ama sana kimin yaptığını söyleyeceğim, yaptıklarına rağmen bu kadarda düşünceliyim güzel karım.” Bunu biliyordum ama o bilmediğimi zannetmeye devam etse sıkıntı olmazdı.

“Ben senin karın değilim.” Bana doğru bir adım attığında engellenen Barış’la şaşkın bakışları benden uzaklaştı. Barış’ın sert tavrı Oğuz’un geri çekilmesine neden oldu. Hissettiğim acı beni vicdan azabına sürüklemesi dışında yaşadığım felaketlerin hiçbir netice almaması kadar saçmaydı.

“Seni uyarmadım mı Oğuz? Yine ne arıyorsun burada?” Oğuz, hiç takılmadan, “Karımı ziyaret etmek ne zaman suç oldu?” deyip pişkince sırıttı. Şu an nasıl iğrenç biri olduğunu fark edemiyordu. Hastaydı, bu hastalığı hepimize zarar veriyordu.

“Oğlum sen kıt beyinli misin? Neyden bahsediyorsun? Boşandınız siz.” Oğuz, bu sefer sinirlenip, “Ben kabul etmedikçe boşanmış sayılmıyoruz,” diyerek son kez ikimizde gezdirdi bakışlarını. Mavi gözlerinde gördüğüm o öfke her zamankinden farklıydı. Kapıya doğru giderken, “Tekrar görüşeceğiz sevgili karıcığım,” deyip kapıdan çıkacaktı ama durdurdum. “Du.” Bağırdım. Bir de ondan kimin yaptığını öğrenirsem tatmin olacaktım. Arkasını döndü ve dudağını zafer kazanmışçasına kıvırdı. “Bildiğin kişi kim?” Çırpınışlarım dudaklarımın arasında acı haykırışla çıkıyordu. Sanki bütün uzvum kesik bir yaraya tuz basılması gibi acının her bir zerresini hissediyordu.

“Hamza!” Bu sefer saklamadan, oynamadan söyledi. Bu elbette ki şaşırtıcı değildi ama şu an bunun nedeni beni bilinmezliğe sürüklüyordu. Söylemesinin tek nedeni de Hamza’dan nefret etmemi istediğiydi.

“Ne alaka Hamza?” Daha eskiden öğrenmiş olsam da konu Hamza olunca bazı şeyleri kabul edemiyordum. Olay dönüp dolanıyor Hamza’yı buluyordu. Hamza ile ne alakası olduğunu çözemezsem rahat edemezdim. Belki bilir diye düşündüm ama o yine beni bir bilinmezde bırakıp gitti.

“Ona sorarsın karıcığım.” Pişkin sözleri midemi bulandırdı. Bu kadar gurursuz olamazdı. Yine başa dönüyorduk ve her defasında benden uzaklaşmayacağını gösteriyordu yaptıklarıyla. Bu inanılmaz berbat bir duyguydu. Yine öne sürülen babam vardı ortada. Bu sefer bunu kabul etmeyecektim. Anladığım şu ki kabul etsem de babamın yaptığı işleri temizleyemezdim. Giderken, yine geleceğini söylerken, beni bu mecburiyetle tehdit edeceğini biliyordum.

“İyisin değil mi, bir şey yaptı mı sana?” Başımı iki yana sallayıp, “Yapmadı,” dedim. Titrek nefesim ciğerlerimden sertçe çıktı.

Ben salona geçerken Barış da mutfağa geçip, “Kahve?” diye söylendi. “Olur,” dedim düşünceli bir tavırla. Köşedeki berjere oturdum ve kolumu koltuk kenarına dayayıp alnımı da parmaklarımla ufalamaya başladım. Sıkkınca soluğum nefesimi kontrol edemiyordum. Oğuz’un bu hâlleri ne zaman son bulacaktı bilmezken kendimi nereye koyacağımdan bile emin değildim. Oğuz’dan uzaklaşmak istedikçe bunun imkânsızlığını yaşıyordum.

Barış, elinde iki kahve kupasıyla gelip karşımdaki koltuğa oturdu. Kahvenin birini uzattığında aldım. İçimde biriktirdiğim dinginlik bir fırtına ile dağılıp gitmişti. Hiç bilmediğim bir çizgide ilerliyor, ipin üstündeki cambaz gibide düşmemeye çalışıyordum. Ne ben cambazdım ne de üzerinde yürüdüğüm ip sağlamdı.

Ankara’ya gitmeden evvel Meryem’i ziyaret etmek istemiştim. Kahvaltıdan sonra hazırlanıp dışarıya çıkmamla güneş gözlerimi aldı. Bugün daha fazla sıcaktı, güneş kremimi sürmediğim için şimdiden pişman olmuştum. Aradığım taksi bir on dakikanın sonunda gelebilmiş ve arabaya binmemle içerideki klimanın serinliği en azından beni sıcaktan kurtarmıştı.

Sıkışan trafik ve insanların art arda kornaları çalması oldukça kargaşa çıkarmıştı, kimi ise pencereden başını çıkarıp, “Burada hayat kurtarıyoruz, yol verin bari,” diye bağırması tüm dikkatimi çaprazımda olan arabaya çekti. Biraz daha dikkat kesildiğimde penceresi aralık olan arka koltukta kadının birinin doğum sancısı olduğunu gördüm. İç çekerek üzülen gözlerle kadını izledim. Bu trafikte arabada doğurmazsa iyiydi.

Düşündüğümün aksine biraz daha erken dağıldı trafik. Öndeki şoför amca, “Çok şükür,” diyerek ilerledi. Onun bu hâline tebessüm etmemek olmazdı. Neredeyse iki saat sonra biten yol macerası şoför amca gibi bana da çok şükür dedirtti. Kursun önüne gelince geçmiş gözlerimin önüne geldi. Nasıl çaresizdim o zamanlar bu kapının önünde. Korkarak gelmiştim şimdi ise emin adımlarla geldim. Ben çok yol kat etmiştim, bunu şu an daha iyi anlıyordum. O zamanlar bana yabancı kalanlar şimdi sanki bununla doğmuşum bununla var olmuşum gibi hissettiriyordu.

Kapı ziline dokundum, belki on belki on beş saniye sonra kapım açıldı. Bu sefer başka genç bir kız açtı kapıyı. “Buyurun?” dediğinde selam verip, Meryem ile görüşeceğimi söyledim. Beni içeriye aldı. Kurs hiç değişmemişti, sanırım değişen tek şey bendim.

“Meryem hocama haber verdim birazdan gelir.”

“Tamam,” dedikten sonra genç kız yanımdan uzaklaştı. Misafir odasında bir sene önceki beni gördüm. Burada Müslüman olmuş, burada kendimi bulmuştum. O zamanlar nasılda ürkektim. Şükrettim Allah’a. Beni bırakmadığı için şükrettim, bana bu sabrı verdiği için, olanlara rağmen yılmama izin vermediği için şükrettim. Gözlerim kapandı, gülümsememin ardından yanağıma minik bir damla ilişti. Acıdan değil şükürdendi.

“Aymira.” Vakur duruşunun ardındaki tiz ses şaşkınlığın arasından kesif sevinçle çıktı. Kalkmamla gelip bana sarıldı. En çok da ona rağmen benim sevincim çok farklı bir boyuttaydı. Meryem’e karşı farklı bir sevgi vardı içimde. Sanki o benim görünmeyen yanımdı, kaybolduğum yerde kendimi bulduğum, vaat edilen karanlıkta kendime sunduğum ışıktı. “Hoş geldin, ay hiç beklemiyordum ya. Hem ne kadar güzel olmuşsun öyle.” Tebessümüm genişledi.

Beraber arka bahçeye geçtik. Gelen çaydan sonra karşılıklı oturduğumuz çardakta bakışlarımı etraftan çekip Meryem’e döndüm. Meryem’in duru güzelliği beni gülümsetti. Minyon bir yapısı vardı. Kahverengi gözleri kocamandı. Yuvarlak ufak yüzünde oluşan gamzesi her güldüğünde ortaya çıkıyor onu tatlı bir görünüme sokuyordu.

“Dönecek misin geri?” Çayımdan bir yudum alıp, “Birkaç güne dönerim,” dedim. Önce soracağı sorudan ötürü çekindi. Birkaç kez bana bakıp, “Ailen?” dedi sorar gibi. O bu konuya hâkimdi bu yüzden bunu soracağını bildiğimden yüzümü düşürmedim. Yine de kendimi tuhaf hissettim. Buraya geldiğimden beri birkaç kez sorulan soruyla yabancılık çekmedim. Ya da birilerinin sorma ihtimalinden korkmuyordum artık.

“Ailemle olan bağım buraya geldiğimde tamamen bitti.” O da benim gibi yüzünü düşürdüğünde omuz silktim. Buraya bunu konuşmaya gelmemiştim, güzel şeyler konuşmak istiyordum artık. Elimi tutup, “İstersen annenle konuşabilirim,” dediğinde olumsuz şekilde başımı salladım. Kimse benim için ailemle konuşsun istemiyordum. İç çekerek geri yaslanınca Meryem’de bir şey diyemedi. Zaten ortada bu konu hakkında konuşulacak bir durum yoktu. Bir yıldır bana bu kadar merhametsiz davranan ailemin önceki merhametsizliğine takılamıyordum bile. Ailem hayattayken ölmüştü, tıpkı onların beni hayatlarından tamamen çıkarmaları gibi. Kızgındım, en önemlisi de kırgındım. Ama en önemlisi de terk edildiğim yerde beni sahiplenen bir Rab vardı. Teselli eden bir tek buydu. Çünkü ben gerçeğe gözümü açmıştım. Meryem’in üzüntüsünü görünce bu sefer onun elinin üstüne ben elimi koydum.

“Hem sen demiyor muydun bana; Allah seni, herkesin terk ettiği yerde sahiplenir diye, şimdi ne değişti?” O günü hatırlayınca, “Belki biraz daha yardımcı olurum diye düşündüm,” demesi gülümsememi genişletti. Onun bu vefakârlığı zaten bana yardımcı oluyordu.

“Sen bana daha ne kadar iyilik yapabilirsin Meryem? Sen bana en büyük iyiliği yaptın zaten.” Gülümsedi, o gülümseyince ben de gülümsedim.

“Kalbin güzel, ben sadece aracı oldum. Yolumu sana çeviren Allah’tı, o gün olduğum vesilede bunu anladım. Aslında ben değil kaderimiz bizi bir araya getirdi. Beni sana yollayan Allah’tı Aymira.” Sakin çıkan sesiyle iç çektim. Bunu hep biliyordum. Öyle güzel düşünüyordu ki. Meryem her şeyiyle güzeldi. Ona hayranlığım biraz daha artarken sonu gelen sohbetimizin ardından ayaklandım. Kursun bahçesinde beraber yürüdük. Kapıya kadar benimle gelen Meryem’e bakıp, “Umarım yine görüşebiliriz,” dedim. Bana sarılıp, “İnşallah,” dedi. Kollarından ayrılıp uzaklaştım. Meryem’le konuşmak hep iyi geliyordu zaten, bugün de diğerlerinden farklı değildi. Çağırdığım taksi çok geçmeden gelince taksiciye Gizem’in adresini söyleyip geri yaslandım. Bugün, Gizem’le de görüşmek istiyordum. Aradığında hep meşgule atmışken bakalım karşılayışı ne olacaktı. Bir saattir beni arayan Barış’a iyi olduğuma dair mesaj atıp, Ruman’ı sonra ararım diyerek geri dönmeyip camdan dışarıyı seyrettim. Süzülüp giden yol Gizem’in evinin önünde son buldu. Ücreti ödeyerek taksiden indim. Kapı ziline uzun uzadıya bastıktan sonra kısa bir bekleyişin ardından kapı açıldı. Gizem, önce beni inceleyip ardından gözlerini büyüttü. Tepkisi beni korkutuyordu zaten, onunda bu konulara pek sıcak baktığını söyleyemezdim.

“Aymira!” Şaşkın çıkan sesiyle, “Benim,” dedim. Donup kaldı, beni böyle görmeyi ummuyordu. Bir yıldır en fazla üç veya dört kere konuşmuştuk. Ona bahsetmemiştim durumdan.

“Girebilir miyim?” Yavaşça başını aşağı yukarı salladı. Önce ayakkabılarıma yeltensem de izin vermedi. Salonda yerlerimizi alırken birbirimize bakıyorduk öyle. Gizem, en son gördüğümden bu yana biraz zayıflamış, saç rengini değiştirmişti. Fakat onu ilk defa bu kadar yorgun görüyordum.

“Bir şey içer misin?”

“Yok, sağ ol. Kalkarım birazdan.” Israr etmedi. Söze nasıl başlayacağımızı bilemeden durduk.

“Nasılsın?” Söze ilk giren ben oldum.

“İyiyim, sen?” Sakince geri yaslanıp, “İyiyim,” dedim. Oldukça soğuk yaklaşıyordu bana. Kendimi eski Gizem’in yanında hissetmiyordum, üzücüydü.

“Değişmişsin.” Herkes gibi o da bana bunu söyledi. Burukça güldüm.

“Olmam gerektiği gibiyim,” dedim sadece. Alayla kıvırdı dudağını. Yorgun gözüküyordu, daha doğrusu yıpranmış gibiydi.

“Senin olman gerektiği yer ora değil Aymira.” Oturduğum yerden kalktım, olumsuz sözler duymak istemiyordum artık. Bileğimden tutup, “Gidecek misin?” dedi.

“Buraya seni görmeye gelmiştim. Özlediğim bir arkadaşım var diye hatırlıyorum. Yanılmışım.” Bir şey demedi. Yanından geçerken peşimden geldi. Kapıyı açtığımda söylendi. “Ama ben eski arkadaşımı göremiyorum.” Sözlerinden sonra dolu gözlerle yüzüne baktım. “Aymira, bana eski arkadaşımı ver.”

“Görüşürüz Gizem.” Onu arkamda bırakarak bekleyen taksiye bindim. Arkamda bıraktığım arkadaşımın da terkini yaşadım. Hayatın sunduğu enkazda daha ne kadar can çekişirdim bilmiyordum. Evet, bir bir terk ediliyordum. Hayatımdaki insanlar artık tamamen yabancıydı bana.

Loading...
0%