Yeni Üyelik
7.
Bölüm

VII. UMUDUN KIRGINLIKLARI

@rumeysadoganm

Kaç kâğıt karaladım zihnimde, kaç mürekkep tükettim... Sayamadığım kadar duygularla buruşturdum her sayfayı. Yorgunluğumu, hüznümü, acılarımı döktüm satırlara. Satırlar benim kalemdi. Kalem ise fethedilmek üzereydi.

Ölecek gibiydim; nefes alamıyor, aldığım nefeste ise boğuluyordum. Yüreğimin tam ortasında acı bir his beni fazlasıyla yıpratıyordu. Ben bununla nasıl başa çakardım bilmezken en çok da bunu nasıl atlatacaktım bilmiyordum. Ailem benim en büyük hayal kırıklığımken onlara duyduğum sevgim ise bağımı daha fazla ortaya koyuyordu. Belki onlar beni zalimce yok sayıyorlardı ama ben onları seviyordum.

Burnuma tutulan kahve kokusuna yaklaşıp kokladım. Ruman elindeki kahve fincanını masama koyup dikleşti. Kahveyi sevdiğimi öğrenmişti. Bu yüzden habersiz geldiği her vakit kahve getirmeyi ihmal etmezdi.

"İyi misin sen?" Bana bakarken kaşları çatıldı. Sanırım iyi gözükmediğim yüzüme yansımıştı. Başımı kaldırdım ve Ruman'a bakıp, “İyiyim,” dedim gayriihtiyari bir sesle. Diğer taraftaki sandalyeye oturup, “Bu biraz inandırıcı gelmedi,” deyip burnunu kırıştırdı. Bu tavrı gülümsetti. Kahvemden bir yudum alıp, “O kadar belli ediyor muyum ya?” dedim. Sesim mızmız çıktı. Bu tavrıma gülerek, “Hem de çok fena,” dedi. Bu netti, tersini söylesem ben bile inanmazdım. Sanki kendimi tanımıyordum.

"Yakalandık desene." Tiz çıkan sesime salt kırgınlık bıraktım.

“Seni dinleyeceğimi biliyorsun.” Başımı usulca salladım.

"Belki daha sonra anlatırım." Anlayışlı şekilde gözlerini kırpıştırıp rahatlatıcı gülümsemesini sergiledi. O gülümsedikçe kendimi fazla iyi hissediyordum. Kısa bir an kötü olduğumu bile unutuyordum.

"Ben çıkayım, birkaç dosya işlerim var."

"Tamam, kolay gelsin."

"Sağ ol," deyip odadan çıktı. O gittiğinde ise tekrar eski hâlime döndüm. Ruhen bitiktim. Yıpranıyordum ve kimse hâlimi anlamıyordu. Alışkındım zaten, dertlerimle tek başıma başa çıkmayı öğrenmiştim. Daha doğrusu bunu bana en iyi annemle babam öğretmişti.

Çantamı dolaptan çıkarıp odadan çıktım. Burada biraz daha kalırsam kafayı yiyebilirdim. Babamın odasına geçtiğimde yerinde yoktu. Zafer kazanmışçasına güldüm. Biraz çılgınlık yapsam suç sayılmazdı, hem de benim ki masum bir çılgınlıktı. Masanın yanına ulaştım ve önemli bildiğim dosyaya bakmaya başladım. Biraz aradıktan sonra aradığım dosyayı buldum. Sevinçten çığlık atabilirdim. Üzerindeki bilgilere baktım, Hamza'nın bilgileri vardı altta ise numarası. Telefonumu çıkarıp numarayı kaydettim. Bu yaptığım delilikti. Her ne olursa olsun deliliğin bazen işe yarayacağını düşünüyordum. Söz konusu Hamza olunca ne yaptığımı bilemez duruma düşüyordum. Şu hissettiklerimin arasında bir tek ona ihtiyacım varmış gibi hissediyordum. O akşamdan sonra ona nasıl tepki vereceğimi bilemesem de yine de kalbime söz geçiremedim. Bu daha çok mistik tavırlarından ötürüydü. Dosyayı geri kapatıp odadan çıktım. Hızla asansöre binip aşağıya indim. Birkaç almam gereken evrakları alıp şirketten çıktım.

Hamza ile konuşmak istiyordum. O, bana iyi gelecekti biliyordum. Bunu neden yapıyorum bilmiyorum ama kendime söz geçiremediğim bir gerçekti. Arabayı köşede durdurup geldiğim parka yavaşça girdim. Banklardan birine oturmamla Hamza'ya mesaj atma çılgınlığına giriştim. Arayamazdım, aradığım an sesimi duyarsa kapatırdı. İşimi garantiye almalıydım.

"Selam." Mesajı atıp bekledim. Yüzüm buruştu, kendimi telefonda selam yazan sapıklar gibi hissettim. Ama o beni tanıyordu nasılsa, sapık falan sayılmazdım. Hem selam neydi ya. Öyle giriş yapılır mıydı hiç? Şu an kendime kızdım. Saniyeler, dakikalar derken cevap epey bir geç geldi. Heyecandan elim titriyordu. Birazdan üzüleceğimi biliyordum yine da arsız gönlüme söz geçirememek gibiydi bu durum. Ama olsun, risk her zaman bir başarıdır.

"Kimsin?" Dudağım belli belirsiz kıvrıldı. Alıp mesajı öpesim geldi. Tabii ki de öyle bir çılgınlık yapmadım.

"Benim, Aymira." Beklediğim oldu, cevap vermedi. Bunu bekliyordum elbette. Yaptığımdan yine de pişman değildim. Ona kızmayacaktım, birinin beni anlama gibi bir zorunluluğu yoktu. Lakin beni anlarsa ona biraz daha yakın olabilirim diye düşünmek benim hassasiyetimdi.

"Ne istiyorsun Aymira?" Buna sevinmeliydim ama sevinemiyordum. O böyle davrandıkça yine biniyordu üzerime mutsuzluk. Fakat bana cevap vermesi de tatminkâr ediciydi değil mi?

"Seninle konuşmam lazım. İyi değilim." Cevap gelmedi, kaç dakika oldu bilmiyorum ama yine beni umursamadı. “Ve sana ihtiyacım var.” Beklemek yerine tekrar mesaj attım. Bunu bana üzülsün diye demiyordum, gerçekten de ona ihtiyacım vardı. Her ne kadar beni terslese de onunla konuşmak istiyordum. Şu an kıstırıldığım dünyada yöneleceğim tek yer oydu. Daha birkaç gündür yüz yüze geldiğim insana neden ihtiyacım olurdu ki? Bu o kadar muallâk bir soruydu ki cevabı yoktu. Bunu zihnim değil yüreğim istiyordu, ruhum istiyordu. Kendimi Barış’la da teskin edebilirdim ama bu arkadaş yönünden ihtiyaç değildi. Ona karşı hissettiklerim farklıydı.

Telefonu çantaya geri koyacakken tekrar mesaj geldi. Heyecanla mesajı açtım. Yüzümdeki aptal gülümsemeye ne demeliydim peki? Tam on beş dakika geçmişti mesajımın üzerinden bu mesajı atalı. Kıyamamıştı işte bana. Kendi kendime gelin güvey olmak istemiyordum ama onun da benden etkilendiğini biliyordum.

"Neyin var?"

“Yüz yüze konuşsak olmaz mı?”

“Olmaz!” Olumsuz bir yaklaşım bu kadar kırar mıydı insanı? Beni kırıyordu. Olmaz demek yerine beni dinlemeliydi.

“Peki Hamza, sana iyi günler. Gelmeyeceğini biliyordum zaten. Kusura bakma rahatsız ettim.” Hırsla telefonu çantaya attım. O da zaten mesaj yazmamıştı. Kâbus gibi bir hayat yaşıyordum. Annem aradı, hesap sordu ardından yüzüne kapattığım telefonla daha da aramadı. Nefesimi sertçe soludum. Dolan gözlerimin akmasını engellesem de kalbimin bin bir parçaya bölünmesini engelleyemedim. Bu hislerin bu kadar hızlı olması, beni çepeçevre kuşatması beklemediğim durumdu. Ne olmuştu bana böyle? Neden bir adama bu kadar çok kapılmıştım? Anlam veremiyordum bazı şeylere ve ben bu anlamsızlığın peşinde dört dönüyordum.

Tekrar bir mesaj sesi ile hızla ekrana baktım. “Neredesin? Konum at.” Şaşkınlıkla mesaja baktım. İnanamazcasına gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım. Benim bildiğim Hamza, asla gelmezdi. Bu durum karşısında gülümsedim ve konumu attım. "Umursuyor," diye fısıldadım. Sevinçten bir mesajı kucaklamadığım kalmıştı. Umursamayan insan gelmezdi, mesaja geri dönmezdi, umursuyordu işte. Mutluluktan delirebiliyor muyduk? Benden kaçışına bile umut bağlayacak hâle gelmişken umursaması iyi hissettirmeye yetmişti.

Olduğum yere daha çok kurulup heyecanla gece gözlüyü beklemeye başladım. Ne tepki verecekti bilmesem de bunu pek düşünmedim. Kırk ya da kırk beş dakikanın ardından parka giren kişi beklediğimdi. Kalbim yerinden çıkarcasına atmaya başladı. Yanıma gelip oturmadan karşımda durdu. Ona bakarken titreyen ellerimi bacaklarımın arasına aldım. Şu an mutluluğumun en büyük müsebbibiydi karşımdaki adam.

"Otursana," dedim rica ederek. Nefesini soludu. Ona nasıl bir görünüm sunmuştum bilmiyorum ama geldiğine pişman olmuştu.

"Oturmayacağım, neden çağırdın beni Aymira? Kötüyüm dedin ama gördüğüm kadarıyla iyiye benziyorsun." Dedikleriyle kaşlarımı çattım. Ah! Mutluyum mu dedim? Aptal Aymira, aptalsın aptal...

“İyi olduğuma bu kadar mı eminsin Hamza?” Nefesini soluduğunu duydum, sanki onu zorla çağırmıştım buraya. Evet, belki onu görünce biraz önceki tavrımdan eser kalmamıştı ama birkaç dakika benimle konuşması bu kadar mı zordu? Bence bana karşı mesafesinde başka durumlar vardı.

“Aymira, benimle oynuyorsun.” Kaşlarım anında çatıldı. Öfkeyle yerimden kalktım. Bana bunları söylemesi haksızlıktı. Ona oyun oynamak en son isteyeceğim durum bile değildi. Gözlerim kapandı.

"İthamlarda bulunacaksan git Hamza!” Sesim sert çıktığı gibi tahammül edemeyeceğim bir his çöreklendi yüreğime. "Seni buraya zorla çağırmadım, zorla gelmişsin gibi davranma."

Tekrar banka oturdum. Yüreğimden ayakuçlarıma süregelen bu his yüzünden ayakta daha fazla duramadım. İki gündür kendimi hırpalamıştım, şimdi ise bu yorgunluğum beni bu duruma düşürmüştü. Neye güvenerek çağırmıştım ki onu buraya? Zaten berbat bir hâldeydim, beni yeniden dibe çekmesine bu kadar yardımcı olmamalıydım. “Sadece biriyle konuşmaya ihtiyacım vardı, bunun sen olmasını istemem aptallıksa yaptım, evet.” Bağırdım. “Bir şeylerden kaçarken sana gelmek aptallıksa yaptım, evet.” Yeniden bağırdım. Bana bomboş bakan yüzüne dolu gözlerle baktım ama ağlamadım. Ağlayarak kendimi alçaltamazdım. “Ben aptalın tekiyim Hamza. Her şeye rağmen burada olmanı sağlayacak kadarda güçsüzüm.”

Dediklerimle bankın uzak ucuna oturdu. Bakışlarımı kaldırıp Hamza'ya baktım, her ne kadar bana bakmasa da endişeli gözüküyordu. Ah yapma ama! Buna kanıyordum her seferinde.

"Ben bir an seni öyle görünce yine bana oynuyorsun zannettim, böyle düşünemedim özür dilerim." Burukça güldüm, samimi gözükmeye çalışıyordu. Bana üzüldüğünden değildi biliyordum. Sadece vicdan yapıyordu. Kırıcı olmak istemediği içindi bunlar. Ne çok ummuştum, umursar zannettiğim adama nasıl böyle kanabilirdim aklım almıyordu.

"Ben alışkınım, artık kimin ne dediği umurumda değil." Olduğum yerden doğrulup bankta duran çantamı aldım. Ona bakmadan çekip gitmekti amacım. O amacıma ise taş koyuyordu. Gözlerim onsuz edemiyordu ve ben onun sunduğu hayal kırıklığıyla yasakladığı gözlerine kapatıyordum gözlerimi.

"Biliyorum kötüsün ama seninle burada baş başa kalamam Aymira. Ne kadar istesem de yapamam, çok üzgünüm ama Ruman’ı yanına gönderebilirim." Arkamı döndüğüm esnada konuştu. Başımı iki yana salladım. O beni değil kendi hislerini düşünüyordu. "İstemiyorum sağ ol, sana ihtiyacım vardı Ruman’a değil, hatta hiç kimseye değil. Ama gördüğüm kadarıyla ben senin umurunda bile değilim," deyip hızlıca yanından ayrıldım. Başım döndüğü için bir an dengemi şaşırdım ama tez toparladım. Her şey üst üste geliyordu ve ben sadece onu istiyordum. Çok fazla uzaklaşmadan son kez döndüm arkamdan bakan bedenine.

“Biliyor musun Hamza? Sen bencil adamın tekisin.” Titreyen sesimi kendimde saklayarak hızlı adımlarla yanından uzaklaştım. Kimse umurumda değildi ama o bana iyi geliyordu. Fakat o iyi gelişlerde kendini kocaman boşluğa bıraktı biraz evvel... Nefes alamıyordum. Duraksadım ve bir ağacın kovuğundan destek aldım. Nefesimi düzene sokmam hayli güçtü ve başımın dönmesi beni zorluyordu.

Denize yakın yüksek bir yere kadar tekrar yürüdüm. Ayakkabılar rahatsız ettiği için çıkarıp elime aldım. Bu yaptığım delilikti. Dayanamıyordum artık, beni bu hâle getiren yaşamdan nefret etmiştim. Umuda sarıldığım ne varsa elimden kayıyordu, buna dayanamıyordum. Yorgundum, yaşımın verdiği yorgunluk vardı. Yaşayamadığım çocukluğumun, göremediğim ilginin acısı vardı. Ve ben hep yalnızdım, yalnız ağlamış yalnız gülmüştüm. En önemlisi de yaramı saran yine hep ben olmuştum. Kanamıştı ruhum, perçinleşmişti...

Bakışlarım denizin dalgalarında gezinip durdu. Taşlığın üzerine çıktım. Epey yüksekti çıktığım yer. Umudumu buraya bırakmak istiyordum. Düşündüğüm şey yine beni buna itekliyordu. Gözlerimi kapattım ve rüzgârın esintisine uyum sağladım. Dağılan saçım yüzümü bertaraf ederken kırpılan gözlerimle baktım denize. Hırçınlaştıkça, düşüncelerim bileniyordu. Son olanlar artık beni güçsüz düşürmüştü.

Annemin yaptıkları, babamın beni attığı karanlık bundan daha korkutucuydu. Onlara göre yok olsam, kaybolsam daha az zarar görürlerdi. Ben onunla evlenmek istemiyordum. Eğer evlenirsem ölürdüm zaten. Bir an umut ettiğim adama hislerimi açabilirim diye ummuşken eli boş dönmüştüm.

“Yok olmak istiyorum artık.” Denize doğru bağırdım. “Neden varım ki zaten?” Şu bir gerçekti ki hiçbir şey için var olmamın bir önemi yoktu. Ben bir hiçtim, şimdide tamamen yok olacaktım. Istırap verici şu birkaç günü denize atsam, kendimi bulabilir miydim?. Ağlamam şiddetlendiğinde dayanacak gücümün kalmadığını anladım. “Bana yardım et, her kimsen beni bu hayattan kurtar.” Daha fazla bağırdım. Gücümün yettiği kadar hırpaladım kendimi. “Kimsin ha, kimsin? Neden yalnız bırakıyorsun beni? Belki de yoksun. Olsan bana bir işaret gönderirdin.” İsyankâr tavrım hırçınlığımla bütünleşti. Mutsuzdum. İçimde birikenlerin dilimden dökülmesi o kadar zordu ki sussam bundan daha kötü olacaktım.

“Dayanamıyorum artık.” Bağırmamıştım ama sesim sessiz değildi.

Buradan atlayacaktım ve her şey bitecekti. Zaten son zamanlarda kendi kendimi üzmekten başka bir şey yapmıyordum. Rüzgâr alacak savuracaktı bedenimi denizin akıntısına. Bu sefer susan ben olmayacaktım, geçmişime dair ne varsa sessizliğini bırakacaktı ardım sıra. Benimle beraber ise kocaman bir vaveyla kopacaktı denizin dalgaları arasında.

Birkaç adım attım, kapanan gözlerimle beraber yanaklarım acıyla ıslandı. Bitecekti, bitmiş olması gerekenler şu anda yerini bulacaktı. Bağırdım boşluğa karşı. Kim duyarsa duysun umurumda değildi. Sadece bitsin istiyordum. Bedenen tutsaklığım ruhumun özgürlüğüne engel olmayacaktı. Tek bir adım attığımda uçurumun ucuna gelmiştim. Bir adım daha atarsam burada düşecektim. Düşüncelerimi gerçekleştirme adına bir adım daha atıp kendimi boşluğa bırakacakken kolumdan tutulup geriye çekilmem ile birinin üzerine düşmem bir oldu. Acıyla kapanan gözlerimi açıp baktım, siyahi gözlerle birleşti gözlerim. Saniyelerce süren bu sessizlik ve korkuyu gözlerinde barındıran adam bana engel olmuştu. Kokusunu fark ettim. İçime işleyen kokusunun esintisine kapıldım. Daha biraz evvel canhıraşla söylediklerim şimdi bir tutulmaya meyil verdi. Ne çok isterdim feryat figan ağlamak, ne çok isterdim bu adamın sessizliğinde onun olabilmek. Üzerinden kalkacakken kendimi iyi hissetmediğimin kanaatindeydim. Bu düşüncemi engellemesinin hesabını sormaya bile takatim kalmamıştı. Olduğum yerde sendeleyip başımda uğuldayan sesle alnımı ovuşturdum.

"Ne yapıyorsun sen Aymira? Nasıl canına kıymayı düşünüyordun?" Bağırdı. Sesi kulağımdaki uğultuyu artırdı.

"Umurunda olmayan birine hesap soramazsın," diyerek aynı şekilde bağırdım. Bende söz kalmamıştı artık. Ben de kendimi ifade edecek tek bir kelam yoktu. O sözler bitip tükenmişti, ben bitip tükenmiştim. Omzuna vurup, "Beni kurtarmaya hakkın yoktu," dedim. Öfkelendim, bağırdım, ağladım. Acımı sesimle paylaştım. Oysa acıma ket vurmaktı amacım. O an bana baktı, bakışlarındaki şaşkınlığı gördüm.

"Ne yaşadın da bu duruma geldin sen Aymira? Ne yaptılar sana böyle?" Gerçekten üzülüyor muydu? Belki de acıyordu. Ah! Berbat durumdaydım. Yutkundu, yutkunuşu âdemelmasında takılı kaldı.

“Çok mu düşünüyorsun beni?” Sesim alaycıydı. Titreyen bacaklarımdan ötürü karşısında zor duruyordum. “Acınacak durumdayım değil mi?”

“Hayır,” dedi usulca. “Sen sadece yıpranmışsın.”

“O zaman neden iğrenç biriymişim gibi benden uzak duruyorsun?”

“Sen iğrenç bir insan değilsin. Sana öyle mi hissettirdim?” Sustum, konuşmak istemedim. Onun da yüzü düşmüştü. “Asla öyle birisin diye düşünmedim Aymira. İnan bana ben seni değil kendi doğrularımı düşündüm hep.” Ne demekti bu? İnançlarında benden uzak kalması gerektiğine dair bir şeyler mi vardı? Anlamsızca baktım. Artık konuşmanın bir lüzumu yoktu. Başımı iki yana sallayıp yanından geçtim. Bu durumda onunla yan yana olmam beni üzmekten başka bir işe yaramazdı. Ben kimdim ki onunla ilgili hayaller kurabiliyordum? Buna müsaade etmezdi ki.

"Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar. Bu onlar için daha arındırıcıdır. Allah onların bütün yaptıklarından haberdardır."

Dedikleri ile adımlarım olduğum yere mıh gibi saplandı. Bedenimi ona dönmeden evvel, "Nur Suresi 30. Ayet," dedi. Hiçbir şey anlayamıyordum. Ne demek istediğini anlayacak kadar bilgili değildim bu konuda. "Gözlerim gözlerine değerse, gözlerimin hükmü o ateşte yanmak olur Aymira. Ben razı olmadığım durumda sana razı olamam." Sesi titredi. Onu tanımasam üzüldüğünü zannedecektim. Ama tanıyordum, hem de çok iyi tanıyordum.

Bu sefer yanımdan geçip giden o oldu. Geride kalan ise onun burada bıraktığı bilinmezlik oldu. Sakındığı gözlerine ben yuva olamazdım, buna uzaktım. Bunu şu an kendisi ima etmişti, benden uzak dur demenin ifadesiydi bu.

Köşede duran taşa oturdum. Yaşadığım bu zamana kadar bana bunlardan kimse bahsetmemişti. Biz kimdik, neye inanıyorduk, neyin içinde yaşıyorduk bilinmiyordu. Böyle yetiştirilmek benim suçum muydu? Ama o bunun için benden uzaktı.

...

Elimde tuttuğum bardağın aniden alınması ile başımı yerden kaldırdım. Gizem’le göz göze geldiğimizde diğerlerinin bakışları da üzerimdeydi. Buraya geleli bir saat olmuştu ve ben bu bir saat içinde onlarla hiç muhatap olmamıştım. Şu an Gizem’in evinde toplanmıştık. Barış, Onur ve Deniz’de aynı şekilde benden cevap bekliyorlardı. Onları es geçip, “Ben bir lavaboya gidip geleyim,” deyip yanlarında ayrıldım. Lavaboya geldiğimde önce elimi yüzümü yıkadım. Aynada kendime baktım, makyaj yapmadığım için solgun yüzüm tuhaf gözüküyordu. O günün üstünden iki gün geçmişti. O iki günde sadece uyumuş, yemek yememiş, odadan dışarıya çıkmamıştım. Günlerce duygusal filmler izleyip izleyip ağlamıştım. Annemden odanın yüzüne attığım peçeteler yüzünden azar işitmiş, sesini duymamak içinde yorganın altına saklanıp durmuştum. Biraz da yorganın altında ağlamış, en sonunda kendimi burada bulmuştum.

Dakikalarca burada durduğumdan kapım tıklatıldı. Peçeteyle yüzümü kurulayıp lavabodan çıktım. Gizem endişeyle bana bakıp, “İyi misin sen?” diye sordu. Gayriihtiyari bir gülümseme ile, “İyiyim,” dedim. Salona yönelecekken kolumdan tutup, “Hiç öyle gözükmüyorsun,” dedi. Omuz silktikten sonra cevap vermeden ilerledim. Gizem yanıma gelip, “Sorarım sana sonra ben,” deyip sahte kızgınlıkla kaşlarını çattı. “İyiyim gerçekten, sadece biraz yorgunum.” Bu yalan değildi, gerçekten de yorgundum.

“Kesin yorgunsundur kesin. Bana bak, beni meraklandırıp deli etme.” Onun bu hâline gülüp yanaklarını sıktım. Yüzünü buruşturup, “Çocuk musun kızım?” deyip benden önce salona geçti. Yerlerimize otururken Barış’a kaydı gözüm. Geldiğimizden bu yana bakışlarını benden çekmiyordu. Onunla da uzun zamandır görüşmemiştik hâliyle bu tavrım onun gözünden kaçmamıştı.

“Serdar’ı biliyorsunuz değil mi?” Deniz’in söze atılması bakışların baskısından beni kurtardı. Bu da beni biraz olsun rahatlattı. Gizem gülüp, “Bilmez miyiz hiç! Adamın nevri şaştı peşinde dolanacağım diye,” deyince hep beraber gülüştük. Deniz yanındaki kırlenti fırlatıp, “Çok içmek beynine vurdu sanırım,” diyerek burnunu kırıştırdı.

“Eee,” dedi Onur memnuniyetsiz tavırla. Çoktandır göstermediği elini gösterince parmağındaki yüzükle hepimiz şaşırdık. Deniz kocaman gülümsedi.

“Oha ne çabuk kızım.” Deniz Gizem’e takılmadan, “Ciddiyse öyle gönül işiyle uğraşamam ben, gelir basar nikâhı,” dedi. “Dediğimde oldu, haftaya evleniyorum.” Hepsinin ağzı açık kalmıştı. Fakat ben şaşırmadım. Deniz’in ne kadar ağır bir yapıda olduğunu biliyordum. Sadece bu kadar erken olması şaşırttı. Deniz, keyifle geri yaslanırken Onur kaşlarını çatıp, “Güveniyorsun yani Serdar’a,” dedi. Onur’un hislerini biliyordum. Diğerleri pek fark etmemişti ama ben fark etmiştim. Hatta onunla bir kere konuşmuştum. Onur’un bu tavırlarını Deniz fark etmedi.

“Niye güvenmeyeyim Onur?” Deniz’in sesi sert çıktığında Onur oturduğu yerden kalkıp, “Benim acil işim vardı onu halletmem gerekiyor,” diyerek evden ayrıldı. Fazlasıyla kızmıştı. Onur’la Deniz daha önceden tanışıyor oldukları için aralarında ne geçmişti bilmiyorum. Sadece onun hislerinin yeni olmadığını biliyordum.

“Ne oluyor buna ya, gereksiz.” Bir şey diyemedim. Gizem şüpheyle başını Deniz’e çevirip dudağını büzdü. Bana doğru eğilip, “Bence bir şeyler oluyor,” dedi sırıtmaya yakın gülüşüyle. Bacağına çimdik atıp parmağımı susması için dudağıma götürdüm. Gizem patavatsızlık yaparak bunu alenen ortaya koyabilirdi ama ben susmasını söyleyince hiçbir şey diyemedi. Saat epey geciktiğinde Barış’la ben Gizem’e veda edip evden ayrıldık. Barış’ın arabasına geçtiğimde çok geçmeden o da şoför koltuğuna geçti. Bana kısa bir bakış atması soracaklarının teminatını veriyordu. Ona çekinmeden olanları anlatırdım fakat şu an bu konu hakkında bir şey konuşmak istemiyordum. Yeşil gözlerindeki o sorgulayıcı iz, hızla önüme dönmemi sağladı. Kendime bile kabullendiremediğim bu durumdan uzaklaştırmak istiyordum. Bu olanlar yıpratacak derecede ağırdı. Yaşadıklarıma rağmen yaşanmamışlıklarımın seyrini yaşıyordum.

Çantamdaki telefon titriyordu fakat bakmadım. Şu an için annemi dinleyecek değildim.

“Anlatacak mısın yoksa ben mi sorayım?” Bana bakmadan sorunca bakışlarımı kaçırmak zorunda kaldım. Nefesimi düzensizce soludum, anlatacağım ne çok konu vardı aslında. O kadar olayın içinden çıkamadığım bir dipteydim. Barış sakince beni bekliyordu, üzerime gelmeden benim anlatmamı istiyordu.

“İki gün öncesinde sözlenmiş biriyim. Ne kadar mutlu bir haber değil mi?” Barış bana göz ucuyla bakıp, “Bu kadar aniden mi?” deyince alayla güldüm. Şaşırmamalıydı oysaki. “Çok aceleciyim biliyorsun,” deyip ağlanacak hâlimle dalga geçiyordum. “Güçsüzleştiğim yerden vurulmakta da üstüme yoktur.”

Zihnimdeki girift düşünceler acı vericiydi. Bir yandan sırtımdaki yük olağanca güçsüzleştiriyordu beni. Oysa ben güçlü insan değildim ki. Yine de gülümsemeye gayret ettim. Sırtımdaki yükü taşımayı öğrenmiştim.

Elime dokunan elle Barış’a baktım. Üzgün gözleri üzerimdeydi. Babamla konuştuğunu biliyordum ve babamın da ona ters tepki verdiğini de…

“Ben Haldun abi ile konuşmuştum ama beni dinlemedi bile.” Hiçbir faydası yokken, “Boş ver,” dedim sadece. Yorgundum, Barış ise beni anlayışla bekliyordu. Konuşmayacağımı anlayınca arabayı çalıştırdı. Tekrar camdan dışarıya baktım. Yollar hızla akarken gitmek istemediğim yere gidiyordum yine. Beni bekleyen fırtınaya mahal vererek uydum beni sahiplenecek yere ulaşmaya. Lakin bunu istemiyordum. Barış’a dönüp, “Senin de başına bela oluyorum ama sende kalsam sorun olur mu?” dediği an gözlerini kısarak baktı. Kızdırmıştım onu.

“İstersen seni bir döveyim ha. Baş belasısın evet ama sorunu yine kendin çıkartıyorsun. Bir daha duymayacağım.” Bunu çok kez söylemesine rağmen ben yine de söylüyordum.

Evine geçtik. Evde kahve olmadığını söyleyip soğuk birer içecek getirdi. Barış eve alkol sokmazdı, o yüzdende meyve suyu ideal seçimdi.

Karşımdaki berjere oturdu. Bacaklarımı kırıp kalçamın altına aldım. Uykum vardı ama bu sefer uyumak istemedim.

“Şu an arayıp buraya çağırabilirim. Bu gece bu işi halledebiliriz Aymira.”

“Yapamayız Barış, babamın Oğuz’a borcu varmış.” Kaşları çatıldı. Barış her zaman sakin bir yapıya sahipti ve şimdi onda nadir gördüğüm öfkeyi görüyordum.

“Haldun abi bunu yapmış olamaz değil mi?”

“Maalesef. Artık elim kolum bağlı. Bir yandan da Oğuz’un tehditleri canımı sıkıyor.” Elindeki meyve suyunu sehpaya koyup yanıma geldi. Ona bakmamak için gayret etsem de beni dinlemeyerek başımı kendine çevirdi.

“Bunu yapmayacaksın. Gerekirse ben engel olurum. Hatta borcunu öderim.” Yapardı ama gerek yoktu. En fazla iş uzardı ve yine olan olurdu. Nereye kaçarsam kaçayım Oğuz’un peşimi bırakmayacağından emindim.

“Ay sakın, zaten öfkelenecek yer arıyor. Merak etme benim daha iyi bir fikrim var.”

“Neymiş o fikir?” Arsız bir gülüş atıp, “Ona hayatı zehir edeceğim, benimle evlendiğine bin pişman olacak,” dedim ama Barış hiç memnun olmadı. Konuşmasına fırsat vermeden, “Bir film aç da izleyelim,” dedim.

...

Birkaç günlük yoğun mesaiden sonra annemin zoruyla nişan alışverişine çıktık. Barış’ta kaldığımı öğrendikleri geceden beri beni rahat bırakmamaları bu raddeye kadar gelmemizi sağladı. Nişan hafta sonu olacaktı, annem mutluluktan yere göğe sığmıyordu. Cansu teyze ile birçok mağaza gezmiştik.

Elime aldığım elbiseyle kabine geçtim. Hissizce baktım elbiseye. Üzerimi çıkarıp elbiseyi giydim. Kabinden çıktığımda bütün gözler üzerimdeydi. Fazlasıyla iddialı bir kıyafetti. Hatta fazla rüküş… Tam nişana layık, tam anneme göre…

"Çok güzel Aymira, sen de beğendin mi?"

"Beğendim," dedim sesimdeki soğuk hissiyatla. Annem gülümseyerek yanıma geldiğinde Cansu teyzede anneme katılıp yanı başımda durdular. İkisi de beni inceleyip, "Çok güzel," diyerek aralarında söylendiler. Onların bakışları altında kendimi rahatsız hissederken hızla aralarından çekilip, "Bunu alalım olsun bitsin işte," diyerek soluklandım. Aralarında nefes alamıyordum resmen. Bütün gün alışveriş işleri ile uğraşmaktan yorulmuştum. İşlerimin olduğunu bahane ederek yanlarından ayrıldım.

Gerçekten zulüm gibiydi. Bugün ölmediysem, daha ölmezdim sanırım. Kendi kendime ne çok söylenir oldum bu ara. Arabaya bindikten sonra nereye gideceğimi bile bilmeden sürmeye başladım. Burası Ruman’ın mahallesine yakındı. Belki onunla görüşürsem bu isteğim olurdu. Telefonu çıkarıp aramamla fazla uzun sürmeden telefonu açtı. Önce selamlaştık ardından, “Eğer müsaitsen görüşme şansımız var mı?” dedim.

“Öyle önemli bir işim yok. Bir yere uğramam lazım sadece. Ama bir saate biter işim. Eğer sıkıntı olmazsa beraber gidebiliriz.” Önce nereye gideceğini bilmesem de sorun olmayacağını bildiğimden kabul ettim. Bir saat çok büyük bir zaman değildi. “Eğer yakındaysan şu an kuyumcudan çıkıyorum. Konumu atayım dur bir dakika.” Kısa bir an telefonu sessize alıp konumu attı. Yakındım, hatta epey yakındım.

“İki dakikaya oradayım.”

“Tamam, bekliyorum.” Telefonu kapatıp dediği kuyumcunun önünde beklemeye başladım. O da işini bitirmiş olacak ki kuyumcudan çıktı. Arabaya bindiğinde hararetle telefonda görüşüyordu. Sanırım annesiydi. Aralarındaki tatlı atışmaya gülümsedim. Kısa süren telefon görüşmesi sonlandı. Birbirimize sarıldık. Nefes nefese kalmıştı.

“Ay valla şu işlerden kaçtıkça gelip beni buluyor.” Hem söyleniyor hem de oturduğu yere kurulmaya çalışıyordu. Soluklandı, sanırım işlerini hızlı hızlı yapmıştı.

“Ben pek anlamam.”

“Ben de anlamam ama annem sağ olsun, beni böyle işlere sokmayı pek sever.” Sanırım işten sonra bu işler onu epey yormuştu. Motora bağlar gibi konuşması güldürdü. “Sen nereden geldin nereye gidiyordun?”

“Annemlerden kaçtım, bunaltıyorlar yine beni.” Olayı pek bilmediğinden normalmiş gibi görüp kıkırdadı. "Kafamı dağıtmam lazım. Şu an en iyi tercih sensin. Ha bir de anne konusunda çok haklısın." Kıkırdadığı an başımı iki yana sallayıp hiçbirimiz iflah olmayız der gibi gülüşüne ortak oldum.

“İyi etmişsin. Tercihin de harika, çok iyi dert dinlerim. Annene söylenmek istersen de şu an fırsat ayağının altında.” Dünden razıymış gibi konuşması keyiflendirdi. Ben de bu fırsatı bekliyordum zaten.

“Sanırım benimde amacım buydu. Ruman bir de çok güzel enerjin var nasıl başarıyorsun anlatsana.”

“Anlatamam, sır.”

“Ama çok güzel bulaştırırım diyorsun.” Hızlı bir şekilde başını salladı. Arabayı dediği yöne sürdüm. Mahalleye gideceğimizi söylediğinde benim de işime gelmiş gibi sürmeye devam ettim. Belki onu görebilirdim. Mahalleye girdiğimizde kendi evlerine değil de Hamza'nın evine sürmemi söyledi. Tuhaf şekilde yüzüne baktım, o ise gayet sakin duruyordu. Düşüncelerimin bu kadar yakınından geçmem tuhaf hissettirdi. Ne olduğunu anlayamadan Hamza'nın evinin önüne geldik. Evin bahçesinde çok olmayan bir kalabalık vardı. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum ama pek başarılı olduğum söylenemezdi.

"Sen de gelsene." Dediğini yapıp arabadan indim. Hamza, beni görünce sinirlenecekti belki ama bu karışıklığın sebebini öğrenmezsem içim rahat etmeyecekti. Adımlarım oldukça korkaktı. İçeride ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bahçeden içeriye girdiğimiz an da süslü olan bahçe dikkatimden kaçmadı. Biraz ilerledikten sonra ileride duran Hamza ve yanı başındaki kız nefesimin kesilmesine neden oldu. Hamza nişanlanıyordu, Hamza benden gidiyordu, Hamza beni öldürüyordu. Yüzükleri kesildi, peşinden bir alkış tufanı koptu. Çok kalabalık olmayan ortam aile içinde olduğunun göstergesiydi. Sertçe yutkundum. Ölüyordum sanırım. Şu an sanrı görmeyi ne çok isterdim fakat kalbimi durma noktasına getiren bu görüntüyle nefessiz kaldım. Beni paramparça eden bu görüntü daha kaç defa beni yaralayacaktı bilmiyordum. Gerçekten de beni sevmemişti. O kadar çok umut etmiştim ki o umut şimdi yoktu. Belki ona tutunmak istemiştim. Beni bu kirli dünyadan çıkaracak kişinin sadece o olduğunu düşündüm. Ne aptaldım.

Sandalyeden tutundum, bedenime sirayet eden bu acı his kaburgalarımdan başlayıp bütün vücuduma acı bir his bıraktı. Dolan gözlerimi engelleyemezdim, yapamadıkça bir damla yaş süzüldü kirpiklerimin arasından yanağıma doğru. Oysa o yaş yüreğimdeki canhıraş feryadın ufak bir parçasıydı. Şu an lügatimde hiçbir tanımı olmayan bu hissin acısını yaşıyordum.

Boğazımı biri sıkıyordu adeta, canımı yakan bu illet duygu benzersiz bir acıya tarif olabilirdi ancak. Minik adımlarla yanlarına ulaştım. Onu her zaman görmeyi isteyen kalbim bu sefer ondan kaçmak istedi, yine yapamadım. Kaçamadım ondan, nefretimin ardındaki sevda illetinden kurtulamadım. Bu sefer bunu görmemi o istemişti.

Beni gördüğünde bir an duraksadı. Ona baktıkça dolan gözlerimi engelleyememek berbat bir histi. Kuzguni harelerindeki parıltının sebebi o kadınken bense soldurandım. Hayır, kâbustu bu, uyanmam gerekiyordu. Ben benden giden adamı kabullenemezdim ki. Daha yeni bulmuştum onu, şimdi nasıl kaybedebilirdim? Dudağımı dişleyip Ruman’ın yanına iliştim. Yakınındaydım, yakınında olmak ne ifade edecekti ki artık? Uzağına düşmüştüm, oldukça uzakta ona yabancı bir sevda çemberinde... Yine onun dediği gibi olacaktı, ondan uzak duracağım nedene itmişti beni. Acıyan kalbime bir acıda kendisi bırakmıştı. O yurdumun baharını kışa çevirmişti. Şimdi bana benden, ondan kalan yer yoktu. Şu an ona tek bir soru sorsam bu olurdu.

"Benim işim çıktı, gitmem lazım Ruman." Neden gelmiştim ki buraya? Oysa o uzaktan bendeydi. Şimdi gördüğüm uzağıma bile yabancı olmuştu. Gitmeliydim. Buradan uzaklaşmalı, gördüklerime set çekmeliydim. Dayanamıyordum! Sanki bir his boğazıma yapışmış, beni boğuyordu. Ruman, beni tasdikleyince Hamza'ya dönüp, "Tebrik ederim," dedim. Sesimdeki o yorgun ifade aslında bir ölüden farksızdı. Titredi, boğuklaştı. Soğuk, bir o kadar hissizdi. Öldüren oydu. Öldüren yaptıklarıydı. Küçücük umudum vardı oysaki. O umuda bağlanmıştım az da olsa, şimdi umudumun harabesinde ölü olan ruhum daha fazla öldü. Katilim kimdi sahi? Onun sevdasını yüreğime kendi kendime bağlayan ben mi, yoksa bu acımasız görüntünün sahibi Hamza mı? Suçlayamazdım ki kimseyi? Onu sevmek bu kadar güzelken nasıl suçlayabilirdim? Ona sormamıştım ki onu severken, şimdi nasıl hesap sorabilirdim. Sadece kâfi gelen tek şey bu kadar kolay inanmamam gerektiğiydi. Ama inanmıştım işte. Elimde değildi ki bazı şeyler. Mümkün müydü bu?

Hamza dediklerimi hafiften onaylayıp başını öne eğdi, yanındaki kız ise, "Teşekkür ederiz," dedi. Onu boğmak istedim. Tanımadığım birine ilk defa böyle nefret besledim. Dolan gözlerimi kaçırdım. Ama o gördü, o hissetti. Bu yüzden eğildi başı, bu yüzden götürdü elini ensesine. Hiçbir zaman tutunamadığım gözlerinde gördüm o çırpınışı. Lakin bir önemi yoktu artık. İşte şimdi dediğini yapıyordum; gidiyordum ondan, gidiyordum bizden. Geri dönüşü olmayan bir yol ikimiz içinde artık farklı rotalara çıkıyordu. O başkasıyla çıkmıştı yola, ben başkasına hapsolmuştum. O yürüdüğü yolda mutluydu, bense ölüyordum.

Ona son kez baktım, o da son kez bana… Dizginleyemediğim bu nefreti alarak yanlarından ayrıldım. Geride bıraktığım umutlarımın yerle bir oluşuna şahit olmak acı vericiydi. Onunla ben mutlu olmayı öğrenmiştim, şimdi onunla nasıl mutsuz olunur tekrar öğrendim. Ve şimdi öğrendiklerimle sınıfta kalıyordum. Var oluşun yok oluşuna bir ön ayak mıydı bu?

Arabaya binerek hızımı arttırdım. Ağlamam neye iyi gelecekti ki? Ağlamam içimi dökebileceğim bir kaçıştı sadece. Bir tutam acıyı akıttım gözyaşlarımla beraber alarak uzaklaştım ondan. Acı ilk defa bu kadar berbat geldi. Direksiyona vurup, "Senden nefret ediyorum Hamza Atay, senden binlerce kez nefret ediyorum," diyerek bağırdım. Tekrar tekrar vurdum. Elim acıdı ben yine de vurdum, karşımda o varmış gibi bağırmaktan nefret ettim. Hislerim kelimelerimi yalanlıyordu. Bitsin istediklerim nasıl acıtıcıysa o kadar uzun sürüyordu. Bu nasıl acıydı ki beni günden güne mahvediyordu.

Ondan nefret etmeyi ne kadar çok isterdim. Kalbimi söküp atmak istedim, kalbimdeki onu atıp bir daha o kalbe ulaşmamak isterdim.

Ben geri zekâlıydım, birinin beni sevebileceğini umacak kadarda aptaldım. Ben birinin beni sevebilme ümidine sarılmıştım oysaki. Ben birinin elimi tutabilme ümidiyle yanıp tutuşmuştum. Onun sadece Hamza olduğuna inandırmıştım kendimi. Bir aşkın peşine takılmak beni hüsrana uğratmıştı.

Hızımın kontrolünü sağlayamamışken her yönden gelen korna sesleri dikkatimi dağıttı. Kendime hâkim olamadığım bir anda önden gelen araçla yana doğru sürdüm fakat çoktan dikkatimin kurbanı oldum. Aniden durmamla beraber bedenim öne savrulduğunda başım direksiyona sert bir şekilde çarptı. Acıyla inledim.

Alnıma doğru süzülen sıvı şeye baktım, bunun kan olma ihtimalini göz ardı edemedim. Aynaya baktığımda kaşımın üst tarafını fena hâlde yaralamıştım. Arabayı kenara çekip hızlıca arabadan indim. Bana bakacak onlarca kişi arabadan indiğimi görünce öylece bakmaya devam ettiler. Onları, canımın acısını umursayacak güç kalmamıştı. Banklardan birine oturup geriye yaslandım. Başımı gökyüzüne kaldırıp zihnimdekileri silmek istiyordum, başaramayacaktım belki de. Ben neyi başarmıştım ki zaten. Koskoca bir hiç vardı ömrümde. Hiçlerle bütünleşen binlerce hayatım arasında boğulmayı sağlıyordum.

Yanımdan geçip giden insanların bakışları üzerimdeydi. Ayağa kalkarak ilerledim, birilerinin göz hapsine maruz kalmak en son isteyeceğim durumdu. Yanımdan geçenlere, fısıldaşanlara bakıp, "Ne var, ne? Hiç mi ağlayan, hiç mi yaralanan birini görmediniz?" dememle herkes önüne dönüp ilerledi. Acımı birilerinden çıkarmak ne kötüydü. Denize döndüm, biraz da burada bağırdım. "Seni hiçbir zaman affetmeyeceğim Hamza," dedim ağlayarak. Sonlara doğru sesim bir fısıltıdan ibaretti. Onu fısıltılarımın arasında sakladım. Bağırmak, onun adını haykırmak bir fısıltının en dibine batırmıştı. Şimdi ben dâhil bu sessizlikte kocaman bir çığlığa yuva yapmıştık.

Loading...
0%