Yeni Üyelik
25.
Bölüm

25. Bölüm

@rumeysadoganm

Yaşamak sonu gelmeyen bir girdabın eşiğinde kıvranmak gibiydi benim için. Önüme sunulan gerçeklerle yaşama tutunmak gibi… Belki de ben çok önemsemiştim hayatımda olmasını istediğim her şeyi. Ne yazık ki bu mümkün değildi.

Dün yaşadıklarım aklıma geldi. Hamza’nın teklifi, benim kaçışım ve yaşadığım onca hengâme. Sanki doluya tutulmuştum. Kaçamıyordum aslında, aklım karmakarışıktı. Hamza’nın bir sözü beni perme perişan edebiliyordu. Ondan kaçamıyordum, kaçsam yeniden tutuluyordum. Kalbimin delicesine çarpmasına sebebiyet veren bu adam sanki bütün yaralarıma iyi geliyordu, yine de en çok acıtan da oydu. Bir baksa, ona koşuyor, bir söz söylese yerle bir oluyordum. Canımı yakmasına neden bu kadar izin veriyordum, bilmiyordum.

Düşüncelerimin girdabından çıkarak camdan süzülen yağmur damlasını parmağımla takip ettim. İçeriye giren Ruman’ı çok sonradan fark ettim. Beraber oturduğumuz yatağa bağdaş kurup, karşılıklı kahvelerimizi içmeye başladık. Ruman, bana çok şey sormak istiyordu ama yapamıyordu.

“Bak bakalım beğenecek misin?” Önüme koyduğu hediye paketini beklemiyordum.

“Ne bu?”

“Küçük bir hediye, içimden geldi.” Gülüşüm çoğaldı. Çoktandır hediye almadığım içinde ufaktan heyecanlandım.

“Teşekkür ederim, çok güzel.” Şalı alıp dizlerimin üstüne koydum. Ruman, tekrar o derin bakışlarını iletti yüzüme. İkimizde neyin ne olduğunu bildiğimizden çok da saklama gereği duymadan, “Sen olsan ne yapardın?” diye sordum. Sesim, o kadar hissizdi ki kendime aynada bakmamıştım bile. Nefesim düzensizdi. Önceden bu teklifi etmiş olsa kabul etmemem için bir neden yoktu ama şimdi birçok neden söz konusuydu. Kabul etmeyecektim, Hamza ile evlenmek istemiyordum artık.

“Önce karşımdaki kişiyi dinlerdim.”

“Bu gerçekçi bir cevap değil Ruman. Yapamazdın, dinlemezdin.” Dizimin üstünde duran elim avuçları arasında yerini aldı. Her ne derse desin o kendi duygularıyla hareket ediyordu, ne yaşadığımızı bilmiyordu bile.

“Onu dinle Aymira, inan bana anlatacağı çok şey var.” Başımı kaldırıp nefesimi soludum. Benim sabrım kalmamıştı artık, ona inancım kalmamıştı. Cevap vermeyeceğimi bildiğinden yataktan kalktı. Elimdeki boş kupayı alıp, “Hadi biraz hava alalım, sana da iyi gelir,” demesiyle onu onayladım. Beni anlaması en azından rahatlattı. Şu an kafamdaki bilinmezliği kendim çözmeliydim. Ruman da bunu bilerek önceliği bana tanımış, soru sormaktan uzak durmuştu.

Üzerimizi giyinip evden çıkmamız çok uzun sürmedi. Bindiğimiz dolmuş, yürüdüğümüz yol ve yaptığımız alışveriş sonrası girdiğimiz alışveriş merkezindeki yemek yeme yerlerine ilerledik. Yemeklerimizi de alıp boş masalardan birine geçtik.

“Buraya Maşita ile çok gelirdik.”

“Ben bu tarafa gelmedim hiç. Bu yüzden ilk seninle geldim sanırım.”

“Diğerleri çok büyük, yoruyor beni. Burası daha iyi benim için.” Güldüm bu tavrına. Anlatırken heyecanlı yapısı hoşuma gidiyordu.

“Aymira, ne düşünüyorsun?” Sanırım yine dalıp gitmiştim.

“Bilmiyorum. Şu birkaç günde o kadar çok şey yaşadım ki bu yüzden hiçbir şey bilmiyorum.”

“Kalbini dinlesen.”

“Kalbimi dinlersem durum daha vahim.” Gülüştük. İnsan ağlanacak hâline bile gülebiliyormuş. Kalbimi dinlersem beni yerin dibine sokardı.

“Keşke sana hak vermesem de şu evlilik için zorlasam.”

“Munzurluk yapacak bir cesaret var sende.”

“Var da sana kıyamıyorum.”

“Neyse, boş ver. Hadi yemeklerimizi yiyelim.” Onayladı. Yemeklerimizi yedikten sonra Ruman’ı acil işten çağırdıklarında ben de bir süre öyle dolanıp ardından camiye girmiştim. Namazımı burada kılmış ardından Meryem’in yanına gitmiştim. Meryem’le bugün kurs dışında bir şeyler yapmaya karar verdik. Hazırlanması çok uzun sürmedi. Bugün uzun zamandır böyle dışarıda vakit geçirmediğimi varsayarsak epey iyi gelmişti.

“Ufak birkaç hediye almam lazım, işin yok değil mi?” İlerlerken bir yandan konuşuyorduk.

“Hayır tabii ki, hallet sen işini.” Hemen köşede orta büyüklükte bir mağazaya girdik. İçeride oldukça fazla tesettür kıyafetleri vardı. Meryem, ne alacağını bildiğinden eşarp reyonuna ilerledi ve üç tane eşarp alıp kasaya ilerledi. Bu kadar hızlı alacağını tahmin etmediğimden çok beklememiştik.

Eşarplar hediye paketine koyulmuş, hesap ödenmiş ve işimiz bitmiş bir şekilde mağazadan çıkmamız Meryem’i olağanca mutlu etmeye yetmişti.

“Kim için bunlar?”

“Öğrencilerden birkaçı yeni tesettüre geçti, onlar için almak istedim.” Başımı hafiften salladıktan sonra başka bir şey sormadım. Sessizce yürüyorduk, Meryem de kurstaki birkaç işini telefon üzerinden hallediyordu.

İlk gördüğümüz mekâna girdik. Biraz da açık alan olduğu için tercihimiz buraydı. Bana kalsa onunla kursta vakit geçirmek isterdim ama burası da iyi gibiydi. Meryem’le konuşacağımız o kadar çok konu vardı ki biride uzun zamandır birbirimizi görmediğimizde yaptıklarımızdı.

“Nasıl gelişti her şey. Gitmeye nasıl karar verdin, neden geldin? O kadar çok şey var ki hiçbirini anlatmıyorsun bana?” Sahte kızgınlıkla söyledikleri ile güldüm. İri kahve gözleri gülümsemesiyle parladı.

“Bunları konuşmama gibi bir tercihim var mı? Geçici geldim sadece, birkaç güne gideceğim.” Hem çayını içiyor hem de bana bakıyordu.

“İçimden bir ses burada kalacakmışsın gibi geliyor Aymira. Bana kızacaksın ama ne bileyim öyle hissettim, burada başka bir nasip kapısı seni bekliyor gibi geldi.” Bu korkutucuydu, burada kalmak istemiyordum ben.

“Meryem, valla sen konuşunca çıkıyor susar mısın?” Omuz silkip geriye yaslandı. O, benim gitmemi istemiyordu, özellikle kaçmamı istemiyordu. Ama ben kaçmıyordum sadece yeni bir kapı aralamıştım kendime.

“Sadece ne hissettiğimi söyledim Aymira, buraya gelmenin nedeni ne bilmesem de boşuna gelmedin gibi.” Öyle olmasını istemiyordum, ben Ankara’ya alışmıştım, oradan ayrılma gibi bir düşüncem yoktu. Bakışlarımı etrafta gezdirdim. Dimağıma sızan düşünceleri def edemiyordum, haklı olabilirdi Meryem. Daha geleli kaç gün olmuştu ki ayağımı birbirine dolandıran o olaylar beni çok da uzakta tutmadı kendinden.

“Hayırlısı, eğer varsa bir neden yaşayıp göreceğiz.” Bu cevabım gülümsetti, aynı şekilde beni de. Yaşayacaksak daha kötüsünü, imtihan derdim başkasına dilim varmazdı. Ben artık bir beklenti içerisinde değildim, ayakta duracaksam da dururdum. Eskiden çok güçsüzüm diye feryat figan ederken şimdi ne kadar güçlendiğimi görebiliyordum. Minnetim yoktu, ahım yoktu, isyan ise hiç yoktu. Beni bilen O, bana gücü verirdi elbette.

“Aymira kızmayacaksan başka bir şey daha sormak istiyorum?” O an anladım ne soracağını, bu yüzden o sormadan ben cevapladım. Zaten pek bir konuşulacak yanı yoktu da yine de uzamaması için hızlı davrandım.

“Benden kaçan adam bana evlenme teklifi etti, ne saçma değil mi!” Gözleri irildi. Ona, ağlayarak onu anlattığımda beni çok zaman teselli ederken şimdi ona hissizce teklifini söylüyordum.

“Peki sen?”

“Hamza defteri benim için kapandı Meryem.” Bana bakarken gözlerinde gördüğüm hisler neler söylemek istediğini gösteriyordu. Bu sefer kaçmıyordum, ne soracaksa cevaplayacaktım.

“Acı çekiyorsun.”

“Çekmiyorum. Acı çektiren oydu zamanında, kırdı döktü şimdide gelip teklifini kabul etmemi bekleyemez.”

“Peki neden? Yani seni sevmiyordu madem neden etti bu teklifi?” Bunu ben de bilmiyordum. Derdi neydi bilmiyordum. Kafam o kadar doluydu ki, düşünmekten bir süre sonra yoruluyordum.

“Bilmiyorum, bilmekte istemiyorum artık.” Üstelemedi, zaten başka konuşulacak bir söz yoktu. Beni yoran onu üzüyor, onu üzen beni iyi hissettirmiyordu.

Bugün Ankara’ya dönecektim. Otobüs için bilet alacaktım ama Barış izin vermemiştim. Hem benimle konuşacak meselesi olduğunu söyleyip kendisinin bırakacağını söylemesi ile kahvaltıdan sonra hızlıca hazırlandım. O da çoktan gelmişti.

“Ruman seni de bırakalım.” Ruman’ın önce benimle sonra ise aralık kapıdan bakan Barış’la kesişti bakışları. Barış, dirseğini arabaya yaslamış, yüzünü de yumruk yaptığı eline koymuş derin derin Ruman’a bakıyordu. Gözlerindeki o hissi görünce ikisi adına üzülmüştüm. İkisini de o kadar çok seviyordum ki bu işin olmasını onlardan fazla istiyordum. Ne yazık ki Barış bir şeyler için çabalamıyordu. O benim gibi bu dini merak etmemişti hiç, istememişti de.

“Hah geldi taksi, siz yolunuzu değiştirmeyin Aymira. Hadi görüşürüz.” Bir şey dememe fırsat bile vermeden hızlıca arabaya bindi. Barış, dakikalarca bakakaldı arabanın ardından sonra ise nefesini içli bir şekilde soluyup arabaya bindi. Ben de aynı şekilde bindim arabaya. Biraz önce neşeli hâlinden eser kalmamıştı.

“Eee anlat, neymiş benimle konuşacakların?” Dikkatini toparlamasını istedim. Biliyordum içinde ne fırtınalar koptuğunu, bu yüzden aklını dağıtmak en iyisiydi.

“Anlatacağım ama canını sıkmayacaksa.” Konunun ne olduğunu anladığımdan sormadım.

“Yok, artık önemsemiyorum çok. Sen anlat.”

“Şu senin bahsettiğin arsa var ya.” Hangi arsa olduğunu düşündüm. O ara Hamza’nın avukatlık yaptığı arsanın olduğunu anladım. “Dün gece polisler tarafından el konuldu.”

“Neden benim haberim yok, benim üzerimeydi.”

“Burhan abi, zamanında arsayı kendi üzerine yaptırmış. Nasıl oldu bilmiyorum ama dün gece operasyon düzenlenmiş. Sanırım Burhan abinin başka planları var.”

“Ne planı olacak, hayatımı mahvetmek istiyor.” Başını usulca salladı. Zamanında arkamdan ne işler çevirmişlerdi de ben görememiştim. Şimdi bir bir yüzleşiyordum hepsiyle. Bu önemli değildi, zaten arsayı istemiyordum.

Ankara’ya ayak bastığımızda içimin huzurla kaplanacağını tahmin etmezdim. Sanırım ben buraya aittim, şimdi ise ait olduğum yere gidiyordum. Arabadan indiğimde Barış da benime beraber indi. Ona ne kadar gelirim diye direttimse kabul ettiremedim. En çok da yol boyunca beni bir abi gibi tembihlemeleri hâlâ gülümsetmeye yetiyordu.

“Ara ara geleceğim, sen de kendini yalnız hissetme artık. Ben varım bundan sonra. Başın sıkışırsa, bir şeye ihtiyacın olursa bir arama da göreyim seni.” Elimi asker selamı gibi alnıma koyup, “Emredersiniz komutanım,” dedim. Bu hâlim onu güldürürken ben de kıkırdamadan edemedim. Ben yurda geçerken o da arabasıyla uzaklaştı. Onunla vedalaştığım için buruktum en çok ama buraya geldiğim için de çok mutluydum. Her şey bundan sonra başlıyordu. Birkaç günlük yorucu geçen olaylardan sonra gidip uyumak istiyordum, tabii yapabilirsem, yine kendimi seccade başında uyuyakalmış olarak bulmazsam…

Odaya girmemle kızlar beni görmenin şaşkınlığı ve mutluluğu ile boynuma sarıldı. Sanırım onları ben de özlemiştim, özellikle aralarındaki bol kahkahalı muhabbetleri.

“Bana da bırakın ya.” Maşita, kızları hışımla geri çekip boynuma atladı.

“Özlendiğimi bilmiyordum.” Hepsi bir ağızdan, “Nankör,” diye söylendiler. Kıkırdadım. İstanbul’a gittiğimden bu yana birçok kez aramışlardı. Sanırım en çok da Maşita aramıştı çünkü Sevim teyze hâlâ rahat durmuyordu. Hatta görücüleri İstanbul’a bile göndermeyi düşünüyordu. Hatta bir ara Asaf’ın onu biraz azarladığını duymuştum.

“Ee biz seni iyi haber al diye gönderdik sen daha da süzülmüşsün.” Funda, koltuğa otururken bir yandan da gözleri üzerimdeydi. Ailemi bildikleri için az çok tahmin yürütebiliyorlardı.

“Kızın iliğini kurutmuşlar anlaşılan.” İlknur, homurdana homurdana konuşurken Maşita dirseğiyle vurup kaş göz işareti yapıyordu. Buna takılmıyordum ve İlknur’a gerçekten hak veriyordum.

“Şanslısın Aymira, bu gece menü harika.” Bu sefer konuşan Berna oldu. Kızlar damaklarını şaklatarak ayaklandıklarında yemekhaneye ineceğimizi anladım.

Kızlara üzerimi değiştirip geleceğimi söyleyip kendi odama girdim. Önce sabahtan bu yana ter kokan kıyafetlerimden kurtuldum. Sonra ise telefonumu ve anahtarımı alıp yemekhaneye indim. Kızlar, benim yemeğimi almış bekliyorlardı. Sırada bekleyen öğrenciler ise bana hoş beş karşılama yapıp tek tek yemeklerini almaya başlamışlardı.

Seccade başında tesbihatımı yaparken dimağımda dönüp duran düşüncelerden bir türlü zikre odaklanamıyordum. Son boncuğu da çekip tespihi kucağıma bıraktım. Duvarda duran saatin tik tak sesi gecenin sessizliğinde büyük bir uğuldama bıraktı beynime. Sabah ezanı okunmaya başlamış, birkaç dakika sonrada kapı sesleri çoğalmıştı.

Gözlerim yorgunlukla kapandı, titreyen gözlerime sığınan bir siluet vardı ve açar açmaz da aklımla oynamaya başlamıştı. Teklifinden bu yana bir hafta geçmişti. O günden sonra ondan hiçbir ses alamamıştım, sanırım o anlık söylediklerine pişman olmuştu. Evet evet, kesinlikle öyleydi.

Sabah namazımı eda ettikten sonra odalara girip kızları tek tek namaza kaldırdım. Çoğu o kadar zor kalkıyordu ki resmen savaşıyordum. Yine de pes etmeyerek geri kalanları da kaldırıp odaya geri döndüm. Olan abdestimle Kur’an okudum.

Saat epey ilerlemişti, bu gece yine uyuyamayışım, hatta bir ara gece elektriklerin gidişi beni bu saate bırakmıştı. Karanlıktan korkuyordum ve bu korkum o günden sonra başlamıştı. Birazdan da dersim vardı. Yurt bugün dil dersinden ötürü kalabalık olacaktı çünkü dışarıdan öğrencilerde gelecekti.

Kahvaltı yapmadan kendime kahve hazırlayıp camdan dışarıyı seyretmeye koyuldum. Hava düne nazaran biraz daha sıcaktı, bu yüzden havasız kalan odanın penceresini açıp başımı dışarıya çıkardım. Birkaç gündür hep yurtta olduğum için ciğerlerimin havaya nasıl muhtaç olduğunu görebiliyordum.

Dersin başlamasına beş dakika kala odadan çıkışım ve sınıfa girişim fazla uzun sürmedi. Bugün pek öğrenci yoktu anlaşılan, zaten çıkardığım kâğıtlardaki alıştırmayı yapacaktık. Her ne kadar çok fazla konu işlemesek de çok da geride olduğumuz söylenemezdi. Kızlar, bana soru sorarcasına bakıyor ama ben onları geçiştirmek adına verdiğim kâğıtlardaki alıştırmaları yapmalarını istiyordum. Dersi böyle doldurmuş akşama kadar yine odamda bilgisayardan işlerimi halletmiştim. Yemek yediğim pek söylenemezdi. Tabağımdakilerin azlığı ile hemen yemek işini hallettikten sonra tekrar odama döndüm ve sabaha kadar ibadet ettim.

Günler böyle geçiyordu, kızlar artık dışarı çıkalım diye ısrar etmemeye başlamışlardı. Onların her seferinde tekliflerini reddediyordum. En çok da son zamanlardaki içe kapanıklığım kızların her seferinde odama gelip umutsuzca geri dönmelerine sebep oluyordu.

İngilizce kursuna öğrenci azlığından dolayı ara vermiştik. Kızlara haber verip biraz yürüyeceğimi söyleyince hep bir ağızdan hele şükürler çıktı. Nöbetçi öğrenciyi bekleme odasına yönlendirip ben de kapıya ilerledim. Akşam yemeğine neredeyse iki saat vardı ve benim hemen yürüyüp gelmem lazımdı. Kızlar çıkacaktı ve yemekhanede ben bekleyecektim.

İlknur’u gördüm. Yanıma gelip, “Birkaç dakikan var mı Aymira,” demesi ile önemli bir şeyin olduğunu anladım.

“Hayırdır, önemli bir şey yok değil mi?”

“Yok yok, çok zamanını almam zaten.” Beraber bekleme odasına geçtik. Karşılıklı oturduğumuz koltuklarda sessizce İlknur’u bekledim.

“Söze nasıl girsem bilmiyorum. Üstüne gelmiş gibi de oluyorum ama bu sefer istemesem söylemezdim.” Merakım git gide arttı. “Aymira kızma bana olur mu?”

“Hadi İlknur, meraklandırıyorsun beni?”

“Seninle görüşmek isteyen biri var Aymira.” Onu reddedeceğimi bilmesine rağmen ısrarcı olmasını anlayamıyordum. Kaç kere beni birileriyle tanıştırmak istemişti ama ben hiçbiriyle görüşmek istememiştim. Hızlıca doğrulup, “Bak biliyorum reddedeceksin ama bir görüşsen. Kimi desek reddettin, en azından bunu reddetme ha. Hem ben kefilim, çok beyefendi biri,” dediğinde, “Kim?” diye sordum. Çocuk gibi heyecanlandı. Sanırım kefil olması onu iyi tanıyor olduğundandı.

“İlyas. Eşimin çok yakın arkadaşı. Seni görmüş, bana açtı konuyu. Belki hatırlarsın, medreseyi yerleştirirken eşimle gelmişti buraya.” Biraz düşündükten sonra hatırladım. Aslında şaşırdım ama pek de ifade etmeyen bu duruma ne diyeceğimi bilemedim. “İnan hiç aklımda yoktu, konuyu açınca sevindim birazda.”

“Mesele sadece istemek olsa ama sen de biliyorsun fikrimi.”

“Hiç konuşmadınız ki. Belki bir konuşsan sen de istersin.”

“Kafamda bitse her şey, dediğin gibi belki kabul ederim. Yetmiyor işte.”

“Aymira.”

Kapı açıldı, kızlar içeriye girince, “İlknur, istemiyorum,” diyerek konuyu kapatmak istedim ama İlknur buna izin vermeden, “Sadece bir kere görüşsen. Herkesi böyle reddedemezsin ki hayat devam ediyor,” dese de yapamazdım. Kimseye umut veremezdim. Onca zaman kendimi toparlamaya çalıştıkça bu fikir bana oldukça uzak geldi. Kızlar ne olduğunu sorunca İlknur kısaca anlattı konuyu. Lakin ben birini sevemezdim ki. Ona da yazık ederdim.

“Aymiracığım biliyorum çok fazla yıprandın bu konuda ama belki senin için iyi olur ha.”

“İlknur…” Tam konuşacakken bu sefer Funda araya girdi.

“Bence İlknur haklı Aymira. Kimse için kendini yıpratma. Eğer kefilse İlknur ben de onun hislerine kefilim.”

“Kızlar, lütfen.”

“Bir düşün en azından. Hemen karar verme.” Ayaklandım ve, “Bunu konuşmak istemiyorum bir daha, lütfen,” dedim ve konuyu kestirip attım.

Kızlar ısrar edecekti ama Maşita, “Kafa sakinliği ile düşünsün en azından kızlar, ısrar etmeyin bence,” dediğinde kızlar başka bir şey demedi. Üzerimi giydiğim için çok beklemeden odadan çıktım. Sanırım ben bu olanlardan kaçıyordum. İnkâr ettiğim bir durum vardı ve ben ona karşı hâlâ bir şeyler hissediyorsam evleneceğim kişiye haksızlık ederdim. Ne ona ne de kendime bunu yapmak istiyordum. Ve bu bir ömür boyu da böyle devam edecekti.

“Aymira…” Koluma dokunan elle irkildim. Maşita, karşıma oturmuş bana endişeyle bakıyordu. Bense önümde kararmış ekrana dalıp gitmiştim. Bilgisayarın ne zaman kapandığını bile bilmiyordum. “Kuzucum beş dakikadır sana çağırıyorum.”

“Duymamışım.”

“İyi misin? Hasta olacak gibisin. Tenin bembeyaz.”

“Öyle mi, farkında değilim.”

“Geldiğinden beri iyi değilsin. Çok durgunsun. Ne oldu anlatmak ister misin?” Bir süre yüzüne baktım. Nedendir bilmiyorum ama buraya geleli daha fazla düşünür olmuştum. Yalnız kaldıkça kafamdaki düşünceler patlama raddesine geliyordu. Burası bana iyi gelir derken bu kadar düşüneceğimi bilmiyordum.

Kısaca her şeyi anlattım. Beni sabırla dinleyip bekledi. “Şimdi ne olacak? O adamın derdi ne ki sana bunu yapabildi?”

“Oğuz’un ölmesini istemezdim ki.” Başını usulca salladıktan sonra, “Tabii ki senin suçun değil. Bence onlar bu durumu bahane ediyor.” Öyleydi. Tek sebep benmişim gibi davranmaları işlerine geliyordu.

“Peki teklifi düşündün mü? Burada seninle görüşmek isteyen bir beyefendi var orada ise gönlünün istediği ama senin istemediğin bir teklif… Ne yapacaksın?”

“Hiçbir şey. Ben sadece nefes almak istiyorum. Ne onu ne de İlyas Bey’i kabul edemem.”

“Aymira, bir daha düşün ha. Sen burada bana ömür boyu hayatıma kimseyi almayacağım derken böyle olmaz ki?”

“Olur, ben istersem her şey olur.” Olacaktı da. Maşita, daha fazla ısrar etmedi. Ben bu hâlimden memnundum. Özellikle yurdu çok seviyordum. Kendimi buraya aitmişim gibi hissediyordum. En çok da mutluydum. Hem kimseyi istemiyordum ben. Bunun için üzülecek değildim.

Bugün kendime birkaç parça kıyafet almak için dışarıya çıkacaktım. Hiç kıyafetim kalmamıştı. Zayıfladığım içinde bol geliyor, eteklerim belime olmuyordu. Kapıyı açmamla burun buruna geldiğim kişinin eli havada asılı kaldı. Ruman da en az benim kadar şaşırdığında onu burada görmeyi beklemiyor oluşumla önce bir sessizlik oluştu.

“Selamun aleyküm.” Oldukça yorgun gözüküyordu. Aralık olan kapıyı tamamen kapatıp, “Aleykümselam,” dedim. İkimizde birbirimizden atak bekliyorduk, o ise hiç beklemeden sarıldı. Ben de sarıldım, birbirimize bir çift kelam edemezken sarılışımız her şeyi belli ediyordu.

“Hoş geldin, içeriye geçelim mi?” Başını iki yana sallayıp, “Dışarıda bir yerlerde oturalım lütfen, konuşacaklarım var seninle,” demesi sesindeki hüznün temelinde büyük sorunların olduğunu çok fazla belli ediyordu.

“Tamam, biraz ileride kafe var geçelim oraya.” Yan yana yürümeye başladık. Sessizce önümüze bakarken Ruman’ın arada bana baktığını fark edebiliyordum. Buraya ne için geldiğini de biliyordum. Kafeye geçip oturduk. Karşılıklı oturduğumuz masada çıt çıkmıyordu. Gelen garson aradaki sessizliği bozuyordu sadece. Ruman, benden bekliyordu ilk sözcüğü ama ben konuşmamakta ısrarcıydım.

“Maşita’nın dediği kadar varsın.” İlk dediği bu oldu. Çayı karıştırdığım çay kaşığı çayın içinde boş boş dolanıyordu. Ruman, elimi tutup eriyen şekere rağmen karıştırdığım çay kaşığının şıngırtısını durdurdu. “Sen kendine ne yapıyorsun Aymira, seni tanıyamıyorum artık.” Kaşları çatıldı. Gerilen yüzü, bana çıkışması şu an kendimi dipsiz kuyudan çıkardı. “Bu sen misin gerçekten? Şu hâline bak, gözaltların simsiyah olmuş. Bu can sana emanet ve sen emanetine sahip çıkamıyorsun.” Ruman, her zamankinin aksine mizacına yerleştirdiği öfkesinde haklıydı. Yine de konuşmadım. Bunu kendime ceza olarak atfetmiyordum ve teyakkuza geçen gözyaşlarımı ustalıkla saklayabiliyordum. Bunu isteyerek yapmıyordum çünkü. Yemeyi, uyumayı, ağlamayı unutmam istediğim bir durum değildi. “Konuşsana Aymira, bir şey söyle.” Başımı kaldırdım, Ruman, benden bir kelime duymak istiyordu, bu sefer susmadım.

“Ruman, ben boğuluyorum.” Sesim o kadar az çıktı ki Ruman bile bu hâlime bir şey diyemedi. Karşımdan kalkıp yanıma oturdu bu sefer. Daha yakınımda, uzatsa elini acıma değecek kadar dibimdeydi.

“Anlat bana! Ağlamaktan bile korkar olduğun durum ne?”

“Bilmiyorum, inan bana bilmiyorum. Sanki karanlık bir yerdeyim. Çıkmak istedikçe elim kolum bağlanmış gibi çıkamıyorum oradan. Sanki o odadayım tekrar. Bağırıyorum ama kimse duymuyor.” Alnımı iki elimin arasına aldım. Yok oluyordum sanki. Bazen ne yapacağımı bile bilmiyordum.

“Aymira, korkutuyorsun beni.”

“Hayır hayır, kork diye demedim.” Endişeyle baktı yüzüme. Konuşmayacağımı anlayınca çantasından bir zarf çıkarıp uzattı. Bir mektuptu sanırım bu. “Kendine haksızlık etmene izin vermeyeceğim Aymira, ister bana kız ister benimle konuşma ama bu bulduğum mektubu okuma hakkının olduğunu düşünüyorum. Hamza abi de bana kızacak biliyorum çünkü mektubu aldığımdan haberi yok lakin en fazla birkaç gün üzüleceksin sonra ise neden Hamza abinin senden uzak kalmak istediğini anlayacaksın.”

Ne demekti bu? Mektup parmaklarımın arasında gerçeğe yakın hissettirmişti. Açarsam bu zarfı, uçurumda duran bedenim yok olacaktım. Okursam yazdığı satırları bir rüzgâr gibi savrulacaktım.

“Okumak istemiyorum.” Masanın üzerine bıraktım zarfı. Ben gerçeklerden mi kaçıyordum? Bunu yapmamın sebebi neydi peki? Korkuyor muydum? Belki de! Gerçeklerin beni Hamza’ya ulaştırmasındandı korkum. Ona dair bir şeyler okumak istemiyordum. Artık hiçbir şeyin oluru yoktu.

“Aymira, şu an ne yapmak istediğini anlamıyorum.”

“İstemiyorum Ruman. Hamza’ya dair hiçbir şey öğrenmek istemiyorum.” Zarfı tekrar avucumun arasına sıkıştırıp, “Mecbursun,” dedi. “Her gün böyle kendine eziyet etmeyi bırakacaksın.”

“Ben kendime eziyet etmiyorum. Hamza zaten umurumda değil. Onun için bırak kendime eziyet etmeyi, düşünmüyordum bile. Bana inanmayacaksın ama gerçekler bunlar.”

“Biliyorum ama kalbin onarılırsa düzelirsin belki.”

“Benim hiçbir şeyim yok. Bu yüzden düzelmeye de ihtiyacım yok. Yeter, lütfen yeter.” Sesim sert çıktı. Ayağa kalktım, bu kadar konuşma fazlaydı. “Hadi yurda geçelim.” Konuşma hakkı yoktu bu sefer. Bana onu anlatsın istemiyordum.

“Gideceğim, bir arkadaşla geldim. Beni bekliyor.”

“Tamam.” Birbirimizle vedalaştıktan sonra o çok beklemeden ayaklandı. Nefesimi sertçe üfürdükten sonra giden Ruman’ın arkasından bakakaldım. Kimsenin beni düşünmesini istemiyordum. Özellikle beni yalnız başıma bırakmalıydılar. Beni bu dünyaya döndürmemeliydiler.

Yalnızlığı sever olmuştum. En çok da kendimle baş başa kalıp saatlerce seccade başında Allah’la konuşmak her şeyden iyi geliyordu.

Elimdeki mektupla bir ileri bir geri gidiyordum odanın içinde. Zarfı avuçlarımın arasına vuruyor, dimağımda birikmiş küflü gerçekleri yok sayamıyordum. Son an da Ruman çantama iliştirmişti zarfı. Yurda gelince fark etmiştim. Rafa kaldırdığım o kadar çok duygu birikintisindeydim ki bir an ne olabileceğini anlayıp zarfı çekmeceye attım. Oturdum yatağa, bakışlarım çekmecede, dizlerim ritim hâlindeydi. Ne yazabilirdi en fazla? Bana bunu kendisi bile söyleyemiyordu, ne acı ki bu onun umurunda bile değildi. Teklif etmesinin üzerinden günler geçmesine rağmen bana başka bir şey dememesi bile yetiyordu onu istememem için.

Zarfı çekmeceye atıp odadan çıktım. Aklım gerideydi ama şu an değildi. Okuyamazdım. Yırtıp atmak istedim ama kıyamadım.

“Aymira, gelsene kahve içelim.” İlknur’un teklifi şu an en zamanlı durumlardan biriydi. Dediğini yapıp peşi sıra yürüdüm. Beraber odaya geçtik. Diğer kızlar yoktu anlaşılan. İlknur iki kahve yapıp karşımda yerini aldı. O günkü teklifinden sonra hiç konuşmadık. O da ısrar etmemişti.

“Maşita’yı gördün mü bugün? Gelmedi sanırım yurda.”

“Misafirleri varmış akşama, bugün gelemeyeceğini söyledi.” Başını usulca salladıktan sonra, “Senin arkadaşın ne yaptı? Döndü mü geri?” dedi. Ruman’dan bahsediyordu.

“Evet, birkaç işi varmış gitti geri.” Kahvelerimi bitirmemizin ardından İlknur son dersine girip gitmişti. Ben de odaya geri döndüm. Aklımda fikrimde çekmecedekini bir türlü arka plana atamıyordu.

Dayanamadım ve zarfı açıp kâğıtta yazılanları okumaya başladım.

Aymira. İsmini sakındığım ama gözlerimi sakınamadığım kadın. Hangi cümleyle başlasam bilmiyorum. Tek bir kelam etsem ne hissettiklerimi anlayacakmışsın gibi geldi hep. Oysa senden kaçarken beni anlamanı istiyordum da bazen. Ben bile ne yaptığımı bilmiyorum, senden kaçarken yine sana tutuluyorum. Bu zamana kadar kendimden eminim zannediyordum, şimdi ise kendimi tanımadığımı fark ettim. Ben kimim sahi, kimliğim gözlerimken kaybı mı yaşıyorum?

Bana kızgınsın biliyorum, bana öyle kırgınsın ki gözlerine her baktığım saniye, acı çeken yanına uzanamamak kendimi kendime de kırdırıyor. Kendimle kavga ettiğim çok zaman oldu Aymira, sana el uzatmak istedim ama yapamadım; kaçtım, yok oldum, öldüm… Mecburdum, mecburiyetim senin sevgin değildi. Ben gerçeklerden kaçtım.

Biliyorum, hâlâ çok kırgınsın bana. Belki de yüzümü görmek istemiyorsun, olsun. Haklısın, sana ettiğim onca laftan sonra benden nefret etmemen bile şükür sebebim. Oysa benden nefret et diye çabaladım, bakma yüzüme, yüzüne kapattığım kapılar gibi sen de kalbini bana kapat istedim. İstemek yetmiyordu Aymira, ben istesem de kalbim istemiyordu.

Beni hep umursamaz olarak gördün ama ben seni hep umursadım. Hastane koridorlarında, baktığın o pencerenin arkasında, sahil yolunda, hep yanındaydım. Çıkamadım karşına, cesaret edemedim. Ben Ruman’dım aslında, yanındaki nefestim.

Korkuyorum Aymira, sana gerçekleri anlattığımda kendini hırpaladığın yerden seni mahveden ben olurum diye aklım gidiyor. Bu yüzden sana değil, boş sayfaya döküyorum içimi.

Baban aileme zarar verdiğinde, baban babamı öldürdüğünde başlamıştı benim öfkem. Şirketin iflası için girdiğim şirkette sana o sözleri söylemek benim için nasıl acı vericiydi bilmiyorsun. Ama mesele sen değildin, mesele babandı. İntikamım o kadar çok bilenmişti ki iflas etmeleri yetmedi bana. Eğer seni hayatıma alırsam yapamazdım bilirdin. Aileni bu kadar severken gözlerine bakıp da ailene zarar veremezdim. Zarar vermekten kastımı yanlış anlama, çünkü benim davam haktı. Bize yaptıklarını ödetmekti.

Korkuyorum Aymira, ben ilk defa bu kadar korkuyorum. O gece o arabada ailem ölürken benimde ölmeyişime bileniyordum. Yapamadım işte. Sana gelemedim. Belki seni görmezsem unuturum zannettim ama olmadı. Özge ise elimi ayağımı bağlıyordu. Çünkü onun ölmemesi lazımdı. Annesi o kadar diretti ki evlenmem zannettiğim kadının kimi kimsesi yoktu. Kanserdi, tedavi olması gerekiyordu. Üstelik beni seviyordu. Evlendim, onu yurtdışına götürdüm. Zamanla belki seni unutur onu severim zannettim ama olmadı. Bir hafta süren evlilik onun ölümüyle bitmişti.

Yapamadım, yapmak istedikçe gözlerimin sensiz yapamadığını gördüm. Sana her baktığımda geçmişi gördüm. Babanın aileme yaptıklarını hatırladıkça da yandım. Sen bana engel oluyordun, en çok da seni hayatıma aldıkça öfkemi kontrol edemediğimi görüyordum. Bu bile senden uzak kalmam için bir sebepti. Lakin ben bu sebeplerden nefret ettim.

Bu mektubu ne zaman okursun bilemem. Belki yırtıp atarsın belki de okursun. Eğer okursan bir gün bu satırları, bil ki sana yenilmiş olacağım ve sen öğrendiğin gerçeklerle benden kaçacaksın.

Aymira. Sol gönlümden kopup savrulan kadın… Seni sevmek benim zamansızlığımdı. O gün seni orada görüşüm, sonra karşıma çıkmaların… Ben ne yaptığımı bilmeden sana gelmişim meğer. Şimdi ise seni kaybedişim… O sırtı dik, yüreği mağrur Hamza olmadı hiç. O hep eli kolu bağlı, aciz bir Hamza oldu.

Bana inanmayacaksın hiçbir zaman biliyorum, bu yüzden ne desem nafile. O kadar kırıp döktükten sonrada bana gelmeni bekleyemem ama affetmeni bekleyeceğim.

Aymira. Tek bir cümle daha dökülse satırlara cümlenin başı da sonu da sen olacaksın ve ben yazdıkça bitmeyecek o satırlar. Bu yüzden hak etmesem de beni affet zira ben kendimi affetmeyeceğim. Özür dilerim…

Hamza

Bitti satırlar. Öğrendiğim gerçekler donup kalmamı sağlarken Hamza’ya dair gerçekler ise beni yerden yere vurdu. Babam böyle bir şey yapamazdı değil mi? O katil olabilecek kadar ileriye gidemezdi. Ailesi… Bu nasıl vahşetti böyle. Ya şu anki ailesi? Onlar kimdi ki? Binlerce soru arasında kafayı yemek üzereydim.

Harabeye döndü yüreğim. Altından kalkamıyordum. Parmaklarımın arasında duran bu kâğıt parçası bütün umutlarıma kibrit çöpü attı. Bir adım atsam düşecekmişim gibi, bir söz çıksa dilimden yanacakmışım gibi… Oysa kapatsam kâğıdı geçmişe dönecekmişim gibi hissedişim, bunların salt kâbustan ibaret olması kadar istediğim durumdu.

Olduğum yerde iki büklüm olup oturduğum koltuğa uzandım ve cenin pozisyonunu aldım. Mektup göğsümün üzerindeydi. Sızlandım ama tek bir söz çıkmadı dilimden. Ağlayamıyordum, tek bir damla gözyaşımı kendime yasaklamışım gibi duvarla bakışıyordum. Sahi en son ne zaman ağlamıştım ben bilmiyordum. Ne zaman çıkmıştı dudaklarımdan bir sayha hatırlamıyordum. Sanırım hissizleşen yüreğime alışmıştım. Oysa ağlasam feryat figan ederdim bilirdim.

Kalkıp namaza durdum. Ne namazı kıldığımı da bilmiyordum. Vakit namazını kılmıştım oysaki, şimdi ise kıldığım namazın meçhullüğünde Allah’a sığındım. Niyetimi bilirdi Allah bense ona göre ederdim niyetimi.

İçimdeki çığlığa, dudaklarımdaki sükûnete duaları kattım. Yüreğim yerle yeksanken Allah’ı koydum kırık tarafıma. Okuduğum duaya emanet etmiştim hüznümü. Matemimin en ucunda düşmeme engel olmayacağını bildiğimden koydum alnımı secdeye. O an bir uğultu bütün beynimi firaka götürdü. Bekledim bir süre, kendimi iyi hissetmeden kalktım secdeden ve kıldığım namaza kattığım dünyalık hüznümle kıvrıldım seccadeye.

Loading...
0%