Yeni Üyelik
1.
Bölüm

I. KAÇIŞ

@rumeysadoganm

Parmaklarımı kırışmış alnımda gezdirip ağrısını almak istercesine baskı uyguladım. Fazla işe yaradığı söylenemezdi fakat baskı uygularsam da geçecek gibiydi. Ardından gözlerime vuran sızı baş ağrısı ile bütünleşince dayanılmaz bir hâl aldı. Aslında başımın ağrıması oldukça normaldi. Zihnim öyle bir doluydu ki sakin düşünmem olanaksızdı. Aklımda birikenler dolup taşmıştı. Ne yazık ki sadece bir günün değil birkaç günün birikmişliğiydi bu. Çantamda duran ağrı kesiciyi içmem pek fayda sağlamadığı gibi midemi ağrıttı. Sanırım bu gece hiçbir şey yolunda gitmeyecekti.

Ağrıyı göz ardı ettiğim gibi karanlık ve dar caddede adımlarımı hızlandırdım. Karanlık sokak, beni yutacakmış gibi sessiz ve sakindi. Tenha caddede her adım atışım ise seri ve ürkekti. İçimde biriken kasvetli histen kaçmak değildi bu. İlk defa ıssızlıktan korktum. İnsanlara karşı kolladığım cesaretim şu an yoktu. O an ne kadar güçsüz olduğumu daha iyi anladım.

Bu dayanılmaz hissin ne kadar süreceğini bilmiyordum. Olduğum yer, düşündüğüm yer değildi. Sadece kaçmakla çözüm bulunamadığını her defasında yeniden anlıyordum. Bu bir alışmışlık mı yoksa kaçtıklarıma rağmen direnmek istediklerim mi bilmiyordum. Muallaktaydım! İçine düştüğüm bu his sanki imkânsızlıkların peşinde sürüklenip gitmek gibi bir şeydi.

Çarçabuk yürüdüğüm yol bitti. Tek düşündüğüm şey bana iyi gelecek yere ulaşmaktı ve ben o yere ulaştım. Sahilin yosun kokusu ciğerlerime kadar doldu. Duyduğum ses dalgaların sesiydi artık. Gözlerimin kapanması ve ardından gelen huzur dolu ses, buruk bir tebessüm oluşturdu. Her zaman aldığım o huzur bu sefer beni dibe çekti. Her zamankinden farklıydım. Zihnimi istila eden düşünceler o nağmeyi hissetmem konusunda beni geride bırakıyordu.

Sıkkınca soludum ve sahil topraklarını adımlayarak denize yaklaştım. Zihnim darmadağındı. Üşüyordum, en çok da korkuyordum. Kapanan gözlerimle beraber aklımdaki düşünceler dalgaların ardına sığındı. Ağlamak istedim ama yapamadım. Boğazımda yumru olmuş o his, kabullenemediğim yerde beni yerle bir ediyordu.

Denize girmeden evvel ayağımdaki ayakkabıları çıkarıp kenara attım. Yeni yeni soğumaya başlamış kum taneleri, ayağıma serin bir his bıraktı. Bu hissi sevdim. Minik ama bir o kadar buruk bir tebessüm ilişti dudaklarıma. Hafiften esen rüzgâr saçlarımı yüzüme yapıştırdığında onları geri itip denize doğru yürüdüm. Adımlarım benden bağımsız gibiydi ve ben, zihnimle kalbim arasındaki tuhaf çizgide ilerliyordum. Ne tuhaftır ki o çizgide boğuluyordum.

Çok fazla yükün altındaydım ve ben bu yükte fazlasıyla ezilmiştim. Yılların birikmişliği vardı üzerimde. En çok da geçmişin yorgunluğu… Sanki bir el boğazıma yapışmış gibi nefes alamıyordum. Bunda en büyük etken ailemdi. Üzerimde kurdukları otorite, yılların yalnızlığına zelzele etkisi bırakıyordu. Ezilmiş ruhum, paramparçaydı. Yok olmak istiyordum. Yok olmak, bu otoriteden kurtulmak istiyordum.

Aklıma gelen düşünceleri bir kenara atmak ister gibi hırsla gözlerimi yumdum. Düşünmek, beni hepten kahrediyordu. Sebepsiz değildi hiçbir şey. Bu yüzden sadece yürüdüm. Hafiften yalpalansam da düşündüğüm yere biraz daha yaklaştım. Birazdan ölüp gitsem yaşadıklarımı ardımda bırakacaktım; ailemi, hayallerimi ve olmayan hayatımı… Her şey unutulacak, her şey son bulacaktı bu sayede.

Adımlarımı attıkça dalgaları bacağımda hissettim. Kulağıma ulaşan ses, olduğum yerde durmamı sağladı. Sanki bir el beni sarıp sarmalamış, bu dipsiz düşüncelerden çekip almıştı. Başımı gökyüzüne kaldırdım. Gözlerim kapandı. O nida, bana yabancı değildi ama inandıklarıma yabancıydı. Aklımdaki düşünceler bir anlığına sustu. Kalbimde titreyen bir mum alevi vardı sanki. Her an bir damlası yüreğimin ortasına düşecek ve beni kor alevine çekecekti. Dinlediğim nağme, varlığını inkâr ettiğim yaratıcı, beni bu sesle altüst eder gibiydi. Sanki bir işaretti bu. Yok olmamı istemiyor, beni bu dipsiz karanlıktan çıkarıyordu. Ne düşünmeliydim ya da ne hissetmeliydim bilmiyordum. Düştüğüm bu çetrefilli hâl bir kez daha tokat gibi çarptı yüzüme. Canım yandı ama ben, sessiz kaldım. Oysa bağırıp çağırsam faydasız bir isyan olurdu bu. O kadar tükenmiştim ki kelimeler dudaklarımın arasından çıkmıyordu.

Ses bitti. Gökyüzünden çektim bakışlarımı. Açtım gözlerimi ve sadece yeryüzünün sesiyle yüzleştim. Dalga sesini dinlemek, daralan ruhumu rahatlatmak istedim. O sesten sonra bu ses bana o hissi vermiyordu. Kapılmamalıydım belki de bu sese. Bir anlığına yaşadığım hissin soğuk tokadı kendime getirmişti sadece beni. Ne yapıyordum böyle? Saçma düşüncelere kapılmayacaktım elbette. Biraz duygusallığıma geldi diye kapılamazdım o sese.

Saatlerce kalabilirdim burada ama yapamadım. Daralan ruhumun istekleri beni cezp ederken kendimi bu yokuşa süremezdim. Geri döndüm, daha fazla burada kalmanın bir anlamı da yoktu zaten. Saatte epey geç olmuştu. Ayakkabılarımı yerden alıp ilerledim. Eve gitmek istemiyordum lakin bir şeylerden kaçmak çözüm değildi. Bu kaçışın sonu yine benim zararıma olacaktı. Bunu bugün bilmek istemesem de her gün bilecek zamandaydım.

...

Kapıyı yavaşça araladım. Sanki oluşacak kaosu bilmiyormuş gibi buraya gelmem sonunu bildiğim her şey için ön hazırlıktı. Evdeki sessizliği fırsat bilerek çekingen adımlarımı içeriye soktum. Şu anlık pek tehlike yok gibiydi lakin birazdan ne olacağını asla bilemezdim. Bu yüzden biraz daha sessiz olmam istemediğim durumla karşılaşmamı engellerdi. Kapıyı kapatıp merdivenlerden çıkacakken arkamdan gelen sesle duraksadım. Yüzümü buruşturup gözlerimi kapattım. Artık zorlukla aldığım nefesimi sertçe üfürdüm. Bu ses, duymayı istediğim en son sesti. Zihnimi ablukaya almış gerçekler şu an dibimdeydi. Bana, karanlık evde hesap sormak için beklediğini çok iyi biliyordum. Annemi tanıyorsam eğer bu sadece hesap sormakla kalmayacaktı. Kim bilir neler düşünmüş, nelere karar vermişti. Sadece bu zamana kadar beni kendimle bırakması tek iyi şeydi. Sanırım buna pek sevinmemeliydim. Artık istemediklerimle yüzleşecektim. Bu daha iyiydi, bir kez daha ona istemediğimi söylemek bir şey ifade etmeyecekti ama kararlı olduğumu bilecekti. Ben konuşmadan o konuştu.

"Neredeydin Aymira?" Gözlerimi devirip arkama döndüm. Çatılmış kaşlarıyla bana bakan annemle göz göze geldim. Gözlerindeki öfkeyi görmem beni büsbütün yıktı. Yüzündeki ifade canımı sıkacağa benziyordu. Zaten her defasında canımı sıkmaktan başka bir şey yaptığı da yoktu. Alışkındım bu tavrına, o yüzden onu geçiştirme gibi bir düşüncem yoktu. Geçiştirilecek kadar da kolay bir kadın değildi annem.

"Hava almam lâzımdı anne." Annem, cevabım karşısında soğuk tavrını biraz daha gösterdi. Yüzündeki gerilme ise istediği cevabı vermediğimdendi. Bakışları bedenimi bulduğunda ıslaklığımı fark edecek ki yüzünü buruşturdu.

"Oğuz'la görüşmen vardı ve sen hava almaya çıktım diyorsun. Sen, beni deli etmeye mi çalışıyorsun Aymira? Şu hâline bak yine ne yaptın kim bilir!" Bu sözleri ile acı acı güldüm. Nasıl olduğumu bile sormuyordu, ne hissettiğim ise onun umurunda değildi. O kadar acı vericiydi ki bu davranışları, kendimi yanında değersiz biri gibi hissediyordum. Oysa tek bir soru, aramızdaki buzdağını aşmamıza yardımcı olacaktı. Ne zaman vazgeçecekti üzerimdeki hâkimiyetinden? Bu kadarı fazla değil miydi? Yıllardır bana yaklaşımını fark etmiyor muydu?

Tuttuğum nefesimi sertçe geri bırakıp, "Oğuz'la görüşmek istemediğimi daha önceden size söylemiştim," diyerek uzunca süre beni sıkıştırdıkları konuyu gün yüzüne çıkardım. Bu hâlimi göz ardı etmesine ise ayrı bir kırgınlık hissettim. Ama alışmalıydım, o beni hiçbir zaman düşünmezdi ki.

Annem, dediklerime karşın daha fazla sinirlendi. Yanıma gelerek öfkeli gözlerini gözlerime odakladı. Her defasında bunu yapıyordu ve ben anneme karşı ne cevap vereceğimi bilemez duruma düşüyordum. Bir haftadır her görüşmeyi reddetmemdi belki de bizi bu raddeye getiren.

"Biz de sana Oğuz'la görüşüp nikâh tarihine karar vermeni söylemiştik. Madem siz konuşmuyorsunuz biz kararlaştırırız tarihi!" Düşüncesizce söylediği sözleri şaşkınlıkla dinledim. Kaşlarım çatıldı. Ya o, ne dediğini bilmiyordu ya da ben, onu çok hafife alıyordum. Bu, fazla acımasızcaydı, annemde ise acıma hissinden hiçbir eser yoktu.

"İstemiyorum anne. Bunda anlaşılmayacak ne var?” Sesim sert ve bıkkın çıktı. Öfkemi artık dizginleyemiyordum. Kaşlarım çatıldı ama bağırmamayı başarabildim. Bağırmak istemiyordum da zaten, sadece bu olanlardan dolayı gücüm kalmamıştı. Sinirli bir insan değildim, fakat bu gece sakinliğimi korumam imkânsızdı. Son zamanlarda üzerime daha fazla gelmesi artık sakin bir insan olmam konusunda beni zorluyordu.

Daha fazla yanında durmayarak odaya çıktım. Yoksa kalbini kırardım hatta bu da yetmez birbirimize daha fazla duymak istemeyeceğimiz sözler söylerdik. Bunu istemiyordum. Kapıyı öfkeyle çarpıp elimi saçlarımın arasından geçirerek ensemde gezdirdim. Tuhaf bir döngü vardı hayatımda. Annemin beni böyle sıkıştırması canımı sıkmaya yetiyordu. Kendisi gibi olmamı istiyordu, en çok da bundan kendine de pay çıkarıyordu. Oğuz’un ailesi ile iyi anlaştıkları için bu bağa ben kurban gidiyordum. Babam ve Burhan amca, şirkette ortaktılar. Burhan amcanın babam üzerindeki etkisi otoriteden farksızdı. Oğuz ise çok başka bir dünyaydı. Bana yaklaşımı takıntıdan ibaretti. Ama annemle babam bunu göz ardı ediyordu.

Zihnimdekileri bir kenara atıp banyoya geçtim. Üzerimdeki ıslaklıktan kurtulup açtığım sıcak suyun altına girdim. Bedenim sıcak suyla gevşediğinde biraz olsun rahatladığımı hissettim. Annemi düşünmek istemiyordum, bu yüzden kendi kendime şarkılar mırıldandım. Bir şeyleri unutma çabasındaydım. Bu konuda pek başarılı olamasam da umursamazlığımla başka işlere odaklanabiliyordum. Başaramayacaklardı, beni istekleri doğrultusunda yönetemeyeceklerdi. Her ne olursa olsun bu evlilik konusunda beni dinleyeceklerdi.

"Aymira Hanım." Kulağımın dibinde duyduğum sesle gözlerimi araladım. Dışarıdan yansıyan günışığı ile gözlerim kısık bir şekilde başucumda duran Şerife ablaya baktım. Saat kaçtı bilmiyordum ama erken bir vakit gibi durmuyordu. Şerife abla ise sanırım bunu bilerek yanıma gelmişti. Şerife abla, evde bize yardımcı olan çalışanlardan biriydi.

"Efendim," dedim uykulu bir sesle.

"Misafiriniz var." Yattığım yerden doğrulup, "Kim?" diye sordum. Şerife abla da pek memnun olmamış gibi, “Oğuz Bey,” dedi. Evet, boşu boşuna uykumdan olmuştum, şimdi ise Oğuz’un yüzünü görmeye katlanacaktım. Yüz yüze gelmemek için çabalıyordum ama o her defasında bana kendini hatırlatıyordu. Bu durum çekilmez bir hâl alıyordu artık. Ne olurdu beni biraz yalnız bıraksaydılar?

"Gelirim birazdan." Başını sallayıp odadan çıktı. Saate baktım. Saat sabahın dokuzuydu. Oflayarak yataktan kalktım. Sabahın bu saatinde rüyasında mı görmüştü beni bilmiyorum ki! Erken değildi ama gece uyumadığımı düşünürsek pek de uykumu almış gibi durmuyordum. Büyük ihtimalle akşam gitmediğim için gelmişti buraya. Dün gece cevabını almıştı oysaki. Duygularımı bildiği hâlde annem gibi ısrar etmesi sinirlerimi bozuyordu artık. Saçlarımı toparlayıp üzerime çeki düzen verdikten sonra ayaklarımı sürüye sürüye salona geçtim. Ağlamak istiyordum, hatta avazım çıktığı kadar bağırmakta… Anlaşılmamaktan yorulmuştum.

Oğuz, berjerde oturmuş bekliyordu. Beni gördüğü an gülümseyerek ayağa kalktı. Bu hâline göz devirdim. Gerçekçi olmayan gülümsemeyi ben de yüzüme yerleştirdim. Yapmacık olmayı sevmiyordum ama bir an önce gitsin diye buna bile katlanırdım.

Bazı zamanlar bu hayatın bana ait olmamasını diliyordum. Dilediğim tek şey huzurdu. Bunu şimdi değil ezelden beri istemiştim. Etrafımdaki insanlardan kurulmuş bir biblo vardı. Birine çarpsam diğerleri de bir bir yıkılacakmış gibiydi.

"Hoş geldin.” Sesimdeki mesafe onun aksineydi. Ne kadar beni zorlasa da ona karşı kaba olmak istemiyordum. Şimdilik sakin kalmaya ve olayları sakince çözmeye ihtiyacım vardı. Zaman kavramı ben de çok kısıtlı ilerliyordu.

"Hoş buldum," diyerek karşılık verdi. Sanki dün gece hiç yaşanmamış gibi davranıyordu. Şu an hesap sormalıydı ya da öfkeli olmalıydı. Ben olsam beni bekleten kişiye karşı böyle sakin davranamazdım. Tekrar yerine oturduğunda ben de hemen yakınındaki üçlü koltuğa oturdum. Bakışlarını üzerimde hissetmem rahatsız edici olsa da fazla umursamadım. Görmezden gelmek şu an en iyi fikirlerden biriydi. Bir müddet sessiz kalmamızın ardından bu anı bozan Oğuz'un tok sesi oldu.

"Dün gece telefonunu açmayınca merak ettim seni. Kafede o kadar bekledim gelmedin." Bu buraya gelmek için geçerli bir sebep değildi. Hem neden beklettiğimi de çok iyi anlıyordu, sadece bir şeyleri görmezden geliyordu. Tıpkı benim yaptığım gibi… Ya o alttan almaya çalışıyordu ya da ben onu sandığımdan da fazla abartıyordum.

"Neden gelmediğimi biliyorsun Oğuz. Orada beklemen benim suçum değil." Ona, daha önceden de ima etmiştim aramızda bir şey olamayacağını. Şimdi ise annemin istekleri onu heveslendiriyordu. Heveslensin, bana karşı bir şey hissetsin istemiyordum. Her ne kadar annemle bu konuda uzlaşamasak da Oğuz'un anlayış göstermesini isterdim. Ne yazık ki o da pek anlayışlı değildi.

"Ben, sadece konuşuruz diye düşünmüştüm.”

“Dün gece cevabını aldın Oğuz. Hâlâ neden diretiyorsun? Ondan öncede söylemiştim sana, konuşacak bir şey yok.”

“Neden bize bir kere şans vermiyorsun ki?” Bu sefer sesi biraz daha sert çıktı. Onu kızgın gördüğüm nadir anlardan biriydi. Mavi gözleri buz gibi olmuştu. Tekrar dudaklarını araladığı an telefonu çaldı. Söylenmesi bir kenara, kalkmadan evvel bana öfkeyle baktı. Yanımdan ayrılıp köşeye geçerek telefondaki kişiyle konuşmaya başladı. Ne konuştuğunu duyamıyordum ama bana olan öfkesini telefondaki kişiden çıkarıyordu. Öfkelenmesi çok doğaldı lakin ona yüzlerce kez düşüncemi söylememden ötürü bana hesap sorması kabulleneceğim durum değildi. Görüşmesini sonlandırarak yanıma geldi. Morali bozuktu.

"Benim acil çıkmam gerekiyor ama bu konuyu sonra konuşacağız." Bu, benden kurtuluşun yok demekti. Hiçbir şey demedim. O, bunu çok iyi anlıyordu. Zamanla öğrenecek, alışacaktı. Köşedeki berjerden ceketini alarak kapıya doğru yürüdü. Arkasından gidişim, onu yolcu edişim sessizlikten ibaretti. İkimiz de birbirimize ne söylesek yetersiz kalacaktı. Kendini ziyan ettiği gibi beni de ediyordu. Bu bir intihardı. Ne yazık ki buna engel olamıyordum.

Onu yolcu ettikten sonra mutfağa geçtim. Şerife abla, kahvaltı işiyle meşguldü. Yanına yaklaştım ve gülümseyerek, "Kolay gelsin," dedim. O da aynı şekilde gülümseyip, "Sağ olun, bir şey mi istemiştiniz?" dediğinde omuz silktim.

"Annemler nerede?" Elindeki bıçağı tezgâhın üzerine koydu. Ben de tabaktan bir dilim peynir aldım. Şerife abla, “Babanız şirkete geçti, anneniz de Cansu Hanım’ın evine kahvaltıya gitti,” diyerek işine geri döndü. Sinirden gülüp başımı iki yana salladım. Alışkın olduğum bu sabaha yine bir şey diyemedim. İştahım kalmamıştı. Hatta açlığımı bile anlayamıyordum. "Kahvaltıyı siz yapın," diyerek mutfaktan çıktım. Kahvaltıyı biraz daha geç yapmaya karar verdim. Belki Barış’ı arar onunla hep gittiğimiz kafeye geçerdik. Barış, benim en yakın dostumdu. Aramızdaki bağ çok başkaydı. Ona her derdimi anlatabiliyordum. Dostumdu ama beni bir abi gibi sahiplenebiliyordu. Bu hissi seviyordum. Bir kardeşim olmadığı için üzülsem de Barış gibi bir dosta sahip olduğum için ayrı seviniyordum.

Yavaş adımlarla odama geçtim. Telefonumun çalması dikkatimi dağıttı. Telefonu komodinden aldığımda ekranda Gizem'in ismini gördüm. Açıp açmama konusunda tereddütsüz kalmamın ardından istediğim oldu ve telefon kendiliğinden kapandı. Bu duruma sevinecekken tekrar çaldı. Sanırım bugünkü ilgi alanım Gizem olacaktı. Onaylama tuşuna dokunup, "Efendim," dedim.

"Neredesin sen?" Sesinin tizliği, yüzümü buruşturmama neden oldu. Bu tavrına gülümsemeden edemedim. Sesindeki o tizlik benimkinden de felaketti. "Evdeyim," diye açıklamada bulundum. Her zamanki gibi! “Hatta birazdan yorganımın altına girip kutup keşfine çıkma gibi bir düşüncem var.”

"Sakın öyle bir şey düşünme, hazırlan. Beş dakikaya çık, geliyorum. Dışarıda kahvaltı yapalım." Bunu demesiyle karnımdan gelen ses Gizem'i onaylarcasına kulağıma ilişti. Sanırım kahvaltı işini bir kere daha düşünecektim. Dün akşamda bir şey yemediğim gerçeğini kabullenirsem epey bir acıkmıştım. "Tamam," dedikten sonra telefonu kapattım. Dolabın başına geçip içinden rahat kıyafetler seçerek giyindim. Hafif bir makyajla hazırlanma işim tamamdı. Kendime bakım yapınca iyi hissetmeye başladım. Sanırım biz kadınlar olarak kendimizle ilgilenmek hoşumuza gidiyordu. En azından biraz olsun düşünmemek istiyordum. Birkaç saatte olsa kendime zaman ayırmak zor olmamalıydı. Çok geçmeden kapı zilini duydum. Odadan çıkarak merdivenleri hızla indim. Şerife abla çoktan kapıyı açmıştı. Gizem, bana bakarak gözlerini tehditkâr bir şekilde kıstı. Haklıydı, çoğu zaman onlara arama mesafe koyan bendim. Şimdi de gelip boynuma atlamasını bekleyemezdim.

“Hoş geldin.” Tatlı tatlı söylenmem Gizem’i hiç etkilemeyecekti elbette. O da zaten pek iyi bakmıyor, hatta tavır yaparak burnumdan getiriyordu.

"Kayıp arkadaşıma sonunda ulaşabildim." Dediğine göz devirip peşinden yürümeye başladım. Kapının önüne park ettiği arabasına binmemiz şimdilik sessizliği öne sürdü. Hatta birazdan sessizliğimin en büyük zulmünü soru yağmuruna tutarak gösterecekti, bir de arada attığı çimdikle… Bu hâli alışkın olduğum tavırlardı.

Gizem’le uzun zamanlı bir arkadaşlığımız vardı. Liseyi üniversiteyi beraber okumuş, aynı evde kalıp kardeş gibi büyümüştük. Onu seviyordum lakin olgunlaştıkça bazı kaçışlarda tek başıma olmak hep ilk tercihimdi. Bunu ne zaman yapsam Gizem tarafından linçleniyordum. Ondan kaçmamamı istiyordu ama ben buna her zaman ters tepki veriyordum. Bunu neden yapıyordum bilmiyordum. İçimde bitmek tükenmek bilmeyen bir yalnızlaşma vardı. Garipti ama iyi hissettiriyordu.

"Kim, kim buluşuyoruz?" Emniyet kemerini takıp bana baktı. Konuyu değiştirmem onu pek memnun etmedi. Ters bakış atıp, "Barış, sen, ben bir de Oğuz," dedi. Oğuz'un ismini duyunca istemsizce gerildim. Sabah görüşmüştük ve olanlardan sonra şimdi de görüşmek nedensizce canımı sıktı. Yüzünü görmeye tahammül edemezken şimdi aynı masada kahvaltı yapacaktık. Gizem zaten ön plandaydı. Sanki hepsi bir araya gelmiş gibi evlenmem için psikolojik baskı uyguluyorlardı.

Mekâna geldiğimizde Gizem önden geçerek masalardan birine oturdu. Ben de lavaboya geçerek bir müddet kendimi toparlamaya çalıştım. Elimi yüzümü yıkayıp aynada siluetime baktım. Zihnim bu düşüncelerle iyice giriftleşti. İçinde bulunduğum bu dilemma çıkılmaz bir hâl almıştı artık.

Peçeteyle yüzümü kurulayıp lavabodan çıktığımda sanki adımlarım masaya ulaşmamak için yerinde sayıyor gibiydi. Gizem’e fena kızabilirdim ama hiçbir işe yaramazdı. Bilerek yaptığına emindim. Görüş alanıma Oğuz girdi ve ben gerildim. Ellerimle tişörtümü sıktım. Beni gördüğünde gülüşü daha çok çoğaldı.

Yanlarına ulaştıktan sonra tek tek tokalaşıp oturdum. Oğuz, hâlâ bana bakmayı sürdürüyordu. Bu durum karşısında önüme bakmayı tercih ettim. Kendisine bakarsam yüzündeki o ifadede canım sıkılırdı. Siparişleri verip beklemeye başladık. Masada dolanan sohbeti dinliyor, konuştuklarına pek katılmıyordum. Oğuz sağ olsun bütün neşemi alıp götürdü.

“Sabah Hülya ablayı gördüm, Cansu ablalara geçiyordu.” Gizem bana bakarak söyledi bunu. “Sanırım tarih alacaksınız, bana anlatmayı düşündün mü Aymira?” Kaşlarımı çattım. Öyle bir şey olmayacaktı. Kasten yaptığımı mı düşünüyordu?

“Nereden çıkardın bunu Gizem? Sana bahsetmiştim. Neyini irdeliyorsun ki daha fazla?” Göz devirdi. Kollarını masaya dayadıktan sonra Oğuz’la bana art arda bakmaya başladı.

“Çünkü annen söyledi.” Kaşlarım çatıldı. Öfkeyle Oğuz’a döndüm. Oğuz ise sabrediyor gibiydi ve bunun sonucu beni kızdırmak olacaktı. Annem ne yapmaya çalışıyordu böyle? Benden habersiz insanlara nasıl kendi kararını söylerdi? O kadar karşı çıkmıştım, nasıl olur da beni düşünmezdi. Öfkelendim anneme. Kalbim acıdı. “Senin kabullenemediğini biz kabulleniyoruz çünkü.” Sesi oldukça ciddiydi. Sabahki tavrından ödün vermiyordu.

“Kabullenme Oğuz. Ben mi dedim evlenelim diye?” Bağırdım. Hiçbir söze tahammülüm kalmamıştı artık. Oğuz, konuşmak için dudaklarını aralamıştı ki Barış’ın, “Oğuz!” diye seslenmesi onu geriye çekti. Bu sefer bağıran oydu. O da Oğuz’la pek anlaşamazdı. Gizem’in emrivakileri olmasa belki çok nadir bir araya geleceklerdi. Kahvaltısına geri dönmesi aklındaki düşüncelerle onu sessizliğe itti. Konuyu kapattığımızda Gizem hızla araya girerek ortama farklı hava kattı. Sanki biraz önceki gerginlik hiç yaşanmamış gibi davranıyordu. İkili oynuyordu. Bu tavrını bu yüzden sevmiyordum ve ona mesafeli davranıyordum. Sebeplerini bile bile hiç değişmiyordu.

"Bu gece toplanıyoruz değil mi?" Neşeli sesi hiç de beni sakinleştirmiyordu. Bilakis yorgundum ve gidip uyumak istiyordum. Gizem'e bakıp, "Ben gelmeyeceğim." dedim. Zaten pek gitmek de istemiyordum. Bana ters bakış attı. "Öyle bir cevap hakkın yok.”

Şaşkınlıkla kaşlarım havalanırken aniden ağzıma tıkılan sözlerle Gizem'i reddetme olanağım sıfıra indi. Nasıl böyle umursamaz olabiliyordu ki? Bunu benim de öğrenmem lazımdı. Herkes kabul ettiğinde benim bir cevap verme olanağım kalmadı. Gizem, memnuniyet içeren tavırla geri yaslandı. Bu sefer herkes sessiz kalırken Oğuz, “Akşam ben seni almaya gelirim,” demesi Oğuz’un inatçılığını biraz daha meydana çıkardı. Belli ki herkes bir araya gelip beni delirtmek istiyordu; en çok da Oğuz…

“Ben kendim geçerim.”

“Aymira, ben seni alırım dedim!” Birden fevrileşmesi masadaki sakinliği yok etti.

“Oğuz, artık kessen mi!” Ben konuşmadan Barış atıldı ileriye. Oğuz, Barış’ın bir şey demesini beklemeden masadan kalktı. Konuşacaktı ama biraz önceki kararıyla bu sefer bana da söz hakkı tanımadı. Elindeki peçeteyi fırlattı ve bir rüzgâr gibi çıkıp gitti. Normalde olsa birinin kendisine bu sözleri söylemesine izin vermezdi ama Barış’a karşı şaşılacak derece de tepkisizdi. Tuhafıma gitti. Sanki aralarında bir şey geçmişti.

Kahvaltıyı yaptıktan sonra Gizem’de gitmesi gerektiğini söyleyip yanımızdan ayrıldığında Barış ile baş başa kaldım. Barış, yanıma daha çok yaklaştı. Sorgular gözlerle bana bakmayı sürdürdüğünde biraz sonra cevabını isteyecekti. Geldiğimizden beridir sormak istiyordu ama onların yanında sormak istemediğinden bu anı beklemek istedi. Gizem’e koyduğum mesafeyi ona da koymuştum çünkü.

“Oğuz, böyle mi davranıyor hep?” Barış’ın dayanamayıp Oğuz hakkında sorularına verecek cevabım onu daha fazla kızdıracak gibi duruyordu. Ona, çoğu şeyi anlatmamıştım. O kadar doluydu ki içim hangi birini anlatabilirdim ki? Kabuğuma çekilmem biraz da bu yüzdendi.

“Sence umurumda mı Barış, boş ver.” Pek de boş vermiş gibi durmuyordu. Kaşları çatıldı.

“Aymira, neyin var senin? Şu an gerçekten anlayamıyorum." Sorduğu soruyla omuz silkip gözlerimi bana bakan gözlerine odakladım.

"Bilmiyorum." Sesim bıkkın, tavırlarım sakindi. Cevabım tuhaf oluyordu son zamanlarda, neyim olduğunu da bilmiyordum zaten. "Sadece hiçbir şey yapmak gelmiyor içimden. Her şeyden herkesten kaçmak istiyorum.” Barış, beni dinlerken bense ona gelmiş dert yanıyordum. Birkaç ay öncesinde gayet iyiyken şimdi ağlama noktasındaydım. Bunu engellemek elimde değildi, yapamıyordum.

Bedenimi kolları arasına alıp başımı göğsüne yasladı. Sıcacık bedeni bedenimi bir dost edasıyla sarıp sarmaladı. Barış öyleydi, her zaman sıkıntıma ortak olur beni bıkmadan dinlerdi.

"Bana ne sıkıntın varsa anlatabilirsin, biliyorsun değil mi? Oğuz tehlikeli olmaya başladı. En azından bana bunu diyebilirsin." Bu dediğine gülümsedim. Bu sıcaklığa ihtiyacım varmış gibi rahatladım.

"Annemle babam," dedim sitemkâr bir sesle. Onları dile getirirken gözlerim doldu. İçime attığım binlerce hissin en başında onlar geliyordu. "Bana ne hissedeceğim konusunda yardımcı olmuyorlar." Asıl meselenin Oğuz olmadığını şu an daha iyi anladı. O da zaten annemin beni nasıl zora soktuğunu biliyordu. Kolumu sıvazlayıp, "Fark edebiliyorum," dedi. Fark edilmek! Bu öyle acınasıydı ki, kendimi bir zerre kadar değerli görmüyordum. Bunu bir gün annemde anlayacak mıydı bilmiyordum.

Histerik bir gülüş peyda oldu dudaklarımın arasından. Oysa ağlamak geliyordu içimden ama bunun ne kadar acınası olduğunu bildiğimden vazgeçiyordum. Özellikle, birinin karşısında ağlamaktan nefret ediyordum.

"Elimden gelen bir şey yok." Sesim güçsüzdü. Birine anlatabileceğim o kadar fazla derdim vardı ki ben bunun bir kısmını dile getirirken zorlanıyordum. Başını salladı ve beni iyi etmek istercesine, "Keşke benim de elimden bir şey gelse," dedi ve bedenimden ayrıldı. Ama gelmezdi, gelemezdi. Özellikle söz konusu annemse elden hiçbir şey gelmezdi.

"Sen canını sıkma. Ben Haldun abi ile konuşurum. Hadi gidelim artık." Dediğini yaptım, gülümseyerek ayağa kalktım. Oturduğum yerden kalkıp peşinden yürümeye başladım. En azından şimdilik düşünmek istemiyordum. Bazen unutmak istiyordum, bir şey olsa ve hafızam silinse diye umut ediyordum. Ne garip ki beynime mıh gibi saplanmış bu gerçekleri unutmak bana çok şey kaybettireceğini biliyordum. Barış, hesabı ödedi. En azından düşüncemi bölmesi iyi olmuştu. Kapıdan çıktığı an da hızla sırtına atladım. Biraz önce ağlamak isteyen ben, şimdi çocukluk yapıyordum. Aslında bu benim bir nevi kendimi iyi hissettirme anlarımdı. Beni tanımayan biri böyle görse dünyanın en mutlu insanıyım diye düşünürdü. Ben de zaten kimsenin beni anlamasını istemediğimden böyle davranıyordum. Umurumda değildi, en azından kendim kendimi üzmemeliydi. Barış, bu tavrımı beklercesine hızla merdivenlerden inmeye başladı.

"Hadi kaptan uçur beni." Kollarını açıp koşmaya başladığında kahkaha attım. Biraz döndükten sonra kapıyı açıp bedenimi yavaşça yolcu koltuğuna oturttu. Kendisi de şoför koltuğuna oturduğunda göz kırpıp arabayı çalıştırdı. Dayanamadım ve yanaklarını sıktım. Onu çocuk gibi sevmeye bayılıyordum. "Sen nasıl insansın?" Bana tekrar bakıp elini çenesine getirdi, sakalını sıvazlayarak ukala bir gülüş sergiledi.

"Bilmem, bütün kızlar bana yakışıklı olduğumu söylerler." Göz devirip koluna hafiften yumruk çaktım. "Egonun nereden geldiği belliymiş." Ukalaca saçlarıma parmağını geçirip dağıttı. Evet, dediği gibi gerçekten yakışıklıydı. Buğday tenli, yeşil gözlü ve kahverengi saçlara sahipti. Uzun yüz hattı ve kare çene yapısı ile gerçekten dikkat çekiciydi. Ensesine kadar uzun olan düz saçları en sevdiğim tarafıydı. Bazen saçlarını dağıtmama kızıyordu ama ben onu tabii ki dinlemiyordum.

Erkeksi bir kahkaha atarak, "Ne yaparsın, insan bu kadar yakışıklı olunca egosu da yanı başında geliyor," deyip o da benim gibi yanağımı sıktı. Bu hâline kıkırdadım. İltifat bile ettirmiyordu kendine.

"Senin iş ne oldu?" Dediklerimle yüzü düştü. Ellerini sıktığını beyazlaşan el boğumlarından fark ettim. Kızı az buçuk tanıyordum ama nasıl bir ilişkileri olduğunu fazla bilmiyordum. Bu yüzden Barış'ın soğukkanlılığına bir cümle bulamıyordum.

"Olmaması gerekiyormuş, olmadı." Dudağımı birbirine bastırıp düz çizgi hâline getirdim. Oysa saatlerce ben ona içimi dökmüşken onun içini dökmesi gerekiyormuş. Bana, hiçbir zaman belli etmediği hisleri ben içine girmeden anlayamıyordum. Ona daha yakın olmak isterken aslında ona çok uzaktım. Elinin üzerine elimi koyup, "Kaybeden o olmuş," diyerek biraz olsun rahatlatmaya çalışsam da bu konuda kırgın olduğu belliydi. "Üzülme be, sana kız mı yok? Boy pos, yakışıklılık seni başka şekilde tanımış olsam nikâhı basardım," diye devam ettiğimde az da olsa neşesi yerine geldi. Gülümseyerek, "Üzülmüyorum," dedi. Belli etmiyordu ama rengi atmıştı. Hiçbir zaman takıntı hâline getirmediğini biliyordum. Hatta onu bana anlatırken gözleri ışıldardı lakin bu ışık o kız sayesinde sönmüştü. Evet, kaybeden o kız olmuştu. Barış sevdiği kişiye o kadar sadık kalan biriydi ki eğer o kızla ilişkisi ileri boyuta gitseydi onu çok güzel severdi. Ama olmamıştı. Ne olmuştu, ne yapmıştı bilmiyordum. Bu yüzden fikir üretemeyecektim.

Araba durduğu an gözlerim eve kaydı. Ne ara geldiğimizi bile anlamamıştım. Onun yanındayken o kadar güvende hissediyordum ki saatlerce beraber olsak bundan asla mustarip olmazdım. Çantamı alıp arabadan indim. Barış, camı indirip, "Akşam görüşürüz o zaman," dedikten sonra camdan başını çıkardı. Maalesef ki öyle olacaktı. Oysa ben gidip yorganıma sarılmak istiyordum. Hatta günlerce yataktan çıkmamak istiyordum. Yaklaşan bedenime yaklaşıp burnumu sıktı.

"Şu burnumla alıp veremediğin nedir acaba? Küçücük burnum senin yüzünden kocaman olacak." Burnunu kırıştırıp, "Pek de küçük sayılmaz hani," deyip güldü, elim ile burnuma dokunup ben de aynı şekilde Barış'ın burnunu sıktım. O sıktıysa benim de sıkmam adaletli olurdu değil mi?

"Hiç de bile. Minicik burnum var benim." Yüzündeki alayvari belirti ile adımlarımı eve yönlendirdim. Barış'a doğru dönüp, "Akşam görüşürüz," dedim ve eve girdim. Barış sayesinde kendimi bir nebze iyi hissetmiştim. Zaten Barış'la birlikteyken keyifsiz olmamın imkânı yoktu. Akşam bu yönden içim ferahtı ve gidip hazırlanma saatim gelene kadar uyumamın pek de mahsuru olmazdı.

...

Saate baktığımda saatin geldiğini fark ettim. Yattığım yataktan kalkarak dolabın başına geçtim. Bu gece zorlanan davet etkinliği için kendime kıyafet ayarladım. Parlement mavi diz üstünde biten kalın askılı bir elbiseye karar verdiğimde alttan siyah stiletto ayakkabıyı aldım. Üzerimi değiştirip saçlarıma şekil verdim. Hafif bir makyajla hazırlanma işim tamamlandı. Aynadaki ben ışıl ışıldım lakin içim pek de öyle değildi. Yine de aynadaki görüntümü sevdim. Telefonuma gelen bildirimle diğer eşyalarımı zarf çantaya koyarak odadan çıktım. Mesaj Gizem'e aitti. Çok bekletmeden evden çıktım, Gizem beni arabada bekliyordu. Son anda Oğuz’un geç geleceğini bildirmesi beni rahatlatmıştı. Hem zaten o gelse bile ondan önce oraya gideceğimden her türlü o alamayacaktı beni.

Hızla yanına giderek yavaşça yolcu koltuğuna oturdum. Yine söyleniyor ve ben yine gülüyordum. "Ağaç oldum, meyve vermeme az kaldı." Göz devirdim. Hem bana zorla kabul ettirmişti hem de söyleniyordu. "Bir dakikada ne ağacı yavrum!" dememle burnundan soluyarak arabayı çalıştırdı. "Armut ağacı." Kıkırdadım. Yan bir bakış atması ise çok gecikmedi. Yanağından öpüp, "Aşk olsun," dedim. Koyu kırmızı rujlu dudağını büzdü. Yumuşatmayı başarmıştım. "Neyse armut esprisinin cezasını sonra veririm," deyip müzik çaları açtı. Konuyu tez kapatması işime gelmişti. Bu gece zorla götürülüyordum zaten, kısacık bekletsem ne zararı olurdu ki? Omuz silkmemin karşılığı ters bakışları oldu. Ama artık umursamaz davranmak istiyordun. Benim davranışım ise onun işine gelmiyordu.

Gizem'i inceledim, giydiği iddialı kıyafeti şaşırtmamıştı. Alev kırmızısı diz üstünden birkaç karış yukarıda bir elbise giymişti. Saçlarını benim gibi dağınık topuz yapmış, makyajı ise koyu bir hâl almıştı. İddialı giymeyi seven biriydi Gizem, fiziği de buna müsaitti. Güzel kızdı, benden beş santim uzundu. Ben de uzundum ama onun kadar değildim. Sarı saçlara ve mavi gözlere sahipti. İmrendirecek güzellikteydi ve ben bile bazen güzelliğine imrenebiliyordum. Kıskanmak değildi bu, sadece güzelliği beni bile etkileyebiliyordu. Kendime baktığımda ise kahverengi saçlara ve ela gözlere sahiptim. Yuvarlak yüz hattım vardı. Güzeldim lakin bu benim için hiçbir zaman önem atfetmiyordu.

Barın önüne geldiğimizde arabadan indik. Gizem anahtarı valeye verip önden yürümeye başladı. Barın düz ve taşlı zeminini geçip geniş kapıdan içeriye girdik. İçerisi yine her zamanki gibi tıklım tıklımdı. Baş döndürücü etkisiyle Gizem'in koluna girdim. Gizem, elini kaldırdığında ileride duran Barış'ta bize aynı şekilde el kaldırdı. Merdiven basamaklarını inerek yanına ulaştık. Gizem, Barış'a sarılınca ben de aynı şekilde sarıldım. Gürültü arasında biraz etrafa bakındım. İnsanlar kendilerini o kadar çok kaptırmışlardı ki, her zaman buraya gelen ben kendimi buraya ait değilmişim gibi hissettim o an. Neden bu duruma gelmiştim, nasıl olmuştu bu bilmiyordum. İçimdeki huzursuzluğu tarif etmek çok zordu. Günden güne yapmaktan zevk aldıklarımdan artık zevk alamıyordum. Eski Aymira olsa saniyesini beklemeden kalabalığa giriştirdi, şimdiki Aymira ise buradan kaçıp gitmek istiyordu. Ne olmuştu bana böyle, ne olmuştu da kendimi bir yabancı gibi hissediyordum?

"Oğuz gelmedi mi?" Gizem'in sorusuyla Barış başını olumsuz şekilde salladı. İsmini duyunca bile yüzü sertleşti. Bu gece onu burada istemiyordu, ben de dâhildim buna.

"Trafikte kalmış, on dakikaya burada olur. Son anda Burhan abi ile takışmışlar sanırım." Gizem başını sallayıp masada duran alkol bardağını alıp bir yudumda içti. Akabinde yanımızdan ayrılıp kalabalığın arasına karıştı. Barış'ta diğer arkadaşları ile sohbete daldığında kendimi tuhaf hissettim. Aslında pek umurumda olmazdı ama bu sefer bu kalabalığın içinde yalnız olmaktan hoşlanmadım. Masanın üzerinde duran içki bardağını alıp bir dikişte içtim. Yanıma gelen garsondan birkaç bardak daha alıp onları da hızlıca içtim. İçkiye gelemeyen bedenim çok geçmeden sarhoş oldu. Hızlı davranmıştım bu gece, daha eğlenecektim oysaki. Çantamı alarak savsak adımlarla bardan çıktım. Birkaç beden bana yaklaştığında onlardan bir şekilde sıyrılıp temiz havaya kattım sarhoş bedenimi. Adımlarım barın arkasında yer alan sahil yoluna ulaştı. Ayağımdaki rahatsız edici topuklulardan kurtulup kumlu yollara ayak bastım. Bedenim yürüdükçe savsakladı, fazla umursamayarak ayakta durmayı başarabildim. Güçsüzlüğüme karşı direnmekti bu…

Denize yaklaştığım vakit burnuma dolan yosun kokusu ile gözlerimi usulca kapattım. Saçlarım rüzgârın verdiği esinti ile yüzüme yapışıyordu. Denizin kokusunu, huzur veren sesini seviyordum. Kısa sürede olsa kendimi iyi hissetmemi sağlıyordu. Bardan epey uzaklaşmıştım. Hatta o baş ağrıtan ses azalmıştı. Değişiyordum, yaşım ilerledikçe eski sevdiğim rutinler bana zulüm gibi geliyordu.

Arkamda duyduğum sesle gözlerimi araladım. Arkama dönemeden bedenime sarılan elle irkildim. Bir an kalbim duracak noktasına gelmişken Oğuz’un sesi ise bedenimin kasılmasına sebep oldu.

"Benim," diye fısıldadı. Dudakları tenime değdiği an ürperdim. Burnu yüzüme değiyordu. "Ne yapıyorsun Oğuz?" Kolları arasından çıktım. Kaşlarım istemsizce çatıldı. Bu tavrının hoşuma gitmediğini biliyordu ama yapmaktan da vazgeçmiyordu. İnatlaşan bir yapısı vardı.

"Yanlış bir şey yapıyormuşum gibi davranıyorsun."

"Doğru bir şey mi peki bu yaptığın?" Üzerime doğru yürüdüğünde geriye adım attım. Elini saçlarının arasından geçirip sertçe soludu. Hırsı kendini yiyecekti, en çok da buna katlanamıyordu. İstediği olsun, ona onun gibi yaklaşayım istiyordu.

"Neden? Sonuçta biz..." Sözünü tamamlatmadan, "Biz diye bir şey yok," diyerek bağırdım. Açık açık konuşmaktan başka bir seçeneğim yoktu. Bu gece bu konuyu konuşup kapatmak istiyordum. Bileğimi kavrayıp kendine çekti. Yüzü yüzüme yakındı, gözleri gözlerime değdiğinde bedenimde yakıcı bir ürperti oluştu.

"Neden? Sana bunu neden düşündürttüm Aymira? Bana karşı neden bir şey hissetmiyorsun?" Elimi elinden çekerek birkaç adım geriledim fakat buna izin vermeden belimi kavradı. "Nedeni çok açık," diye fısıldadım. Sesim neden bu kadar korkak çıkmıştı bilmiyordum. "Bırak beni!" Bağırdım ama duymak istemezcesine bedenimi daha çok çekti kendine. Buna katlanamıyordum. Bedenime mengene gibi yapışmış adamı ittim.

"Sen benimsin Aymira." İğrenç kelimeleri dudaklarından çıktığında midemin bulandığını hissettim. "Bırak," diye tekrar bağırdım. "Saçmalıyorsun şu an." Histerik bir kahkaha attı, "Ben mi saçmalıyorum?" diyerek sözüne devam etti. Bu tavrı beni korkutuyordu, normal değildi yaptıkları. Hele ki bakışları beni cidden korkutuyordu.

"Hadi gidiyoruz." Kolumdan tutup çekiştirmeye başladığında bırakması için bağırdım, bu kadarı çok fazlaydı. "Oğuz beni rahat bırak artık." Durmayıp çekiştirdiğinde, "Bırak kızı!" diyen sesle durmak zorunda kaldık. Geceyi sürdüren ikinci vakada arkamızdaki sesti. Korkularım biraz daha arttı. Arkaya döndüğümüzde ileriden gelen adamla Oğuz'a baktım. Oğuz anlamsız gözlerle gelen adama bakmayı sürdürdü. Birkaç adımdan sonra biraz uzağımızda duran yabancı, kaşlarını çatıp Oğuz'a bakmayı sürdürdü. Aralarındaki bu sessiz hükme ben de sessiz kaldım. Şu an gerçekten ne yapacağımı bilmiyordum.

"Sen de kimsin?" Oğuz öfkeyle sorusunu yöneltince bu sefer yabancı konuştu. "Sana bırak diyor, duymadın mı?" Oğuz’un sorusunu cevaplamak yerine, hiç tanımadığı bana yardım ediyordu. Oğuz öfkeyle elimi sıktı. Elimi hızla elinden çektim, o ise yabancıya doğru birkaç adım ilerledi. Öfkeyle yabancı adama baktığında olanlar beni korkutuyordu. Şu an sadece buradan kurtulmak istiyordum, Oğuz'un iğrençliklerine tahammül etmek istemiyordum. Bu ne kadar imkânsız gibi gözükse de gecenin sonunda kim kazanıp kim kaybedecekti tahmin edebiliyordum.

Loading...
0%