Yeni Üyelik
23.
Bölüm

23. Bölüm

@rumeysadoganm

Dışarıdaki hafif hareketliliği izliyor, sabah namazından bu yana uyumadığım içinde acıkan karnımın sesini duymazdan geliyordum. Loş ışıkla aydınlanan oda günün iyice doğmasından sonra artık iyice aydınlanmıştı. Camdan uzaklaşıp mutfağa yöneldim. Kendime iyi bir kahvaltı hazırlamak istiyordum, sonrasında ise vaktimi dolu dolu geçirmek gibi bir plan yaptım kafamda.

Saat sandığımdan da epey ilerlemişti. Hazırladığım kahvaltıyı iştahım olmamasına rağmen yedim. Önümdekilere bakarsam pek yediğim söylenemezdi ama doyduğum aşikârdı. Masayı ve mutfağı toparladıktan sonra dün akşam kaldığım yerden devam etmek için masa başına oturdum. Kalın ciltli kitabı alıp kaldığım sayfayı açtım. Parmağım dün akşam altını çizdiğim alıntıda gezindi.

Ağlama ey Ebu Hureyre! Zor hesap kıyamet günündedir. Dünyada Allah rızası için aç olan kimseye kıyametteki zorluk isabet etmez.

Bazen bu alıntı kadar sebat göstermek istiyordum sonra ise bu kadar sabredemediğimi görüp pişman oluyordum. Benim için dünya zordu, ahiret hayatım ise meçhuldü. Onca günahın içinde hâlâ bu kadar rahat davranmam ise Allah’ın bize sunduğu bunca nimete karşı nankörlük gibi geliyordu.

Bunca zamandır bunları öğrenmemiştim, ailem beni bunlardan uzak tutmuştu ama şükür ki Allah beni zayi etmemiş beni bununla müşerref kılmıştı. Kalbim İslam’a açılmıştı ve ben o günden sonra hep bir arayış içerisindeydim. En azından çabalıyordum, daha iyisini yapmak istiyordum.

Peki, Müslüman olup yapmayanlar! O kadar üzücü durumdu ki kimlikte İslam yazması yetmiyordu. Allah için secdeye değmeyen alınlar hep nasipsizliktendi. Sözde söylenen Müslümanım kelimesinin yerini hep bir riyakarlık almıştı. Oysa Müslümanlık bu değildi. Belki ben çok yeni Müslüman olmuştum ama gördüklerim beni bile rahatsız ederken diyeceklerimin bir başkası için zerre kalacağını bilebiliyordum.

Peki, İslam için çabalayanlar… Doğu Türkistan'da, Gazze'de, Arakan’da zulüm gören onca insanlara rağmen nasıl kendimizi savunacağız? Onlar namaz kılmak için kıytı köşe ararlarken, bir ezana hasret yaşarlarken biz ise ezan okunuyor diye etrafı velveleye veriyoruz…

Canım çok yanıyordu, çok geç tanıştığım İslam’ı savunamamamdan, aileme anlatamamaktan, onları bu cehennem çukurundan çıkaramamakdan suçluluk duyuyordum. Lakin bu suçluluk “Sen, sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, ama Allah, dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi O bilir” ayeti ile biraz olsun diniyordu. Ben ne kadar uğraşsam da onların hidayete erip eremeyeceğini bilemezdim.

Çıkılmaz bir kuyuya düşsem de o kuyudan çıkarıp bir yurda sultan edecek bir Rabbin olduğunu biliyordum.

Sabah ezanından bir saat önce kendiliğimden uyanmıştım. Aslında az uyumuştum ama uykumu almıştım. Zaten epey bir terlemiştim, bu yüzden yatakta çok durmadan kalktım. Kısa bir duş alıp ardından abdestimi aldım. Aklıma gelenle üzerimi giyindim. Bu sabah, namazı camide kılmak istemiştim. Bu yüzden evden gerekli eşyalarımı alıp çıktım. Barış, bana kullanmam için yedek arabasını vermişti. Bu gerçekten şu an en çok ihtiyacım olan durumlardan biriydi ve Barış’a ne kadar teşekkür etsem azdı.

Çok geçmeden camiye geldim. Sanırım burayı sevmiştim. Her ne kadar kötü anılarım olsa da burada ısınmıştım İslam’a. Bu yüzden beni tanımayan ama benim tanıdığım imamın kıldırdığı namaza katılacaktım. Beni hiç bilmeyecekti ama ben, onun için dua edecektim. Tıpkı şu an ettiğim gibi. Biri benim için dua etse sanırım bu çok hoşuma giderdi, hatta mutluluktan ağlar dururdum.

Camide durup biraz Kur’an okudum. Sabahleyin Kur’an okumak bana iyi geliyordu. Bir sayfayı ne kadar yavaş okusam da acelem yoktu en nihayetinde. Zaten kafamı kaldırdığımda gün çoktan ışımıştı.

Caminin o güzel kokusunu son kez içime çektim ve beklemeden çıktım. Tatlı bir his bırakan rüzgâr hafiften gülümsetti. Kuş sesleri zaten ayrı bir meseleydi. Tam tefekkür etmelik bir sabahtı. Pastaneden bir simit ve bir çay alıp sahildeki banklardan birine oturdum. Sanırım sabah rutinimin devamını bir süre burada değerlendirecektim. Bir müddet martıları izledim, dalga seslerini dinledim. Hayat yaşamaya değerdi. Şu sesler, şu görüntüler bile hayatın güzelliğini bir kere daha hatırlatıyordu.

Telefonumu alıp fotoğraf çektim. Çok fazla fotoğrafım olmadığı içinde bir tane selfie ile olayı kapattım. Ben ne yaşarsam yaşayayım İstanbul gibi güzel bir şehirden nefret edemezdim. Burası bana her yönüyle iyiliği de kötülüğü de öğretmişti. Bu mühim değildi, sevdiğim yer zorluklar karşısında vazgeçilmez olurdu.

Geciken ikindi namazlarımızı sahil camide kılmış ardından camiye yakın olan kafelerden birine geçmiştik. Ruman, çalan telefonuyla konuşup ardından annesinin beni akşam yemeği için çağırdığını, reddetme olanağım olmadığını söylemişti. Kahveleri içtikten arabaya geçtik. Kevser teyzeyi hiçbir surette reddetme olanağım yoktu zaten. Eğer gitmezsem bir daha benimle konuşmayacağını söyleyince kabul etmek zorunda kalmıştım.

“Annemin azarlarına hazır ol bence.” Kıkırdayıp eliyle ağzını kapattı.

“Kevser teyzeyle ufak bir çatışma yaşayacağımız kesindi zaten.” Ufak bir serzeniş çıktı dudaklarımdan. Sanırım bu gece ufak küsüşmeleri düzeltmem gerekiyordu. Gülümsedim. Ruman’ın telefona odaklanması dışında ben de süzülüp giden yolu izliyordum. Üzerimdeki bu yorgunluk ruhumu sıkıyordu. Aslında gidip tekrar kitaplarıma gömülmek istiyordum. Bazı zamanlar kendimi insanlardan soyutlamak kendime yaptığım haksızlık gibi geliyordu ve ben bu haksızlığı bile kendime kabul ettiremiyordum. Yapamıyordum, geçmişimi silip atamıyordum, çünkü geç tanıştığım İslam’a biraz daha layık olmak istiyordum. Bol bol kaza namazı kılarken buluyordum kendimi bazen, bazense gece teheccüte kadar Kur’an okuyordum. Sabah namazını kıldıktan sonra uyuduğum oluyordu, buna rağmen erken kalktığım günler ise ilmi dersler yapıyordum kendi kendime. Direncim çok yoktu ama buna mecburmuşum gibi hissediyordum. Oysa kaza namazlarının yükünü yüklememişti Allah bana. Yine de kılmak ruhuma serinlik kazandırıyordu. Başka yapacak bir şeyim yoktu çünkü.

Bir gün Maşita bana kendime eziyet ettiğimi söyleyince ayağı acıyana kadar ibadet eden bir peygamberi örnek aldığımı söylememi kabul etmiyordu. Peygamberimizin bize kendisi kadar ibadet yapamayacağımızı bu yüzden yükümü biraz hafifletmemi söylüyordu ama ben dinlemiyordum. Vicdan denen bu kesif hâl beni bir türlü bırakmıyordu. Daha fazlasını istiyordum, kendime eziyet etmekten değildi kastım sadece ben bu dünyadaki yerimi dar bir odaya hapsetmiştim.

Bahçe kapısından geçtik ardından Ruman dış kapıyı cebinden çıkardığı anahtarla açtı. İçerisi oldukça kalabalıktı, Ruman da benim gibi şaşırıp, “Allah Allah, hayır olsun inşallah,” dedi ve geçmem için yer verdi. Önde ben, arkada Ruman girdi. Sesleri duyan Kevser teyze beni görmenin sevinciyle kollarını açıp yanıma geldi.

“Hoş geldin kızım,” Sarılması o kadar içtendi ki biraz önceki gerginliğim bu sıcaklıkla uçup gitti.

“Hayır olsun anne? Bir şey olmadı değil mi?” Ruman’ın sorusuna Kevser teyze, “Önemli bir şey değil kızım,” deyip içeriye geçecekken, “Hadi üzerinizi çıkarında içeriye gelin,” dedi. Ruman, bir bana bir içeriye bakıyordu, içeride kimlerin olduğunu da şu an daha iyi anlamıştım fakat ses etmeden trençkotumu askılığa astım. Duraksadığımı gören Ruman, “Merak etme, salona geçmeyiz,” dedi. “Kusura bakma, bilmiyordum burada olduklarını. Annemin de bu meselelerden haberi yok o yüzden bilememiş.” Açıklama yapmasına gerek yoktu, ben anlıyordum onları. O yüzden açıklamasına hiçbir cevap vermeden, “Hadi geçelim,” dedim. Mutfağa ilerledik. En azından mutfakta yiyor oluşumuz rahatlattı beni.

İçeriye adım atmamız hiç de umduğumu bana buldurmadı. Tezgâhın başında ekmekleri kesen Mehlika Hanım’la ayaklarım zemine yapışmıştı adeta. Sükûnetle koyduğu çorbadan sonra beni görmesi hoşuna gitmemişti. Öylece şaşkın, öylece hareketsizdi. Sadece gülümsedi, şaşkınlığına set çekip, sükûnetini bozarak, “Hoş geldin kızım,” dedi. Munis tavrı ondan ziyade beni şaşırttı. Oysa bana kızgın olmalıydı, yüzüme bakmamalıydı ama o hiçbir şey olmamış gibi gülümseyebiliyor hoş geldin diyebiliyordu. Ama o gün de bana pek sert yaklaşmamıştı, hakkını yiyemezdim. Nasıl yaklaşmam gerektiğini bilmiyordum. Sadece başımı sallamakla ve, “Hoş buldum,” demekle iktifa ettim. Zehir zemberekti yüreğim, bir dokunsa ağlayabilirdim. Utanmıştım; ilk defa geçmişimden, yaptıklarımdan bu denli pişman olmuştum. Ne zaman görmezden gelsem geçmişimi, illaki hatırlatacak bir şeyler karşıma çıkıyordu.

Masa hazır olduğunda Ruman’la masaya oturduk. Bakışlarım masadaydı. Biz kadınlar mutfakta yiyorduk. Hem ben sebebiyle Hamza o masada oturmazdı. Burada olmamı istemeyecek tek kişi oydu, bir an önce buradan gitmemi istediğine de emindim. Yabancı olduğum masada, iştahımın tek bir zerresi kalmadı. Bir an önce yemeği yiyip baskın düşüncelerin altından uzaklaşmak istiyordum. Kevser teyze, arada içeriye servis yapıyordu. Kapının hafif aralık kalmasıyla bakışlarım salondaki güzel yüzü buldu. Mutfakla salon karşı karşıya olduğu için içeriyi rahatlıkla görebiliyordum. Teyzesinin eşiyle oldukça sıkı bir sohbete girmişlerdi. Hamza, eniştesini dikkatle dinlerken bazen araya girip kendisi konuyu anlatıyordu. Anlatırken beden dilini de kullanıyordu. Lacivert spor kesim bir gömlek giyinmişti. Yine siyah saç tutamı alnında yer edinmişti. Onu burada en son gördüğümden bu yana sadece zayıflamıştı ama bedenen dinçti. Sadece yüz kemikleri daha belirgin hâldeydi. İçimi ısıtan görüntüsü beni üşümüş ruhaniyetimden çekip sıcacık etti. Bir an bana kaydı bakışları, şaşkınlık yüzünde yer edinirken çok fazla sürdürmedi bu durum. Yüzündeki o bilindik ifadeyle hızla bakışlarımı kaçırdım. Fakat Oğuz’un dedikleri aklıma gelince ona sormam gereken sorularımın olduğunu hatırladım. Lakin onunla konuşmak, yakınında durmak istemiyordum. Ama soracaktım, belki bugün değil ama en kısa zamanda halledecektim.

"Şeyma nerede teyze?" Masadaki sessizliği bozan Ruman oldu. Ben de çevrelendiğim bu ifadeden kurtuldum.

"Son senesi ya, kafasını derslerden kaldırmıyor. Evde yerim ben bir şeyler deyince biz de zorlamadık onu." Ruman, aldığı cevap ile yemeğine devam etti. Zorla bitirdiğim çorbanın devamında yediğim yemekten hiçbir şey anlamadım. Biten yemek meselesi beni rahatlattı. Masadaki tabaklardan birkaç tanesini alıp tezgâha taşıdım. Kevser teyze, ne kadar buna razı olmasa da sorun olmadığını söyleyip Ruman’la beraber mutfağın işini bitirdik.

Yemekten sonra kahve yapıldı. Ruman kahveleri götürmeden evvel ikisini buraya bıraktı. Köşedeki sandalyeye oturduğum an tekrar onu görmemle kapıyı kapattım. Aramıza set kurmaktan başka bir şey yapamazdım. En azından onu görmezsem içtiğim kahveden zevk alırdım. Mehlika Hanım’la Kevser teyze önemli mevzu olduğunu söyleyerek içeriye geçtiler. Bu evdeki tek yabancı ben olduğum için kendimi geri planda tuttum.

Anlamadığım meseleler vardı; eşi neredeydi? Düğüne gelmemişti, belki de gittiği yere dönecekti, içerideki mesele için gelmiş olmalıydı. Ruhumu boğan bu düşünceyi yok saymak faydasızdı. Hamza’yı önemsemek ise acı vericiydi. Unutamamak ıstırap verici bir yüktü benim için.

Ruman, boş tepsiyle geri döndü. Daha fazla Hamza ile göz göze gelmemek için kapıyı tekrar kapattım. Karşıma oturduğunda ona sormak istediğim birçok soru vardı. Sorsam yanlış anlaşılmaktan korkuyordum. Önümdeki fincana bakıyor, kelimelerimi toparlayacak bir tavra girmek için çabalıyordum. Bana dönüp, "İyi misin?" diye sordu. Sorusu tamamen girdiğim ruh hâliydi. Kendimi o kadar belli etmiştim ki hâlâ kızaran yüzümün yanmasını hissediyordum.

"İyiyim." Sesim kırgın çıktı. "İyi değilsin," deyince hiçbir şekilde cevap vermedim. Ne diyebilirdim ki? "Mesele Hamza abi değil mi?" Yine cevap vermedim. Cevap verecek bir söz bulamadım, sadece sustum. Hamza hakkında konuşmaktan tekrar kaçındım.

“Burada olduğunu bilseydim sonra gelirdik.” Gülümsemeye gayret ettim. Aslında iyiydim ben, onu düşünmüyordum.

“Önemli değil, gerçekten. Hem ben artık Hamza’yı düşünmüyorum ki. İnan bana ben eskisi gibi değilim.”

“Biliyorum elbette. Ama işte…” Kolumu dostane bir tavırla sıvazlayıp, "Yüzünde öyle bir ifade var ki bu beni üzüyor," deyince başımı iki yana sallamakla iktifa ettim. Bu durumu kendimle kıyaslamamalıydım.

“Yapma Ruman. İnandırmam mı lazım seni illa. İyiyim işte ben. Hem önemli değil burada olup olmaması. Birazdan gideceğim zaten.”

“Asıl sen yapma. Hislerini gizliyorsun, bu soğuk tavrın en çok seni üzüyor.” Bir müddet yüzüne bakıp, “Hislerim falan yok. Evli bir adama karşı zaafım kaldığını düşünüyorsan sil aklındaki o düşünceyi,” diyerek sertçe çıkıştım. “O kadar alçalmadım ben.”

"O, evli değil." Dudaklarının arasından çıkan sözler yerdeki bakışlarımı ona çevirmemi sağladı. "Özge, vefat etti. Sen buradan gitmeden önce onu toprağa verdik." Önce kaşlarım çatıldı, bu beni gerçekten şaşırtmaya yetti.

"Gerçekten mi? Başınız sağ olsun, üzüldüm." Ruman hafiften iç çekip, "Sağ ol," dedi. Bunu beklemiyordum. Camiye gittiğimde gördüğüm cenaze onundu demek ki. Özge'ye kızmıştım ama onun ölmesini istemezdim.

"Aymira!" Neyden bahsedeceğini bildiğimden, "Ufak bir işim vardı, artık gitsem sorun olmaz değil mi?" dediğimde elimden tutup, "Bir dinle,” diyerek beni durdurmaya çalıştı. Kalkmamla oturmam bir oldu. Sertçe yutkundum, nefes alamıyordum sanki.

"Ruman! Evli olsun ya da olmasın, benim için bir önemi kalmadı artık. Bitti, ister inan ister inanma ama bitti.” Hızla mutfaktan çıkarak banyoya geçtim. Ben, çoğu şeyi kaybetmiştim. Hayatımı, onu, geçmişimi… En çok da yolumu kaybettiğimi sandığım yerde daha değerli bir güzellik bulmuştum. Onu kaybetmiştim ama O’na ulaşmıştım. Bu benim için her şeyden önemliydi.

Geriye dönüp baktığımda Hamza'ya dair bıraktığım külleri toplamaktan vazgeçmiştim. Bu çok yorucuydu, yorulmaktan vazgeçmiştim. Ben, eski hislerimi taşımaktan vazgeçmiştim, bu eser Hamza’nındı. O, beni bu hisle baş başa bırakırken ona olan hislerimde kendini karanlık bir mezara hapsetmişti. Yine de; İnsan affedemeyeceği kişiyi de özlüyordu.

Elimi yüzümü yıkayıp banyodan çıktığımda Ruman’ı endişeyle dış kapıdan içeriye girerken gördüm. Beni gördüğünde panikledi. O an şüphe filizleri içimi yiyip bitirdi.

“Hayırdır Ruman, nereden geliyorsun?”

“Şey, hiç. Hadi içeriye gidelim.” Yüzünde endişeden çok korku gördüm. Çatılan kaşlarım sorgu dolu bir tavra büründü.

“Betin benzin atmış. Bir şey olmuş işte.” İkilemde kalmış gibiydi.

“Söyleyeceğim ama çıkmayacaksın dışarıya.” Söylemesini bekledim. Kapıda Oğuz var, ne yaptıysam gönderemedim. Sorun çıkartıp duracağını söylüyor. Ama bekler bekler gider. Hadi biz içeriye gidelim. Herkes buradayken bir şey yapamaz herhalde.” Daha birkaç gün önce yaptıkları yetmezmiş gibi beni burada da rahat bırakmaması sinirlerimi bozdu. Ruman, onu tanımıyordu. Yapabileceklerini asla tahmin edemezdi. Ama ben, tanıyordum onu, asla gitmezdi buradan. Salonun kapısına bakıp, “Ben şimdi hallederim, sen içeridekilere bir şey söyleme,” dedim. Önce kabul etmeyecekti ama ona, “Lütfen,” diye ısrar ettiğimde zor da olsa başını salladı. Kimseyi zora sokmak istemezdim. Ve daha buraya geleli birkaç saat olmuşken milletin başına bela edemezdim.

Bahçe kapısına ulaştım, Oğuz’un karşıma çıkması bile normal geliyordu bana. Anlaşılan beni hiçbir zaman rahat bırakmayacaktı. Kaşlarım olabildiğince çatıldı. Oğuz, yaslandığı arabanın kaputundan doğrulup bana doğru yaklaştı. Bu adam beni mi takip ediyordu? Nasıl bulabilmişti burayı hem? Bakışlarım eve kaydı, Allah’tan salonun penceresi buraya bakmıyordu da birinin görme ihtimali yoktu.

"Ne arıyorsun burada?" Oğuz, elini cebine sokup tam karşımda durdu. Yüzünde pişkin bir ifade vardı.

"Akşamdan beri seni burada bekliyorum."

"Neden? Seni buna iten ne Oğuz? Neden peşimi bırakmıyorsun?"

"Hâlâ sana aşığım Aymira ve sen benim karımsın." Alaycı bir gülümseme ile, "Karın mı?" diye söylendim. "Sen hastasın, Oğuz." Sertçe kolumu kavrayıp kendine çekti. Bu hareketleri oldukça sinirimi bozuyordu artık. Kolumu elinden kurtarmamın imkânı yoktu.

"Beni anlamıyorsun Aymira." Sinirden göz devirdim. Bu artık sıkmaya başlamıştı. Neyi anlamıyordu bu adam, ya da neydi bu inat?

"Bırak," diyerek söylendim, bağırmadım ama sesim sertti. Kimsenin duymasını istemiyordum. Oğuz'un nefesi yüzümü bertaraf ettikçe midemi bulandırıyordu. İçmişti, önceden tanık olduğum bu koku artık en nefret ettiğim kokuya dönüşmüştü. Tiksinerek yüzümü buruşturmam onu daha fazla öfkelendiriyordu.

"Gidiyoruz." Kararlı çıkan sesiyle sıktığı kolumu kurtaramamam ve çekiştirmelerine engel olamamam sadece beni yoruyordu. “İnan bana seni rahat bırakmam, hatta bu evdekileri de.”

"Bırak diyorum sana." İçeriden çıkan Kevser teyze koşarak yanımıza geldi. Çok geçmeden de peşinden evdekiler geldi. Resmen rezillikti. O da olaya müdahil olunca çok yakında mahalleyi de başımıza toplayacağız diye korkuyordum. Zaten bir iki kişi köşeden bizi izliyordu. Kimse korkudan bir şey diyemiyordu, hele ki birkaç kişinin video çekmesi o hep gördüğüm haberlerdeki görüntüyü anımsattı bana. Hızla kolumu çekip, "Oğuz, yeter!" diyerek bağırdım. “Hastasın sen, kafayı yemişsin.” İçtiği için bu söylediklerim onu her zamanki hâlinden daha öfkeli yapıyordu. Üzerimdeki hükmü kendini küçük düşürmekten başka bir şey değildi. Öyle çok acıyordum ki ona, bunu bilse asla bana yaklaşmazdı.

Oğuz, fevri bir hareketle elini havaya kaldırdığı an hızla bileğinden tutan kişi ile geri sendeledi. İkimizin de bakışları yan tarafımızdaki Hamza’ya kaydı. O ise önüme geçip, "Önce o elini indir!" demesi ile ikimizde Hamza’ya baktık. Gözlerinde hüküm süren öfke benim geri çekilmemi sağlarken Oğuz’un daha da öfkelenmesine sebep oldu. İçimde boy gösteren telaşla ne yapacağımı bilemedim. Oğuz, fevri bir hareketle kolunu Hamza'nın elinden kurtardı, gözü bendeydi. "Karımla arama girme," dedi hiçbir şey olmamış gibi. Ben artık Oğuz’u anlayamayacaktım. Hamza, önce bana bakıp sonra Oğuz'a döndü. O da konuyu açık ve net bir şekilde anlamıştı. Hiç olmadığı kadar sertleşen ifadesi Oğuz’un üzerinde bir karabasan gibi dolandı.

“Ne karısı lan, hangi karından bahsediyorsun? Çek git olay çıkarma.” Oğuz hiç dinler mi? Bunu kabullenemiyordu. Oysa o sadece hastaydı, tedavi olmalıydı.

"Gidiyoruz Aymira." Yanıma gelecekken Hamza önüne geçti.

"Sen gidebilirsin." Oğuz çileden çıkarak Hamza'nın üzerine yürüdüğünde Hamza, ters bir hamle ile Oğuz'un kolundan tutup ters çevirdi. Bunu hiç beklemiyordu, Hamza öfkesine hâkim olamazcasına Oğuz’a hamlesini sertleştirdi. Oğuz ise çabalamaktan vazgeçmiyordu. Mavi gözleri öyle bir soğuktu ki ürperdim.

“Durun bir dakika.” Araya girmek istesem de olmadı. Olay çıksın istemiyordum. “Tamam Oğuz, geleceğim.” Bıkkın çıktı sesim. Oğuz oldukça memnun kalırken Hamza direkt bana baktı. Buraya zaten gelmemeliydim. Birinin benim yüzünden zarar görmesini istemiyordum. “Yeter ki şu rezilliği kes.”

“Bekliyorum, eşyalarını al gel.”

“Hiçbir yere gitmiyorsun Aymira.” Hamza, aksime bunu kabul etmedi.

“Sen ne karışıyorsun lan. Hadi Aymira.” Hamza, sabır dilenir gibi nefesini soludu. “Hamza, tamam. Olay çıkmasın artık. Gitsem iyi olacak. Rezil olduk zaten yeterince.” Etraftaki insanlarımı kastettiğimi anladı.

“Aymira, sana hiçbir yere gitmiyorsun dedim. Bana bak Oğuz, yapabileceklerimin sınırı yok. Birazdan polis çağırmamı istemiyorsan buradan uzaklaş."” Hamza’nın ciddiyetini anlamış daha fazla uğraşmamıştı. Belki de biraz korkmuştu.

"Benden kolay kurtulamayacaksın Aymira," Son tehdidi bu oldu. Hışımla bahçeden çıktı. Arabasına bindiğinde ondan gördüğüm tek şey öfkeydi. Kevser teyze, beni sakinleştirmek adına kollarını bedenime sardı. Bakışlarım hâlâ Oğuz’daydı. Bir müddet direksiyonu kavrayıp bekledi. Öfkesini soğutmak istiyordu fakat öfkesi soğuyacak gibi değildi. Kendi kendine büyüttüğü bu olayı kendine yüklüyor, acısını ise bana çektiriyordu. Bana bakarken gördüğüm o bakışlarındaki çaresiz adamı gördüm. Aslında o da ailesinin kurbanı olmuştu, biraz da olsun üzülüyordum onun için. Gaza basması ile arabanın tekeri yolda büyük bir feryat ederek ilerledi. Geride kalan egzoz kokusu ona dair tek kalıntıydı. Arkasında kalan bakışlarım birkaç saniye sonra dehşetle açıldı. Araba büyük bir gürültü ile yolda takla atarken, etraf sisli bir dumanın esareti altında kaldı. Yan taraftan gelen araba ise diğer tarafa savruldu.

Hamza ile hızla arabanın olduğu yere koştuk. İnsanlar bizim gibi arabanın etrafına dolaşırken Hamza, daha fazla beklemeyerek Oğuz'u kurtarma çabasına girişti. Birtakım insanlar Hamza'ya yardıma koşarken diğer insanlar öteki arabaya baktı. Ben ne yapacağımı bilmez bir vaziyette olanları izlemekle kalıyordum. Korkuyla olacakları beklerken ufak yerden Oğuz’un yaralı bedenini gördüm. Kısıtlanmış hareketlerim bütün uzvumu ele geçirmiş gibiydi. Ambulansı arayan adam bir yandan arabalara bakıyordu. Feryatlar ulaştı kulağıma, daha sonra bütün bilincim donup kaldı. Sanırım bir şeyler hep ters gidecekti.

 

Loading...
0%