@rumeysadoganm
|
Ailemin beni arkalarında bırakmaları çok olmuştu. Şimdide ben onları arkamda bırakıp kendime kurduğum hayata adım atıyordum. Yeni bir şehir, yeni bir düzen beni o hayattan uzaklaştıracak mıydı bilmiyordum fakat bunun için çaba göstermek benim elimdeydi. Geçmişimin en büyük yarasını taşıyordum. Beni hayatlarından çıkaran ailemin terk etmeleriydi bu. Elimdeki valizi kenara koydum. Barış, kendimi toparlamamı bekledi. Bu durum çok sürmedi. “Beni sık sık haberdar ediyorsun tamam mı? Eğer Oğuz gelirse haberim olacak. Manyak o adam, içeriden kaçar falan…” İçeriden kaçmasına gerek yoktu, o girdiği yerde bile beni rahatsız etmeyi pek ala başarırdı. “Tamam abicim.” Dalga geçtiğimi bildiği için kaşlarını çattı. Biraz olsun iyi hissetmek için bir şeyler yapmam gerekiyordu. Neşeli gözükmeliydim, en azından Barış’ın içi rahat etsin diye bunu yapmalıydım. Aklı ben de kalırsa içim rahat ermezdi. Cüzdanını çıkardı ve kart uzattı. “Bunu alamam.” “Aymira, farkındaysan üzerinde beş kuruş yok.” Doğruydu. Babam sayesinde ortada böyle kalakalmıştım. Sonra cüzdanında ne kadar para varsa çantama koydu. Verdiği para çok fazlaydı. Tam ağzımı aralamıştım ki, “Bak şimdi ya, hadisene kızım git artık. Abini kızdırıyorsun,” dediği an gülüşüm çoğaldı. Sıkıca sarıldım. Sanırım bu süre zarfında Barış’la uzak kalmam benim için en zor olanıydı. O da duygusaldı biliyordum. Gözlerime bile bakmadan arabasına geçti. Binaya girmemi bekledi, onu bekletmeden binaya girdim. Son kez geriye baktığımda yanağındaki ıslaklıkları gördüm. Yine öz abim olmasını ne çok isterdim dediğim yerdeydim. Gülümseyerek el salladı. Elinde olsa yanımdan ayrılmazdı ama böyle yaşanmazdı ki. Bana başka şehre gidelim dediğinde bile ciddiyetini bildiğimden ona asla hissettiklerimi belli etmemeye çalışıyordum. Ona gidelim desem hiç tereddüt etmez giderdi benimle. O, benim hayatımdaki en güzel insandan biriydi. Onun düzenini bozamazdım, o en azından kendi dünyasında yaşamayı bilen biriydi. Nefesimi düzene soktum. Artık bu dünyada bana ayrılan bir yer olacaktı. Adımladım. Sanki her adım atışım ıstırap vericiydi. Gözlerimi kapatıp nefesimi soluyarak ilerledim. Üçüncü kat olduğunu bilerek asansöre bindim. Kalbimin atışına engel olamıyordum. Karşılaşacağım kız nasıldı, beni nasıl karşılayacaktı merak konusuydu. Elimdeki bütün özgüveni binaya girerek sağladım. 12. dairenin önünde durdum. Çekingenliğimi kenara atıp zile bastım. Sanki yeni hayatımın yeni aralanan kapısıydı burası. Çok geçmeden kapı açıldı. Karşımda oldukça genç bir kadın duruyordu. Birkaç saniyenin ardından gülümseyip, “Aymira?” dedi soru sorarcasına. Tatlı sesiyle sıcacık oldum. Başımı salladığımda kocaman gülümsedi. “Benim,” dedim gülüşüne karşılık verip. Kenara çekildiğinde ayakkabılarımı çıkarıp içeriye girdim. Elimdeki valizi köşeye bıraktığımda önce ne yapacağımı bilmeden bana bakan Maşita’ya döndüm. İlk önce birbirimize yabancı kaldık ama çok geçmeden samimi tavrını ortaya koyup bana sarıldı. Yıllarca görüşmeyen iki dost gibiydik. “Sabahtan beri Ruman beni aradı. Valla ben de merak etmedim değil.” Aklıma gelmeyen telefonla, “Kapatmıştım, açmayı unutmuşum,” deyip valizimle beraber ilerledim. Maşita, bana kalacağım odayı gösterince, “Sen biraz dinlen, daha sonra tanışma faslına geçeriz,” deyince başımı sallayıp onaylamakla iktifa ettim. Yanımdan ayrıldığında ben de valizimi köşeye koyup öylece odaya baktım. Ev büyüktü. Kaldığım oda ise oldukça ferah duruyordu. Odanın ortasında toprak ve krem renklerinin hüküm sürdüğü orta büyüklükte bir yatak bulunurken hemen yanında aynı tonlarda bir gardırop bulunuyordu. Diğer tarafı büyük camekândan yapılmış ahşap kapıdan oluşurken kapı balkona çıkıyordu. Duvarlar mat gri renginden oluşurken tavan krem rengindeki straforla dekoratif edilmişti. Büyük bir avize büyük odanın uyumuna eşlik etmişti. Zeminde ise kilim vardı. Köşede duran çalışma masası ve ufak kitaplık işime yarayacaklar listesindeydi. Yatağa oturup bir müddet duvarla bakıştım. Kendimin de kabul ettiği bu hayat kalbimi bir yerde sıkıştırıyordu. Zamanla alışılacak meseleler vardı fakat unutulmayacak, geçmeyecek yaralar da vardı. Sadece kabuk bağlayacaktı fakat yine de o kabuk hep kanayacaktı. Gözlerimi kapattığımda onu hastane önünde görüşüm aklımda geldi. Bendeyken benden kaçışı hangi kabullenişimi bana inandırırdı ki? Ben ona elimi uzattıkça o hep elimi yok saymıştı. Sırt üstü yatağa yatıp, “O yok Aymira, o hiç olmadı. Kabullen artık,” diyerek kendi kendime konuşmama güldüm. Cenin pozisyonuna yattığımda kıvrılan dudaklarım yerini hüzne boyadı. Ardından gözümden bir damla yaş süzüldü. Kalbim bir gökyüzü olsaydı hep yağardı. Şimdide kalbimdeki mevsim geçişine oldukça alışmıştım. ... Mutfaktan gelen sesle oraya yönlendim. Maşita masayı kuruyordu. Korkmasın diye boğazımı temizleyip yanına ulaştım. Sesi duyunca yüzündeki gülümseme yine hiç silinmeden bana baktı. Sanırım her şey hazırdı. “Yardımda edemedim, kusura bakma.” Elindeki tabağı masaya koyup, “Ne kusuru, otur da yemeğe başlayalım,” deyip geri çektiği sandalyeye oturdu. Çorbamı yudumlarken bir yandan ekmekleri kesen Maşita’yı izledim. “Böyle aniden teklifimizle seni de rahatsız ettik.” Dirseklerini masaya dayadı ve hiç bilmediğim bir ifade yüzünde gezindi. Bu beni rahatsız etmese de böyle çat kapı iş yapmak hoşuna gitmemiş olabilirdi. “Bunu zamanla göreceğiz, seni tanımam için önce beraber yaşamalıyız değil mi?” Bunu umursama der gibiydi. Oysa umursamamak için çabalıyordum ama içim içimi yiyordu. Zamanın beni sürüklediği yerde nasıl bir hayatla karşı karşıya kalacaktım bilmiyordum. “Peki, bir yabancıya güvenebilecek misin? Ben belki arkadaşının kefil olduğu kişiyim ama sonuçta birbirimizi tanımıyoruz.” Gülümsedi. Saçmaydı sanırım dediğim. “Ben bu zamana kadar birçok kişiyle ev arkadaşlığı yaptım Aymira. Sen ilk değilsin.” Kaşlarım aralandı. Artık başka soru sormamam gerektiğini anladım. Suyundan bir yudum alıp, “Ee anlat, madem beraber kalacağız seni tanımak isterim,” deyip göz kırptı. Dirseklerimi masaya dayadım. Kendimi ifade etmeyi pek sevmesem de, “Madem beraber kalacağız seni uzun hikâyemle bunaltmak istemem,” dememle bu sefer sanırım açıkça konuşan ben oldum. Lakin artık bir hikayem yoktu. Ben Ankara’ya adımımı attığım an yeniden, sıfırdan bir hayata başlamıştım. Geçmişi silip atmam zor olacaktı ama buna mecburdum. “Herkesin hikâyesi uzundur, sen sadece benim bilmem gerektiği kadarını anlatsan yeter.” Gülüp, “İstanbulluyum. 27 yaşındayım. Çok fazla merak edilecek bir yanım yok aslında, İstanbul’dan kaçtım Ankara’dayım,” deyip gülüşümü çoğalttım. “Ben de buralıyım fakat ailem babamın işi nedeniyle İzmir’de oturuyorlar. 28 yaşında iki yıllık memurum. İki yıl oldu buraya geleli, seneye düğünüm var Allah nasip ederse. Oradan senin memlekete gelin gideceğim.” “Nişanlın?” “Kendisi din görevlisi. Şu an eğitim için başka bir şehirde. Eğitimi uzun sürdüğü için düğünde seneye kaldı.” Nişanlısını anlatınca parlayan gözleri gülümsetti. İri kahverengi gözlerinde ise içimi sıcacık eden bir his vardı. “Çok mutlu olun,” dedim heyecanına ortak olarak. “Teşekkür ederim,” deyip son lokmasını alarak masadan kalktı. Ben de tabağımı bitirip masadan kalkarak mutfağı toparlamaya yardım ettim. Kendimden bahsederken her şeyin yarım daire içerisinde oluşu kendimi oldukça tuhaf hissetmeme neden oluyordu. Son birkaç aydır yaşadıklarım beni bu yarım dairenin içerisine sokmuştu. En çok da evliliğim beni buna itmişti. Şimdi Oğuz’dan boşanmış olup apar topar buraya gelmem neyi ortaya koyacaktı bilmiyordum. Telefonumun titremesi ile elim cebime gitti. Telefonu alıp ekrana bakmamla bir can sıkıntısı daha oluştu. Oğuz’un art arda aramasını şimdi fark edebildim. Ardından mesaj attığını görerek mesaj kutusuna gittim. Şaşırdım, nereden sokmuştu telefonu içeriye. “İstediğin kadar kaç Aymira, sen benim hâlâ karımsın. Neleri önümüze serdin göreceksin zamanla. Şimdilik sadece sana zaman veriyorum, kafanı toparladıktan sonra yeniden konuşalım. Beni tıktırdığın bu yer engel değil hiçbir şeye.” Bir an duraksadım. Şu an bembeyaz kesildiğimi anlayabiliyordum. Telefonu öfkeyle kapatıp cebime koydum. Oğuz’un benden uzaklaşması mümkün değildi. Koluma dokunan elle, boşlukta olan bakışlarımı Maşita’ya çevirdim. Endişeyle bana bakıyordu. “İyi misin? Betin benzin attı.” Başımı gayriihtiyari bir hareketle sallayıp, “Biraz dinlenmem gerekiyor sanırım,” diyerek mutfaktan çıktım. Oğuz’un bu tavırları beni iyi hissettirmiyordu. Sırtımı yatak başlığına dayayıp telefonu kurcaladım. Ruman’a mesaj atarak her şey için teşekkür ettim. Onun sayesinde ev arayışına girmemiştim. Şimdilik burada kendi düzenimi kurup İstanbul’u arkamda bırakmalıydım. Zaman ne gösterirdi bilmiyorum fakat şimdilik Ankara’da kalmalı oradaki sıkıntıyı bir kenara atmalıydım. ... Eşyalarımı yerleştirme işim bittiğinde önceliğim etrafı incelemek oldu. Maşita, işi olduğunu söyleyip dışarıya çıkmıştı. Ben de evi öğrenme adına bir şeyler yapmak istedim. Mutfağa geçip öncelikle dolapları kurcaladım. Eşyaların yerlerini öğrendiğimde ısıtıcıya su koyup köşedeki raftan bitki çaylarından birini seçip ısınan suyla beraber çayı hazırladım. Odama geri dönmemin ardından önceliğim Meryem’in verdiği kitaplardan birini okumaktı. Bardağı masanın üzerine koydum ve kitabı açıp kaldığım yerden devam etmeye başladım. Sanırım 25 ya da 30 dakika sonra başımın ağrıdığını hissettim. Kitabı kapattığım gibi bacaklarımı kendime çektim ve geriye yaslandım. Çayım soğumuştu ama mühim değildi. Avuçlarımın arasına sıkıştırdığım kupayla beraber balkon kapısından görebildiğim dışarıyı seyrede durdum. Şu an o kadar dingin bir vakitti ki bu sessizlik zihnime hiç iyi gelmemişti. Çok fazla düşünüyordum. Kupayı masaya koydum, en azından yatıp uyumak iyi gelecekti. Uzandım yatağa ve kapattım gözlerimi. Nafileydi, uyuyamıyordum. Salona geçtim, televizyon yoktu. En sonunda balkona çıkıp sandalyelerden birine oturdum. Sokakta oynayan çocukları izlemeye başladım. Burası benim odama bakan cadde gibi değildi; cıvıl cıvıldı, ister istemez bana iyi geliyordu. “Az balkona top kaçırmadılar.” Maşita’nın ne zaman geldiğini anlamamıştım ama o çoktan karşımdaki sandalyeye oturmuştu. Gülümseyerek çocukları izliyordu. “Şu an bir vaka ile karşılaşmadım.” “Vaka karşısında top kesen Mehmet amca gibi olma sonra.” Güldüm bu tabirine. “Bilemem artık, yedek bir bıçak mı koysak balkona?” “Sonra komşu teyzeler kapımıza dayanırsa seni veririm ellerine sonrasına karışmam.” İkimiz de gülerken çocukların bu hâlleri bize dünya dertlerini çoktan unutturduğunu anladım. “Eee taze öğretmen var mı heyecan?” İkimizde çocuklardan aldık bakışlarımızı. “Bilmem, şu an hiçbir şey hissetmiyorum desem tuhaf mı olur sence?” “Normal bir durum bence. İlk gün daha iyi anlarsın.” “Yok yok, ben tuhafım bence.” Heyecanlı mıydım bilmiyorum ama mutluydum. Beni yeni bir hayatın içine sokmuştu bu durum. Belki de daha bir şeyleri atlatamamanın verdiği bir endişe vardı. O yüzden heyecanımı tam yaşayamıyordum. İşi olduğunu söyleyerek yanımdan ayrıldığı an telefonum çaldı. Ruman’ın arıyor oluşuyla keyfim yerine gelmişti. Çok bekletmeden telefonu açtım. “Selamun aleyküm.” Neşeli çıkan sesine, “Aleykümselam,” diyerek karşılık verdim. Hâl hatır sormadan sonra Ruman’ın şirketten ayrıldığını hatta babamın bizzat buna sebep olduğunu öğrenmiştim. Söylemek istememişti ama onu zorlamam işe yaramıştı. “Ne yapacaksın peki?” “Ben her türlü kendime iş bulurum Aymira, bence bunu düşünmek bile saçma.” “Evet, bu doğru ama benim yüzümden işinden oldun.” “Bence çok iyi oldu, sen olmayınca olmuyor.” O, neşeli olmaya çalışsa da ben, onun kadar değildim. O kadar çok şeye yol açmıştım ki, bu beni vicdanen rahatsız ediyordu. Uzun uzun konuştuktan sonra telefonu kapattık. Ben ona çok şey borçluydum ama en çok zararı verende bendim. … Maşita odasına çekildiğinde ben de can sıkıntısından odada bir sağa bir sola yürümeye başlamıştım. Okuduğum kitaplar yetmiyordu. Aklıma gelenle iki kupa çay hazırlayıp Maşita’nın kapısını çaldım. Çok geçmeden sesini duyunca içeriye girdim. Yorgun bakışlarını bana çevirdiğinde masadaki kalabalık dikkatimi çekti. Sabahtan bu yana yaptığı işin yoğunluğunu görünce gerçekten de iyi işi çıkardığını anlayabildim. Kupayı önüne koyup, “İşin yok değil mi, oturabilir miyim?” diye sordum. Boynunu esneterek konuştu, “Tabii, ben de biraz ara vermiş olurum. Tutulmuş her yerim,” deyince yatağının ucuna oturdum. Maşita elindeki kalemi kenara koyup bana döndü. Kupayı ellerinin arasına alarak, “Yerleştin mi?” diye sorduğunda olumlu şekilde başımı sallayıp çayımdan bir yudum aldım. “Sanırım okul dışı da çalışıyorsun.” “Kendime göre küçük bütçeli işler.” “Anladım.” Gözlerini kısıp bana baktığında kendimi ele verir gibi, “Maşita bana yardımcı olur musun?” dedim en sonunda. Kendi kendime yetemiyordum. Maşita anlamsızca bana baktı. “Ne hakkında?” deyince ona sadece girdiğim bu dinle ilgili her şeyi anlattım. Ruman, Maşita’dan biraz bahsetmişti, bu yüzden bir tek ondan yardım alabilirdim. Şaşkınlıkla beni dinleyip, “Anlatırım elbette,” deyip içimi rahatlatacak cevabı verdi. Ben, çoğu durumun eksikliğini yaşıyordum. Şimdi bununla tek başına başa çıkamazdım. Belki daha yeni tanışmıştık fakat bu konuda çekinmem doğru olmazdı. Özellikle konu buysa ondan yardım almam en doğrusu olurdu. “Ben, nereden başlayacağımı bilmiyorum. Belki hiçbir şeyi bilmiyorum fakat buna nasıl adım atacağıma karar vermek epey güç.” “Sen yolun başındasın Aymira, zamanla yol seni kendine çekecek. Eğer bu yola sen girdiysen devamı zaten seni bekliyor. Kendini üzme, ben sana her konuda yardımcı olurum.” Elini tutup, “Teşekkür ederim,” dedim. İçim rahatlamıştı. En azından ev arkadaşı olarak geldiğim bu kadına ilk adımı ben atmalıydım. Elimin üstüne elini koyup, “Ne demek,” deyip gülümsedi. Şu an sırtımdaki yük biraz olsun hafifledi. Boş bardakları alarak odadan çıktım. Yüzümdeki gülümseme çoğalırken odaya geçtim. Raftan kitapları alarak tekrar tekrar okudum. Okuduklarıma daha fazla odaklanmak istiyordum, satırlar her ne kadar bünyemi zorlasa da Maşita’nın dediği gibi yol beni elbette istediğim yere götürecekti. ... Girdiğim tesettür mağazasında gözüme çarpan yere ilerledim. Köşede duran şallara ve eşarplara dokundum. Diğer örtülerim İstanbul’da kalmışken şu an karşımda duranları aldım. Bunun için irademi zorluyordum. Daha ne kadar bekleyebilirdim ki? Hemen ileride ise birkaç kıyafet gözüme çarptı. Biri feraceydi. Heyecanla onu da aldım. Şimdilik bunlara karar verdiğimde rahatladığımı hissediyordum. Zamanla bu mesele de içimde hallolacaktı biliyordum. Kasaya gidip ücreti ödeyerek mağazadan çıktım. Elimdeki poşet beni hiç olmadığım kadar mutlu etti. Sanki şekerine kavuşmuş bir çocuk gibiydim. Şimdilik her şey yolundaydı, kendimle mücadelem bitmese de büyük bir mücadelenin içinden çıkmıştım. Bir yanım bu mücadelenin geride kalan kısmıydı sadece. Şehri pek bilmediğim için eve yakın yerden alışveriş yaptım. Şimdi geri dönmem zor olmadı. Maşita'nın, benim için çıkardığı yedek anahtarla eve girip odama çekildim. Maşita evde değildi. Poşetten eşyalarımı çıkarıp boy aynasının karşısına geçtim. Önce feraceyi üzerime geçirip ardından şalı başıma özensizce doladım. Kendime kısa bir bakış attığımda gülümsemem çoğaldı. Hatta o an dudaklarım titredi. Eksik olan parça tamamlanıyor gibiydi. Az kalmıştı biliyordum. Bu inançlar bana nasip olduysa örtünmekte nasip olurdu elbette. Zaman değil miydi insanın ilacı? Düşüncelerim arasında kapım tıklatıldı. Çok geçmeden Maşita kapıda görününce gülümseyerek üzerimdekilere baktı. Yanıma yaklaşıp dağınık duran şalı daha düzgün hâle sokup beni aynaya geri çevirdi. Karşımdaki ben yeni bir kimlik kazanmıştı. Bu heyecan farklı bir heyecandı. Anlatamadığım, kelimeleri bir türlü toparlayamadığım bir hissi bahşetmişti yüreğime. “Çok güzel oldun ama sen.” Şalın kenarlarını içeriye sokup, “Heyecan yaptım sanırım,” dedim. “İlk zamanlar heyecanlanman normal. Ben bile seni böyle görünce heyecanlandım.” Beraber yatağın ucuna oturup, “Sence çok mu yavaş ilerliyorum Maşita?” diyerek yüzümü düşürdüm. Ben nasıl ilerliyordum, ne yapmam gerekiyor ya da ne yapmamam gerekiyordu bilmiyordum. Sanki bir el beni boğuyor gibi hissediyordum. “Öyle şey mi olur. Bak bana 28 yıldır yaşıyorum daha 5 yıldır İslam’ı düzgün yaşıyorum. Sen daha yeni Müslüman oldun. Yeise kapılma. Zamanla yoluna gireceğine emin olabilirsin.” “Teşekkür ederim. Tek başıma olsam yolu bulamazdım.” Elini yüzüme koyup, “Ne istiyorsan benden yardım isteyebilirsin,” deyip ayaklandı. “Hem yemekler soğuyor, hadi mutfağa gel,” demesiyle kaşlarımı şaşkınlıkla araladım. “Sen evde miydin?” “Yok yeni geldim. Dünden kalan yemekler vardı senin içinde sıkıntı olmazsa.” “Yok olmaz, geliyorum hemen.” Maşita odadan çıkınca ben de üzerimdekileri çıkarıp odadan çıktım. Attığım adımda Maşita’nın yardımı olması beni huzurlu hissettirdi. Şimdi yeni bir hayata değişerek adımımı atıyordum. Bu değişim beni yeni bir Aymira’yı meydana çıkaracaktı. “Senin yok mu bir hikâyen?” Ağzındaki lokmayı yutup, “Var,” dedi. Gülüşünün altında farklı bir durum var gibiydi. Sohbetimizin ortasında yine kendi hikâyelerimize dönmüştük. Bu keyifliydi, Maşita’yı tanımak bana Ruman’ı hatırlatıyordu. “Ben Müslümandım ama sözde Müslüman. Çok fazla rahat davranır, Müslüman’a yakışmayan tavırlarım olurdu. Yirmili yaşlarımda bir anda bu depresif hâller olur ya öyle bir gençlik yaşıyordum. Bir gün bir arkadaşla tanıştım. Çok güzel giyinirdi, tesettürü tam İslam’ın kurallarına göreydi. İlk başta sinir olurdum kıza, sessiz sakin biriydi ama sanki kendi eksikliğimi görmenin hırsıydı bu. Bir gün bu kızı takip ettim. Bir kursa geldi. Tam kursa girecekken beni fark etti. Yaptığımın yanlışıyla vicdan azabı çektim ilk, fakat kız bana oldukça sakin davrandı. Yanıma gelip sakinlikle, ‘Gelmek ister misin?’ dedi. Şaşırdım bu duruma tabii. Önce çekindim sonra kızla nasıl olduysa içeriye girdim. Gel zaman git zaman içimde taşmaya müsait olan yapım beni kendime getirdi. O kız sayesinde maneviyatı buldum.” Kaşlarım şaşkınlıkla havalandığında, “O kız Ruman’dı,” dedi. Bu daha da şaşırmama neden oldu. “Arkadaşlığınız böyle başladı yani.” “Aslında akrabaymışız, ben bilmiyordum aslen duyuyordum ama çok görüşmediğimiz için bilmiyorduk. Kevser teyzenin kocasıyla babam kuzenmiş. Ben il dışında okuduğum için hep onlar görüşse bile ben görmezdim.” Sesindeki hüznü görünce, “Ailen?” dedim sorgulayıcı ifadeyle. “Yok, ailem Müslüman ama bu kadar muhafazakar değil. Mesela annem kapalı değil, namaz kılmazlar. Babam cumadan cumaya camiye gider. İşte kimlikte İslam yazması yetmiyor maalesef.” Anlayışla başımı salladım. “Üzülme, bak benim ailem hiçbirine inanmıyor,” dememle depresif hâlden çıktık. Kıkırdadım. Maşita ise buruk bir tebessüm sundu bu hâlime. Yemeğimize kaldığımız yerden devam ederken ikimizde sessizleştik. ... Bütün gece uyuyamamış, sabah ezanıyla gözlerimi aralamıştım. Tüm gece kâbuslarla kıvranıp durmuştum. Yataktan kalkarak odadan çıktığımda Maşita’nın odasının aralık kapısından ışık sızıyordu. Yavaşça oraya ilerledim. Aralık kapıdan gördüğüm Maşita namaz kılıyordu. Bir süre o manzaraya takıldım. Hafif gece lambası vardı odada. Yan taraftan siluetini görebiliyordum. Başörtüsünün üzerine renkli büyük bir başörtü takmış, örtü bütün uzvunu kapatmıştı. Önce ayakta dikeldi, buna kıyam deniyordu sanırım. Bir müddet durdu, sanki namaz onu dış dünyadan soyutlamış gibi yavaş ve huzurluydu. Eğildi, fısıltı hâlinde birkaç şey söyledi. Imm bunun adı sanırım rükûuydu. Bunları Meryem’in bana verdiği kitaplarda okumuştum. O kitabı Meryem’in dediği gibi yakın zamanda okumuştum. Eğildi, kalktı, oturdu derken sabah namazını eda etti. Öyle güzel görünüyordu ki gülümsemeden edemedim. Namaz kılan insan gerçekten huzurlu gözüküyordu, bunu ilk Hamza’da fark etmiştim. Sanki bir el vardı ve o el namazda sıkı bir bağ oluyordu. Kuruyan boğazımdan ötürü yutkunamadım. Bu görüntüyü aklımda yer edindirip mutfağa yöneldim. Su doldurup birkaç öğrendiğim bilgilerle oturarak ve üç yudumda içtim. Sünnet diye okumuştum kitapta. Ben peygamberi çok tanımıyordum ama onu tanımak için çok okuyordum. İlk hayatını kısaca okurken fazlasıyla üzülmüştüm. Çektiği acıları, karşılaştığı mücadeleyi, inançları için nelere katlandığını bir bir okumuştum. Onu tanımayı, dini daha iyi öğrenmeyi çok istiyordum. Bilgiye aç ruhum vardı. İslamî kitaplar deyince düşünürdüm önceden, ama şimdi sanki ruhum açlıktan kıvranır gibi o kitapları hep istiyordu. “Gelsene.” O an irkildim. Ne ara dalmıştım bilmiyorum ama Maşita çoktan seccadesini yerden kaldırmış bana bakıyordu. O an utandım. Birini dikizliyor görüntüsü vermek istemezdim. “Şey, sadece kapıyı aralık görünce… Yani seni gözetleme gibi bir niyette değildim.” Bu tavrım onu güldürdü. “Sana beni gözetliyorsun demedim ki Aymira, niye sıktın kendini şimdi. Hadi gel.” Kendisi masaya oturmuştu bile. Hatta sesli bir şekilde Kur’an okuyordu. Bir süre onu izledim. Kur’an okuması bittiğinde köşedeki kitaplara uzandı. İşaret koyduğu yeri açtı. Bir müddet satırlarla yüzleşip akabinde dudakları aralandı. Sesli okumasını istediğimi söylememiştim ama o beni anlamış gibi okuyordu. “Resulüm! “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” diye sor ve onlar cevap vermezlerse sen: “Allah’tır” diye cevap ver. Onlara: “Allah’ı bırakıp da kendilerine bile fayda ve zarar veremeyecek olanları dost mu edindiniz?” diye sor. Yine onlara: “Hiç kör ile gören bir olur mu? Yahut karanlıklarla aydınlık hiç eşit olur mu?” diye sor. Yoksa onlar Allah’ın yarattığı gibi yaratan O’na ortak bazı tanrılar buldular da, bu tanrıların yarattığı varlıkların, Allah’ın yarattığına benzemesi kafalarını mı karıştırdı? Sen şöyle de: “Allah, her şeyi yaratandır. O tektir, her şeyi kudretine boyun eğdirendir. (Rad – 16)” Kör; haktan gâfil, Allah’ı tanımayan, O’na kulluğun gereğini bilmeyen ve yerine getirmeyen, kalp gözü kör kimsedir. Gören; hakkı bilen, hakikati kabul eden, Allah’a kulluğun gereklerini bilip yerine getiren basiret sahibi mümindir. Yahut “kör”, Allah’a ortak koşulan putlar; “gören” ise, bu sıfata kemâliyle sahip olan Allah Teâlâ’dır. “Karanlıklardan” maksat, üst üste kat kat yığılmış olan küfür, şirk, cehalet, sapıklık ve isyan karanlıklarıdır. “Aydınlık” ise; iman, ilim, hidayet ve tevhit aydınlığıdır. Azıcık aklı bulunan hiç kimse, varlıkla-yokluk, ölümle-hayat gibi bu kadar birbirine zıt iki şeyin eşit olduğunu kabul edemez. Ayetin devamında Allah’a ortak koşanların, ne kadar gülünç bir durumda olduklarını beyan eden bir soru sorulmaktadır: “Allah’a ortak koşulan putlar, acaba Allah’ın yarattığı gibi bir şeyler mi yarattılar? Böylece onların yarattıkları ile Allah’ın yarattıkları ayırt edilemeyecek derece de birbirine benzedi de, bu yüzden şüpheye mi düştüler? Mesela Allah bir insan yarattı, onlar da başka bir insan yarattı. Dolayısıyla hangisinin yarattığı daha üstün diye kafaları mı karıştı? Ya da Allah bir güneş yarattı, onlar başka bir güneş yarattı. İki güneş birbirine tıpatıp benzediği için ne yapacaklarını, nasıl karar vereceklerini mi şaşırdılar? Bu örneği Allah’ın yarattığı büyük ya da küçük bütün varlıklara uygulamak mümkündür. Böyle bir şeyin imkânı var mıdır? Halbuki, koşulan ortakların bizzat kendileri de dâhil olmak üzere her şeyi yaratan, tek olan ve her şeyi kudret ve hâkimiyeti altında tutan Allah’tır.” Aralarındaki fark güneş gibi aydınlık ve Kafdağı kadar büyük olmasına rağmen hakla batılın ne olduğunu daha iyi anlamak istersen şu misaller üzerinde biraz düşün.” Önce Rad Suresini okuyup ardından tefsirini yaptıktan sonra bana döndü. İçimi kaplayan huzurla, “Ağzına sağlık,” dedim. Cevap vermeden bana bakarken aslında gülümseyişi bir cevaptı. Bunu benden esirgememesi bile bir lütuftu benim için. “Şifa olsun.” İç çektim. Şifaydı evet, kalbimdeki pası silip atıyordu. Ne kadar çok kararmıştı ki yüreğim çok başka hissediyordum artık. Yanından ayrılıp odaya geri döndüm. İstifade edebileceğim bir sabah olmuştu. Hızla yatağa attım kendimi. Gün iyice ışımış, sabahın o hafif serinliği aralık pencereden içeriye girmişti. ... “Rükûda üç kere Sübhane Rabbiyel Azim diyeceksin canım. Secdede de üç kere Sübhane Rabbiyel ala denilecek.” Kafam biraz karışsa da bu sefer anlamıştım. İki saattir bir şeyleri anlamaya çalışıyordum. Bu hâlime sabreden Maşita’yı tebrik etmeliydim. “Peki, şaşırtırsak ne olacak?” Bu tavrıma gülüp, “Sehiv secdesi yapacaksın,” dedi. Anlamazcasına gözlerimi kırpıştırarak baktım. O ne demekti ki? Cidden çok karışık mevzuuydu bunlar. Ama ben ne yapayım, herkes bir anda öğrenemiyordu ya. “Yani son oturuştaki tahiyyattan sonra salli-barik duasına geçmeden selam verip tekrar secde görevini yaparak son oturuşu yeniden yaparsın. Yani namazı bozmadan yeniden secde,” diyerek konuya açıklama getirdi. Bu sefer anlamıştım. “Eh be Aymira, bir zahmet!” Önümdeki dua kitabına kısa bir göz gezdirdim. Hiçbir şey bilmiyordum, bunları nasıl ezberleyecektim onu da bilmiyordum. Ezber gücüm pek kuvvetli sayılmazdı. Hem bir sürü dua vardı, hangi biri aklımda kalacaktı ki? “Acaba defter önümde bakarak kılsam namazı olmaz mı?” Güldü. “Hadi canım ciddi misin? Ne kadar zekisin sevgili beynim!” Kendi kendime göz devirdim. Sanırım saçmalıyordum. Maşita da bu hâlime gülmüştü zaten. Eliyle ağzını kapatıp kıkırdamasını engelledi. “Tabii, alıştırma yapabilirsin böyle. Zaman zaman öğrenene kadar tabii…” Dalga mı geçiyor diye baktım, epey ciddiydi. Ben biraz tuhaftım sadece. Maşita, elini koluma koyup, “Merak etme ezberledikçe yaparsın,” deyip beni teskin etmek istese de pek sevindiğim söylenemezdi. Ciddi uğraş istiyordu, o kadar geç tanışmıştım ki İslamiyet’le nasıl bir yol çizeceğimi hiç bilmiyordum. Sıkkınca nefesimi soluyup, “Çok işim var, çoook,” deyip ağlanacak hâlime güldüm. Sertçe kendimi koltuğa atıp ayaklarımı birbirine dolayıp sallamaya başladım. Dudaklarım büzüştü, benim gerçekten çok işim vardı. Maşita, bana eşlik ederken aslında işimin çokluğundan ziyade kendimle savaşmam gerekiyor gibiydi. ... Geçen zaman ve okuldaki ilk günümle beraber oldukça yoğun bir gün geçiriyordum. Okul oldukça büyüktü, Maşita ile aldığımız kahveleri okulun kafesinde yudumluyor bir yandan onlarca konu hakkında konuşuyorduk. Yanımıza oturan sabah tanıştığımız Sibel öğretmen sıkı bir of çekip suyunu yudumladı. Önce ne olduğunu anlayamamıştık ve o biz sormadan, “Ne kadar yoğun bir gündü,” dedi sitemkâr dille. Sibel öğretmen otuzlu yaşlarda, evli iki çocuk annesiydi. Türkçe öğretmenliği yapıyordu. Orta boylu, zayıf, kapalı biriydi. Maşita, Sibel öğretmenin bu hâline gülüp, “Bu sene sanki öğrenci sayısı daha fazla,” dedi. “Evet, öyleymiş.” Onlara yabancı kaldığım konuyu dinleyerek katılıyordum. Sibel öğretmen, son anda çalan telefonu ile yanımızdan kalkarken Maşita’ya dönüp, “Okul bir hayli büyük zaten, geçen yıl daha mı azdı öğrenci sayısı?” diye sordum. “Aynen, geçen yıl okulun bazı sorunları çıktı, öğrenci sayısını azaltmışlardı.” Anladığımı belirtircesine başımı salladım. Ara bittiğinde herkes sınıfına geçti. Bakışlarım öğrencilere kayarken minik bedenlerdeki heyecanlı bakışlar üzerimdeydi. Bugün ilk gün olduğu için onları sıkma gereği duymadım. Diğer ders söz verdiğim boyama kâğıtlarını dağıtıp köşedeki pencere kirişine oturdum. Çocuklar boyamasını yaparken ben de masanın ucunda duran kitabı alıp okumaya başladım. Dakikalarca süren sessizlik, çocukların boyaması bitince son bulmuştu. Tek tek yaptıkları boyamalara baktım. Ders zilinin çalması ile bugünkü okul saati de bitmiş oldu. Maşita işi olduğunu söyleyince tek başıma okuldan çıktım. Amacım biraz yürümek oradan dolmuşa binip çarşıya geçmekti. Aklımdakilerin birçoğunu yaptım. Diğer aklımda olanı ise gördüğüm kütüphane ile yok sayarak kütüphaneye girdim. Kütüphane oldukça kalabalıktı, şu an sessizliğimi alarak zorla bulduğum köşedeki masaya oturdum. Çantamda taşıdığım kitapları çıkarıp okumaya başladım. Kütüphanenin havasını severdim, bu yüzden birkaç saat kalma niyetindeydim. Bu kitabı Maşita’dan ödünç almıştım. Hatta bana kendisi vermiş, yararlı olabileceğini söylemişti. Kitapta altı çizili yerlere daha fazla dikkat ediyor, öğrendiklerimi daha iyi pekiştirme adına ayırdığım deftere kısa kısa notlar alıyordum. Daldığım kitaptan omuzuma dokunan elle ayrılmak zorunda kaldım. Karşımda mütebessim bir edayla duran kızla göz göze geldik. “Boş masa bulamadım da mahsuru olmazsa burada oturabilir miyim?” Önce etrafa bakıp ardından tebessümüne karşılık vererek, “Tabii,” dedim. Çantamı alıp sandalyemin demirine astım. Masa zaten büyüktü, iki kişiye hayli yeterdi. “Allah razı olsun.” Başımı hafiften sallayıp kitaba geri döndüm. Saatlerce okudum, saatlerce idrak etmeye çalıştım ama bazı konularda gerçekten köşeye sıkıştığımı hissediyordum. Özellikle tesettür beni en çok korkutan durumdu. Bir merakla aldığım kıyafetler öylece duruyordu. Ne yapacağımı bilmeden sessiz bir of çıktı dudaklarımın arasından. Geriye yaslandığımda karşımda oturan kızın bana baktığını fark ettim. Onun varlığını şu an hatırlamamla tuhaf şekilde hissettim kendimi. Kız, kitabına geri dönerken ben de cebimdeki telefonu kurcalayıp ayaklandım. Eşyalarımı toparlayıp kıza, “İyi akşamlar,” dedikten sonra kütüphaneden ayrıldım. Başım çatlıyordu şu anda. Eve gidip duble boy bir Türk kahvesi içmeliydim. Hızlıca bir dolmuşa binip eve geldim. İçeriye girdiğimde sesler dikkatimi çekti. Kapıdaki ayakkabılara da bakarsak Maşita’nın misafirleri vardı anlaşılan. İçeriye girince Maşita ve birkaç kız sohbet ediyorlardı. Beni fark ettiklerinde hepsi birden bana baktı. “İyi akşamlar,” dedim elimi hafiften kaldırıp. Kızlar beni ilk görmenin merakıyla baktıklarında Maşita söze atıldı. “İyi akşamlar Aymira, gelsene.” “Üzerimi değiştirip geliyorum.” Önce elimi yüzümü yıkayıp odaya döndüm. Üzerimi çıkarıp salona döndüm. Anlaşılan şanslı ana denk gelmiştim. Onlar gibi sandalyeye oturup yaptıklarını izlemeye başladım. Köşedeki kız, “Müslim’in rivayet ettiği hadis üzerinde konuşabiliriz. Neydi bu hadis? Kulun Rabbine en yakın olduğu (an) secde hâlidir. Öyleyse (secdede iken) çokça dua ediniz.” deyip sözü tamamladı. Onları sadece izliyordum. Maşita konuştu kızlar devam etti. Mutfağa geçerek kahve hazırladım. Başımın ağrısı geçmeyecek gibiydi. Kahveleri yapıp salona geçtiğimde onlarda dersi bırakmıştı. “Sağ ol tatlım.” Tepsiyi köşeye koyup oturdum. “Neredeydin, okuldan benden önce çıktın diye biliyordum.” Maşita’ya dönüp, “İşlerim vardı, onları hallettim,” dedim. Başka soru sormadı. Kızlar kahvesini içerken aralarındaki konuşmaya sessiz kalıyordum. “Haftaya bendeyiz o zaman. Dersi akaid olarak ayarlıyorum.” Konuşan İlknur’du. Başındaki siyah örtüyü alıp katladıktan sonra çantasına koydu. Maşita dâhil herkes onayladı. “Enişte bey, evde yok sanırım.” Berna’nın gülerek söylediği söz salondakileri de güldürdü, ben ise hâlâ yabancıydım her şeye, sadece kızların ismini biliyor başka bir şey bilmiyordum. “Kovdum ben onu, annesini çok özlemiş.” Kızlar gülmemek için kendilerini zor tutuyordu. Anladığım kadarıyla durum vahimdi. Zaten bu konu hakkında kimsede bir şey demedi. “Tamam, ben kurabiyeleri yaparım.” Tekrar Berna konuştu. Maşita, “Ben de tatlıyı yaparım,” dedi. Diğer kızlarda bir şeyler yapacağını söyledikten sonra ev sahibine sadece çay demleme işi kalmıştı. “Kızlar.” Köşede oturan Funda’nın seslenmesi kızların planının sonlanması ile dikkat çekti. Herkes Funda’ya bakıyordu, Funda’da telefondan bakışlarını çekip ekranı biz tarafa çevirdi. Ben dahil hepimiz ekrana baktık, ben bir şey anlamadım ama kızların sevinç naraları odayı doldurmuştu bile. Anlamsızca kızların bu sevinçlerine bakarken olaya Maşita atladı. “Çok şükür ya, sonunda.” Herkes çok şükür dedikten sonra Maşita bana konuyu açıklama adına, “İki yıldır bina arayışındaydık, belli bir meblağımız vardı sahibi kabul etmiş satın aldık binayı,” dedi. Ben hâlâ bir şey anlamamıştım. “Kızlarla medrese hayalimiz vardı onu faaliyete geçireceğiz bi’iznillah.” Dedikleri beni de mutlu etti. Kızların zaten gözleri parlıyordu. Ben konuya yabancı kalsam da mutlulukları ile mutlu olmak geldi içimden. “Ne yap ne et nişanlını ikna et. Bak sensiz olmaz.” Berna’nın Maşita’ya laf atması hepimizi güldürdü. Seneye burada olmayacaktı ve kızlar şimdiden bunun eksikliğini yaşıyor gibiydi. “Ohoo şimdiden siz beni yolladınız, durun yahu daha bir şey belli değil.” Hiç kimse başka bir cevap istemiyordu zaten. Maşita’daki mutluluk zaten şimdiden boy göstermeye başlamıştı. Bu yaz düğünü vardı. Belki de medrese onun için hayal olarak kalacaktı. “Peki, ne yapılacak medresede?” Sorum üzere Berna cevap verdi. “Ya medrese deyince akla hemen sadece ilmi dersler verilen yer geliyor ama bu bambaşka bir şey olacak bizim için. Mesela ben kaligrafi yapmayı biliyorum, onun kursu olacak, dil kursları olacak vs. Evet ilmi faaliyette olacak ama hepsini aynı anda yürütmeyi düşünüyoruz.” “Çok güzel fikirmiş. Zaten kalabalıksınız çok güzel yürür.” Onlar gibi ben de heyecan yapmıştım, kim bilir belki ben de bu faaliyetlerde görevli olabilir ya da oranın havasını soluma şansım olabilirdi. “Şimdi asıl mesele içini donatmak. Biliyorsunuz maddiyatımız çok da iyi bir yerde değil.” Çözüme kavuşması gereken birçok mesele vardı. Kızlar şimdiden ney alınacak, nasıl yürüyecek endişe içerisindeydiler. Projeleri çok güzeldi ama faaliyete geçirmek çok zordu. “Allah bir kapı açtıysa bin bir kapı daha açar.” İlknur’un sözüne herkes onay verdi. Elindeki telefonu cebine koyan Funda, çok durmadan ayağa kalktı. Diğer kızlarda Funda’nın ayağa kalkmasını fırsat bilip kalktılar ve bizlerle veda ettikten sonra çıkıp gittiler. … Kış ayının ayazı Ankara’yı daha fazla sararken kabanıma biraz daha sarıldım. Yerler sabah yağan kardan sonra erimiş ortalık çamura ve su gölcüklerine dönüşüvermişti. Öğlen yemeğinden sonra okula sonunda varabilmenin huzuru ile kendimi kalorifer peteğinin yanında buldum. Soğuk bütün uzvumu ele geçirmişti. Uyuşan ellerim gevşemiş, üşüyen ayaklarım az da olsa ısınmıştı. Maşita, elinde tuttuğu bardağı bana uzatınca aldım. O kadar üşümüştüm ki reddetmek yerine çayla şu an resmen yapışık kaldım. Avuçlarım arasında dumanı tüten çaydan bakışlarımı çekip Maşita’ya bakmamla oturması bir oldu. Öğle arasının bitmesine on dakika kalmıştı ve öğrencilerin uğultusu ta bizim odaya kadar geliyordu. İkimizde gülümsedik bu duruma, diğer öğretmen arkadaşlar ise ya çocuklara, “Koridorda koşmayın çocuklar,” diye ikazda bulunuyor ya da gelen birkaç öğrencinin derdini dinliyordu. Kimisi ise arkadaşlarını şikâyet ediyordu. “Bu okulu özleyeceğim sanırım ben.” Maşita’ya döndüm. Bakışları çocukların üzerindeyken bir an duygusallaşmıştı. İki yıldır buradaydı, normaldi buraya alışması. “Belki geri gelirsin, kim bilir.” Geri yaslanıp çayından bir yudum aldı. Ona ben de alışmıştım, en azından geri gelmesini istiyordum. Belki aynı evde kalmayacaktık ama ben ona yakın olmak için bütün dualarımı edebilirdim. “Selim’i ikna etmeliyim önce.” Gülerek söylediği şeyin aslında ne kadar zor olduğunu gösteriyordu bana. Omuz silktim, Maşita da benden farklı değildi. Onu tanıyorsam ikna ederdi. “İşin çok zor o zaman.” “Benim canım fikirlerim için bunu demeni kabul etmiyorum.” Kaşlarım şaşkınlıkla aralanırken Maşita okulun zil sesi ile ayaklandı. Bense ağır hareketlerle kalkıp elimdeki bardağı köşeye koydum. … Ders bittikten sonra geldiğim öğretmenler odasında Maşita’yı düşünceli bir şekilde gördüm. Yüzünde derin bir ifade vardı. Dikkatle baktım, beni fark etmemişti bile. Köşedeki boş koltuğa oturdum, beni yine fark etmemenin verdiği dalgınlığın sebebini oldukça merak ettim. Sessizce önce beni fark etmesini sonra bu dalgınlığın nedenin anlatmasını bekledim. Yavaşça kaldırdı başını. “Bir şey mi oldu?” Sorgulayıcı sesim ayriyeten endişeliydi de. “Bir öğrenciye canım sıkıldı. Ailesi sanırım okutmak istemiyormuş.” Şaşırdım, bu zamanda hâlâ böyle bir durum var mıydı? Şu an Maşita gibi benim de canım sıkıldı. En çok da o çocuk için ne kadar üzücü olduğunu bilebiliyordum. “Peki öğrenci?” “Görmelisin Aymira, nasıl hevesli okumaya. Küçücük daha, ne demek okutmamak!” “İstersen konuşalım ailesiyle.” Başını salladıktan sonra, “Öyle yapacağız zaten,” dedi. Böyle yapmalıydık, eğer çocuk istiyorsa aile karşı çıkmamalıydı. “Ben gidip öğrencinin bilgilerine bakayım.” Yanımdan geçip giderken arkasından sessizce bakakaldım. Durum ne olurdu bilinmezdi, şimdi ise o öğrencinin neler hissettiği beni düşündürttü. Diğer öğretmenlerin haberi olmadığını biliyordum. Maşita da yeni öğrenmiş gibiydi. Kalkıp kendime çay koydum. Zilin sesini duyunca elimdeki kupayla sınıfa çıktım. İçeride oradan oraya dönen çocuklar ve havada uçuşan kâğıtlarla şaşkınlığım arttı. Daha düne kadar sessiz sessiz duran çocuklar sınıfta adeta survivor havası oluşturmuşlardı. “Hey hey, geçin bakalım yerlerinize.” Beni fark ettikleri an hızlıca yerlerine geçtiler. Bardağımı masaya koyup, “Şu dağınıklığı kim yaptıysa ortalığı toplasın,” dedim. Kimse ortaya çıkmadı. Kaşlarım aralandı, anlaşılan benimle inatlaşacaklardı. Ellerimi belime koydum. Birileri beni duymazdan geliyordu anlaşılan. “Bence iyi düşünün, çantamda çok güzel boyamalar bekliyor. Zaman kaybedersek boyamalar benimle geri gider.” O an, çocuklardan dört tanesi ortaya çıktı. Bu hâllerine gülmemeliydim, gülersem yapmazlardı. Sadece bana tatlı tatlı bakmalarına daha fazla dayanamayıp gülümsedim. Çok şükür ki ortalığı hemen toparlamışlardı. Boyama kâğıtlarında bugün öğrendiğimiz sayıların objeleri vardı. Bazen böyle öğrenmeleri daha iyi oluyordu. Biraz daha kolay olunca hafızaya iyi yerleşiyor, çocuklar severek yapmış oluyorlardı. “Öğretmenim, benim boyamam bitti.” İkinci sırada oturan Ali’yle çocukları izlemeyi bıraktım. Ali’nin yanına gittim. Ali yarım yamalak yaptığı boyamayı bana uzatmasıyla gülümsemem çoğaldı. Boyuna gelecek şekilde eğilip, “Sence şuralar boş olmamış mı Aliciğim, oralar da boyanırsa bence daha güzel olur,” dedim. Başını tatlı tatlı salladıktan sonra boyamaya devam etti. Tek tek çocukların boyamalarına baktım. Kimi Ali gibi özensizce boyarken onların bu haline gülümsemeden edemedim. Ders bittiğinde Maşita’nın öğrencisi Firdevs’in ailesiyle konuşacağını söyleyip sınıfımın önünden geçerken boş sınıfa girdiğini gördüm. Sanırım bu dersi boştu ve o da bunu değerlendirmek istemişti. Bu kadar hızlı olacağını tahmin etmiyordum ya da birkaç gündür bu mesele vardı da bugün konuşmuş da olabilirdik. Ben öğretmenler odasına geçerken yanımdan iki aile geçip gitmişti. Şimdilik bu işe karışmamalıydım, Maşita’nın başaracağına emindim. Son derse de girip çıkmıştım. Maşita, neredeyse okulun bitiminde gelmişti odaya. Anlaşılan epey zorlu bir görüşme olmuştu onun için. Başını olumsuz şekilde sallaması benim de canımı sıkmaya yetti. “Yarın kaydını alacaklarmış, zaten buradan da taşınmayı düşünüyorlarmış. Ne dediysem olmadı, kabul ettiremedim.” “Ne zamandır var bu olay?” İç çekip, “Geçen yıldan beri var. Yine bu yıl için ikna edebilmiştim, hatta evine kadar gitmiştik öğretmen arkadaşlarla. Şimdi de babasının bu inadına bir söz bulamadım.” Başımı hafiften salladım. Onlar ellerinden geleni yapmıştı, şimdi değişen bir şeyin olmaması olaya farklı bir boyut kazandıramamıştı. Benim diyeceğim bir söz yoktu, ailevi meseleler zaten beni hep çok üzüyordu. … Günler okula gidip gelmekle geçiyordu. Kış ayını Ankara’da fazlasıyla yaşıyorduk. Ankara’nın soğuğuna inat çamurlu yolda ilerliyor, girebileceğim sıcak bir yer arıyordum. İkindi ezanının sesiyle camiye ilerledim. Yanımda bulundurduğum örtüyü başıma örtüp kapıdan içeriye girdim. İçeride üç beş kişi vardı, herkes imamı bekliyordu. Ezanın bitmesiyle herkes önce sünneti kılıp ardından imamın tekbiri ile namazı özenle kılıp tamamlamıştık. Herkes bir bir dağılmış ben ise bir köşeye geçip yeni öğrendiğim Kur’an’a bakmaya çalışıyordum. Neredeyse bir ay olmuştu lakin çok çok yavaş okumam dışında başka bir sorunum yoktu şükür ki. Bir de bir sayfayı yarım saatten fazla okumam güldürdüğü gibi Maşita’nın esprileri aklıma geldikçe kapattığım Kur’an’la sessizce güldüm. Camiden çıkıp Maşita’ya her zamanki oturduğumuz kafeye gelmesini söyledim. Bana on dakika önce işlerinin biteceğini söylemişti, o da dışarıdayken bir saleple kendimizi ödüllendirmezsek olmazdı. Geleceğini söylemesi ondan önce kafeye girmemi sağladı. İçerinin sıcak havası üşümüş bedenimin gerginliğini gevşetti. Köşede bir yer buldum ve oturdum. İçerideki hoş koku ve dışarıda yağan hafif kar, Maşita’nın gelmesi ile bütünleşti. Karşıma geçip oturmasıyla gelen garsona siparişleri verdik. Maşita, telefon konuşmasını sonlandırıp bana döndü. Yüzündeki o parlaklığı görünce nişanlısı ile konuştuğunu anlamam güç değildi. “Halledebildin mi işini?” “Hallettim, rahatladım valla. Ne yoğun bir gündü böyle.” Gelen siparişle Maşita, gününün nasıl geçtiğini anlattı ben de aynı şekil de ona anlattım. Maşita, tekrar çalan telefonuna döndüğünde yaklaşan düğünün telaşını yaşıyordu. Nişanlısının eğitimi olduğu için de biraz yalnız hazırlanıyordu her şeye. Çoğu konuyu da ablası ile halledip, diğer işlerini burada tamamlıyordu. Telefonu kapatıp ofladı. “Yorma kendini bu kadar, daha şubat ayındayız acele etmene gerek yok önünde daha birkaç ay var.” Geriye yaslanmasıyla omuzları düştü. Biraz da nişanlısını istiyordu yanında bunu görebiliyordum. Hem yalnızlık hem özlem onun için zordu; haklıydı da… “Sadece birkaç mutfak eşyası ancak alabildim Aymira ve önümüzde bir sürü alınacak şeyler var.” “Benim sana yardım edebileceğimi biliyorsun değil mi?” “Tabii, biliyorum ama zaten senin birçok meşguliyetin var yormak istemiyorum.” “Aşk olsun ya, ben senin arkadaşın değil miyim?” Gülümsedi. “Öylesin tabii.” “O zaman?” Bir şey diyemedi, benim de haklı olduğumu biliyordu. Ben de bir köşeye not edip onun için bir şeyler yapma kararı aldım. Bugün susmayan telefonuna tekrar dönüp dinlediği kişiye, “Geliyorum,” demesi anlaşılan sohbetimizin yarım kalacağını gösteriyordu. “İlknur beni bekliyormuş, binaya bakacağız. Gelmek ister misin?” Bunu asla reddetmezdim. Hem eve gitmek de istemiyordum. Ödemeyi yapıp kafeden çıkmamız soğuk havayla bütünleştirdi bizi. Tek geldiğim yolu, Maşita ile devam ettirdim. Biraz ilerledikten sonra yanımızda bir araba durdu. İlknur’un camı açması merakımızı giderdi ve hızlıca arabaya bindik. “Es’selamu aleyküm canım.” İlknur hızlıca, “Aleykümselam,” diyerek Maşita’ya sarıldı, ben de sarılamayacağım için uzattığı elini tuttum. Çıktığımız yol, epey uzun sürdü. Yol boyunca İlknur’un Maşita’ya düğün hakkındaki sorularını dinledim. Maşita da zaten her şeyi bir bir anlatıyordu. “Senin hayatında kimse yok mu Aymira? Anladığım kadarıyla bekârsın, parmağın boş.” Bu soruyu beklemiyordum. Yutkunmam boğazımda takıldığı gibi sözlerim dudaklarımın arasından çıkamadı. Ne yazık ki unutmayı bile başaramamış kalbim fazlasıyla sızladı. Maşita ile göz göze geldik. Maşita, olayı bildiği için olaya müdahil olmak istedi ama izin vermeden, “Yok,” dedim. “Şu anlık hayatımda kimse yok.” Bu sefer İlknur’la göz göze geldiler. İlknur’un kahverengi gözleri gülünce kısıldı. “Allah Allah, şaşırdım doğrusu.” Gözlerimi kaçırdım, İlknur’da hiç sorun etmeden, “Aman boş ver ya, yaşa bekârlığını. Mis gibi,” demesi biraz önceki meraklı olan kendisiyle tezat duruma düştü. Bekârlık! İçimde canhıraşla devam eden o sözcükte birçok geçmiş vardı. Yine de ses etmedim, onların aksine sessizliğime bürünüp dışarıyı izlemeye başladım. Zaten yol bu sessizlikle devam etti, bir binanın önünde son buldu. Üçümüzde heyecanla arabadan indik. Bina çok büyük değildi, üç katlıydı. İlknur kapı ziline basınca birkaç saniyenin ardından kapıyı açan kişi Berna oldu. Yüzündeki gülümseme daha fazla çoğaldı. “Hoş geldiniz, neler oldu bir bilseniz, hadi girin içeriye.” Ardı ardına, nefessizce söylenmelerine şaşırarak baktık, güzel bir şey olmuştu anlaşılan. Merakla, ilerlediğimiz koridorun sonundaki odaya girdik. Gerçekten şaşkınlık hepimizi kuşattı. Odada yepyeni hiç açılmamış eşyalar vardı. “Bunları kim aldı?” Soruyu İlknur sordu. Hepimiz için merak konusu olan bu soruyu ise Funda cevapladı. Onun da sesi heyecanlıydı. “Erdem amca sağ olsun, nereden duyduysa yardım etmek istemiş.” “Hadi canım, şu bizim toplarımızı patlatan Erdem amca mı?” Kızlardan gür kahkaha çıkarken ben de tebessümle onları izledim. Maşita, bana dönüp, “Mahalle çocuklarıyla oynadığımız futbolda balkonuna her defasında top kaçıp, bazen de çiçeklerine zarar verdiğimiz bir amca var ondan bahsediyoruz,” demesiyle anladım dercesine başımı salladım. “Sus kız deli. Bir ara topa bir çaktın adam çiçeklerini koruyacağım diye az daha ölüyordu be. En azından kıl payı kurtuldu da başındaki şapka uçuverdi sadece.” Geçmiş anılar eşyalar sayesinde tazeliğine kavuştu. Kızların kahkahasına ben de eşlik ettim zira anlattıkları tam bir çılgınlıktı. “Adam, can havliyle bastonu kafama atana kadar.” Karnını tuta tuta koltuğa oturdu İlknur. Gülmekten herkesin gözünden yaş geldi. “Selim abinin kahramanlığını da unutmayalım.” O an Maşita, bunu beklemiyor olacak ki gülüşü dondu. Al al olmuş yüzle Funda’ya baktı. “Resmen bir çarpıştınız uçmak yerine o klişe tutuşu gerçekleştirerek seni yerle bütünleşmekten kurtardı. Ah dizilerdeki gibi, ilk karşılaşma ve ilk bakış... Çok romantik.” Diğer kızların aksine Maşita, buna gülmedi. Utanarak köşedeki peçeteyi alıp Funda’ya fırlattı. Demek ilk karşılaşmaları buydu, bunu bana anlatmadığı için şimdi öğreniyordum. “Adam görür görmez vurulduğu gibi ertesi gün ailesini gönderdi Funda, dalga geçme çarpılırsın.” Bu kaosa İlknur’da katıldı. Maşita kılıktan kılığa giriyordu. Öyle utanmıştı ki belki de uzun süredir tanıdığı arkadaşlarından ilk defa böyle tepki görüyordu. “Allah Allah ya sen kendine bak. Adamı kaç gündür süründürdüğünü unutmadık.” Maşita, topu İlknur’a attı. İlknur hiç Maşita gibi kıvranmadı, aksine, “O da canımı sıkmayacaktı,” dedi. Açık açık konuşuyor, bazen de sanki o anı hatırlamış gibi birden celalleniyordu. “Kızım kıskançlıktan adamı sandığa kilitlemediğin kaldı.” Dudağını büzüp omuz silkti İlknur. O an gerçekten alınmıştı. “Ne yapayım Funda? Ya adam yüzük takmayı sevmiyorum diyor, ondan sonra kadınlar neden rahatsız ediyor. Takılacak kardeşim o yüzük. Neymiş kilo almış da yüzük olmuyormuş. Pis yalancı.” Dudaklarımı birbirine bastırdım ama kızlar benim aksime kahkahaya boğuldular. Bunlar normal kıskançlıktı aslında. Ama kızlar susmayıp devam etti. “O akşam çiçeklerle geldiği için ağlamanı hiç saymıyoruz.” Kızların bu takılmalarına İlknur, kaşını çattı. “Bütün gün telefonu açmamış bir de çiçeklerle geliyor, kesin bir şey yapmıştır diye düşünmüştüm, ne yapayım.” Gözlerim kocaman açıldı. İlknur sandığımdan da takıntılı düşünüyordu. “Güvenmiyor musun eşine.” Sessizliği sonunda bozabildim. İlknur, bu sessizliğimden ötürü önce benim konuştuğumdan emin olmak için yüzüme baktı. Ben, onların hayatına yabancı olduğum için onlar gibi davranamıyordum. “Güveniyorum tabii ki. Sadece dışarıdakilere güvenmiyorum.” Söyleyişi bile hırslıydı. Onu, şu an daha iyi anlamıştım. Kızların şakaları, birbirleriyle atışmaları sayesinde akşamı etmiştik. Yorgun bir şekil de eve döndüğümüzde kızlarla yemek yediğimiz için yemek yapmak gibi bir derdimiz yoktu. Maşita, kendi odasına ben de kendi odama çekildim. Üzerimi değiştirip banyoya ilerledim. Kısa bir duş aldıktan sonra abdestimi de alarak tekrar odaya geri döndüm. Yatsı ezanı da şimdi okunmaya başladı. Ezan bitene kadar bekledim. Hâlâ bir şeyler tamamlanmış değildi ama niyetim halisti. Belki tam kılmıyordum ama öğrendikçe daha güzel kılmaya gayret ediyordum. Seccade başına geçince ise sanki içimi bir huzur kaplıyor ve kılacağım namaz kolaylaşıyordu. Bunu Allah’ın bana sunduğu rahmet olarak düşünüyordum hep. Namazı bitirdiğim esnada holden gelen sesle seccademi köşeye koyup odadan çıktım. Maşita da kendi odasından çıkıp mutfağa ilerliyordu. Ben de peşinden gittim. Raflardan indirdiği kahve kutusunu tezgâha koyup bana döndü. Gülümseyişi artarken, “Kahve?” diye sormayı ihmal etmedi. Ağır ağır başımı salladım sadece. Köşedeki sandalyeye oturup kahve yapışını izledim. “Ne düşünüyorsun?” Maşita’nın ne zaman yanıma geldiğini fark etmediğim için konuşması bir an irkiltti. Bakışlarım onun kahve yaptığı yerde, boşluktaydı. “Bilmem, bazen öyle dalıp gidiyorum. Kafamda binlerce düşünce…” Çaprazımdaki sandalyeyi çekip oturdu. Namazdan sonra bazen böyle oluyordum. Neyim olduğunu da bir türlü çözemiyordum. “Kızlarla konuşurken de oldu bu. Anlatmak ister misin?” Buruk bir tebessümle iri kahve gözlerine baktım. Ne kadar kendimi sakındırsam da belli ettiğimi ben bile biliyordum. “Bazen sizin gibi olmak isterdim.” Ne demek istediğimi anlamamıştı. “Yani ne bileyim bazı şeylerin normal seyrinde gitmesini isterdim Maşita. Hayatın cazibesini yakalayamadığım gibi kendimi yalnız hissettiğimi fark ettim. O kadar keyifliydiniz ki bugün, sizi biraz kıskandım özür dilerim.” Maşita masanın üzerinde duran elimi tuttu ve, “Sen yalnız değilsin,” dedi. “Terk edildiğin yerde seni sahiplenen bir Allah var. Ben varım, Ruman var o bahsettiğin arkadaşın Barış var… Eğer seni yalnız hissettirdiysem ben özür dilerim,” dedi. Haklıydı ama bunun dışında bir histi bu. Elimde değildi. Aklına bir şey gelmiş gibi dudaklarını kıvırdı. O an ne düşündüğünü merak ettim. “Mesele tam da o, değil mi?” dedi sözü hiç uzatmadan. Parmakları yüzümde dolandı. Bir arkadaşça, bir dostça, bir kardeşçe sevdi ve sonunda, “Sadece susuyorsun ama senin konuşman lazım Aymira. Aylarca içinde tuttuğun o sayha dudaklarının arasından çıkmalı artık,” demesi soğukluğumun içine bir kor ateşini düşürdü. Şu an sanki bir ateşin eşiğinde uzatılan eli reddediyordum. Meselenin Hamza olması kaçtığım bir gerçekken Maşita’nın kolayca anlaması başarılı olmadığımın kanıtıydı. Ben dile getirmesem de bir yandan sonra dile geliyordu. “Bu kadar kolay nasıl anlıyorsunuz?” “Çünkü onu hâlâ seviyorsun.” “Utanç verici resmen. O kadar şey yaşanmasına rağmen hâlâ düşünebiliyorum.” “Sevmek utanç verici değil Aymira. Bu senin elinde olan bir şey değil ki.” Başımı ağır ağır salladım. Bu benim elimde değildi. Ve ben artık susmayarak, “Neden?” dedim. Bu bir isyan değildi bilakis kalbimdekilere bir cevap bulabilmekti. Kıymık gibi batan bu geçmiş canımı acıtmaktan başka bir şey yapmıyordu. “Her şey zaten karmaşık bir haldeyken neden düzelmiyor bir türlü?” “İmtihan Aymira, imtihan. Biraz daha sabret.” |
0% |