Yeni Üyelik
3.
Bölüm

III. GECE GÖZLÜ ADAM

@rumeysadoganm

 

Gözlerimi kapattım ve son olanları düşündüm. Oğuz’un tehditleri babamla olan husumetlerinin perdesini aralamıştı çoktan. Neyi kastettiğini bilmiyordum. Ama babama karşı beni kullandığını anladım. Babamın ne düşündüğünü bilmiyordum ama Oğuz bu kadar ileriye gitmişse babamın da habersiz olduğu söylenemezdi. Sertçe nefesimi soludum. İçinden çıkılmaz bir durumun içine düştüğümü fark edince zihnimin beni rahat bırakmaması normaldi. Bir süre de rahat bırakmayacaktı. En çok da bu çıkmaz yoldan sağ salim nasıl çıkabilirdim bilmiyordum.

Uzun süre düşünmekten dolayı başıma giren keskin ağrı ile yattığım yerden kalktım. Sabahtan beri kalkmadığım yatak beni geri yatmaya iteklese de kalkıp yatağı düzelttim. Saat, 15.30’du. Sessizlikten anlaşılacağı üzere yine evde kimse yoktu. Üzerimi hızla değiştirip komodinin üzerinde duran telefonumu ve cüzdanımı da alarak evden çıktım.

Çağırdığım taksi çok geçmeden geldi. Bugün hiç araba kullanasım yoktu, kulaklığı takıp kısa bir yolculuk yapmayı da özlemiştim. Zaten baş ağrımdan ötürü araba sürecek hâlim yoktu. Taksi çok geçmeden sahilin oraya yaklaşınca ücreti ödeyip durduğu köşede indim. Şimdiden denizin esintisi kendini belli etmeye başladı.

Banklardan birine oturup sahile vuran dalgaları izledim. Beynim uyuşmuş gibiydi, düşüncelerim donup kalmıştı zihnimde. Oğuz’un dedikleri aklımdan çıkmıyordu bir türlü. Babamla alakası neydi onu bile bilmezken üstü kapalı konuşması olanların bir an önce öğrenilmesi en mühim konu olduğunu bir kenara yazdım. En azından öğrenirsem bir şeyleri yoluna sokabilirdim. Müziği son ses açıp düşüncelerimi savmak istedim ama başarılı olamadım. Hırsla kulaklığı çıkartıp çantaya fırlattım. Banktan kalkmam ve yürümem en cazip olanıydı bu yüzden dalgalara doğru yürüdüm. Ayağımdaki ayakkabıları çıkarıp çıplak ayaklarımı kumlarla buluşturdum. Gözlerimi usulca kapatıp denizin kokusunu içime çektim. Yosun kokusunun ağır bastığı deniz dingin hissettirdi.

Kendimle baş başa kalabileceğim yer sadece burasıydı. En azından illet gibi yapışmış bu duyguları birkaç dakika da olsa yok sayabiliyordum. Başka hiçbir şey gelmiyordu elimden. Kaçamıyor, kurtulamıyor, laf anlatamıyordum. Çaresizlik bütün duygularıma bir bulaşıcı hastalık gibi sirayet etmişti.

Sudan çıktıktan sonra ayakkabılarımı giyinip ilerledim. Bugün hiçbir şey yemediğimi acıkan karnımla fark ettim. En azından karnımı doyurmam gerekiyordu. Denizi arkamda bırakıp yürümeye devam ettim. O ara telefonuma gelen bildirimle dinginleşen zihnim yeniden bir öfkeye büründü. Bu meseleden sonra bir de tehditleri ile beni uğraştıracaktı. Artık Oğuz’a karşı saygım kalmamıştı.

Sinirlendim, nefesimi sertçe soluyup olduğum yerden uzaklaştım. Geçen taksilerden birini durdurup bindim. Bara gitmesini söyleyip Gizem'e yanıma gelmesi için mesaj attım. Olmayan moralim, Oğuz’un tehditleri sayesinde daha da bozuldu. Açtım ama yemeyecektim. Hatta vazgeçip önce hep gittiğimiz bir mekâna gidip karnımı doyurmak istedim. Kimse beni dinlemiyordu ama ben kendime asla bunu yapmayacaktım. Sipariş ettiğim yemeği doyana kadar, hatta tıka basa yemeye başladım. Yetmediğini anlayınca tekrar başka bir yemek daha sipariş ettim. Ve dediğimi yapıp şişene kadar, patlayana kadar yedim. Aklıma gelenle kıkırdadım. Acaba yüz kilo alsam bu evlilik mevzusundan kurtulabilir miydim? Bu sayede Oğuz’da benden kaçardı.

Gözlerimi açıp Oğuz’u zihnimden kovdum. Bu böyle olmayacaktı, onu düşünmek beni yoruyordu. Fazla yemek yemek iyi gelmemişti ve ben, ilk kendimi bulduğum yerle bazı şeyleri unutmak için çabaladım ama bu çabam beni daha fazla dibe çekti.

"Geldik abla." Şoförün sesiyle başımı pencereden kaldırdım akabinde ücreti ödeyerek taksiden indim. Bardan içeriye girdiğimde görüş alanıma Gürkan girdi. Gürkan barın barmeniydi. Ara sıra geldiğimde hoş sohbetlerimiz olurdu kendisiyle. Çantamı masanın üzerine koyup, "Selam," dedim. Gürkan elindeki şişeyi rafa koyup bana dönerek kocaman gülümsedi.

"Selam. Hoş geldin Aymira."

"Hoş buldum." Hemen karşımdaki uzun tabureye oturduğumda, "Hangi rüzgâr attı seni buraya," deyince yüzümde ihtihzalı bir gülümsemeyle, "Sert bir fırtına diyelim," dedim. "Her zamankinden versene…" İlk defa böyle bir an yaşıyordum. Tıka basa yiyor, erkenden alkol tüketiyordum.

"Erken değil mi?" Elimi dar masaya koyup, "Erkense erken, ver işte," dedim. Gürkan, fazla üstelemeden bardağa alkolü koydu. Kendisine de bir duble koyup karşıma oturdu. Bana sen deli misin der gibi baksa da umurumda değildi. Bugün kendimi şımartmak istiyordum.

"Hani erkendi!" Gülümsememe karşılık dudağının kenarı kıvrıldı. Benimle oyun oynanmaması gerektiğini bilmeliydi.

"Tek bir kadeh, hem tek kalmana engel oluyorum işte kötü mü ediyorum?" Başımı iki yana sallayıp alkolü mideme gönderdim. Kendimi şımartacağım diye eziyet etmeyi sevdiğimden bir duble daha fazlasına yol verdi. Oysa iki duble atacaktım, şimdi geldiğim durum ise baş döndürücü bir etkiye sahipti.

"Bu kadar hızlı içiyorsan bir derdin var." Neyin var der gibi göz kırpıp başını salladı. O an yüzüm düştü, derdimi anlatmaya niyetim yoktu, bu yüzden kendimi alkolle kandırıyordum. Biraz da unutmak istediklerime bahane arıyordum. Bu kendimi kandırmaktan başka bir şey değildi.

"Hiçbir şeyim yok." Saçmalamaktan ziyade saçma durumun ortasında yapabileceğim tek şey şu iğrenç içkiyi içmekti. Bazı durumlarda sorunları kendi içime atmaktan ne zaman vazgeçecektim bilmiyordum. Bu benim en sevmediğim yanımdı.

"Saat kaç?"

"On." Şaşkınlıkla kaşlarımı araladım. Ne ara bu kadar oturup içmiştim? Artık çileden çıkan bu illet duyguya neden bu kadar kapılıyordum? Yapmamalıydım bunu kendime, unutmak için yaptıklarım artık saçmalık olmuştu.

Ardımdaki sese yöneldiğimde Gizem'le göz göze geldim. Yüzü endişe doluydu. "Kızım ne bu hâl?" Beni baştan aşağı süzdü. Ben ise bu saçmalığın ardından kıkırdadım. Deliriyor muydum ne?

"Niye bu kadar geciktin?" Bedenimi Gizem'e dayadığımda zor da olsa tuttu beni. Zaten ayakta duracak hâlim yoktu. Uzun zamandır ilk defa bu kadar sarhoş olduğumu gördüm.

"İşlerim çıktı. Senin bu kadar içeceğini bilsem daha erken gelirdim." Dudağımdan tekrar çıkan kıkırtı ile, “Cık,” diye şaklattım damağımı. Parmağımı kaldırıp, “Gelmeyecektin,” dedim. Beni incelerken hâlâ kıkırdamaya devam ediyordum. Delirmiş gibiydim. Gizem, bu tavırlarıma şaşırdı önce ama beni kendime getirmek için bedenimi dikleştirdi.

"Sen de beni umursamıyorsun," dedim bağırarak. Sesimin gür çıkması ile herkes bize doğru baktı. Umurumda değildi. Umursadıklarımın yanında bu tavrım oldukça ufak kalıyordu.

"Yürü hadi yürü sarhoşsun, ne dediğini bilmiyorsun." Gözlerim kapanmaya meyilliyken adım atmam gayet güçtü. Yürüdükçe, “Umursamıyorsun,” diye bağırdım. Bir yandan bunu şarkı söyler gibi söylüyordum. Gizem, beni arabaya bindirip kendisi de şoför koltuğuna geçti. Bedenimi koltuğa daha çok yayıp başımı da olduğum yere dayadım. Gözlerime binen ağırlıkla kapattım gözlerimi. Sayıklar gibi bir halim vardı. Ne dediğimi ben bile idrak edemiyordum.

...

"Hadi Aymira, uyan artık." Zor olsa da açtım gözlerimi. Gizem, başucumda beni kaldırmaya çalışıyordu ama uykum fazla ağır olduğu için zorlanıyordu. Olduğum yere biraz daha büzüştüm. Kalkmak istemiyordum. Biraz daha uyusam ne olurdu ki!

"Azıcık daha uyuyayım, lütfen." Kolumdan tutup zorda olsa arabadan indirdi beni. Bu yaptığı acımasızlıktı. Az daha düşecektim. Kendine dayayıp eve doğru yürümeye başladık. Delirmiş gibi gülüyordum. Gizem beni daha çok tuttu. Ona zorluk çıkardığımın farkındaydım, bu hoşuma da gidiyordu bir yandan.

"Anahtar nerede?" Elim ile çantayı gösterdiğimde beni bir köşeye oturtup çantadan anahtarı aldı. Kapıyı açtığında bedenimi tekrar kaldırıp yürümeye başladı. Odaya geldiğimde bulanan midemle hızla banyoya koştum. İçimdekileri bir bir boşaltınca biraz olsun rahatladım. Elimi yüzümü yıkayıp odaya geri döndüm. Çok geçmeden kapıda elinde kahve fincanı ile Gizem belirdi. "Kahve biraz daha iyi gelir." Başımı minnetle sallayıp fincanı aldım. Kusmak biraz kendime gelmemi sağlasa da kafein hâlsizliğime iyi gelebilirdi.

"Neden bu kadar içtin?" Sorduğu soruyla duraksayıp, "Bilmiyorum," dedim. Dert anlatacak kadar kendimi iyi hissetmiyordum. Derdimi öyle çok anlatan biri değildim. Düşündükçe, Gizem’le aramda pek böyle muhabbetlerin dönmediğini anladım. Sanırım Gizem’le dertleşmeyi sevmiyordum. Onun açık sözlülüğü güvenimi kazandıramıyordu. Sanırım ben, bir tek Barış’la rahat konuşabiliyordum.

"Şimdilik ısrar etmiyorum ama bana bir gün ne derdin varsa anlatacaksın." Burukça tebessüm edip elimdeki fincanı komodinin üzerine koydum. Hafiften kıvrılıp başımı Gizem'in dizlerine koymamla eli havada kaldı. Bu tavrım karşısında şaşırsa da soru sormadan saçlarımın arasında gezdirdi elini. Gücüm olsa çocuklar gibi ağlardım. Gücüm olsa bu hayatı terk edip giderdim. Lakin gidip ne yapabilirdim ki? Sanki beni rahat bırakırlardı. Gözlerim yorgunluktan kapandı, bu yorgunluk bedenen değildi. Zihnen dolu olmam güçsüz bırakıyordu ruhumu. En acısı da uyuyarak bile dinlenilmiyordu.

...

Evden uzaklaşabildiğim kadar uzaklaştım. Nedense yürümeyi tercih etmiştim bugün. Sabah kahvaltısı yapma alışkanlığım olmadığı için bugünde kahvaltımı geciktirebilirdim. Evden epey uzaklaştım.

Tam yanımda duran arabaya baktım. Barış, başını camdan çıkarıp gülümsedi. Sıcacık gülümsemesine karşılık verdim. "Hadi güzellik, atla." Hızla yan tarafa yürüyüp açtığı kapıdan girerek oturdum. Bu karşılaşma o kadar iyi gelmişti ki yalnız kahvaltı yapmak yerine Barış’la yapabilirdim. Yanağından öpüp, "Nereden çıktın sen böyle?" deyince o da aynı şekilde yanağımdan öptü.

"Biraz önce sana sürpriz yapıp evine gittim evdekiler yeni çıktığını söylediler. Araban kapıda durunca yürüdüğünü anlayıp bu yöne doğru sürdüm." Bu durum beni mutlu etti. En azından Barış'la zaman geçirerek bugünü büyük dertten kurtarabilirdim. İçim dışım kasvetle dolmuştu.

"Kahvaltı yapmadığını söyledi bazı kuşlar." Kıkırdayıp başımı salladım. "Ben de bazı kuşlar Barış'a söylese de kahvaltı yapsak diyordum." Yanağımı sıkıp arabayı hızla sürmeye başladı. Mekâna geldiğimizde arabadan indik ve yürümeye başladık. Her zamanki geldiğimiz yerdi burası. Daha doğrusu sadece Barış'la geldiğimiz yerdi. Eve uzaktı ama seviyordum burayı. Hatta şirin bir mahallede olması etrafındaki doğallığı mekânda birleştiriyordu. İhtişamlı olmayıp, sade bir yer olması Barış'ın tercihiydi. O da benim gibi sadeliği ve sessizliği seven biriydi. Bana bir keresinde buraya sadece benimle geldiğini itiraf ettiğinde kendimi fazlasıyla özel hissetmiştim. Hiç değişmemişti, buraya ikimizde sadece birbirimizle geliyorduk. Camekân yanında kurulu olan masaya geçtik. Gelen garsona siparişimizi verdiğimizde Barış’ın sessizliğini bozmak istercesine konuştum.

"Ne yaptın görüşmeyeli?" Dışarıdaki bakışını bana odakladı.

"Şirketten çıktığım var mı desene!" Gülümseyip, “Eee veliaht olmak o kadar kolay değil,” deyip dudaklarımı birbirine bastırdım. O her ne kadar bu durumdan mustaripse ben onu bu durumla kışkırtmayı seviyordum. Tabii bir de onu gıcık etme konusunda oldukça başarılıydım. Barış gözlerini üzerime dikerek, “Senin de benden kalır yanın yok,” deyip sözü üzerime attı. Altta hiç kalmazdı tabii. Haklıydı da. Masanın üzerinde duran eline vurdum. “Bir günde laf atayım deme,” diyerek kaşlarımı çattım. Bu tavrıma kahkaha atınca çok geçmeden ben de ona katıldım. Ağlanacak hâlimize gülüyorduk. En azından biraz olsun dertlerden uzak kendi hâlimizde olmak bambaşka hissettiriyordu.

Barış gelen telefonlara yanıt vermeye başladı. Bu durum onu kızdırıyordu elbette. Evde de dışarıda da işin yoğunluğuna yetişemiyordu artık. En çok da bir günü sakin geçmediği için babasına kızıyordu. Biraz dahaklıydı tabii.

Oturduğum yerden kalktım, sessizce, "Lavaboya gidip geleceğim," dedim. Telefondaki bakışlarını bana çevirip olumlu şekilde başını salladı. Hızla lavaboya geçtim, elimi yüzümü yıkayıp dağılmış saçımı düzelterek lavabodan çıktım. Barış’a bugün için kaçamak bir teklif edecektim. İkimizde bunu hak etmiştik, en önemlisi de biraz birbirimize dertlerimizi anlatmak iyi gelirdi.

Bir iki adım yürüdüğümde kapıdan giren kişiyle göz göze geldim. Oydu, bir rastlantı beni bu kadar şaşırtabilirdi. Onu burada görmeyi beklemediğim gibi birden nasıl tepki vereceğimi de bilemedim. O sakindi, benim kadar tepki vermediği gibi beni arkasında bırakarak ilerledi. Belki de hatırlamamıştı beni. Ne olursa olsun yüzümde ufaktan bir tebessüm oluştu. Arkadaşına uyarak yan tarafımızdaki masaya oturdu. Diğer masaların dolu olması ilk defa işime gelmişti. Bakışlarım bir süre üzerinde dolanırken, o ise karşısında oturan arkadaşı ile sohbet ediyordu. Beni görmezden geliyordu. Saçmalıyordum, onun için kimdim ki beni görmezden gelecekti! Sanki kendimi fazla önemsemiştim bu konuda. Hem ne oluyordu bana? Bir kere gördüğüm adamdan etkilenmiş olamazdım değil mi? Kendime çeki düzen verip masaya geri geçtim. Yakınımızdaki masada oturuyor oluşu hareketlerime heyecan kattı. Ona bakmak istedim fakat yapamadım. Çekingenliğim onun kaçan bakışlarından ötürüydü. Belki beş belki altı saniye süren çekingen bakışlarım onu buldu.

"Aymira, iyi misin?" Soruyu soran Barış'tı. Bakışlarımı yan masadan çekip Barış'a odakladım. "İyiyim," dedim üzerinde fazla durmayarak. Nereye baktığımı bilmek ister gibi o da bakışlarını yan masaya çevirdi. Ona göre yabancı kalan bu adam birden benim merkezime girmişti. Siparişimiz geldiğinde kahvaltıya odaklandık. Zihnim onunla dolmuştu şu an, her an bakmak, onu izlemek istiyordum. Başımı hafiften çevirdim ama umduğumu bulamadım. Onun şu an dikkatini bile çekememiştim. Bir anda bana bakınca bocaladım. Kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya başladı ama hızla bakışını çekmesi ile tekrar eski ritmine döndü. Ona baktığımı fark etmiş olmalıydı. Yoksa neden baksındı ki? Oysa az evvel bana bakıyordu. Çekiniyordu belki de. Ya da ben saçmalıyordum.

“Geçen ki davete gitmemişsin.” Hatırlamak istemediğim o an kâbus gibi otudu zihnime. Oğuz’un sözleri bile o davetin içinden sızıp tam dibime oturmuş gibiydi. Sonuç ne olursa olsun keyifliydim. Anneme karşı boyun eğmemiştim.

“Anneme artık engel olmak istiyorum.”

“Pek başarılı olamıyor gibisin.”

“Sence anneme karşı kim başarılı olmuş ki!” Buruk bir tebessümle, “Çok sürmez annem bana büyük bir kumpas kurar yine,” dememle Barış bana annemi anladığını belirtir gibi baktı. Onunda annemle birkaç defa bu konu hakkında konuştuğunu biliyordum. Hatta annem Barış’ı bir defasında terslemişti. O gün aklıma geldikçe sinirleniyordum.

“Hülya abla ve inatları işte… Sen pek takma onu artık.” O böyle diyordu ama yüzündeki ifade benden farklı değildi.

“Öyle yapıyorum.” Aslında yapmıyordum. Buna kendimi inandırmaya çalışıyorsam şayet bir gün öyle olacağından emindim. Bir gün annemi umursamayacaktım.

Kahvaltıdan sonra Barış hesabı ödemek için kalktı. Yan tarafıma baktığımda gece gözlü adamda tek başına oturuyordu. Ufak bir cesaretle ayağa kalkıp masasına oturdum. Beni gördüğünde şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. Ben aksine oldukça güleç duruyordum karşısında; biraz da rahat, oldukça rahat…

"Konuşabilir miyiz?" İlk defa bir erkeğe bu şekilde konuşabilir miyiz diye soruyordum. Tuhaf olan ben miydim diye düşünmüyor değildim. Gerçekten de öyleydim, kendimin ne derdi varsa çözmeye çalışıyordum. Masadaki bakışlarını kaldırmayıp, "Ne hakkında?" dedi. Önündeki peynirle ilgileniyordu. Ürpertici sesi buz kesse de sanki hoşuma giden bir durum vardı. Evet, cidden tuhaftım. Bu kadarı da hoşuma gitmemeliydi. Saçmalamamalıydım. Bir erkekten hoşlanamazdım değil mi? Özellikle böyle bana karşı mesafe koyan birinden. Bu komik bir durum olurdu.

"Ben…" Sözüm tamamlanamadan, "Aymira, hadi gidiyoruz," diyen sesle konuşamadım. O gün yanlış anladığı ne varsa açıklamak için buradaydım. Beni kurtarmıştı ama yanlış anladığı da muhtemeldi. Çünkü bana bakarken buz gibi bakıyordu. Şu an Barış'a saydırabilirdim. Karşımdaki gece gözlü adama baktığımda kaşları çatıldı. Konuşmayı bırak hiçbir tepki vermiyordu. Onunla konuşmak istediğim için bana kızmış olmalıydı ama ben ondan sadece ufacık bir tepki istiyordum, o da bana istediğimi vermiyordu.

"Sonra bir gün," deyip masadan kalktım. Bir gün yine karşılaşacağımızı umuyordum. Bakışlarını kaldırıp bana yol gösterir gibi karşıdan gelen adama baktı. Yüzüm düşse de belli etmeyerek Barış’ın yanına yürüdüm. Arkamda kalan adam, beni görmezden gelmişti, bu inciticiydi.

"Kimdi o adam Aymira?"

"Biraz geç gelsen öğrenecektim." Sesimin öfkesi Barış'ın bana tuhaf bakmasını sağladı. "Son zamanlarda tuhaf biri oldun, farkında mısın?" Başımı iki yana sallayıp, "Tuhaf değilim," dedim. Aslında tuhaflığım konusunda şüphelerim vardı ama ben bu şüpheyi çürütüyordum. Çocuk gibi omuz silkerken arkamda bıraktığım Barış’tan başka soru beklemediğimi gösteriyordum. Bana öyle bir bakıyordu ki anlatmasam da anlar gibiydi.

Dışarıya çıktığımızda ileride duran arabanın önüne geldik. Arabaya bineceğim esnada kapıdan çıkan gece gözlü yabancıyı görmemle duraksadım. O beni görmemiş bu yüzden yabancı kalmıştı gözleri gözlerime. Yanındaki yabancı sevdiği biri olmalı ki iyi anlaşıyorlardı. O an gülüşünü gördüm. Karşısındaki arkadaşı ne demişti bilmiyorum ama o dişleri gözükecek şekilde ve sessizce gülmüştü. O an kalbimi dizginleyemedim. Çekemediğim bakışlarım bu ana şahit olmuşken artık unutamayacağım bir anı yerleştirmişti zihnime. Gülüşü titreyen ruhumu dizginledi. Sanki gecemin nezdindeydi sureti… Bir an yaşamanın nasıl bir his olduğunu anladım.

"Binecek misin Aymira?" Barış’ın sabırsız tavırları ile bir gülüşe veda ettim. Başımı eğip, "Sen güzel anların katili olabilir misin?" dedim. Tek kaşını kaldırıp neden der gibi baktı. Onu fark ettiğinde de artık ona büyük şüphe vermiştim. Ayrıca bu davranışımdan dolayı şaşırıyordu. Araca binmemle, "O yabancı ile aranda ne var?" dedi. İstemsizce güldüm. Hatta bu gülüşüm sesli bir kıkırtıya dönüştü. Bu gülüş kendi hâlimeydi. Bizim aramızda dediği gibi yabancılık vardı. O bana yabancı ben ise onun bu yabancılığını çözmeye çalışan tuhaf biriydim.

"Hiçbir şey. Ne olabilir ki Barış? İrdelenecek durum yok ortada." İnanmaması fazla umurumda değildi, bunu düşünecek değildim. Kaşları kalktı. “İrdelenecek bir durum yok mu? Aymira, buna sen inanıyor musun peki?” Ne vardı yani sussaydı. Şimdi içime kurt düşürmenin vakti miydi? Hem kendi sakinliğime çekilmek istiyordum. Bir süre zihnimde tartıp bu saçmalığa son vermek istiyordum.

“Barış, şu an değil. Hatta hiç değil.” Dediğimi yaparak sustu. Arabanın içini istediğim gibi sessizlik kapladı. Ne o konuşuyordu ne de ben. Radyoya uzandığımda açılan müzikle başımı pencereye yasladım. Aklıma o geldikçe pır pır eden kalbim yerinden uçacak gibi atıyordu. İlk görüşte aşk saçmalığını düşünemezdim. Fakat etkilendiğim başka bir mevzu vardı. Aşk değil de başka bir şey… Ama neydi? Onda beni etkileyen ne vardı? Elimi sıkışan kalbimin üzerine götürüp sessizce düşüncelerimden arındım. Yapmazsam şayet üzülen ben olurdum. Hayır, asla âşık olmamıştım! Olmamıştım değil mi?

 

Gözlerimi kapattım ve son olanları düşündüm. Oğuz’un tehditleri babamla olan husumetlerinin perdesini aralamıştı çoktan. Neyi kastettiğini bilmiyordum. Ama babama karşı beni kullandığını anladım. Babamın ne düşündüğünü bilmiyordum ama Oğuz bu kadar ileriye gitmişse babamın da habersiz olduğu söylenemezdi. Sertçe nefesimi soludum. İçinden çıkılmaz bir durumun içine düştüğümü fark edince zihnimin beni rahat bırakmaması normaldi. Bir süre de rahat bırakmayacaktı. En çok da bu çıkmaz yoldan sağ salim nasıl çıkabilirdim bilmiyordum.

Uzun süre düşünmekten dolayı başıma giren keskin ağrı ile yattığım yerden kalktım. Sabahtan beri kalkmadığım yatak beni geri yatmaya iteklese de kalkıp yatağı düzelttim. Saat, 15.30’du. Sessizlikten anlaşılacağı üzere yine evde kimse yoktu. Üzerimi hızla değiştirip komodinin üzerinde duran telefonumu ve cüzdanımı da alarak evden çıktım.

Çağırdığım taksi çok geçmeden geldi. Bugün hiç araba kullanasım yoktu, kulaklığı takıp kısa bir yolculuk yapmayı da özlemiştim. Zaten baş ağrımdan ötürü araba sürecek hâlim yoktu. Taksi çok geçmeden sahilin oraya yaklaşınca ücreti ödeyip durduğu köşede indim. Şimdiden denizin esintisi kendini belli etmeye başladı.

Banklardan birine oturup sahile vuran dalgaları izledim. Beynim uyuşmuş gibiydi, düşüncelerim donup kalmıştı zihnimde. Oğuz’un dedikleri aklımdan çıkmıyordu bir türlü. Babamla alakası neydi onu bile bilmezken üstü kapalı konuşması olanların bir an önce öğrenilmesi en mühim konu olduğunu bir kenara yazdım. En azından öğrenirsem bir şeyleri yoluna sokabilirdim. Müziği son ses açıp düşüncelerimi savmak istedim ama başarılı olamadım. Hırsla kulaklığı çıkartıp çantaya fırlattım. Banktan kalkmam ve yürümem en cazip olanıydı bu yüzden dalgalara doğru yürüdüm. Ayağımdaki ayakkabıları çıkarıp çıplak ayaklarımı kumlarla buluşturdum. Gözlerimi usulca kapatıp denizin kokusunu içime çektim. Yosun kokusunun ağır bastığı deniz dingin hissettirdi.

Kendimle baş başa kalabileceğim yer sadece burasıydı. En azından illet gibi yapışmış bu duyguları birkaç dakika da olsa yok sayabiliyordum. Başka hiçbir şey gelmiyordu elimden. Kaçamıyor, kurtulamıyor, laf anlatamıyordum. Çaresizlik bütün duygularıma bir bulaşıcı hastalık gibi sirayet etmişti.

Sudan çıktıktan sonra ayakkabılarımı giyinip ilerledim. Bugün hiçbir şey yemediğimi acıkan karnımla fark ettim. En azından karnımı doyurmam gerekiyordu. Denizi arkamda bırakıp yürümeye devam ettim. O ara telefonuma gelen bildirimle dinginleşen zihnim yeniden bir öfkeye büründü. Bu meseleden sonra bir de tehditleri ile beni uğraştıracaktı. Artık Oğuz’a karşı saygım kalmamıştı.

Sinirlendim, nefesimi sertçe soluyup olduğum yerden uzaklaştım. Geçen taksilerden birini durdurup bindim. Bara gitmesini söyleyip Gizem'e yanıma gelmesi için mesaj attım. Olmayan moralim, Oğuz’un tehditleri sayesinde daha da bozuldu. Açtım ama yemeyecektim. Hatta vazgeçip önce hep gittiğimiz bir mekâna gidip karnımı doyurmak istedim. Kimse beni dinlemiyordu ama ben kendime asla bunu yapmayacaktım. Sipariş ettiğim yemeği doyana kadar, hatta tıka basa yemeye başladım. Yetmediğini anlayınca tekrar başka bir yemek daha sipariş ettim. Ve dediğimi yapıp şişene kadar, patlayana kadar yedim. Aklıma gelenle kıkırdadım. Acaba yüz kilo alsam bu evlilik mevzusundan kurtulabilir miydim? Bu sayede Oğuz’da benden kaçardı.

Gözlerimi açıp Oğuz’u zihnimden kovdum. Bu böyle olmayacaktı, onu düşünmek beni yoruyordu. Fazla yemek yemek iyi gelmemişti ve ben, ilk kendimi bulduğum yerle bazı şeyleri unutmak için çabaladım ama bu çabam beni daha fazla dibe çekti.

"Geldik abla." Şoförün sesiyle başımı pencereden kaldırdım akabinde ücreti ödeyerek taksiden indim. Bardan içeriye girdiğimde görüş alanıma Gürkan girdi. Gürkan barın barmeniydi. Ara sıra geldiğimde hoş sohbetlerimiz olurdu kendisiyle. Çantamı masanın üzerine koyup, "Selam," dedim. Gürkan elindeki şişeyi rafa koyup bana dönerek kocaman gülümsedi.

"Selam. Hoş geldin Aymira."

"Hoş buldum." Hemen karşımdaki uzun tabureye oturduğumda, "Hangi rüzgâr attı seni buraya," deyince yüzümde ihtihzalı bir gülümsemeyle, "Sert bir fırtına diyelim," dedim. "Her zamankinden versene…" İlk defa böyle bir an yaşıyordum. Tıka basa yiyor, erkenden alkol tüketiyordum.

"Erken değil mi?" Elimi dar masaya koyup, "Erkense erken, ver işte," dedim. Gürkan, fazla üstelemeden bardağa alkolü koydu. Kendisine de bir duble koyup karşıma oturdu. Bana sen deli misin der gibi baksa da umurumda değildi. Bugün kendimi şımartmak istiyordum.

"Hani erkendi!" Gülümsememe karşılık dudağının kenarı kıvrıldı. Benimle oyun oynanmaması gerektiğini bilmeliydi.

"Tek bir kadeh, hem tek kalmana engel oluyorum işte kötü mü ediyorum?" Başımı iki yana sallayıp alkolü mideme gönderdim. Kendimi şımartacağım diye eziyet etmeyi sevdiğimden bir duble daha fazlasına yol verdi. Oysa iki duble atacaktım, şimdi geldiğim durum ise baş döndürücü bir etkiye sahipti.

"Bu kadar hızlı içiyorsan bir derdin var." Neyin var der gibi göz kırpıp başını salladı. O an yüzüm düştü, derdimi anlatmaya niyetim yoktu, bu yüzden kendimi alkolle kandırıyordum. Biraz da unutmak istediklerime bahane arıyordum. Bu kendimi kandırmaktan başka bir şey değildi.

"Hiçbir şeyim yok." Saçmalamaktan ziyade saçma durumun ortasında yapabileceğim tek şey şu iğrenç içkiyi içmekti. Bazı durumlarda sorunları kendi içime atmaktan ne zaman vazgeçecektim bilmiyordum. Bu benim en sevmediğim yanımdı.

"Saat kaç?"

"On." Şaşkınlıkla kaşlarımı araladım. Ne ara bu kadar oturup içmiştim? Artık çileden çıkan bu illet duyguya neden bu kadar kapılıyordum? Yapmamalıydım bunu kendime, unutmak için yaptıklarım artık saçmalık olmuştu.

Ardımdaki sese yöneldiğimde Gizem'le göz göze geldim. Yüzü endişe doluydu. "Kızım ne bu hâl?" Beni baştan aşağı süzdü. Ben ise bu saçmalığın ardından kıkırdadım. Deliriyor muydum ne?

"Niye bu kadar geciktin?" Bedenimi Gizem'e dayadığımda zor da olsa tuttu beni. Zaten ayakta duracak hâlim yoktu. Uzun zamandır ilk defa bu kadar sarhoş olduğumu gördüm.

"İşlerim çıktı. Senin bu kadar içeceğini bilsem daha erken gelirdim." Dudağımdan tekrar çıkan kıkırtı ile, “Cık,” diye şaklattım damağımı. Parmağımı kaldırıp, “Gelmeyecektin,” dedim. Beni incelerken hâlâ kıkırdamaya devam ediyordum. Delirmiş gibiydim. Gizem, bu tavırlarıma şaşırdı önce ama beni kendime getirmek için bedenimi dikleştirdi.

"Sen de beni umursamıyorsun," dedim bağırarak. Sesimin gür çıkması ile herkes bize doğru baktı. Umurumda değildi. Umursadıklarımın yanında bu tavrım oldukça ufak kalıyordu.

"Yürü hadi yürü sarhoşsun, ne dediğini bilmiyorsun." Gözlerim kapanmaya meyilliyken adım atmam gayet güçtü. Yürüdükçe, “Umursamıyorsun,” diye bağırdım. Bir yandan bunu şarkı söyler gibi söylüyordum. Gizem, beni arabaya bindirip kendisi de şoför koltuğuna geçti. Bedenimi koltuğa daha çok yayıp başımı da olduğum yere dayadım. Gözlerime binen ağırlıkla kapattım gözlerimi. Sayıklar gibi bir halim vardı. Ne dediğimi ben bile idrak edemiyordum.

...

"Hadi Aymira, uyan artık." Zor olsa da açtım gözlerimi. Gizem, başucumda beni kaldırmaya çalışıyordu ama uykum fazla ağır olduğu için zorlanıyordu. Olduğum yere biraz daha büzüştüm. Kalkmak istemiyordum. Biraz daha uyusam ne olurdu ki!

"Azıcık daha uyuyayım, lütfen." Kolumdan tutup zorda olsa arabadan indirdi beni. Bu yaptığı acımasızlıktı. Az daha düşecektim. Kendine dayayıp eve doğru yürümeye başladık. Delirmiş gibi gülüyordum. Gizem beni daha çok tuttu. Ona zorluk çıkardığımın farkındaydım, bu hoşuma da gidiyordu bir yandan.

"Anahtar nerede?" Elim ile çantayı gösterdiğimde beni bir köşeye oturtup çantadan anahtarı aldı. Kapıyı açtığında bedenimi tekrar kaldırıp yürümeye başladı. Odaya geldiğimde bulanan midemle hızla banyoya koştum. İçimdekileri bir bir boşaltınca biraz olsun rahatladım. Elimi yüzümü yıkayıp odaya geri döndüm. Çok geçmeden kapıda elinde kahve fincanı ile Gizem belirdi. "Kahve biraz daha iyi gelir." Başımı minnetle sallayıp fincanı aldım. Kusmak biraz kendime gelmemi sağlasa da kafein hâlsizliğime iyi gelebilirdi.

"Neden bu kadar içtin?" Sorduğu soruyla duraksayıp, "Bilmiyorum," dedim. Dert anlatacak kadar kendimi iyi hissetmiyordum. Derdimi öyle çok anlatan biri değildim. Düşündükçe, Gizem’le aramda pek böyle muhabbetlerin dönmediğini anladım. Sanırım Gizem’le dertleşmeyi sevmiyordum. Onun açık sözlülüğü güvenimi kazandıramıyordu. Sanırım ben, bir tek Barış’la rahat konuşabiliyordum.

"Şimdilik ısrar etmiyorum ama bana bir gün ne derdin varsa anlatacaksın." Burukça tebessüm edip elimdeki fincanı komodinin üzerine koydum. Hafiften kıvrılıp başımı Gizem'in dizlerine koymamla eli havada kaldı. Bu tavrım karşısında şaşırsa da soru sormadan saçlarımın arasında gezdirdi elini. Gücüm olsa çocuklar gibi ağlardım. Gücüm olsa bu hayatı terk edip giderdim. Lakin gidip ne yapabilirdim ki? Sanki beni rahat bırakırlardı. Gözlerim yorgunluktan kapandı, bu yorgunluk bedenen değildi. Zihnen dolu olmam güçsüz bırakıyordu ruhumu. En acısı da uyuyarak bile dinlenilmiyordu.

...

Evden uzaklaşabildiğim kadar uzaklaştım. Nedense yürümeyi tercih etmiştim bugün. Sabah kahvaltısı yapma alışkanlığım olmadığı için bugünde kahvaltımı geciktirebilirdim. Evden epey uzaklaştım.

Tam yanımda duran arabaya baktım. Barış, başını camdan çıkarıp gülümsedi. Sıcacık gülümsemesine karşılık verdim. "Hadi güzellik, atla." Hızla yan tarafa yürüyüp açtığı kapıdan girerek oturdum. Bu karşılaşma o kadar iyi gelmişti ki yalnız kahvaltı yapmak yerine Barış’la yapabilirdim. Yanağından öpüp, "Nereden çıktın sen böyle?" deyince o da aynı şekilde yanağımdan öptü.

"Biraz önce sana sürpriz yapıp evine gittim evdekiler yeni çıktığını söylediler. Araban kapıda durunca yürüdüğünü anlayıp bu yöne doğru sürdüm." Bu durum beni mutlu etti. En azından Barış'la zaman geçirerek bugünü büyük dertten kurtarabilirdim. İçim dışım kasvetle dolmuştu.

"Kahvaltı yapmadığını söyledi bazı kuşlar." Kıkırdayıp başımı salladım. "Ben de bazı kuşlar Barış'a söylese de kahvaltı yapsak diyordum." Yanağımı sıkıp arabayı hızla sürmeye başladı. Mekâna geldiğimizde arabadan indik ve yürümeye başladık. Her zamanki geldiğimiz yerdi burası. Daha doğrusu sadece Barış'la geldiğimiz yerdi. Eve uzaktı ama seviyordum burayı. Hatta şirin bir mahallede olması etrafındaki doğallığı mekânda birleştiriyordu. İhtişamlı olmayıp, sade bir yer olması Barış'ın tercihiydi. O da benim gibi sadeliği ve sessizliği seven biriydi. Bana bir keresinde buraya sadece benimle geldiğini itiraf ettiğinde kendimi fazlasıyla özel hissetmiştim. Hiç değişmemişti, buraya ikimizde sadece birbirimizle geliyorduk. Camekân yanında kurulu olan masaya geçtik. Gelen garsona siparişimizi verdiğimizde Barış’ın sessizliğini bozmak istercesine konuştum.

"Ne yaptın görüşmeyeli?" Dışarıdaki bakışını bana odakladı.

"Şirketten çıktığım var mı desene!" Gülümseyip, “Eee veliaht olmak o kadar kolay değil,” deyip dudaklarımı birbirine bastırdım. O her ne kadar bu durumdan mustaripse ben onu bu durumla kışkırtmayı seviyordum. Tabii bir de onu gıcık etme konusunda oldukça başarılıydım. Barış gözlerini üzerime dikerek, “Senin de benden kalır yanın yok,” deyip sözü üzerime attı. Altta hiç kalmazdı tabii. Haklıydı da. Masanın üzerinde duran eline vurdum. “Bir günde laf atayım deme,” diyerek kaşlarımı çattım. Bu tavrıma kahkaha atınca çok geçmeden ben de ona katıldım. Ağlanacak hâlimize gülüyorduk. En azından biraz olsun dertlerden uzak kendi hâlimizde olmak bambaşka hissettiriyordu.

Barış gelen telefonlara yanıt vermeye başladı. Bu durum onu kızdırıyordu elbette. Evde de dışarıda da işin yoğunluğuna yetişemiyordu artık. En çok da bir günü sakin geçmediği için babasına kızıyordu. Biraz dahaklıydı tabii.

Oturduğum yerden kalktım, sessizce, "Lavaboya gidip geleceğim," dedim. Telefondaki bakışlarını bana çevirip olumlu şekilde başını salladı. Hızla lavaboya geçtim, elimi yüzümü yıkayıp dağılmış saçımı düzelterek lavabodan çıktım. Barış’a bugün için kaçamak bir teklif edecektim. İkimizde bunu hak etmiştik, en önemlisi de biraz birbirimize dertlerimizi anlatmak iyi gelirdi.

Bir iki adım yürüdüğümde kapıdan giren kişiyle göz göze geldim. Oydu, bir rastlantı beni bu kadar şaşırtabilirdi. Onu burada görmeyi beklemediğim gibi birden nasıl tepki vereceğimi de bilemedim. O sakindi, benim kadar tepki vermediği gibi beni arkasında bırakarak ilerledi. Belki de hatırlamamıştı beni. Ne olursa olsun yüzümde ufaktan bir tebessüm oluştu. Arkadaşına uyarak yan tarafımızdaki masaya oturdu. Diğer masaların dolu olması ilk defa işime gelmişti. Bakışlarım bir süre üzerinde dolanırken, o ise karşısında oturan arkadaşı ile sohbet ediyordu. Beni görmezden geliyordu. Saçmalıyordum, onun için kimdim ki beni görmezden gelecekti! Sanki kendimi fazla önemsemiştim bu konuda. Hem ne oluyordu bana? Bir kere gördüğüm adamdan etkilenmiş olamazdım değil mi? Kendime çeki düzen verip masaya geri geçtim. Yakınımızdaki masada oturuyor oluşu hareketlerime heyecan kattı. Ona bakmak istedim fakat yapamadım. Çekingenliğim onun kaçan bakışlarından ötürüydü. Belki beş belki altı saniye süren çekingen bakışlarım onu buldu.

"Aymira, iyi misin?" Soruyu soran Barış'tı. Bakışlarımı yan masadan çekip Barış'a odakladım. "İyiyim," dedim üzerinde fazla durmayarak. Nereye baktığımı bilmek ister gibi o da bakışlarını yan masaya çevirdi. Ona göre yabancı kalan bu adam birden benim merkezime girmişti. Siparişimiz geldiğinde kahvaltıya odaklandık. Zihnim onunla dolmuştu şu an, her an bakmak, onu izlemek istiyordum. Başımı hafiften çevirdim ama umduğumu bulamadım. Onun şu an dikkatini bile çekememiştim. Bir anda bana bakınca bocaladım. Kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya başladı ama hızla bakışını çekmesi ile tekrar eski ritmine döndü. Ona baktığımı fark etmiş olmalıydı. Yoksa neden baksındı ki? Oysa az evvel bana bakıyordu. Çekiniyordu belki de. Ya da ben saçmalıyordum.

“Geçen ki davete gitmemişsin.” Hatırlamak istemediğim o an kâbus gibi otudu zihnime. Oğuz’un sözleri bile o davetin içinden sızıp tam dibime oturmuş gibiydi. Sonuç ne olursa olsun keyifliydim. Anneme karşı boyun eğmemiştim.

“Anneme artık engel olmak istiyorum.”

“Pek başarılı olamıyor gibisin.”

“Sence anneme karşı kim başarılı olmuş ki!” Buruk bir tebessümle, “Çok sürmez annem bana büyük bir kumpas kurar yine,” dememle Barış bana annemi anladığını belirtir gibi baktı. Onunda annemle birkaç defa bu konu hakkında konuştuğunu biliyordum. Hatta annem Barış’ı bir defasında terslemişti. O gün aklıma geldikçe sinirleniyordum.

“Hülya abla ve inatları işte… Sen pek takma onu artık.” O böyle diyordu ama yüzündeki ifade benden farklı değildi.

“Öyle yapıyorum.” Aslında yapmıyordum. Buna kendimi inandırmaya çalışıyorsam şayet bir gün öyle olacağından emindim. Bir gün annemi umursamayacaktım.

Kahvaltıdan sonra Barış hesabı ödemek için kalktı. Yan tarafıma baktığımda gece gözlü adamda tek başına oturuyordu. Ufak bir cesaretle ayağa kalkıp masasına oturdum. Beni gördüğünde şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. Ben aksine oldukça güleç duruyordum karşısında; biraz da rahat, oldukça rahat…

"Konuşabilir miyiz?" İlk defa bir erkeğe bu şekilde konuşabilir miyiz diye soruyordum. Tuhaf olan ben miydim diye düşünmüyor değildim. Gerçekten de öyleydim, kendimin ne derdi varsa çözmeye çalışıyordum. Masadaki bakışlarını kaldırmayıp, "Ne hakkında?" dedi. Önündeki peynirle ilgileniyordu. Ürpertici sesi buz kesse de sanki hoşuma giden bir durum vardı. Evet, cidden tuhaftım. Bu kadarı da hoşuma gitmemeliydi. Saçmalamamalıydım. Bir erkekten hoşlanamazdım değil mi? Özellikle böyle bana karşı mesafe koyan birinden. Bu komik bir durum olurdu.

"Ben…" Sözüm tamamlanamadan, "Aymira, hadi gidiyoruz," diyen sesle konuşamadım. O gün yanlış anladığı ne varsa açıklamak için buradaydım. Beni kurtarmıştı ama yanlış anladığı da muhtemeldi. Çünkü bana bakarken buz gibi bakıyordu. Şu an Barış'a saydırabilirdim. Karşımdaki gece gözlü adama baktığımda kaşları çatıldı. Konuşmayı bırak hiçbir tepki vermiyordu. Onunla konuşmak istediğim için bana kızmış olmalıydı ama ben ondan sadece ufacık bir tepki istiyordum, o da bana istediğimi vermiyordu.

"Sonra bir gün," deyip masadan kalktım. Bir gün yine karşılaşacağımızı umuyordum. Bakışlarını kaldırıp bana yol gösterir gibi karşıdan gelen adama baktı. Yüzüm düşse de belli etmeyerek Barış’ın yanına yürüdüm. Arkamda kalan adam, beni görmezden gelmişti, bu inciticiydi.

"Kimdi o adam Aymira?"

"Biraz geç gelsen öğrenecektim." Sesimin öfkesi Barış'ın bana tuhaf bakmasını sağladı. "Son zamanlarda tuhaf biri oldun, farkında mısın?" Başımı iki yana sallayıp, "Tuhaf değilim," dedim. Aslında tuhaflığım konusunda şüphelerim vardı ama ben bu şüpheyi çürütüyordum. Çocuk gibi omuz silkerken arkamda bıraktığım Barış’tan başka soru beklemediğimi gösteriyordum. Bana öyle bir bakıyordu ki anlatmasam da anlar gibiydi.

Dışarıya çıktığımızda ileride duran arabanın önüne geldik. Arabaya bineceğim esnada kapıdan çıkan gece gözlü yabancıyı görmemle duraksadım. O beni görmemiş bu yüzden yabancı kalmıştı gözleri gözlerime. Yanındaki yabancı sevdiği biri olmalı ki iyi anlaşıyorlardı. O an gülüşünü gördüm. Karşısındaki arkadaşı ne demişti bilmiyorum ama o dişleri gözükecek şekilde ve sessizce gülmüştü. O an kalbimi dizginleyemedim. Çekemediğim bakışlarım bu ana şahit olmuşken artık unutamayacağım bir anı yerleştirmişti zihnime. Gülüşü titreyen ruhumu dizginledi. Sanki gecemin nezdindeydi sureti… Bir an yaşamanın nasıl bir his olduğunu anladım.

"Binecek misin Aymira?" Barış’ın sabırsız tavırları ile bir gülüşe veda ettim. Başımı eğip, "Sen güzel anların katili olabilir misin?" dedim. Tek kaşını kaldırıp neden der gibi baktı. Onu fark ettiğinde de artık ona büyük şüphe vermiştim. Ayrıca bu davranışımdan dolayı şaşırıyordu. Araca binmemle, "O yabancı ile aranda ne var?" dedi. İstemsizce güldüm. Hatta bu gülüşüm sesli bir kıkırtıya dönüştü. Bu gülüş kendi hâlimeydi. Bizim aramızda dediği gibi yabancılık vardı. O bana yabancı ben ise onun bu yabancılığını çözmeye çalışan tuhaf biriydim.

"Hiçbir şey. Ne olabilir ki Barış? İrdelenecek durum yok ortada." İnanmaması fazla umurumda değildi, bunu düşünecek değildim. Kaşları kalktı. “İrdelenecek bir durum yok mu? Aymira, buna sen inanıyor musun peki?” Ne vardı yani sussaydı. Şimdi içime kurt düşürmenin vakti miydi? Hem kendi sakinliğime çekilmek istiyordum. Bir süre zihnimde tartıp bu saçmalığa son vermek istiyordum.

“Barış, şu an değil. Hatta hiç değil.” Dediğimi yaparak sustu. Arabanın içini istediğim gibi sessizlik kapladı. Ne o konuşuyordu ne de ben. Radyoya uzandığımda açılan müzikle başımı pencereye yasladım. Aklıma o geldikçe pır pır eden kalbim yerinden uçacak gibi atıyordu. İlk görüşte aşk saçmalığını düşünemezdim. Fakat etkilendiğim başka bir mevzu vardı. Aşk değil de başka bir şey… Ama neydi? Onda beni etkileyen ne vardı? Elimi sıkışan kalbimin üzerine götürüp sessizce düşüncelerimden arındım. Yapmazsam şayet üzülen ben olurdum. Hayır, asla âşık olmamıştım! Olmamıştım değil mi?

Loading...
0%