Yeni Üyelik
14.
Bölüm

XIV. ÖLÜM HİSSİ

@rumeysadoganm

Hayatım karanlık bir mezardan ibaretti. Sancıyan yanım karanlığın ucundaki aydınlığa erişememekte ısrarcıydı. Zamanın geçmek bilmediği yerdeydim. Ölümle sınanan bir hayat mücadelesi veriyordum. Yok oluşun içinde varoluşumun yeniden hüküm giymesini istiyordum.

Sessizliğin içerisindeki ben, ben değildim. Ruhum bu duruma itaat etmişçesine olduğu yerde onlarca güne şahit olmuştu. Sahi kaç gün geçmişti benim burada oluşum? Bir, iki... Hayır hayır, daha uzundu geçmek bilmeyen zamanın sisli yanı. Büyük bir kıyamet zuhur etmişti yaşadığım ana...

İslam’la alıp veremedikleri neydi sahi? Beni buraya hapseden, inançlarıma pranga vuran sebep neydi? Oysa kimseye zararımız yoktu ki. İstedikleri yok etmekti ama yok olacaklarını bilmiyorlardı.

Dizlerime gömdüğüm başımı kaldırdım. Oda yine her zamanki gibi karanlıktı. Oğuz pencerelere kanat vurdurmuştu, bu yüzden dışarıyı göremiyor yardım isteyemiyordum. Gündüz mü gece mi artık hiçbir fikir yürütemiyordum. Alışmış mıydı gözlerim karanlığa bilmiyorum ama beni korkutan bu oda beni kendi içerisindeki tutsaklıkta hiç de yabancı hissettirmiyordu. Kilitli olan kapıya baktım, oturduğum yer bedenime acı bir ağrı hissettirdiğinde ayağa kalkarak kapıya yöneldim. Günlerce kapıyı yumrukladığım için ellerim yara içinde kalmıştı. Yine de vazgeçmeyerek vurmaya devam ettim. Artık vuruşum sert değildi. Yorgundum, tükenmiştim…

"Aç kapıyı Oğuz, ne olur." Kapıyı yumruklamam bir ifade etmediği gibi, kaç gündür aç olan midemden dolayı hâlsizdim. Oturup bacaklarımı yana kıvırdım ve başımı kapıya yasladım. Gözlerim kapanmakta ısrarcı olsa da onları dinlemedim. Yavaşça yumrukladığım kapının sakince açılması geri çekilmeme neden oldu. İçeriye giren ışık huzmesi ile gözlerim rahatsız bir şekilde kısıldı. Tepemde dikilen Oğuz bana bakıp bir şey demiyordu. Onu şu an yumruklamak istiyordum.

"Ne zaman bitecek eziyetin?" Dibime kadar gelip gözlerini gözlerime dikti. Mavi gözlerindeki o zehir bütün uzvuma yayılıyordu. Bu ceza değildi, bu bir zulümdü.

"Sen ne zaman bitti dersen."

"Bu hiçbir zaman olmayacak biliyorsun. Anla artık Oğuz, ben Müslüman oldum.” Yüzümde hissettiğim acı ve gür sesi irkilmeme neden oldu. Çenemi öyle bir sıkıyordu ki bu zamana kadar ona yaptıklarımın cezasını sunuyordu. Aramızda oluşan veryansınlar ne zaman son bulacaktı? Bana acı çektirmek hoşuna giderken, beni bu kadar görmezden gelmesi sinirlerimi bozuyordu.

“O zaman akıllanana kadar bu odada kalacaksın.” Hızla yanımdan ayrılırken kapanan kapıyı engellemeye çalışsam da yüzüme kapanan kapıyla bütün umutlarım yerle bir oldu. Kapıyı yumruklayıp bağırsam da sesimi duymazlıktan geldi. Dizimin üstüne çöküp hıçkırarak ağlamaya başladım. Ölüyordum her saniye, görmüyorlar mıydı? Olduğum yerden kalkıp tekrar duvar dibine geçtim. Bacaklarımı karnıma çekip kollarımı bacaklarıma sardım. Üşüyordum, fazla soğuktu oda. Üzerimde ise ince bir kıyafet vardı. Titremem arttığında bedenim kendine daha çok çekiliyordu. Daha sonra ardı sıra hapşırık ve öksürük… Sanırım hasta olacaktım.

Başımı duvara yasladım. Düşüncelerim gittikçe derinleşti. Aklıma Meryem’in Hz. Mus’ab’ı anlatışı geldi. Benim farkım; belki işkence görmüyordum ama eziyet ediyorlardı.

“Allah’ım!” dedim. Sesim aciz çıktı. Oysa aciz değil miydik? Yöneldiğimiz her yerde o yok muydu? Kapandı gözlerim, daha sonra süzüldü yanaklarıma gözyaşlarım. Canımı yakanlara rağmen yüreğimi ferahlatan bir Rab vardı artık. “Allah’ım, sen bana geç kaldığım bu dinde Hz. Mus’ab imanı ver.”

Annemle babamın sesi ile oturduğum yerden kalktım. Heyecanla ayağa kalktım. Onların beni buradan kurtaracağını düşündüm. Kapıya hunharca vuruyordum ama Oğuz’un onlara engel olmasına bir çare bulamıyordum. Buradan kurtuluşum onlardı. Onlar beni buradan çıkarmazlarsa asla kurtulamazdım. Bir şeyler konuşuyorlardı. Sessiz olup dinlemeyi denedim.

“Dediğim gibi, onu ikna edeceğim.” Otoriter sesini duydum. Bunu kime diyordu anlamaya çalıştım.

“Bunu yap o zaman Oğuz.” Bu sefer de babam konuştu. “Diğer sefere buraya bunun için gelmeyelim.” Kaşlarım çatıldı. Ne demekti bu? Biliyorlar mıydı burada olduğumu? Kapıya vurduğum gibi istediğim oldu. İçeriye babamla annem yan yana peşinden ise Oğuz girdi. Belki bir umut beni buradan kurtarırlar diye düşündüm ama hiç de öyle gözükmüyorlardı. İkisi de oldukça rahattı ve bu durumum onları üzmüyordu.

“Şu hâline bak, zavallısın Aymira.” Konuşan annem oldu. Yüzünde eğreti duran bir ifade vardı. Doldu gözlerim, bana bunu demek için mi gelmişlerdi? Oğuz’a karşı tepki niye göstermiyorlardı, neden kızıma bunu yapıyorsun demiyorlardı?

“Anne ne diyorsun sen?” Sesim şaşkınlıktan ibaretti.

“Bak şu düştüğün duruma, bizi uğraştırmaktan başka bir şey yapmıyorsun. Hep inadından bunlar.” Dayanamadım. Beni kendilerinin mahvettiğini bile kabullenemiyorlardı.

“Siz ne biçim anne babasınız ya! Bu sefer ben kustum öfkemi. Onlara istediğini vermiyordum ve bu durumda sinirleniyorlardı. Babam hiç düşünmeden tekrar tokat attı. Bu attığı ikinci tokattı ve bu sefer canım diğeri gibi yanmadı. Yanan yüzümü umursamadan babama bakmaya devam ettim. “Akıllanana kadar burada kalacak Oğuz.” Oğuz’a baktı. “Gerekirse yemek bile vermiyorsun.” Dehşetle babama baktım. Babam bu muydu gerçekten? Ben onun kızıydım, düşmanı değil… Ama o düşmanıymışım gibi muamele ediyorlardı.

“Sizi tanıyamıyorum.”

“Biz de seni tanıyamıyoruz Aymira.”

“Annen haklı, seni gerçekten tanıyamıyoruz.” Titredi çenem. Onlara aciz görünmedim, ağlamadım. Dimdik durdum…

“İstediğiniz kadar tutun beni burada ama ben asla inançlarımdan dönmeyeceğim.” Babam hırsla kolumdan tuttu. Bedenimi kendine çekmesi ile gözlerine çok yakın oldum.

“O zaman öl burada Aymira.” Bir an düşeceğim zannettim, düşmedim. Bir enkaz vardı üzerimde artık. Ölmemiştim ama ölmenin ne demek olduğunu çok iyi anlamıştım. Hâlâ onlardan bir şey beklemem hataydı zaten.

“Baba!” Buruk bir tebessüm belirdi yüzümde. “Biliyor musunuz ben ölmem ama siz benim için öldünüz. Şimdi istediğiniz gibi gidebilirsiniz. Ama şunu unutmayın, ben buradan inandıklarımla çıkacağım. Sizin dedikleriniz asla olmayacak.” Dayanamadım, en sonunda bağırdım. “Anladınız mı olmayacak!”

Tek bir ifadeye rastlayamadım yüzünde. Ne annem ne de babam bana ellerini uzatmışlardı. İkisi de çekip gitmişlerdi. Çaresizce çöktüm kapı dibine. Buna inanamıyordum. Beni burada bırakıp gitmişlerdi. Beni bu mahkûmiyetten kurtarmamışlardı.

Hayal kırıklığım bütün uzvumu uyuşturdu. Kapanan gözlerimle beraber akan gözyaşlarıma engel olamadım. Dizlerimi karnıma çektim. Artık anlamıştım benim bir zerreden önemli olmadığımı. Buna inanamıyordum. Önceki yaşadıklarım bile canımı bu kadar yakmamıştı. Başımı dizlerime gömdüm. Hareket etmem zorlaştı. Sanki bir anda dünya başıma yıkılmış ve ben altında kalıp paramparça olmuştum. İçimde kopan fırtına hıçkırıklarımla bir bir odada yankılandı. “Öl o zaman” demişti. Hiç acımadan, sözleriyle beni yok saymıştı. Ama bir önemi yoktu artık. Onun için ölmem gerekirse ölmeyecektim. Buradan çıkacaktım elbette, işte o zaman bu sözler aklımda mıh gibi kalacaktı.

Günlerce yaşadığım olaylar Oğuz’un gelip gitmesinden ibaretti. Birkaç gündür sinir krizleri geçirdiğimi hatırlıyordum. Ara ara doktor geliyor bakıp çıkıyordu. Acımasızdı Oğuz, bunu şimdilerde daha iyi anlamıştım. Kendimi bu acımasızlıkta sıkışmış hissediyordum. Şu odadan çıkamıyor, kimseye haber veremiyordum. Benim gücüm buradan kaçıp gitmeye yetmiyordu. En son Barış’ın beni aradığını duydum. Günlerce kapımıza gelmiş ama Oğuz’un yalanları ile beni bulamamıştı.

Kapının açılması ve yanıma gelen doktorun beni gözlemlemesini fark etsem de istifimi bozmadan ırgalanmaya devam ettim. Sorduğu soruya cevap vermiyordum. Kolum tutuldu. Ardından tekrar doktorun sesini duydum.

"İyi misiniz Aymira Hanım?" Yavaşça başımı doktora çevirip kaşlarımı çattım. Oturduğum yerden kalkıp, "Katilsiniz!" diyerek bağırdım. Sesim kısılmıştı, boğazlarım acıyordu. Omuzlarına vurup, "Katilsiniz hepiniz," dedim. Bağırışıma engel olmadım, yine sinir krizlerimden birini yaşıyordum. Çıldırmış gibi kendimi ondan uzak tuttum. "Beni rahat bırakın, bana nasılsın diye sormayın artık." Doktoru hızla itekledim. Nasıl bir güç gelmişti bilmiyorum ama doktorun yere düştüğünü gördüm. Kapıyı yumrukladım, tekme attım fakat işe yaramadı. Köşeye sindim. Ellerimi kulaklarıma götürdüm. Hâlâ bazı sözler kulaklarımda yansıyordu. “Acınacak haldesin!” Susmadı sesler. “Öl o zaman Aymira.” Daha fazla kapattım kulaklarımı ama işe yaramıyordu. Başımda keskin bir ağrı vardı. Irgalanırken bir yandan, “Acımayın bana,” diyerek sessizce söylendim. Sesim sayıklar gibi çıktı. Bakışlarım boşluktaydı ve ellerim kulaklarımdaydı.

"Sakin olun, lütfen. Ateşiniz var, iyi gözükmüyorsunuz." Ayağa kalktım. Söz dinlemeyerek bağırmaya devam ettiğim esnada kolumdan tutulup etkisiz hâle getirilmem uzun sürmedi. Çırpınışımın ardından kolumda hissettiğim iğne ile acı içinde bağırdım. Olduğum yere düşerken doktorun nabzıma bakması ile Oğuz'a seslenmesi bir oldu. Bilincim kapalı değildi, bu sefer her şey daha farklıydı sanki. O an odada bir kargaşa oluştu. Bağırışlar, kavgalar, gürültüler… Tanıdık bir ses ve bedenimin yerden kaldırılması bir anda oldu. Fakat gözlerimi açamıyordum. Bu duyduğum sanki Barış’ın sesiydi. Tam on gün sonra, tam umutlarımın bittiği yerde o ses benim belki de kurtarıcımdı. Bu sefer kapandı gözlerim. Bedenimi hissetmiyor ve sesler kesik kesik geliyordu. Daha sonra ise hiçbir şey duymamaya başladım.

...

Uğuldayan sesler, ilaç kokusu ve kapanan gözlerimin yavaşça açılması. Başımın ağrısı göz kapaklarıma vururcasına sızı içerisinde açıldı gözlerim. İdrak edemediğim bir yabancılık çektim şu ana, etrafa bakmak yerine tavanda gezindi gözlerim. Her şeyin yok olduğunu sandığım o karanlık, ışığını bulmuştu. Bir müddet tavanda oyalanan gözlerim en sonunda başucumda duran doktor ve hemşireyi buldu. Bir hastane odasında olmamı anlamam güç değildi. Daha yeni o karanlık odadayken şimdi bu aydınlığa yabancı kalmış gibiydim. Ne hissedeceğimi bilmiyordum. Daha doğrusu ne hâldeydim onu da bilmiyordum. Sanki yüreğimde canhıraş, bir sükûtun tam ortasındaydım. Dilime vurulan prangalar konuşma yetimi elimden almıştı. Ben hiç böyle olmamıştım, ben çıktığım bu karanlıkta bütün benliğimi kaybetmiştim. Ağlayamıyor, konuşamıyor, tepki veremiyordum. Ağırlaşan gözlerim açılmamakta ısrarcıydı oysaki. Bedenim uyuşmuş, ruhum bir kıyıya çarpmıştı.

"İyi misiniz Aymira Hanım?" Doktorun sorusuyla sessizleştim, cevap vermek yerine başımı yan tarafımda duran pencereye çevirdim. Konuşmak istemiyordum, soru sormak, sorulara cevap vermek dilime ağır geliyordu. Böyle bir yapıya bürünmem beni ne kadar aciz duruma sokabilirdi ki?

Doktorla hemşire aralarında konuştuktan sonra odadan çıktılar. Yeniden döndüğüm yalnızlığım odaya giren kişi ile yarım kaldı. Çok geçmeden annemin, "Aymira kızım," deyişi kulaklarıma ilişti. Sahte endişeleriyle kaşlarım çatıldı. Şu an gücüm olsa annemi bu odadan kovabilirdim ama kolumu kaldıracak gücüm dahi yoktu. Sadece sustum, beni bu zulme atan kişiye bakarsam sözlerimle her şeyi bitirebilirdim. Bakışlarımı pencereden çekmemeye gayret gösterdim. Annemin yüzünü görmek istemiyordum Oğuz’u onaylarken ki sesini hatırladım, beni bu cehennemde yapayalnız bırakışını anımsadım. Kalbim paramparçaydı, yüreğimi yakan bu gerçeklere onları koymak bu kadar zordu.

Annem elimi tutarak, “İyi misin?" dedi. Kaşlarım çatıldı, bu nasıl umursamazlıktı böyle? O odada bana öl diyen kendileri değilmiş gibi davranmaları sinirlerimi bozuyordu. Yüzüne dahi bakmadım, tek bir kelam konuşmadım. Bir tanıdıktan çok yabancıydı benim için annem. Öfkeyle çektim elimi. O da anladı ve geri çekildi. Nasıl hiçbir şey olmamış gibi davranabiliyorlardı aklım almıyordu.

"Peki, şimdilik burada sessizce oturacağım." Yanımdan uzaklaşıp karşıdaki berjere oturdu. Elindeki telefonu kurcalarken yeniden kapı açıldı. Bu sefer gelen babamdı. Annemin belli başlı hareketleri ile o da annemin karşısındaki berjere oturdu. Suçlu değillermiş gibi bir özür bile dilemiyorlardı. Yan tarafıma dönüp yorganı başıma çektim. Saklandığım yer o karanlığın içindeki gerçeklerdi. Babama da anneme de tek bir kelam etsem güçsüzlüğümün ardından can verecekmişim gibi hissediyordum.

Ben hiç iyi değildim, içimde biriken ruhaniyet beni bitiriyordu. O odadan kurtulmak mıydı şu anda yaşadıklarım bilmiyorum. Bu bir kurtuluş değildi, elimi kolumu bağlayan başka bir olayla baş başaydım. Gözlerimi kapattığımda o oda geliyordu zihnimin en diplerine. Çırpınışlarım, yapamadıklarım ve güçsüzlüğüm… Ellerimle kulaklarımı kapattım. Dudaklarım titredi. Direniyordum. Bu direnmek en çok da bana zarar veriyordu.

Birkaç saatin ardından annemle babam odadan çıktı. Yattığım yerden kalkıp pencereden dışarıyı izlemeye başladım. Bacaklarımı karnıma çekip başımı dizime yasladım. Hava iyice kararmıştı. Üzerimdeki bu yorgunluk, beni bitkin hissettiriyordu. Burada saatlerce böyle kalmak, hiçbir şey yapmamak geliyordu içimden. Ruhum çekilmiş, bütün acılarım bir bir üstüme yüklenmişti.

Gözlerimi kapatıp düşündüm. O odada kaldığımdan beridir düşünmeyi unutmuş gibiydim sanki. Kirpiklerimin arasından sızan gözyaşıyla beraber sancıyan ruhum, dudaklarımın arasında hemhal olsa da bu sessiz bir haykırıştı. Ağlayarak dinginleşsin istiyordum her şey ama ağlayamıyordum. Ölecek gibiydim, tek bir fark vardı; ölemiyor, oradan oraya savruluyordum. Bir kış ayazının ortasına düşmüştüm. Üşüyen bedenim miydi yoksa ruhum mu bilmiyordum.

Sımsıkı kapattığım gözlerimi açtığımda karşımda beliren Barış'la olduğum yere daha çok sindim. Ondan bile kaçıyordum, uzattığı elini reddediyordum. Dibime kadar geldi, bağdaş kurup yüzünü yüzüme gelecek şekilde eğdi. Eli bacaklarıma sardığım koluma ilişti. Daha sonra elime baktı. Sebebini anladığında sormadı. Bir teselli cümlesine ihtiyacım olmadığını biliyordu, bir şekilde beni buradan uzaklaştırmak istiyordu.

“Bana anlatsan her şeyi olmaz mı?” Konuşmayı başaramıyordum ki anlatabilseydim. Alnımı dizlerime yasladım. O zaten karşımda beni bekliyordu.

“Bundan sonra seni asla yalnız bırakmayacağım. Keşke bunu baştan yapsaydım.” Kendini suçlu hissetsin istemiyordum. Bu dünyada suçlu olacak en son kişi bile değildi. Saçlarımdan öptü. Dediğini yapardı bilirdim. Yanıma biraz daha yaklaştı ve bedenimi kolları arasına aldı. Başımı omzuna koydum ve saran kollarına sığındım. Şu an beraber izliyorduk dışarıyı.

Saatlerce böyle durduk. Ne o konuştu ne de ben. Oda yavaş yavaş dolmaya başladığında Barış benden uzaklaştı. Bir yandan annemin bakışları, bir yandan Gizem'in panik olup sorular sorması… Hepsi beni daha kötü duruma sokuyordu.

Arkamı dönerek hepsini cevapsız bıraktım. Barış Gizem'e, "Biz çıkalım Gizem, Aymira'nın üzerine daha fazla gelme," deyince kısa süreli sessizlikten sonra kapının açılıp örtülme sesi duyuldu. Anlaşılan odadan çıkmışlardı.

...

Dünden beri kaldığım hastanede gelenlerin ziyaretlerine kayıtsız kalarak uyuyormuş gibi davranıyordum. Bu benim kaçar yolumdu. Çok kişi gelmişti, birçok arkadaşım ziyaret etmişti ve hiçbirini görmemiştim. Odayı dolduran çiçekler beni asla mutlu etmiyordu. Hiçbiri bana iyi gelmiyordu.

Kapı yavaşça açıldığında bakışlarımı dışarıdan çekerek kapıya yönlendirdim. Gördüğüm kişi ile kaşlarım öfkeyle çatıldı. Karşımda hiçbir şey olmamış gibi duran Oğuz, bütün umursamazlığı ile yanıma yaklaştı. Dayanamaz hâle geldim. Oturduğum yerden kalkarak karşısında durdum. Hiçbir şey düşünemiyordum. Öfkemin verdiği ani hareketle yüzüne sert bir tokat attım. Bu hareketimi beklemiyor olacak ki başı yana savruldu. Omuzlarından itip, "Defol git," diye bağırdım. Birkaç adım uzaklaşıp, "Çık bu odadan," dedim. Sesim ne kadar rahatsız ediciydi bilmiyorum fakat Oğuz'un beni umursamıyor oluşu bundan daha fazla rahatsız ediciydi. Ben de artık umursamıyordum; onun benim yanımda oluşuna katlanamıyor olduğum gibi. Kenarda duran bardağı alıp fırlattım. Bardak Oğuz'un yana çekilmesinden dolayı duvarla buluşup paramparça oldu. Şu an gözüm dönmüş gibiydi. Karşımdaki adamdan nefret ediyordum. Onu öldürmek istemem normal miydi? Bana bu zulümleri yapması normalse benim de onu öldürme isteğim normaldi.

İçeriye hızla giren annemle babam beni sakinleştirmek isteseler de pek başarılı oldukları söylenemezdi. Onları da itekledim. Onlara da bağırdım.

"Çık Oğuz, defol. Bir daha yüzünü görmek istemiyorum."

"Kızım sakin ol." Annemin elini kolumda hissedince sertçe elini itekledim. İkisine de haddinden fazla kızgındım. Bitirmişlerdi artık beni, bu duruma gelmemin en büyük nedeniydiler.

"Defolup gidin, üçünüzü de görmek istemiyorum.” Annem bir şey diyecekken, "Rahat bırakın beni,” deyip geri çekildim. “Sizi görmek istemiyorum. Öldü kızınız, isteğiniz bu değil miydi?” Bana söyledikleri cümleleri bir bir hatırlattım. “Şimdi hak ettiğim yerde beni bir başıma bırakın. Çıkın gidin, bir daha sizi görmek istemiyorum.” Hareketlerime engel olamıyordum. Odada ne kadar eşya varsa Oğuz'a fırlatıyordum. Bağırışlarımı duyan hemşireler içeriye girip kolumdan kavradılar. Engel olmaya çalıştıklarında ben daha çok çırpındım ama gücüm yetmiyordu hiçbirine. İki büklüm oldum. Kollarımı tutan ellere direndim.

"Bırakın beni." Beni yatağa yatırıp sakinleştirmeye çalışsalar da yapamıyorlardı. Diğer hemşirenin kolumdan tutup iğneyi saplayana kadar bütün bağırışlarım şu an son buldu. Bütün vücudum uyuşmuş, gözlerim kapanmaya yüz tutmuştu. Mayışmış bir sesle, "Gidin," dedim. Sesim boğuktu ve artık gözlerim kapanmıştı. Sadece sesim sayıklar gibi çıktı ve artık son cümlem bana karanlık bir mezar oldu. “Gidin, beni rahat bırakın.” Duyduğun son ses, Barış’ın sesiydi.

...

Yeni bir gün, yeni bir umutsuzluk... Ölü gibiydim, ruhum ölü ama bedenim yaşamakla cezalı... Yanıma gelen arkadaşlarım, ailem hatta Oğuz... Hepsini kovuyordum, kimseyi görmek istemiyordum, Barış'ta dâhil... Ona içimi dökmeyi severdim ama içimde biriktirdiğim en azılı düşmanım öfkeydi. Yaprak misali dökülüyor, sonbaharımı yaşıyordum. Oysa mevsimsiz bir gündeydim. Bir bakmışım soğuk ürpertici kış geceleri, bir bakmışım yaprak misali savrulduğum sonbaharım. Karmaşık bir hissiyata sahiptim. Üzerimdeki meyusluğu atamayacaktım hiçbir zaman.

Günlerden sonra açılan kapının sesi beni bir kez daha sinirlendirsin istemiyordum. Bu çok berbat durumdu.

"Bak sana en sevdiğin yemeği getirdim. Buraya geleli hiçbir şey yememişsin. Zayıflamışsın da..." Gizem'in sesiyle elindeki tepsiye baktım. Umutla kaşığı çorbaya daldırdığında elindeki tepsiyi sertçe itekleyip, "Çık," diye bağırdım. "İstemiyorum, çık." Gizem bu tavrıma normal karşılık verip yerdeki tepsiyi aldı. Bana dolu gözlerle bakmasına karşın hiçbir tepki vermedim. Şu an ne kendimi ne de başkasını umursuyordum. Oturduğum yerden kalkarak lavaboya geçtim. Aynadaki siluetime baktım, bu ben değilmişim gibi yüzümü buruşturdum. Berbat bir durumda gözüküyordum. Yüzüm bembeyaz olmasına karşın gözlerim kıpkırmızıydı. Hatta göz torbalarım oluşmuş, göz çevrem simsiyah olmuştu. Dağılan saçlarımın verdiği görüntü korkunçtu.

Bu görüntü çok da beni ilgilendirmiyordu. Zaten yaşayan ölüden bir farkım yoktu. Çok yorgundum. Dimdik ayakta kalacak gücüm yoktu. Kanım emilmiş, ruhum bitap düşmüştü.

Kenarda duran sabunluğu alıp aynaya fırlattım. Paramparça olan aynayla beraber olduğum yere çöküp bomboş duvara baktım. İçimdeki feryadı yine ruhumun derinliklerine gömdüm. Nefret edilesi gibi, kendime kan kustururcasına... Dayanılmaz bir ıstırabın içerisinde canım yana yana... Bu acımın her biri kâbus gibiydi. O odada kalışımın etkisi uzvumun her zerresindeydi. Karanlık sanki hiç bitmemiş gibi... Ben sanki hiç oradan çıkmamışım gibi... Yaşamıyor gibi, ölümün kıyısında bekler gibi… Düşsem ölecekmişim gibi… Yüreğim soğumuyordu, canım yana yana durumun acziyetine bir çözüm bulamıyordum.

Hemen yanı başımdaki cam kırıklarını alıp yanıktan dolayı su kaplamış avucumun içinde sıktım. Kendi canımı kendim acıtmak istedim. Hissettiğim bir acı yoktu çektiklerimi hesaba katınca, sadece kana bulanan zemine kaydı bakışlarım. Avucum paramparça oldu. Camı daha fazla sıktım, derim daha fazla gömüldü içine. İki büklüm olarak elimdeki cam parçalarını daha fazla sıktım. Engellemek istemiyordum, bir şeyleri hissetmek istiyordum artık. Bu da kendi canımı yakmaktan geçiyordu, başka türlüsü soğutmuyordu yüreğimi. Sesi duyan Gizem, yanıma gelerek, "Ne yaptın Aymira?" bağırışlarıyla hemşireye çağırdı. Yüzümü buruşturdum. Kolumu tutan birkaç kişi beni odaya kadar çekiştirdi. Elimi açmaya çalışmaları faydasızdı. Sanki bundan zevk alıyordum. Onlar için bir şey ifade etmeyeceğini bildiğimden de acıyı kendime çektiriyordum sadece.

"Aymira, lütfen." Elimi açmaya çalışan Gizem'le elimi elinden çektim. Bu sefer dibime Barış oturdu. Alttan bana bakarken ondan kaçamayacağımı biliyordum. Şefkat dolu bakışlarında beni rahatlatacak bir hisle doldum. Kanlı elimi okşayıp öperek, "Geçecek," dedi. Israr yoktu sözlerinde, beni hep benimle baş başa bıraktığı gibi yine beni benimle sakinleştiriyordu. Gözlerimin içine bakıp, "Canının yandığını hissedebiliyorum, seni hissedebiliyorum Aymira. Acını bu şekilde çıkarırsan dayanamam," deyip elimi okşadı. Yavaşça açılan elimle hızla köşeden peçete alıp elime baskı uyguladı. Korkuyordu, bunu titreyen ellerinden görebiliyordum. Odada bana iyi gelebilecek kişinin sadece kendisi olduğunu biliyordu. Dayanamıyordu bu hâlime lakin bir şey de yapamıyordu. Cam parçalarını alıp hemşireye verdi. Diğer hemşire gelip elime pansuman yapmaya başladı. Yara derin ve yanıktan dolayı daha kötü bir hâl aldığı için dikiş yapmaya başladı. Birkaç parça derine batmıştı ve bu hemşireyi bir hayli uğraştırdı. Herkesin gözü üzerimdeyken ben elime bakmakla iktifa ettim. Acıyı hissetmiyordum. Kıpırtısız, ruhsuz ve sakindim. Hemşire bu sakinliğime şaşkınlıkla bakarken bir yandan da aileme bakıyordu.

Pansuman işi bitince odadakilere dönüp, "Odadan çıkmanız gerekiyor," dedi. Önden annemle babam, arkadan Gizem çıktı. Barış yanıma gelip saçlarımdan öperek, "Ben hep buradayım," diyerek odadan çıktı. Ama kapıyı aralık unutmuşlardı. Koridorda onun öfkeli sesini duydum. Öfkesine karşılık veren kişi Oğuz’un ta kendisiydi. Koridorda çıkan kavga diğerlerinin araya girmesiyle son bulmuş gibi duruyordu fakat Barış’ın Oğuz’a, “Ulan şerefsiz, ne yaptın lan kıza?” diye bağırması bütün koridorda yankılandı. “Seni bir daha görürsem katil olacağımı düşünmem öldürürüm.”

“Sana ne lan?” Oğuz sessiz kalmadı. İçeriye bir hemşire daha girdi. Aralık kapıdan onları gördüm, Barış Oğuz’a yumruk attığında Oğuz bu sertlikle yere düştü.

“Dur Barış.” Babam müdahil oldu bu sefer.

“Siz hiç konuşmayın Haldun abi, ben her şeyin farkındayım.” Kimseden çıt çıkmadı bu sefer. Zaten olaya dâhil olan güvenlikle herkes bir köşeye dağıldı. Aralık kapıdan giren hemşire ve kapanan kapı bütün olayları arkada bıraktı.

Hemşire karşımdaki sandalyeye oturup, "Ne oldu bilmiyorum ama iyi ol," dedikten sonra kolumu sıvazladı. Daha önce bakmadığım hemşireye usulca başımı salladım. Bana anlayışlı gözlerle bakıp oturduğu yerden kalktı. Herkes iyi olmalısın diyordu fakat canımı yakanda herkesti. Bana reva gördükleri bu yükleniş beni iyi edemezdi ki. Hangi yöne gitsem o yön beni savurdukça savuruyordu. Tosladığım yerin etkisini kendime acı çektirerek yok etmek istiyordum.

Hemşire odadan çıktıktan sonra diğer büyük pencerenin önüne geçip camı açtım. Akşam serinliğinin yüzüme çarpması iyi hissettirmişti. Günlerce şu zehirli havayı teneffüs etmiştim. Başımı gökyüzüne kaldırıp gözlerimi usulca kapattım. İyi olmalı, buralardan gitmeliydim. Gidecektim; her şeyi, herkesi arkamda bırakmalıydım. Ben burada kaldıkça ya ölecektim ya da ölmekten daha kötü hâle gelecektim. En azından kendimi toparlamam adına bunu yapacaktım. İstanbul’u bir daha görmeyecek, beni yok sayan ailemi yok sayacaktım. Hiç kimse umurumda değildi bundan sonra ve ben bu gerçekleri arkamda bırakmayı başaracaktım.

Bütün gece uyuyamamıştım, en çok da kimse olmadığı için bu sessizlik bana iyi gelmişti. Bakışlarımı gökyüzünden çektiğimde ağaçlığın orada gördüğüm kişi sanki zihnimden önüme sürülmüş bir gerçekti. Buraya bakıyordu, yanılmıyordum. Biraz daha dikkatli baktığımda tanıdık sima Hamza'ya aitti. Yanlış mı görüyordum ben, yoksa gerçek miydi? Onun burada ne işi vardı? Hem ne zamandır buradaydı ki?

Birini daha gördüm. Evet, o da Ruman’dı. Bir şeyler konuşuyorlardı, oldukça sakin olan konuşma Ruman’ın başını iki yana sallaması ve gidip arabaya binmesi ile son buldu. Sanırım onu içeriye almamışlardı. İçimde tenhalaşmış bir yer yine kalabalıklaştı. Araba uzaklaşırken Hamza hastaneye baktı ve beni gördü. Göz göze geldiğimiz o an düştüğüm dehliz de onu istedim. Pencereden ayrılıp hızla odadan çıktım. Koşar adım dışarıya çıktığımda beni durdurmak isteyen hemşireyi bir kenara itip yalın ayak oraya koşmaya başladım.

"Hamza," diye seslendim. Geldiğim yer ıssız izbe bir hastane köşesiydi. Onu burada gördüğümden emindim, bu bir sanrı değildi biliyordum. "Hamza çık ortaya." Bunu hak etmiyordum, bana bunu reva göremezdi. Kaçamazdı benden. Bana gelmişken benden gidemezdi. Böyle bir hâldeyken, asıl şimdi yanımda olmalıydı.

Terden yüzüme yapışmış saçlarımı geriye ittim. Soluksuz kaldım, bir an koşup gelmem gözlerimin kararmasına neden oldu.

"Buradasın biliyorum." Ses gelmedi. Güçlükle zorladığım bacaklarım beni taşıyamaz oldu. Çamurlu zemine diz çöktüm. Ağlayamıyordum, gözümde biriken yaşlar kurumuş gibiydi. Sadece üşüyordum, bedenime giren titreme yoğun bir hâl aldı.

Bu hâlimin ne kadar acınası olduğunu biliyordum. Hamza buradaydı, beni görüyordu lakin yine hep kaçıyordu. Neydi benim suçum, illa bu duruma düşmem mi gerekiyordu. Ah yok olsam! Yok olsam da bütün dertlerim bitse. Neden bu kadar imtihan? Nasıl bir acıyla savaşıyordum böyle? Neden yaşıyordum ki ben? Bir zerre kadar önemsizdim. Ölsem daha mı güzel olurdu? Zaten ölüyordum, ruhum sancıyor, kalbim dayanılmaz acının eşiğinde ölümü hissediyordu. Sadece cezam buydu işte, her şeyle beraber bu zulmü yaşamamdı.

O an ezanı duydum. Sabah ezanını… İsyanın eşiğinde ıssız yüreğime dokunan o sesi… Girdiğim bu dehlizde sanki bana el uzatmıştı. Yine çaresiz kaldığımda yalnız kalmadığımı hissettim. Ezanla beraber düştü gözümden bir damla yaş. Hayır, böyle olmamalıydı. Böyle berbat bir hâle düşmemeliydim.

"Aymira." Sırtıma konan elle iki büklüm olduğum yerden yan tarafımdaki Barış'a baktım. Arkamız ise kalabalıktı. Gözleri dolmuştu. Ben ne yapıyordum böyle, nasıl bir bilinmezlikte çırpınıyordum? “Korkutuyorsun beni Aymira.” Parmaklarını dolan gözlerimde gezdirdi. Bana yaklaşınca başımı omzuna koydum.

“Çok uykum var Barış.” Barış, başını usulca sallayıp bedenimi kucağına aldı. Reddetmedim, başım hâlâ omuzundayken kapattım gözlerimi. Yavaş yavaş yürüdüğü yol hastaneye ulaştı. İlacın kokusu şu an burnumda yer edindi. Barış, saçlarımdan öpüp, “Geçecek güzelim, inan bana elimden geleni yapacağım,” deyip sıkkınca nefesini soludu. Göğsüne daha çok sığınıp ses vermeden durdum. Barış, beni yatağa yatırıp saçlarımı okşayıp ayağa kalktı. Elini tuttum, gitsin istemedim bu sefer. Beni anlayacak ki yatağın ucuna oturdu. Bir yandan saçlarımı okşuyor bir yandan teselli cümleleri kuruyordu. Uyumayı istemeyen ruhumu reddetmedim, gözlerim hiç açılsın istemeyerek bütün sesleri arkamda bırakıp uykunun kollarına kendimi bıraktım. Koluma takılan serumun iğnesi, başucumdaki sessiz konuşmaları hissetsem de bu derin uyku beni zehirli sarmaşık gibi sarmalıyordu. Sadece sayıkladığım sesi anımsıyordum ve o isim zehirli sarmaşık gibi bütün bilincimi ele geçiriyordu.

...

Hastaneden çıktıktan sonra Barış beni kendi evine getirmişti. Annemle babam bunu istememişti ama ben de Barış’la gelmek istemiştim özellikle. Onları görmezden gelmiştim. Benimle konuşmak istediklerinde kovmuştum onları. Oğuz ise yine Barış’ın gazabından nasibini almıştı. Bu da beni burada daha iyi hissettireceğinden emindim. Lakin içimi yakıp yıkan bir hisle mücadele etmem zordu. Barış arada sırada odama geliyor sessizliğimi görünce üzerime varmadan biraz bekleyip gidiyordu. Yemek saatlerinde ise iştahım olmamasına rağmen beni zorla mutfağa sürüklüyordu. Arada yaptığı espriler ve geçmişte yaşadığı komik hatıraları anlatsa da tek yaptığım tebessüm edebilmekti. İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. Sadece uyumak istiyordum, tek yaptığımda buydu zaten. Hastaneden çıkalı beş gün olmuş ben bu beş günü uyuyarak geçirmiştim.

Kapım açıldı. Barış başını içeriye uzatıp, “Uyumadın değil mi?” dediğinde başımı iki yana salladım. İçeriye girdi. Köşedeki berjerde duran şalı alıp omuzlarıma koydu. Üşüyen bir insan olduğumu bildiği için hastanede almıştı bu şalı. “Yemek biraz gecikti, ilaçlarını içmen lazım.” Israrcı olacağını bildiğimden sadece dediğini yaparak ayağa kalktım. Midem kalkmamla bulanmaya başladı. Bu birkaç günde diğer şikâyetlerimden biriydi kusmalarım. Midem boş olsa da olanı da çıkartıyordum. Yemek yiyemiyordum lakin Barış buna müsaade etmiyor, midemin iyi olması için elinden geleni yapıyordu. Hatta doğal birçok ilaç almış ama pek işe yaramamıştı.

Mutfağa indik. Barış çoktan masayı kurmuştu. Kokuyu aldıkça midem bulandı. Koşarak lavaboya geçtim. Acıyan midemi es geçerek zor da olsa kustum. Barış beni rahatlatmak için sırtımı sıvazlayıp ensemi yakan saçlarımı geriye çekiyordu. Biraz daha kendimi toparladığımda elimi yüzümü yıkayıp banyodan çıktım. Barış, hiç bitmeyen endişesiyle beni oturttu. Önce su içtim ardından kokuyu almamaya gayret gösterdim.

“Tamam, iyiyim. Hadi yemeğini ye.” Benim yemeyeceğimi anlayınca, “Onlar bitecek,” dedi. Şu an bu tabağı bitirmem benim için büyük başarı olurdu. En azından biraz daha az koyması beni rahatlatsa da bu bile çok geldi gözüme. “İstersen ben yedireyim ha.” Sahte kızgınlıkla kaşığı elime sıkıştırdı. Yedikçe midemin bulantısının daha da artması yemekle aramda büyük bir savaş oluşturdu. Zor da olsa birkaç lokmayı yiyebilmiştim. Ardından içtiğim ilaçla beraber oturmaya devam ettim. Barış midemi rahatlatacak yeşil çay yapıp önüme koydu. Şu an sessizce oturuyorduk ve Barış’ın beni konuşmam için beklemesi şu ana büyük bir çaba getirdi.

“Gideceğim Barış.” Ne demek istediğimi açıkça anlamıştı.

“Şimdi bana gidelim de, seninle giderim Aymira. Gidelim, başka şehirde başka hayat kuralım. Sana destek olurum ben, yalnız bırakmam.” Gülümsedim. Masanın üzerinde duran elini tutup, “Hakkın üzerimde çok. Keşke bu kadar kolay olsa. Seninle her yere giderim ama sana yapamam bunu. Kendim başarmalıyım Barış, bu beni mutlu edecek.” diyerek bunu biraz daha kendime kabul ettirdim. Bunu çoktandır düşünsem de tek engel Oğuz’du. Önce ondan boşanacaktım.

“Sen nasıl istersen. Lakin unutma, hep senin yanındayım.”

Barış beni her ne kadar tek bırakmak istemese de zorla da olsa onu işine gönderebilmiştim. Benim yüzümden zorluk çıksın istemezdim. Evde sıkılmıştım artık, deniz kenarına geldim, bu durumda buraya gelebileceğimi biliyordum. Zaten başka nereye gidebilirdim ki? Gizem’in ısrarla aramalarını ve görüşme isteklerini reddediyordum hep. Taşların üzerine geçip oturdum. Dalgalar bugün daha çok hırçındı. Dalganın bu hırçınlığını içimde yaşarken dalgayla aynı kaderi yaşıyormuşçasına gözlerimi kapatıp sesi dinledim. Ayağa kalkıp taşlardan inerek denize doğru yürüdüm. Rüzgârda savrulan saçımı geriye itip ilerlemeye devam ettim. Birazdan bu dalgalar beni alıp götürse, ben o dalgalara uyar kaybolurum.

İçimdeki huzursuzluk suyla beraber daha çok hırçınlaşıyordu. Daha fazla yürümek, daha fazla kaybolmak istiyordum. Boğulmadan önce boğulmaktı bu yaşadığım ve ben ölümün ucundaki bir cesettim.

Denizin ortasına yaklaşamadan su neredeyse yüzüme kadar çıktı. Oysa amacım ölmek değildi, sadece şu anın içinde kaybolmak istiyordum. Biraz sonra da hep yaptığım gibi bu soğuk suda yüzecektim. Gözlerimi kapattığım anda kolumdan tutulup geri çekilmem bir oldu. Yüzümü kapatan sudan uzaklaştığımda arkama döndüm. Ruman’ı karşımda görmeyi düşünmezken onun beni engellemesi kızdırdı.

"Ne yapıyorsun sen Aymira? Hadi çık şu sudan." Kolumdan tutup beni çekiştirmeye başladı. Sudan çıktığımız an da öfkeli bakışları beni buldu. Bu hâlime vereceğim bir cevabım yoktu.

"Böyle bir şeyi nasıl yaparsın Aymira? Canına kıymayı nasıl düşünürsün?" Yine cevap vermedim. Yanından geçip giderken hızla peşimden geldi. Beni durdurup sarıldı. Kollarım yanı başında sallanırken geri çekilip yüzümü ellerinin arasına aldı. Canıma kıymayı düşündüğümden değildi bu, bilakis böyle düşüncem bile yoktu. Sadece yüzecektim. Kendimi ifade etmek istemedim.

"Nasıl korktum, sana yetişemeyeceğimi zannettim." İlerideki taşlara doğru yürüyüp oturdum. Ruman bana bakmayı sürdürüp, "Hasta olacağız, bize geçelim de üstümüzü değiştirelim," deyince başımı iki yana salladım. Hiçbir şey yapmak istemiyordum.

"O zaman ilerideki mağazadan alalım bir şeyler." Tepki vermeden yanından kalkıp dediği yöne doğru ilerledim. Önümüze düşen ilk mağazaya girip kıyafetleri aldıktan sonra mağazadan çıktık.

"Biraz konuşalım mı?" Sorusuna olumsuz cevap vermek geliyordu içimden fakat biriyle konuşmazsam da içimde biriken bu berbat histen arınamayacaktım.

Tekrar deniz kenarındaki taşlığın üzerine oturduk. Ruman, elimi kavrayıp, "Hastaneye gelmiştim ama seni görmeme izin vermediler," diyerek üzüntüsünü ortaya koydu. O günü çok iyi hatırlıyordum. Bu onların katında normaldi. Şaşırmadım, bilakis annemin bunu yaptığını tahmin edebiliyordum.

“Sana bunları kim haber veriyor Ruman?” Önce anlamadı sorumu, ama ben çok iyi biliyordum. Yüzümde öfke vardı. “Söyle ona beni rahat bıraksın.” Şimdi daha iyi anladı. Yüzünde bozguna uğradığına dair bir ifade vardı. Beni saf yerine koymalarından bıkmıştım artık.

“Aymira, ben…”

“Özür dilerim, sana suç bulmak istemedim. Ama ona söyle, beni mahvetmekten vazgeçsin. Korkak gibi kaçmaktan da…” İç çekti. Sesimdeki tını ruhsuzdu.

“Peki, sana ne oldu? Neden böylesin Aymira. Korkuyorum.”

“Öldüğümü varsay,” dedim sitemle. Bir şey diyemedi. Önüne dönerek benim gibi bir müddet denize baktı. Ölüden farkım yoktu. Zaten neden yaşıyordum ki neden bu kadar acı vardı? Yok olmalıydım, her zerrem kül gibi savrulmalıydı. Hiçbir şey ifade etmeyen bu hayattan bıkmıştım. Ruman sessizlikten istifade ederek mırıldandı:

"Sabredenlere, felâketlere karşı dişlerini sıkıp göğüs gerenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir." (Zümer suresi 39, 10)"

Okuduğu ayetle hızla Ruman’a baktım. Boğazıma sert bir yumru oturmuşçasına konuşamadım. Şu an bu sessizliğimden dolayı vicdan azabı yaşıyordum. O günde isyan ettiğimde ezan sesiyle uyanmıştım gerçeklere, şimdi de Ruman’la… Uzun zamandır aklıma gelmeyen inançlarımı hatırladım. Ruman bana bunu hatırlatmakla kalmayıp, beni kör bir karanlıktan çıkardı. Sanki gözlerim bu inançlara kapanmış, görmek istemez gibi kendi sessizliğine bürünmüştü.

Ellerimle yüzümü kapattım. Yanan gözlerimi ufalayıp tekrar Ruman’a baktım. Kendimle başa çıkamadığım bu durumdan birden çıkarması yine ona olan minnetimi öne sürdü.

"Ben ne yapıyorum Ruman?" Ruman bedenimi şefkatle sarmalayıp, "Geçti," dedi. Geçmiş miydi sahi? Geçemeyecek bir izi vardı incinmiş kalbimin en derin yanında. Geçer miydi bilmiyordum.

"Ben gidiyorum Ruman." Ruman bedenimden ayrılıp, "Nereye?" dedi.

"Bunu ben de bilmiyorum." Dediklerimle yüzünü düşürdü. Kolunu sıvazlayıp, "Gitmezsem iyi olamayacağım," diyerek sözümü tamamladım. Önceden olsa buralardan uzak durmak üzerdi fakat şimdi üzüldüğüm yerden kaçmakla buluyordum çözümü. Bu her şeyin en hayırlısı olacaktı.

"Sen nerede kendini iyi hissedeceksen orada ol Aymira, ben hep senin yanındayım biliyorsun."

"Biliyorum, iyi ki varsın." Oturduğum taştan kalkarak veda ettikten sonra yanından ayrıldım. Telefonu cebimden çıkarıp Oğuz'a sahilde buluşmak için mesaj attım. Ani kararımdan ötürü hoş davranışta bulunmasa da bu kararımda emin adım yürümeliydim. Önceliğim Oğuz’dan kurtulmak olacaktı, gerisi zaten hallolurdu.

Oğuz, çok geçmeden görüş alanıma girdi. Hızla arabadan inerek yanıma geldi. Temas kuracakken geri adım atıp, "Boşanacağız Oğuz," dedim. Hiçbir şey umurumda değildi bundan sonra. Bu olmaması gereken bir evlilikti, şimdi ise bu evlilik bitecekti.

"Hadi ya, ne zaman karar verdik buna?" Alaycı sözlerine rağmen yüzümü düşürmeyip, "Ben karar verdim, sen de kabul edeceksin," deyip net bir şekilde konuştum.

"Boşanabilirsen ne ala!" Arabaya doğru yürüyüp, "Boşanırsan bana da haber ver tamam mı?" deyip arabaya bindi. Öfkeyle ayağımı yere vurup, "Bir gün boşanacağız Oğuz," diyerek bağırdım. Oğuz, beni umursamıyordu, arabasını süratle sürerken arkasından koskoca yıkım bıraktı. Bu sefer ben de kararımın arkasında duracaktım. Tehditleri, yapacakları umurumda değildi.

Bir hafta sonra

Barış’ın sayesinde Oğuz’la boşanmıştım. İlk defa beni sevindiren bir durum olmuştu bu. Hızlanan duruşma, ilk celsede verilen karar hep Barış sayesindeydi. Onun tanıdıkları işe girişince boşanma işi de kolay olmuştu. Olanları da anlatınca benim haklılığım göz önünde bulunduruldu. Ki bir ruh hastasının hayatımda olması kadar suçluluk addeden durum vardı ailem adına. Hatta Oğuz’a altı ay gibi bir ceza verilmişti. Azdı ama buradan gitmem için beni engelleyecek kimse yoktu.

Öğretmenlik yapacağım yeri öğrendiğim günden beri huzurluydum. Yüzümdeki gülümseme çoğaldı. İstanbul'dan ayrılacaktım. Yeni hayatıma yeni bir benle başlayacaktım. Kalbimi saran heyecan bütün enerjimi yerine getirdi. Oğuz’dan boşanmam hatta yeni bir hayat için şehir değiştirecek olmam çözüm gibi geliyordu. Babamla annem boşandığımı öğrenince delirmişlerdi ama onları duymazlıktan gelmiştim. Benim yaptığım fedakârlık kendime bir ölüyü teslim ediyordu.

Bugün gidecektim, burada bir dakika kalmaya niyetim yoktu. Yanımda kimse olmayacaktı belki de, bu beni incitmeyecekti. Alışmıştım bu duruma, canım yanacaktı belki ama üzülmeyecektim artık. Barış’a söylediğimde kısa zamanda burada olacağını beni kendisinin bırakacağını söyledi. Reddetmedim. Ruman’a söylediğimde orada arkadaşının olduğunu ona haber vereceğini söyledi, bunu da reddetmedim. Sadece onu görmeden gideceğim için buruktum. Aslına bakarsam hiç kimseyi görmek istemiyordum.

Bilgisayarı kapatıp dolabımın başına geçtim. Çok kıyafet almayacaktım, üzerimde düzgün duracak kıyafetleri seçip yatağın üzerinde duran valizime koydum. Önceden aldığım tesettür kıyafetleri Oğuz'un evinde kaldığı için üzülsem de fazla umursamadım. Yenisini almaya zamanım olurdu elbette. Sırt çantama ise gerekli eşyalarımı ve Meryem'in verdiği kitapları koydum. En azından Barış bunları benim için getirtmişti. Son kez annemle ve babamla konuşmak için gelmiştim bu eve. Birkaç parça eşyamı almam gerektiği içinde mecbur sabahtan gelmiştim.

Aşağıya indiğimde salonda oturan annemle babam bana baktı. Elimdeki valizleri görünce sorgular gözlerle bana bakmayı ihmal etmediler. Barış’ta gelmişti, kapıyı kapatmadan beni bekledi.

"Kızım, nereye?" Annemin sorusuyla valizi bir köşeye koyup yanlarına yaklaştım. Ona bakarken içimde soğumayan öfkeyi hissediyordum. Sertçe nefesimi soluyup, "Gidiyorum," dedim. "Öğretmenlik için atamalarım oldu. Hem inançlarımı..." Annem sözümü tamamlatmadan, "Saçmaladığını zannediyordum bu konuda," dedi, başımı iki yana salladım. Benim bundan vazgeçtiğimi düşünmeleri gülünç vericiydi. Annemin çehresi sertleşince babama baktım. Babamın da annemden farkı yoktu.

"Hayır, tam da en doğru kararı verdiğimi düşünüyorum. Hem siz istemediniz mi hayatınızdan çıkmamı? Orada bana ölmemi söylemediniz mi? Sizin için öldüğümü varsayın, ben öyle sayıyorum." Sesim ilk defa bu kadar emin ve sert çıktı. Annemle babam önce birbirlerine baktılar. İkisinin de değişmeyen ifadeleri şaşırtmadı, bilakis artık daha emin oldum her şeyden.

"Bizi bu yüzden arkanda bırakıyorsun yani öyle mi?"

"Hayır anne. Bunu ben değil, siz yaptınız. Beni o odada ölüme terk ettiniz. Şimdi beni suçlu olarak göremezsiniz." Kaşları çatıldı. İlk defa değildi bu aramızdaki mesafem ama ilk defaydı onlara karşı yaklaşımım. Artık gerçekler konuşulacaktı.

"Git," dedi babam öfkeyle. "Bu inançla yaşayacaksan biz yokuz." Hayal kırıklığı içerisinde babama bakıp, "İnançlarımdan ötürü ben sizi arkamda bırakmıyorum ama siz inançlarım yüzünden beni hayatınızdan çıkarıyorsunuz. Hem de acımasızca, ölümümü isteyecek kadar öfkeyle," diye söylenmem ile babam sert bir üslupla, "Bu konudaki düşüncelerimi biliyordun," dedi. Omuzlarım umutsuzlukla düşerken babamın bana karşı olan tutumuna anlam veremedim. Ben değişmiyordum, sadece onların inandıklarına inanmıyordum. Oysa ne çok isterdim kabahatlerini anlamalarını. Bir özür yoktu dillerinde.

"Zaten beni hiçbir zaman önemsemediniz baba, şimdi de size yalvarmıyorum. Zaten bundan sonra siz değil ben istemiyorum sizi. O odada beni arkanızda bıraktığınız an sizi bitirdim." Valizimi aldığım gibi evden çıkmaktı amacım ama babam, “Cüzdanını ve anahtarı sehpanın üzerine koy,” demesi ile kalakaldım. Bu kadarını da yapmaz dediğim ne varsa yapıyorlardı. Hiç düşünmeden cüzdandaki paraları ve anahtarı sehpanın üzerine koydum. Zaten neden almıştım ki bunları? Yüzlerine dahi bakmadan evden çıktım. Barış peşimden gelmemiş içeriye girmişti. Seslerini duyuyordum ama dinlemiyordum. Sadece Barış sesini yükseltmişti. Babama, “Nasıl anne babasınız siz,” dediğini biliyordum. Babamın arkamdan bağırdığını duysam da dönüp bakmadım. Kendimi anlatmaktan yorulmuştum. Bana böyle cephe almaları canımı yakıyordu. Yanağıma ilişen gözyaşımı silip arabaya geçtim. Barış arabayı çalıştırmadan önce bekledi. Nefes alamıyordum. En çok da bu durum beni yiyip bitiriyordu. Gülümsemekle ağlamak gibi bir girdaptaydım. Geride bıraktıklarım oysa hiçbir şeyim değilmiş, ailem beni böyle yok saymışken nasıl bir hatıra saklayabilecektim? Bundan sonrasıydı ilerleyişim, mutlu olabilecek miydim bilmiyordum ama mutlu olmak için çabalayacaktım. Ve ben, artık bambaşka Aymira olmaya gidiyordum. İlk defa dimdik; ağlamadan, feryat etmeden...

Loading...
0%