@rumeysadoganm
|
Namazımı kıldıktan sonra arkamı döndüğümde onu gördüm. Çalışma masasının önündeki sandalyeye oturmuş bana bakıyordu. Namaza öyle bir dalmıştım ki onun geldiğini fark etmemiştim bile. Yavaşça adımladım ve pencere kenarına ulaştım. Sanırım bazı durumları görmezden gelmem hiç istemediğim bir huyum olmuştu. Biraz da bazı gerçekleri konuşmaktan kaçıyordum. Kalkıp yanıma geldi. Ben dışarıyı izlerken o denizliğe kalçasını dayayıp bana bakıyordu. Gün ağarmıştı ve bütün kızıllık bu odaya ulaşmıştı. Hamza, kaçırdığım bakışlarıma rağmen hâlâ bana bakmaya devam ediyordu. “Uyumadın mı hiç?” “Uyku tutmadı.” Bileğimden tutup bedenimi kendine çevirdi. Oturduğu için ona tepeden bakabiliyordum. “Ne kadar süredir var bu sorun?” Neyden bahsettiğini ikimizde iyi biliyorduk. Anlamış olmalıydı ya da biri bahsetmişti. Bütün gece ışığı görünce de sormak istemişti. Karanlıkta uyuyamadığım için uyusam da uyumasam da ışık hep açık kalıyordu. “Bir sorun yok.” Oturduğu yerden doğruldu. “Maşita anlattı bana.” İkinci düşündüğümün aksi olsun isterdim. Sanki suç işlemiş gibi bakışlarımı kaçırdım. Bazen benim bildiklerim bana kalsın istiyordum ama kendimi belli etme konusunda oldukça başarılıydım. “Doktora gitmeliyiz.” “Önemli değil, zamanla geçer.” Bir şey demedi. Ama meseleyi irdeleyeceğinden emindim. Aramızdaki gerginlik benim hükmüm altındaymış gibiydi. Eskisi gibi ona yaklaşmamı istiyordu ama ben ona istediği karşılığı veremiyordum. “Geçer mi sence?” İçinde binlerce mânâ barındıran bu söze, “Ne geçmedi ki!” diyerek karşılık verdim. Söz üstüne imalar vardı. “Peki, bana verdiğin hüküm?” “Geçmesi için ilk adımı atmamış mıydık?” Belirgin olmayan bir kuru tebessüm vardı dudaklarında. “Yaşadıkça kalkacak olan sadece hüküm değil belki de.” Usulca salladı başını. Elini uzattı ama tutamadı, ona engel olan bir iki adım geri gidişimdi. Aramızda daha fazla yakınlaşmayı Mehlika Hanım’ın sesi bozdu. Şu an derin bir nefes çektim içime. Ben geri gittikçe onun üzerime gelmesi son bulmuştu. “Sen burada mıydın oğlum? Odada göremeyince işe falan gittin sandım.” “Yok anne, birkaç gün izinliyim.” “Hadi o zaman, kahvaltı hazırlayalım. Acıkmışsınızdır.” Mehlika Hanım’ın dediğini yapıp Hamza’yı arkamda bırakarak mutfağa geçtim. Mehlika Hanım, önce bana hazırlatmak istememişti ama ipin ucundan tutmam gerekiyordu. Burada bir şey yapmadan duramazdım. “Kızım, üç tane yumurta verir misin?” Dolabın rafından yumurtaları alıp verdim. Menemen yapıyordu. Ben de kahvaltılıkları tabaklara yerleştiriyordum. “Rahat uyudun mu gece?” Mehlika Hanım’a dönüp, “Uyudum,” dedim tebessümle. Aslında uyuyamamıştım ama geçiştirmek en iyisiydi. Aslında ona çok şey sormak istiyordum ama yapmak gelmiyordu içimden belki de yapamıyordum. Titreyen nefesimi sessizce soludum. Ara sıra bana bakıp uzun uzun çekmiyordu bakışlarını. O da konuşmak istiyordu anlaşılan. İlk söze kim girecekti bilmeden bekledim, biraz da o girsin söze istiyordum. “Şaşırdınız değil mi?” Dayanamadım sordum. Gülümsedi, konuşmam onu sevindirmiş gibiydi. Biraz da ilk benim konuşmamı beklediğini anladım. “Şaşırılacak bir durum mu vardı ortada?” Kaşlarımı aralayarak baktım yüzüne. Menemenin altını kapatıp bana döndü. Munis tavrını hiç eksik etmiyordu. “O gece küçük düşmeme rağmen beni yargılamadınız.” Yanıma yaklaştı. Şefkatle kolumu sıvazlayınca bedenim biraz olsun rahatladı. Konuştukça açılıyordum sanki. “Peki, şimdi olsa yapar mıydın?” Yapmazdım, bunun ne kadar aptalca ve yanlış bir şey olduğunu biliyordum. Başımı iki yana salladım. O günü ve bugünü düşündükçe ne kadar değiştiğimi fark ettim. “Peygamberin; ya Rabbi, bilmiyorlardı bilseler yapmazlardı, duasına mazhar olan insanların arasından çıkan biz ümmeti affeden Allah’ın yanında bizim kızgınlığımızın haddi mi olur? O günkü Aymira bana kızgındı, şimdi ki Aymira kızgın mı?” Yüreğimin kıyısında köşesinde oluşan ılık meltem bütün korkularımı aldı götürdü. “Sadece, bilmediğim hislerle boğuşuyorum. Çaresizlik biraz da…” “O hisler sana çok şey öğretecek Aymira. Hayata tutunmayı öğrendiğin gibi yüreğindekileri de bir bir ortaya dökeceksin. Çaresiz olma, Allah’a güvendiğin yerdesin. O seni sevmişken sen kendine uzak kalma.” Ne güzel konuşuyordu. Onu dinlerken asla sıkılmıyordum hatta hep konuşsun istiyordum. “Teşekkür ederim.” “Ne için?” Gülerek söyledi. Bu beni teselli ettiği için değildi. Onunla konuşmak içimi ferahlatmıştı. “Konuştukça beni rahatlattığınız için.” Bir cevap vermedi. Tekrar şefkatli gülümseyişini yüzüne yerleştirdi. Tekrar koluma dokunup, “Hadi çağır da Hamza’yı, kahvaltı yapalım,” dedikten sonra menemeni masaya taşıdı. O böyle davranınca ben biraz daha rahatlıyordum. Mutfaktan keyifle çıktım. Yarım saattir hiç sesi çıkmayan Hamza’yı odada buldum. Masa başındaydı ve evraklarla uğraşıyordu. Beni fark etmesi için boğazımı temizledim. Başını kaldırıp güzel gözlerini bana çevirdi. “Kahvaltı hazır seni bekliyoruz.” Gözündeki kemik gözlüğü çıkarıp, “Tamam, geliyorum,” dedi. Ondan önce mutfağa geçtim. Mehlika Hanım, çayları doldururken ben de ekmekleri masaya koydum. Hamza ve onun kolları altında daha uykusunu alamamış Şeyma’ya baktım. Şeyma, bu hâllerine homurdanırken bense tebessümle onlara baktım. Sanırım Hamza, Şeyma’yı zorla uykusundan etmişti. “Abi, ben de sizin çocuğunuza aynısını yapacağım.” Hamza, keyifle gülse de Şeyma hiç hoşnut değildi. “Allah geceyi uyu diye vermiş Şeyma, sabahlara kadar film izleyip ders çalış diye değil.” Şeyma, küçük çocuk gibi omuzlarını silkerken şimdi meseleyi daha iyi anlamıştım. Hamza, gece yarılarına kadar ders çalışan kardeşini düşünüyordu bir nevi. Haklıydı, gece uykularının yerini hiçbiri tutmuyordu. Hatta son zamanlarda uyuyamadığımı düşünürsem, uyku tam bir velinimetti benim için. “Gece oturmaları bir kültürdür. Ben gece insanıyım, sen uyursun uyumazsın beni ilgilendirmez, ben geceleri oturmayı severim.” Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Hamza, Şeyma’nın saçlarını dağıtıp, “Yok yok, bu gençleri hep sosyal medya bozdu,” dedi. Ufak bir kıkırtı çıkınca dudaklarımdan hepsi birden bana baktı. Anında kendimi toparladım ama Hamza’nın bakışlarından kurtulamadım. O da bir süre sonra tebessüm etti. Sanırım geldiğimden bu yana ilk defa keyifli görüyordu beni. Hızlıca önümdeki tabağa döndüm. Yanaklarımın ısındığını yeni yeni fark ediyordum. Kahvaltı bittikten sonra mutfağı toparladık. Şeyma’nın yaptığı kahveleri Mehlika Hanım, içeriye götürdü. Ben de ellerimi yıkayıp Mehlika Hanım’ın ikazları dolayısıyla salona yöneldim. Kahveyi soğutma gibi bir huyum yoktu ama son işi de ben halletmek istedim. Şeyma ise dışarıda işleri olduğunu söyleyip evden çıktı. Salona girmeden evvel ismimi duyunca duraksadım. Sanırım daha önceden açılmış bir mevzuyu devam ettiriyorlardı. Kapı dinleme gibi bir huyum yoktu ama birden dinlemek istemiştim. “Haklı olduğunu biliyorsun oğlum.” “Biliyorum anne.” “Sen sert bir fırtına gibisin, aniden çıkıp giderken onun sana gelmesini bekliyorsun. Beklentilerini az tutmalısın Hamza. Madem bir şeyler kırıldı döküldü, kolay kolay toparlanamayacağını bilmelisin.” “Şimdi onu daha iyi anlıyorum. Kıran da benim dökende. Zor olsa da bekleyeceğim.” “Sebeplerin olmasa seni suçlardım ama zamana bırakmalısın bazı şeyleri. Yaşadıkları Aymira için kolay değil. Sebeplerin olsa da kızgınlığındaki sebeplerin onun için haklı.” Daha fazla dinlemeden sanki bir şey duymamışım gibi içeriye geçtim. Onlarda beni görünce sustular. Soğumaya yüz tutmuş kahvemi yudumlarken bakışlarım ikisinin arasında dolandı. Sanırım bu evde benim hakkımda epeyce konuşulmuştu. Mehlika Hanım’ın dediği gibi her şeyi zamana bırakmam gerekiyordu. … Elimdeki kitabı komodinin üzerine koyup pencereden temiz havayı içeriye soktum. Buraya geleli üç gün olmuştu. Bu üç günde şahit olmadığım anlarla karşılaşmıştım. Hamza’nın tutumu, Mehlika Hanım’ın sıcacık tavırları, Şeyma ile Ruman’ın bana iyi gelmesi gibi… Bazı zamanlar hirama çekiliyordum ve düşünmek için çok zamanım oluyordu. Aslında bu bana iyi geliyordu, kafamdaki birçok şüpheyi kendi kendime onarabiliyordum. Bunun etkeni birazda Hamza’ydı. Güvenmem dediğim adama ne vardı ki güveniyordum. İşte en büyük güçsüzlüğüm burada başlıyordu. Odadan çıkarak mutfağa ilerledim. Susamıştım ve su içmek istiyordum. İçeriye girdiğimde Hamza vardı. Beni görünce su ısıtıcısını yerleştirdi. “Şey, su alacaktım da.” Hemen köşedeki sürahiden bardağa su doldurup uzattı. Beklemeden bardağı aldım. Suyu içip çıkacaktım ama, “Çay içer misin?” diye sordu. Önündeki kavanozda bitki çayı vardı. “Hem biraz sohbet de ederiz.” Beklenti dolu bakışlarında takılı kaldım. İçimdeki kızgınlığa rağmen bu bakışlarını reddedemiyordum. “Olur, içerim.” “O zaman şöyle otur, iki dakika içinde hazır olur çay.” Isıtıcıdaki suyu bardaklara boşalttı. Ben de köşedeki sandalyeyi çekip oturdum. Çok geçmeden çayları alıp karşıma oturdu. Önümdeki çayın kokusu lezzetli olduğunu gösteriyordu. “Ellerine sağlık.” “Afiyet olsun.” Oturuşunu rahatlatıp sırtını sandalyeye yasladı. Yine aynı şekilde bakıyor, uzun uzun yüzümü seyrediyordu. Dudağı kıvrıldı, daha sonra büyük bir ustalıkla aklımı cezp etmeyi başardı. “Hep böyle mi yapacaksın?” “Ne yapıyormuşum?” Eğlenir gibi sordu. Aslında bakışlarından rahatsız olmuyordum ama farklı bir şekilde kaçmak istiyordum. “Hep böyle uzun uzun bakacak mısın?” “Bana verilmiş hakkın sınırı yok diye biliyorum.” Kaşlarım aralandı. Bu kadar açık konuşması alışık olduğum bir durum değildi. Ben de onun gibi sırtımı sandalyeye yasladım. Bacaklarımı kendime çekip kupayı avuçlarımın arasına sıkıştırdım. “Sana bakarken iki uç görüyorum.” Anlamazcasına baktı. Bu sefer benim dudağım kıvrıldı. “Birinde uçurum birinde yurdum.” Öne eğildi. Dirseklerini masaya koyup beni dinlemek ister gibi baktı. “Şimdi düştüğüm o uçurumda bana yurt oluyorsun. O yurtta üşüyor muyum yoksa sıcacık eden sen misin bilmiyorum.” İç çektim. Direndim biraz da. Elimdeki kupayı masaya koyup kollarımı dizlerime doladım. Bu sefer yüzüne uzun uzun bakan bendim. “Peki sen?” Sandalyesini bana doğru çekti. Dizlerimde duran kollarımı gevşetip ellerimi tuttu. “Benim sadece bir evim var Aymira. Şimdi o ev doldu ve bana yuva oldu.” Tebessümüm genişledi. Daha sonra yüzü düştü. “Ama sen… Yurdunun kış ayazından çıkmadığını görüyor musun?” Sesi tıpkı bir melodinin en hassas yanıydı. Öyle güzel bakıyordu ki beni bu dünyada var olabileceğim en güzel yurda konumlandırıyordu. Dünya telaşından kurtulup onun limanına sığınmamda büyük etkendi. Ellerimize baktım. Ruhumu okşayan varlığı yaralı yanımı iyi edemiyordu. Kaybolduğum yerden kurtaramıyordu. “Mevsimler gelip geçecek Hamza ve ben seni orada bekleyeceğim. Bana baharı yaşatacaksın değil mi?” Umutla konuştum. Yaklaştı biraz daha. Elleri yanaklarımı buldu. Avuçları arasında ufacık kalan yüzümün ısındığını hissettim. Alnımdan öptü, daha sonra yanağımı… Ondan kaçamayacağımı anladım. “Varacağım yer aradığım yerse hiç yorulmaz yürürüm. Yürümek yetmez belki, işte o zaman koşarım.” Dudaklarım umutla kıvrıldı. Yanağımı avucuna daha fazla yasladım. Dediği gibi bize verilen hakka bir sınır koyamazdım. “Bazen rüyada mıyım diye sorguluyorum kendimi. Sanki hayatımda hiç var olmayacakmışsın gibi geliyor Hamza. Sanki uyanacağım ve ben o karanlık günlerime geri döneceğim.” Sesim hüzünlü çıktı. Ona adım atmak korktuğum yerdi. “Ben de bir şey itiraf edeyim mi?” Başımı usulca salladım. “Ben de tıpkı senin gibi düşünüyorum.” Yanağımı biraz daha sevip, “Yine de bu rüyayı sonsuza kadar sürdürecek olan biziz Aymira,” dedi. “İnan bana uyanmaya hiç niyetim yok.” ... Seccadeyi komodine koyup odadan çıktım. Evdeki sessizliği bozan sohbeti duyunca salona ilerledim. Ruman’la Şeyma sohbet ediyorlardı. Hamza ile Mehlika Hanım etrafta gözükmüyorlardı. Kızların yanına gidip önce Ruman’a, “Hoş geldin,” diyerek sarıldım ve köşedeki berjere oturdum. “Hayırdır, kıkırdayarak ne konuşuyorsunuz?” Şeyma, Ruman’a bakarak konuştu. Sanırım mesele Ruman’dı. “Annesi evden kovmuş.” Şaşkınlıkla kaşlarım aralanırken Ruman, ters ters Şeyma’ya bakıyordu. “Biraz önce dedikodumu yapan teyzeleri kovalamam oldu suçum.” Hâlâ merakla bakıyordum. Ruman devam edip, “Bilirsin teyzeler dedikoduyu çok sever, annemi körüklüyorlar akıllarınca,” dedi ve umursamaz bir tavırla elini salladı. O ara bize katılan Mehlika Hanım oldu. Hamza ise bana eliyle işaret ettiğinde yanına gittim. Kapı önünde ayakkabılarını giyerken tepeden ona baktım. “Benim biraz işim var, onları halledip geleceğim tamam mı? Yarın da resmi işleri hallederiz.” Başımı usulca salladım. Eğildiği yerden doğruldu. Gamzeleri çıkacak kadar gülümsemesine takılı kaldım. Öyle güzel gülüyordu ki, buna kayıtsız kalmayarak hafiften tebessüm ettim. Bazen içimdeki fırtına ona bakınca diniyordu ve günler sonra ilk defa biraz iyi hissediyordum. Maşita haklı mıydı sahi? Hamza bana iyi mi geliyordu. Elini uzattı ama dokunamadan geri çekildim. Şu an ona dokunmak bana iyi gelmiyordu. Akşam ki cesaretim yoktu, bazı zamanlar değişebiliyor hem ona hem kendime cephe alabiliyordum. Dün akşam bana dokunup şu an dokunmasını istemediğim gibi… “Allah’a emanet ol.” Merdivenleri inerken ben de ona “Allah’a emanet ol,” dedim ve içeriye girdim. Gittiği gibi evdeki yokluğu hemen belli oldu. Bazen kendime kabullendirmek istemediğim hislerden kaçtığımı anlıyordum. Ona adım atmayı o kadar istiyordum ki beni durduran yaralarımın derinleştiğini hissettikçe de ondan kaçıyordum. Bana sebepleri anlattıkça kızgınlığım biraz olsun azalmıştı. Sadece biraz zamana ihtiyaç vardı. “Ama teyze söylesene, bir genç kıza evde kalmış denir mi?” Şeyma, buna kıkırdarken Mehlika Hanım kızının bacağına çimdik attı. “Cahil insanın ağzı hiç susmaz ki kızım. Bilirsin insanlar karşısındakine birçok hüküm koyarlar. Allah senin nasibini yazmıştır. Sen bu sözlere aldırma.” Ruman, teyzesinin kolları arasına girdiğinde tebessümle izledim bu hâllerini. Şeyma, hâlâ laf sokmaya çalışsa da Ruman artık ona takılmıyordu bile. Beraber odaya geçtik. Ben elimdeki birkaç kıyafeti katlamakla meşgulken Ruman kitapları inceliyordu. Kıyafetlerin içinde Hamza’nın da kıyafetleri vardı ama şimdi aradım ama bulamadım. Dolabının içine baktığımda özenle oraya koyulduğunu görmemin ardından kendi işime döndüm. “Hamza abinin kitaplığını ilk defa görüyorum. Hep merak ediyordum sayende merakımı giderdim. Bak yine bir şeylere vesile oldun.” Güldü. Hem kitaplara bakıyor hem benimle konuşuyordu. Bakmayı bırakıp yanıma geldiğinde ben de kıyafetleri dolaba yerleştirip onun gibi yatağa bağdaş kurdum. İkimizin de konuşacak o kadar çok sözü vardı ki ama en çok o konuşmak istiyordu. Aslında benim de konuşulacak çok şeyim vardı lakin şimdi değildi. Sadece karşımdakini dinlemek istiyordum, pasif bedenim dinginliği çoktan kabul etmişti. “Yarın nikâh tarihi alacakmışsınız?” Başımı usulca salladım. Ruhumdaki kasvet bu konularda daha da gün yüzüne çıkıyordu. Oysa mutlu olmam gereken konulardı bunlar, ne eksikti bilmiyordum. “Hadi ama biraz mutlu ol. Artık seni mutlu görmek istiyorum.” Haklıydı. Belki öfkem gitmişti, kırgınlığım ise yarım yamalaktı. Onu her şeyiyle kabul etmişken ona adımda atmıştım. Şimdi ise yürüdüğüm yola engeli neden koyuyordum bilmiyordum. “Çabalıyorum,” dedim kararlı bir dille. Sesimdeki çabukluk Ruman’ı şaşırttı. Biraz evvel o kadar pasif duruyordum ki sanki beni dürten şey kararlarımdı. “Sadece ne yapacağımı bilmiyorum. Eksikmişim gibi, yok muşum gibi hissediyorum. Dünya bana dar geliyor Ruman, sığamıyorum. Geç kaldığım bu din benim büyük sığınışımken oradan çıkmak, dünyaya dönmek istemiyorum.” Gözleri buğulandı. Sanki bu cevabı beklemiyormuş gibiydi. Benim derdim ne Hamza’ydı ne da kırgınlıklarım, benim derdim kendimleydi. Başa çıkılmaz bu canhıraşların içinde kaybolmamdı. “Sana Peygamber efendimizin Taif dönüşü ettiği duayı anlatayım mı?” Sessizce onayladığımda kısa bir müddet bekleyip anlatmaya başladı. “Peygamber efendimiz, Mekke’de daralınca İslam davetini etrafa yaymak için Taif’e gitti. Orada birkaç gün kaldı. Gayesi Taiflileri İslam’la tanıştırmaktı. Lakin Taif’in zalim putperestleri ve aşiret liderleri çocukların ve safihlerin ellerine taş tutturarak Hz. Peygamber’i taşlattılar. Gönlü yaralandı. Kalbi kırıldı. Hak etmediğiyle karşılaştı. Gül sunana, siz taş sunuyorsunuz. Kurtuluş vaat edene siz kahır sunuyorsunuz! Cennet hayatını fısıldayana siz ateş, kin ve öfke sunuyorsunuz. Ne kadar garip değil mi? Yüzü yaralı, nefes nefese bir bahçenin duvarının dibine oturdu. Yüzündeki kan izlerini ve yorgunluğun işaretlerini temizlerken Cebrail yanına indi. Cebrail şöyle dedi; ‘Allah beni sana gönderdi. Arzu ediyorsan şimdi Taif’in dağlarını bir araya getiririm. Taif’i yok ederim.’ O, sessiz ve sakin, sert değil, acımasız asla... Kalbinde nefrete yer yok. Başını kaldırdı ve Cebrail’e şöyle dedi; ‘O, hâlimi görüyor. O, bunu istediyse kabulümdür. Bu çile kabulümdür. Ama Taiflilerin helakını kabul etmem. Allah’ım Taiflilere iman nasip et.’ Sonra ellerini kaldırdı ve şöyle dua etti; “Allah’ım, güçsüz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü ancak sana arz ve şikâyet ederim. Ey merhametlilerin merhametlisi, herkesin zayıf görüp de dalına bindiği, biçarelerin Rabbi Sensin. Sensin Rabbim benim. Beni kime bıraktın! Huysuz ve yüzsüz yabancıya mı, yoksa bu işimde bana hâkim olacak düşmana mı? Allah’ım! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnetlere, belalara hiç aldırmam. Fakat senin esirgeyiciliğin bunları göstermeyecek kadar geniştir. Allah’ım, gazabına uğramaktan, rahmetinden uzak kalmaktan, karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahireti salâha kavuşturan ilâhi nuruna sığınırım. Rızanı dilerim. Sana iltica ederim. Bütün kuvvet, her kudret ancak Sendendir, Ya Rabbi!” Sessizleşti, kendimi kaptırdığım bu anda kalbime bir ferahlık indi. Yaşadıklarımı düşündüm, bu beni bir nebze olsun acımdan çıkardı. Taif; peygamber duası almış şehir. Ya benim kalbim, ona bu kadar yakın olmayı isterken ne kadar yakındı? Öyle canım yanıyordu ki, bu kadar acılara rağmen biz insanlara beddua etmemiş peygamberi neden geç bulmuştu? Neye kızacaktım, kime kızacaktım bilmiyordum. “Sen geçmişinle yaralısın. Ailen sana dikeni vadetmiş olabilir ama sen Allah katında tertemizsin. Onlara anlattığın hâlde seni dinlememişlerse bu senin suçun değil Aymira, artık bu yükü üzerinden at.” Kaşlarım çatıldı. Sanki bu gerçekleri duymaya ihtiyacım vardı. “Sanırım kendime verdiğim cezayı ben bile fark etmemişim.” Kucağımda duran elimi tutup, “Bak, Efendimiz bile bu kadar eziyet görmesine rağmen hiçbir şeyden ümidini kesmemiş. Ya sen? Baksana hâline, bu yaptığın ceza Aymira. Peygamberimiz bile ibadetle kendisini geçmek isteyen sahabelerine nasıl kızmış. Maşita o kadar anlattı ki kaç gündür uykusuzsun bunu gözlerinden görüyorum. Sen insansın Aymira, geç bulduğun İslamiyet’le kendine kızma. Sen Allah’ın sevdiği kuluymuşsun ki sana İslam’ı nasip etti. Ya nasip etmeseydi? Peki, Müslüman olmayanlar, onlar üzülsün bırak. Sen tertemizsin, Allah bile İslam’a girmiş kişileri tertemiz kılarken sen nasıl olur da hüküm verirsin,” demesi içimde biriken boşluğa bir umut bıraktı. Buz gibi olan yanım, sıcacık olmuştu ve ben bu kadar umutsuzluğun içinde bir yön bulabilmiştim. Dediği sonuna kadar haklıydı. Ben kendimi cezalandırıyordum. “Bir şans ver; kendine, hayatına en çok da Hamza abiye. İkinizde imtihanla sınandınız, artık Allah size bu hayatı nasip etmiş. Birbirinize haksızlık yapmayın.” Bir şey diyemedim. Gülümsedi. Artık bu konuyu kapatmamız gerektiğini ikimizde biliyorduk. Artık gitmesi gerektiğini söyleyip gittiğinde kendimle baş başa kaldım. Odanın ortasında ondan dinlediklerimle hesaplaştım. Zamanda gel git yaptım. Geçmişimi yok saymayı başarabildiğimi görünce yüzümde hafiften tebessüm belirdi. Ben kendimle değil vicdanımla başa çıkmalıydım. … Resmi işlemleri hallettikten sonra Hamza’yı işten çağırmışlardı. Beni eve götürmek istemişti ama sahile gitmek isteyince ısrarlarıma şu anlık bir şey demedi. Beni sahile bıraktıktan sonra kendisi de işe gitti. Boş bulduğum banklardan birine oturdum. Sahil kalabalıktı. Bu yüzden gelen geçenleri izliyordum. Çantamda duran telefonumu alıp kurcalamaya başladım. WhatsApp’a gelen bildirimi şimdi görüyordum. Kızlar gruptan oldukça fazla yazışmışlardı. Hatta bir tane resim çekip atmışlar daha sonra bana gönderme yapmışlardı. Bu hâllerine gülümsedim ve ben de onlara tirip attım. “Beni kovana kadar canınız çıktı, şimdi arkamdan kutlama yapıyorsunuz değil mi?” Güldüm. Çok geçmeden İlknur yazmaya başladı. “Sana mis gibi talip bulmuştum, hak ettin canısı.” İlknur, yine hiç huyundan vazgeçmiyordu. Daha sonra Maşita yazmaya başladı. “Çöpçatanlığa başka kim üzerinden devam edeceksin bakalım.” İlknur, önce sırıtma emojisi koyup ardından, “Bekâr olan herkesi. Kimsenin benden daha mutlu olmaya hakkı yok arkadaşım,” deyince kıkırdadım. Beraber değillerdi sanırım. Şu an aralarında olmayı isterdim. İlknur, lom sözlüydü ama sevdiklerine sadıktı. Yine de seviyordum bu tavırlarını. Grubun enerjisiydi. “Bütün topları üzerime atıyorken böyle düşündüğünü bilmiyordum İlknur.” Araya giren Berna oldu. İlknur, yediği tiriple, “Sen hiç konuşma,” dedi. Aralarında ne geçmişse merakla bekledim. “Sana bir daha annemin keklerinden getirmeyeceğim.” “Ben de gider Aysel abladan isterim, hıh. Beni bununla mı tehdit ediyorsun.” Kahkaha attığım için bazı gözler üzerime çevrilmişti. Şimdiden bana iyi geldiklerini fark ediyordum. En azından üzerimdeki kasvet yok olmuştu. “Annem de zaten seninle işbirliği yapmaya bayılıyor.” “Tabii bayılacak, kızına her gün koca buluyorum.” “Berna kaç kurtar kendini.” “Aymira, orada bana göre bir iş varsa hiç çekinme söyle.” “Nankörler. Kızım sizin iyiliğinizi düşünüyorum burada. Var ya nankörsünüz.” Kızlarla konuşurken zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım. Onlara veda edip ayaklandım. Biraz yürümek istemiştim. Biraz önceki dünyadan çıkıp gerçeğine döndüm. Epey bir yürüdüm, dönüşte ise telefonuma gelen bildirimlerle durdum. Oldukça fazlaydı ve bilmediğim bir numaradandı. Gördüklerimle gözlerim kocaman açıldı. “Gerçek annenin kim olduğunu öğrenmek istemez misin?” Sertçe yutkundum. Ne demekti bu? Daha sonra gönderilen evraklara baktım. DNA testi, annemin eski hayatı ve sonra öğrendiğim söz de annemin neden öldürüldüğü… Nefes alamıyordum. Ben daha beş aylıkken öldürülmüştü, hem de Hamza’nın babasına yardım etti diye babam tarafından. Aradım numarayı ama açmadı. Şu an bacaklarım titriyordu. Bu olamazdı değil mi? Hayır, kesinlikle oyun oynanıyordu. Ama testler… Sertçe yutkundum. Harabeye dönen kalbim ölümün kıyısındaydı. Daha atlatamadığım gerçeklerin üzerine bir de bu eklenmişti. Kolum kanadım kırıktı. Düşeyazdığım an bir yabancı tuttu kollarımdan. Yanımdaki kadının, “İyi misin?” sorularını es geçtim. Kulağımda uğuldayan sesler, başıma saplanan ağrı çoktan bedenime sirayet etti. Çoktan düşmüştüm ben, bedenim de ruhum da paramparça oldu. Daha ne kadar ölebilirdim ki? Kaç kere yanardı bir can? Öyle bir hâle getirmişlerdi ki beni, bana benden bir şey bırakmamışlardı. Kara kutu bütün gerçekliğiyle beni içine hapsetmişti. Boğuluyordum. Yolum şaşmış, yönüm karanlığa bürünmüştü. Tekrar tekrar baktım dosyalara, hepsi gerçekti. Kim atmıştı bunları bilmiyordum. Amacı beni paramparça etmekti. Yana yakıla ağlamak istiyor, onu bile yapamıyordum. Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyor, yapamıyordum. Hiç mi içleri sızlamamıştı yaptıklarından, hiç mi düşünmemişti bir insanın ne hayallerle yaşadığını. Bir aile kurban edilmiş, onun yanında ise bir başka aile dağılmıştı. Bu vahşete gönlüm razı gelmiyordu, bu vahşeti kabul edemiyordum. “Allah’ım,” dedim yana yakıla. “Allah’ım, iyi ki hesap var.” Elimi kalbimin üzerine götürdüm. Şurada can veriyordum da kimse görmüyordu. |
0% |