@rumeysadoganm
|
Titreyen kirpiklerimin arasında kaybolan gözbebeklerim, kapanan göz kapaklarımın açılması ile karşımdaki şehre merhaba dedi. İndiğim araba arkamda kalırken adımlarımın istikameti, yüreğimin korkusuna sığındığı yer oldu. Bir zamanlar kaçışımın müsebbibi olan yer, geri dönmeme kucak açmış gibiydi. Adımlarım yavaş ve ürkekti. Kaçtığım şehre yine geri dönmüştüm. Tekrar buraya dönmüş olmam bazı olaylardan ötürü beni çekimser kılıyordu. Korkmamalıydım oysa, burası benim yüzleşeceğim yer olacaktı zaten eninde sonunda. Her şey çok basitti oysa, bunu zorlaştıran sadece bendim. Yapmamalıydım, korkumun arasına sıkışmış prangaları yok etmeliydim. Zira ben cesaretimin arkasına sığınarak terk etmiştim bu şehri ve yeniden bu şehre dönerken cesaretimi de yanımda getirmeliydim. Öyle de yaptım, düşen omuzlarımı dikleştirip adımlarımı emin kıldım. Şimdi gerçeklerin kıskıvrak yakaladığı anlardaydım. Valizimi köşeye koyan Barış’ı izledim. Küçücük valiz hayatımmış gibi oradan oraya benimle beraber taşınıyordu. Hayatım tıpkı bu kapalı valiz gibiydi. Direndi yüreğim, alışmak bir yana hâlâ kanayan yaramla beni hemhal ederken bile dolmadı gözlerim. Dayandı yüreğim, kuruyan gözyaşlarım kaldı bir tek bana ve ağlayan gözlerim değil yüreğimdi. Biraz da alışmıştım, nasıl bir duyguyu barındırıyordum içimde bilmiyordum; bomboştum. Ailemi görmenin heyecanı bile yoktu; isteksiz, sıkılgan ve hissizdim. Hayat ne tuhaftı. Doğru bildiğin yolda yürürken insanlar ayağına çelme takabiliyordu. Peki, şu an ne olacaktı? Hangi hesabı yükleyecektim sırtıma. “Üzülme diyeceğim ama sen beni hiç dinlemeyeceksin biliyorum.” Saatler süren bu durgunluğumda sırtımdaki yükü anlatır gibi dikkat çekiyordu her seferinde. “Barış!” Karşımda dikilen adam, bana o kadar çok yardımcı oluyordu ki sadece ben biraz tuhaf davranıyordum. “Yanımda olmana ihtiyacım var. Beni tek bırakma olur mu?” Gülümsedi. Buna o kadar ihtiyacım vardı ki bir bilse içimi, sürdürdüğüm bu kıyamete adım dahi atmama izin vermezdi. Korkuyordum, öyle çok korkuyordum ki onların karşısında dirençli duramazdım biliyordum. “Tabii ki de yanında olacağım Aymira, kendini yalnız hissetmene izin verir miyim hiç!” Gülümsedim, o ne kadar çok gülümsediyse ben öyle ferahladım. “Aymira!” Sesi masumiyetin çemberi içerisindeydi. “Sen çok güçlüsün biliyorsun değil mi? Şu an karşımdaki kadın girdiği bu hâliyle güçlü ve bir o kadar güzel.” “Beklemiyordun değil mi? Ya da... Ne bileyim işte, sonuçta…” Sözümü kesip, “Gerçeği söyleyeyim mi?” diye sorduğunda başımı salladım. Bu sefer samimi bir sözle, “Bunu başaracağını biliyordum. O yüzden daha fazla güzelleşmişsin,” dedi. Elini ensesine götürüp şaşkın bir şekilde ufaladı. “Siz de bunu demem doğru değil, demi” dediğinde ise sesli ama bir o kadarda kısık bir kıkırdama çıktı dudaklarımdan. İnanmamasına rağmen, bu kadar bilgili olmasına şaşırmıştım biraz da. “Neyse ben gideyim artık, anahtarın yerini biliyorsun.” “Seni evden kovmuş gibi oldum değil mi?” Sahte kızgınlık kaşlarıyla bütünleştiğinde, “En azından benim yanımda eski Aymira gibi davran, ne ara bu kadar çekingen oldun sen?” dese de bir kere demiştim işte. O öyle deyince değiştiğimi daha iyi fark ettim. Ben eski Aymira değildim artık. “Bana kalsa burada bir odada kalırdım ama artık sana göre yani inançlarına göre kalamam. Öyleydi değil mi?” Masumiyetiyle pamuk gibi oldum. Anlayışlıydı, hem de haddinden fazla anlayışlıydı. İnanmadığı bu dine saygı gösteriyordu. "Nesin sen, olmayan erkek kardeşim mi?" "Bunu hâlâ sorguluyor musun yoksa?" Başımı iki yana sallayıp, “Sen benim için hep öyleydin Barış, bir abi, bir kardeş, bir dost… Bunu hep hissettirdin, günde on kere arayışın bana destek oluşun beni ayakta tutan bir diğer neden. Senin sayende kimsesiz değildim ben,” dememin ardından gözlerim doldu. Onun ise gözleri parladı. Aramızdaki mahremiyet çizgisiydi sadece bizi birbirimizden uzaklaştıran. Eskisi gibi bu konuda bilinçsiz değildim, bu çizgiyi aşmamak için uğraşıyordum sadece. “Asıl sen unutma bunu Aymira, hiçbir şüphen olmasın ki bir aile kaybettiysen asıl ailen benim. Sana abi de olurum dost da olurum. Kimse senden değerli değil bunu unutma.” Gülümsedim. Gidişiyle beraber düştüğüm bu yalnızlıktan rahatsız olmadım. Kaygılarımda yavaş yavaş yok olmaya başlamıştı. … Elim kapı zilinde takılı kaldı. Basamadığım zil ve cesaret edemediğim bu gerçeklikte geri kaçabilme şansım yüksekti. Barış her ne kadar yanımda olsa da korkuyordum. Gözlerimi kapattım ve besmele çekerek zile bastım. Sadece birkaç saniye sürmüştü kapının açılması. Kapıyı açan annemdi; yorgun, bitkin ve hasta gözüküyordu. Beni gördüğü an şaşırdı, bu şaşkınlık ise benim değişimimle daha fazla arttı. Beni böyle görmeyi beklemiyor olacaktı. Ben ise onu farklı bir evde bu hâlde görmenin üzüntüsünü yaşıyordum. Gidip sarılmamak için zor tuttum kendimi. Ama o şaşkınlığına son verip bir iki adım geriledi. Saçma bir şekilde kapıyı kapatacağı esnada elimle kapıyı tuttum. Bunca zaman sonra beni böyle karşılamamalıydı. En azından konuşmalıydık. “Buraya konuşmaya geldim anne, sizi görmeye değil...” Oysa biraz da görmek istemiştim. Eskisine nazaran biraz yumuşamışlardır diye düşünmüştüm. Sanırım yanılmış, kendimi bu bahanelerle avutmuştum. Neyse ki artık önemi yoktu. Barış da bana katılıp, “En azından bir kere konuşun Hülya abla,” dedi. Annem sessiz kalarak yana çekildi. Buna sevinemiyordum bile, büyük bir boşluk vardı aramızda. İçeriye girdim. İçerisi annemin hayalindeki evden çok çok uzaktı. Bir apartman dairesinde, eski eşyalarla düzülmüş evde oturuyorlardı. Bu sefer diğer odadan babam çıktı. Annemin aksine daha da sertleşen yüzü elbette şaşırtmadı. Onu en son gördüğümden bu yana epey değişmişti. Saçları daha beyazlaşmış, iri heybeti biraz zayıflamıştı. Üzerinde ondan aksi normal kıyafetler vardı. “Ne işin var senin burada?” Bu sözler bir babanın sözü olamazdı. Kalbim tuzla buz oldu, yüreğime batan kıymık hiç bu kadar acıtmamıştı. Sadece biraz anlayışlı, biraz da yumuşak olsun istemiştim; yanılmıştım. Bir adım atmıştım ki, “Çık git buradan Aymira,” dedi. Beni dinlemeyeceğini biliyordum ama onu dinlemeyerek, “Bana ne ara bu kadar düşman kesildin baba?” diye sordum. Sesim öfkeliydi. Hesap sormuyordum, sadece cevabını istiyordum. “Bu ne kin, bu ne öfke?” Yanına çoktan yaklaşmıştım bile. Beni öldürse umurumda değildi, en çok da bir şeyler yapmasını bekliyordum. Cevap bile vermeden kolumdan tuttuğu gibi beni kapının önüne koydu. Direnmedim aksine dediğim gibi dinlerlerse konuşur dinlemezlerse giderdim. Bu kadar vasıfsızlık babamlar için değmiyordu. “Hamza ile aranda ne var?” İçeriye girecekken son an da söylenmem duraksattı. Bana döndüğünde yüzünde büyük bir öfke belirdi. Sanırım onu bu yaşadıkları ile hesaba çekmiştim. “Bu yüzden mi benim hayatımı mahvettiniz? Tefeci işi de yalandı değil mi? Söylesene baba, sakladıkların ne açıklasana!” Ama o konuşmak yerine hızla eve girdi ve kapıyı sertçe yüzüme kapattı. Hırsla önümdeki kutuya tekme attım. Avazım çıktığı kadar bağırdım. “Bana bu yaptıklarınızın hesabını bir gün vereceksiniz baba!” Öfkeyle apartmandan çıktım. “Dur Aymira, bekle.” Durdum. Ondan hiçbir teselli cümlesi duymak istemiyordum, o da zaten böyle bir girişimde bulunmadı. “Arabaya geçelim, nereye gidiyorsun?” Köşedeki kaldırıma oturdum. Hava sıcaktı ama ben üşüyordum, bedenime kenetlendim. “Tamam, buraya getirir misin yürümek istemiyorum.” Başını salladı. Fark etmeden epey yürümüştük. Barış, arabasıyla geri geldiğinde yerimden kıpırdamak bile gelmiyordu içimden. Bakışlarım boşluktayken o da gelip yanıma oturdu. Kaldırım alçak olduğu için uzun bacaklarını bir türlü rahat koyamadı. Kollarını dizlerine koyup uzattı. O da benim gibi boşluğa bakıyordu. İçimdeki kasvet hiçbir zaman dinmezdi bilirdim ama şimdi buna bir son vermeliydim. “Berbat görünüyorum değil mi?” Sesim istihzalıydı. Ben bile kendimden nefret ettim şu an, onların bu kadar canımı yakmalarına izin vermemeliydim. “İzin verirsen biraz tek kalıp yürümek istiyorum.” Onayladı. Hiçbir soru sormadan, “Sen dertlenme, onlar kendi çizgilerini belirlemiş. Sen elinden geleni yaptın, şimdi kendini hırpalamada İstanbul’da geçireceğin zamanını iyi değerlendir. Dert, çaresiz değildir,” dediği an yerdeki bakışlarım ona kaydı. Ben çabalamıştım, şimdi ise dik ve mağrur olacaktım. “Şimdi kendinle baş başa kal, akşam geldiğinde seni böyle görmek istemiyorum.” Oturduğum kaldırımdan kalktım. Tepeden ona bakarken o bana sadece kararlı kalmam için telkinlerde bulunuyordu. “Haklısın, teşekkür ederim Barış,” dedim ve yürümeye başladım. Ne seriydim ne yavaş. Bilmediğim yolu yürürken aslında bildiğim caddelere çok da yabancı olmadığımı gördüm. Yanımdan geçen arabadan Barış, elini sallayarak uzaklaştı. Sessizce yürüdüm. Başka dertler varken bu dertlere üzülmem biraz fazlaydı. Ne çok acılar varken kendiminkini acının zerresi kadar hissettim şu an. Ne dertler varken ben kendiminkini imtihan eyledim sadece. İmtihandaydım ve bu imtihanımı veren Allah dikenin ucundaki gülü de bana nasip etmişti biliyordum. Gülü severdim bu yüzdende dikenine katlanmasını da öğrenmem gerekiyordu. Kendimi ne yöne koysam bilirdim ki o yol çetrefilliydi. Adım attığım an birçok gerçekle yüzleşecek ve ben gerçeklerle savaşacaktım. Buna hazır mıydım bilmiyordum, savaşmam gerekiyorsa da savaşırdım. İç çektim. Kalbimde ağırlaşan bu düşüncelere inşirah okudum. O an ezan okundu. Sanki bu girdapta bana elini uzatmıştı Allah. Beni duyduğu yerde bana gül sunmuştu. Gülümsedim. Daha sonra gözyaşlarım bir bir aktı. Bu sefer kendi derdime değildi ağlamam, şükürdendi; beni duyan bir Rabbe inandığım için, beni yalnız bırakmadığı için… Eskiden bana ezanla elini uzatan Rab yine beni yalnız bırakmamıştı. Eskiyi hatırladım ve gülümsedim. Ve bir elhamdülillah dedim fısıltı ile. O elhamdülillah zikri, cihada giden savaşçı gibi zafer kazandırmıştı bana. Bu zafer inançlarımaydı. Bu dünyada kaybettiklerim uğruna kazandıklarım içindi. Hemen ilerideki camiye girdim. İkindi namazını burada eda edecek sonrasında varoluşumdaki bu güzellik için yeni kararlarla adım atacaktım. Namazdan sonra Kur’an’dan iki sayfayı okuduğumda neredeyse bir saat geçmişti. Kur’an okuyuşumu en kısa zamanla geliştirmem lazımdı. Ankara’ya döndüğümde tatilden istifade ederek zamanımı Kur’an’a vermeliydim artık. Camiden çıkarak ilerledim. Sahile geldim. Her zaman oturduğum yere tekrar oturdum. Bir an ruhumun dinginleştiğini hissettim. İstanbul, hayatımın merkeziydi. Burası bana kötü hatıraları anımsatsa da seviyordum. Kalktım ve bilindik caddelerde yürüdüm. Geri eve gelmemin ardından kısa bir duş aldım. Duş biraz rahatlattığı gibi hafiften uykumu getirmişti. Yatağa uzandığım gibi uyumuştum. . … Kahvaltıyı yaptıktan sonra tekrar sahile gittim. Oturduğum taşlığın ardından çantamdan yanımda taşıdığım kitabı alıp okudum. Kitabın artık sonlarındaydım. Buraya fazla bir kitap getirmediğim için aklımdaki yere gitmek istedim. Önce kalan birkaç sayfayı da bir saat gibi bir zaman diliminde bitirdim. Kitabı çantaya geri koydum. Toparlanıp bildiğim caddeleri yürüdüm. Sağ tarafıma düşen sahaf sanki beni buraya çekmiş gibiydi. Hiç düşünmedim, sahafa girdim. Artık tevafuklara inanıyordum, bu yüzden bu caddeye çıkmam asla tesadüf olamazdı. Kapıdan girdiğim an gördüğüm Hacı amca gülümsetti. Yine önündeki kitabı burnunun üstüne koyduğu gözlükle okuyordu. “Selamun aleyküm Hacı amca.” Gözlüklerinin üstünden bana baktı. Bir iki dakika sonra beni hatırlayacak ki, “Ve aleykümselam kızım, hoş geldin,” deyip karşılık verdi. Hoş beşten sonra raflara ilerledim. O kadar çok kitap vardı ki aklımdaki kitabı bulmam epey güçtü. Dolandım rafları, nemli raflarda oluşan hafif beyaz sabun kokusu beni gülümsetti. Yeni silinmişti anlaşılan ve bu kokuyu yakalamam gerçekten büyük şanstı. Hacı amca gerçekten temiz bir insandı. Bu da kitaplardan yayılan kokunun temizlikle hemhal olmasından kaynaklanıyordu. Hemen ileride kitabı bulmam en azından bu kadar kitapların arasında kaybolmamı engelledi. Oldukça yüksek olan kitaba bir parmak kadar yakındım. Etrafta tabure aradım ama yoktu. Ayak parmak uçlarıma basıp uzanmaya çalıştım. Değdim ama bir türlü alamıyordum. Boyum uzundu ama raf epey yüksekti. Biraz daha uzanacakken elimin yanından teğet geçen el, kitabı aldı. Ne olduğunu anlamadan elim havada, bakışlarım ise yan tarafımdaki kişiye kaydı. Dibinde durduğum adam Hamza'ydı. Uzandığım kitabı kendisi kolaylıkla alabilmişti. Elindeki bez rafları temizleyenin o olduğunun şahidiydi. Uzattığı kitabı aldım. Onu burada görmeyi beklemiyordum, sanırım o da beklemiyordu. İkimiz de şaşkındık. Hiçbir şey konuşmasını beklemeden sadece, “Teşekkür ederim,” diyerek onu arkamda bıraktım. Oysa kalbimin nasıl çarptığını belli etsem bırak yürümeyi, olduğum yer ayaklarımın altında kayardı. Neden her seferinde karşıma çıkardı ki? Neden bu acıyla her seferinde hemhal olurdum? Yine sabır dedim kendi kendime, biliyordum ki bu da imtihandı. İçimi titreten bu histen bir an önce uzaklaşmalıydım. Yanından ayrılırken onu arkamda bırakmam ona dair bir umudumun kalmayışıydı. Onun gibi, ona uzak kalan bendim bu sefer. O, sadece benim uzaklığımdaki kaybımdı. Şimdi o kayıpta en büyük iyiliği kendime yapıyordum. Ben, eskisi gibi değildim, eskisi gibi sevgi dilencisi de değildim. Sadece onu artık hayatımdan çıkarmıştım. Kalbime sorsam beni hüsrana uğratırdı. Artık kalbimle hareket etmeyecektim. Belki ona dair hâlâ bir his taşıyordum ama ben onu sevmemeyi de öğrenecektim. Onu arkamda bırakıp gittiğim gibi tamamen gidecektim. … Sahaftan apar topar çıktıktan sonra Ruman’la sahilde buluşmuştuk. Hamza’yla bu kadar çabuk karşılaşmayı beklemiyordum. Yine de onun tanıdığı bir yer olduğunu düşününce çok şaşırmamam gerekiyordu. Onu arkamda bıraksam da aklımın çok da benimle olmadığı aşikârdı. Yine de belli etmemeye çalışıyor, onunla muhatap olmamak için büyük çaba sarf ediyordum. Ruman’la buluştuktan beri çok fazla konuşmamıştık. İkimizde sessizce ne konuşacağımızı bekliyorduk. Ruman, ara ara bana bakıyordu. Onun da beni görünce şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. Şu an bunun hakkında konuşmak istemiyordum. Kendimi dizginleyerek Ruman’a baktım. Bir zamanlar veda ettiğimiz yerde yeniden gelişimi sevinçle karşıladık. Ruman olunca yanımda, hiçbir dert tasa kalmıyordu. Munis tavrı, güzel kalbi beni iyi ediyordu. "Aymira, iyi misin?" Kendimi toparlayıp gülümsemeye çalıştım. Bakışlarım dalgalarda geli git yaptı. "İyiyim," dedim neşeli bir sesle. Bazı anların bozulmasını istemiyordum. Evet, bu sefer gerçekten iyiydim. O, eski dertleriyle kaybolan kadın değildim. “Yine buradayım, oysa gelmeyeceğimi söylemiştim.” Söylenir gibi çıkan sesim bir yandan büyük konuşmanın verdiği ifadeyi acı bir şekilde dudaklarımın arasından çekip alıyordu. Bazı zamanlar kendimle alay eder gibi bir hâlim de vardı. En azından bunu yapabiliyor olmam iyi hissettiriyordu. “Büyük konuşmamak gerekirmiş Aymira Hanım, bizi göz ardı edemezdin.” Kıkırdadı en son. Oysa ben, daha biraz önce oldukça ciddiydim. Hiç de bana ayak uydurmuyordu, beni bu kadar kolay sakinleştirmemeliydi. Ona Barış ile konuştuklarımı anlatmadım. Şu an bu konu, benimle onun arasında kalmalıydı. Ne olursa olsun bu olayı çözmeden de kimseye bahsetmek istemiyordum. “Kesin dualar da etmişsindir sen.” Muzip bir ifadeyle başını salladı. “Hem de arabaya biner binmez.” Kaşlarım aralandı. Elini çenesinin altına koyup gözlerini kırpıştırması ise ayrı güldürdü beni. Bu kızın farklı bir yanı vardı. “Bak sen.” Burnuna hafif bir fiske vurdum. İlk zamanlar bana imkânsız gelirdi duanın kabulü şimdi ise fazlasıyla inanıyordum çünkü dua, zırhtı. Bazen farklı bir hâle büründüğümde ilk yaptığım hep dua etmekti. Belki dualarım hemen kabul olmuyordu ama ben inanıyordum ki zamanı geldiğinde ettiğim duaların karşılığını alıyordum. Eğer duam olmasaydı dayanacak gücüm kalmazdı. Nasıl bir yol düşerdi önümüze bilmesem de kendimi yanlış yoldan ayırmamın mutluluğu vardı üzerimde. Kaybım ailem olsa da bu artık beni etkilemiyordu. Kazandıklarım bana en büyük lütuftu. Zaten o odada yok saymışlarken beni, onlara dönmem bile benim saçmalığım olurdu. Ruman’a gelen telefonla yanımdan ayrılınca ben de denize biraz daha yaklaştım. Zamanında ne çok ağlamıştım burada. Zamanında kendi canıma kıymayı düşünmemden ötürü bir istiğfar daha düştü dilime. Aptallığıma güldüm. Şimdi daha düzgün düşünüyordum, o kadar acının içinde kendimi kaybetmemem bile başarımı dile getiriyordu. Saat epey geç olmuştu. Ay ışığının yansıdığı denize baktım. Kanayan yaramın kabuk bağlayışıydı bunlar. Ben yaralarımı iyileştiriyordum artık. Sadece yürüdüğüm yol zordu velev ki bu zorluk Allah tarafından kolaylaştırılıyordu. Sahilden yavaş yavaş uzaklaşıp geçen taksilerden birine bindim. Eve geçip uyumak istiyordum. Birkaç gün daha kalıp Ankara’ya dönmeliydim. Ziyaret etmem gereken yerler vardı, özellikle Meryem’e kesinlikle uğramalıydım. Ona minnetim oldukça fazlaydı. Eğer buradayken uğramazsam yanına, vefasız olurdum. Onun sayesinde bu yola birçok adım atmışken bir de… Barış’ın mesajına geri dönüp ulaştığım evle ücreti ödedikten sonra taksiden indim. Karanlık eve girip kapıyı örttüm. Odaya geçecekken kapı zilini duydum. Tedirginlikle kapıya gidip delikten dışarıya baktım. Gördüğüm kişi Oğuz’du. Tedirginliğim arttığı için önce kapıyı açmadan bir müddet bekledim. Gelmişti. Oğuz, tamamen aklımdan çıkmıştı. İçeriden çıktığında beni iki kere aramış daha sonra sessizliğine çekilmişti. Artık sessiz kalmayacaktı anlaşılan. Bu saatten sonra ispatlanacak hiçbir şey kalmamıştı. “Aymira, oradasın biliyorum. Kapıyı açar mısın? Sadece konuşacağız.” Telefonu cebimden çıkarıp Barış’a mesaj attım, bunu yapmak mecburiyetindeydim. Oğuz, bu zamana kadar sakin kaldıysa işin sonunu hiç düşünemiyordum. Zincir kilidi bölmeye takıp kapıyı araladım. “Neden geldin Oğuz?” Önce zincir kilide bakıp ardından, “Böyle mi konuşacağız?” dedi. Böyle konuşacaktık, ona güvenmiyordum. Bana bir adım bile yaklaşmasını istemiyordum. “Buradan söyle, Oğuz.” “Sana zarar vermeyeceğimi söyledim, açar mısın?” Nefesimi sertçe soluyup kapıyı açtım. Bana zaten yeterince zarar vermişken şimdi ne yapacağı umurumda değildi. İçeriye girdiğinde önce beni baştan aşağı süzdü ardından yakınıma gelip, “Yeni sitilin bu demek,” deyip yüzüne tiksindirici ifade takındı. O, ne derse desin moralimi asla bozmayacaktım. Fıtri olarak kendi yanlışını göremiyordu. Hem onun söylediklerini ciddiye alacak bile değildim. Ben, buydum. Kimsenin beğenmesine de sevmesine de ihtiyacım yoktu. “Ne diyeceksen de, git.” Alayla güldü; hep yaptığı gibi. Tepeden bakarken bana, kendini ne kadar alçalttığının farkında bile değildi. “Sen, beni çok hafife aldın Aymira.” “Sen de beni.” Güldü. Haklı olduğumu bildiği için başını sallamakla iktifa etti. “Görebiliyorum. Özelliklede aptallığını…” Etrafımda dönmeye başladı. Vücudumu saran ürperti bana her baktığında artıyordu. Ona belli etmek istemiyordum ama tedirgindim. “İstediğini düşünebilirsin.” Önümde durdu. “Beni sevmedin kabul ama aileni mahveden adama nasıl aldandın Aymira.” Kaşlarım çatıldı. “Baban hapishaneye girmek üzere, annense hasta… Babanın parasının peşine düşmüş o adamı sevmen akıl alır gibi değil.” “Sen nereden biliyorsun?” “Beni hafife aldın diye boşun demiyorum karıcığım.” “Ben senin karın değilim.” Bana doğru bir adım attığında engellenen Barış’la şaşkın bakışları benden uzaklaştı. Barış’ın sert tavrı Oğuz’un geri çekilmesine neden oldu. Hissettiğim acı beni vicdan azabına sürüklemesi dışında yaşadığım felaketlerin hiçbir netice almaması kadar saçmaydı. Çırpındıkça çırpınıyor, yolun sonunu göremedikçe kahroluyordum. “Seni uyarmadım mı Oğuz? Yine ne arıyorsun burada?” Oğuz, Barış’ın dediklerine hiç takılmadan, “Karımı ziyaret etmek ne zaman suç oldu?” deyip pişkince sırıttı. Şu an nasıl iğrenç biri olduğunu fark edemiyordu. Hastaydı, bu hastalığı hepimize zarar veriyordu. “Oğlum sen kıt beyinli misin? Neyden bahsediyorsun? Boşandınız siz.” Oğuz, bu sefer sinirlenip, “Ben kabul etmedikçe boşanmış sayılmıyoruz,” diyerek son kez ikimizde gezdirdi bakışlarını. Mavi gözlerinde gördüğüm o öfke, her zamankinden farklıydı. Kapıya doğru giderken, “Tekrar görüşeceğiz sevgili karıcığım,” Oğuz çekip giderken ben kafamda oluşan kaosla kalakaldım. O bile nelerin olduğunu bilirken ben sadece kısıtlı bilgilerimden öteye gidemiyordum. “İyisin değil mi, bir şey yaptı mı sana?” Başımı iki yana sallayıp, “Yapmadı,” dedim. Titrek nefesim ciğerlerimden sertçe çıktı. Ben salona geçerken Barış da mutfağa geçti. Kapıdan kafasını uzatıp “Kahve?” diye söylendi. “Olur,” dedim düşünceli bir tavırla. Köşedeki berjere oturdum ve kolumu koltuk kenarına dayayıp alnımı da parmaklarımla ufalamaya başladım. Sıkkınca soluduğum nefesimi kontrol edemiyordum. Oğuz’un bu hâlleri ne zaman son bulacaktı bilmezken kendimi nereye koyacağımdan emin bile değildim. Oğuz’dan uzaklaşmak istedikçe bunun imkânsızlığını yaşıyordum. Barış, elinde iki kahve kupasıyla gelip karşımdaki koltuğa oturdu. Kahvenin birini uzattığında aldım. İçimde biriktirdiğim dinginlik bir fırtına ile dağılıp gitmişti. Hiç bilmediğim bir çizgide ilerliyor, ipin üstündeki cambaz gibide düşmemeye çalışıyordum. Ne ben cambazdım ne de üzerinde yürüdüğüm ip sağlamdı. … Ankara’ya gitmeden evvel Meryem’i ziyaret etmek istemiştim. Kahvaltıdan sonra hazırlanıp dışarıya çıkmamla güneş gözlerimi aldı. Bugün daha fazla sıcaktı, güneş kremimi sürmediğim için şimdiden pişman olmuştum. Aradığım taksi bir on dakikanın sonunda gelebilmiş ve arabaya binmemle içerideki klimanın serinliği en azından beni sıcaktan kurtarmıştı. Sıkışan trafik ve insanların art arda kornaları çalması oldukça kargaşa çıkarmıştı, kimi ise pencereden başını çıkarıp, “Burada hayat kurtarıyoruz, yol verin bari,” diye bağırması tüm dikkatimi çaprazımda olan arabaya çekti. Biraz daha dikkat kesildiğimde penceresi aralık olan arka koltukta kadının birinin doğum sancısı olduğunu gördüm. İç çekerek üzülen gözlerle kadını izledim. Bu trafikte arabada doğurmazsa iyiydi. Düşündüğümün aksine biraz daha erken dağıldı trafik. Öndeki şoför amca, “Çok şükür,” diyerek ilerledi. Onun bu hâline tebessüm etmemek olmazdı. Neredeyse iki saat sonra biten yol macerası şoför amca gibi bana da çok şükür dedirtti. Kursun önüne gelince geçmiş gözlerimin önüne geldi. Nasıl çaresizdim o zamanlar bu kapının önünde. Korkarak gelmiştim şimdi ise emin adımlarla geldim. Ben çok yol kat etmiştim, bunu şu an daha iyi anlıyordum. O zamanlar bana yabancı kalanlar şimdi sanki bununla doğmuşum bununla var olmuşum gibi hissettiriyordu. Kapı ziline dokundum, belki on belki on beş saniye sonra kapım açıldı. Bu sefer başka genç bir kız açtı kapıyı. “Buyurun?” dediğinde selam verip, Meryem ile görüşeceğimi söyledim. Beni içeriye aldı. Kurs hiç değişmemişti, sanırım değişen tek şey bendim. “Meryem hocama haber verdim birazdan gelir.” “Tamam,” dedikten sonra genç kız yanımdan uzaklaştı. Misafir odasında bir sene önceki beni gördüm. Burada Müslüman olmuş, burada kendimi bulmuştum. O zamanlar nasılda ürkektim. Şükrettim Allah’a. Beni bırakmadığı için şükrettim, bana bu sabrı verdiği için, olanlara rağmen yılmama izin vermediği için şükrettim. Gözlerim kapandı, gülümsememin ardından yanağıma minik bir damla ilişti. Acıdan değil şükürdendi. “Aymira.” Vakur duruşunun ardındaki tiz ses şaşkınlığın arasından kesif sevinçle çıktı. Kalkmamla gelip bana sarıldı. En çok da ona rağmen benim sevincim çok farklı bir boyuttaydı. Meryem’e karşı farklı bir sevgi vardı içimde. Sanki o benim görünmeyen yanımdı, kaybolduğum yerde kendimi bulduğum, vaat edilen karanlıkta kendime sunduğum ışıktı. “Hoş geldin, ay hiç beklemiyordum ya. Hem ne kadar güzel olmuşsun öyle.” Tebessümüm genişledi. Beraber arka bahçeye geçtik. Gelen çaydan sonra karşılıklı oturduğumuz çardakta bakışlarımı etraftan çekip Meryem’e döndüm. Meryem’in duru güzelliği beni gülümsetti. Minyon bir yapısı vardı. Kahverengi gözleri kocamandı. Yuvarlak ufak yüzünde oluşan gamzesi her güldüğünde ortaya çıkıyor onu tatlı bir görünüme sokuyordu. “Dönecek misin geri?” Çayımdan bir yudum alıp, “Birkaç güne dönerim,” dedim. Önce soracağı sorudan ötürü çekindi. Birkaç kez bana bakıp, “Ailen?” dedi sorar gibi. O bu konuya hâkimdi bu yüzden bunu soracağını bildiğimden yüzümü düşürmedim. Yine de kendimi tuhaf hissettim. Buraya geldiğimden beri birkaç kez sorulan soruyla yabancılık çekmedim. Ya da birilerinin sorma ihtimalinden korkmuyordum artık. “Ailemle olan bağım buraya geldiğimde tamamen bitti.” O da benim gibi yüzünü düşürdüğünde omuz silktim. Buraya bunu konuşmaya gelmemiştim, güzel şeyler konuşmak istiyordum artık. Elimi tutup, “İstersen annenle konuşabilirim,” dediğinde olumsuz şekilde başımı salladım. Kimse benim için ailemle konuşsun istemiyordum. İç çekerek geri yaslanınca Meryem’de bir şey diyemedi. Zaten ortada bu konu hakkında konuşulacak bir durum yoktu. Bir yıldır bana bu kadar merhametsiz davranan ailemin önceki merhametsizliğine takılamıyordum bile. Ailem hayattayken ölmüştü, tıpkı onların beni hayatlarından tamamen çıkarmaları gibi. Kızgındım, en önemlisi de kırgındım. Ama en önemlisi de terk edildiğim yerde beni sahiplenen bir Rab vardı. Teselli eden bir tek buydu. Çünkü ben gerçeğe gözümü açmıştım. Meryem’in üzüntüsünü görünce bu sefer onun elinin üstüne ben elimi koydum. “Hem sen demiyor muydun bana; Allah seni, herkesin terk ettiği yerde sahiplenir diye, şimdi ne değişti?” O günü hatırlayınca, “Belki biraz daha yardımcı olurum diye düşündüm,” demesi gülümsememi genişletti. Onun bu vefakârlığı zaten bana yardımcı oluyordu. “Sen bana daha ne kadar iyilik yapabilirsin Meryem? Sen bana en büyük iyiliği yaptın zaten.” Gülümsedi, o gülümseyince ben de gülümsedim. “Kalbin güzel, ben sadece aracı oldum. Yolumu sana çeviren Allah’tı, o gün olduğum vesilede bunu anladım. Aslında ben değil kaderimiz bizi bir araya getirdi. Beni sana yollayan Allah’tı Aymira.” Sakin çıkan sesiyle iç çektim. Bunu hep biliyordum. Öyle güzel düşünüyordu ki. Meryem her şeyiyle güzeldi. Ona hayranlığım biraz daha artarken sonu gelen sohbetimizin ardından ayaklandım. Kursun bahçesinde beraber yürüdük. Kapıya kadar benimle gelen Meryem’e bakıp, “Umarım yine görüşebiliriz,” dedim. Bana sarılıp, “İnşallah,” dedi. Kollarından ayrılıp uzaklaştım. Meryem’le konuşmak hep iyi geliyordu zaten, bugün de diğerlerinden farklı değildi. Çağırdığım taksi çok geçmeden gelince taksiciye Gizem’in adresini söyleyip geri yaslandım. Bugün, Gizem’le de görüşmek istiyordum. Aradığında hep meşgule atmışken bakalım karşılayışı ne olacaktı. Bir saattir beni arayan Barış’a iyi olduğuma dair mesaj atıp, Ruman’ı sonra ararım diyerek geri dönmeyip camdan dışarıyı seyrettim. Süzülüp giden yol Gizem’in evinin önünde son buldu. Ücreti ödeyerek taksiden indim. Kapı ziline uzun uzadıya bastıktan sonra kısa bir bekleyişin ardından kapı açıldı. Gizem, önce beni inceleyip ardından gözlerini büyüttü. Tepkisi beni korkutuyordu zaten, onunda bu konulara pek sıcak baktığını söyleyemezdim. “Aymira!” Şaşkın çıkan sesiyle, “Benim,” dedim. Donup kaldı, beni böyle görmeyi ummuyordu. Bir yıldır en fazla üç veya dört kere konuşmuştuk. Ona bahsetmemiştim durumdan. “Girebilir miyim?” Yavaşça başını aşağı yukarı salladı. Önce ayakkabılarıma yeltensem de izin vermedi. Salonda yerlerimizi alırken birbirimize bakıyorduk öyle. Gizem, en son gördüğümden bu yana biraz zayıflamış, saç rengini değiştirmişti. Fakat onu ilk defa bu kadar yorgun görüyordum. “Bir şey içer misin?” “Yok, sağ ol. Kalkarım birazdan.” Israr etmedi. Söze nasıl başlayacağımızı bilemeden durduk. “Nasılsın?” Söze ilk giren ben oldum. “İyiyim, sen?” Sakince geri yaslanıp, “İyiyim,” dedim. Oldukça soğuk yaklaşıyordu bana. Kendimi eski Gizem’in yanında hissetmiyordum, üzücüydü. “Değişmişsin.” Herkes gibi o da bana bunu söyledi. Burukça güldüm. “Olmam gerektiği gibiyim,” dedim sadece. Alayla kıvırdı dudağını. Yorgun gözüküyordu, daha doğrusu yıpranmış gibiydi. “Senin olman gerektiği yer ora değil Aymira.” Oturduğum yerden kalktım, olumsuz sözler duymak istemiyordum artık. Bileğimden tutup, “Gidecek misin?” dedi. “Buraya seni görmeye gelmiştim. Özlediğim bir arkadaşım var diye hatırlıyorum. Yanılmışım.” Bir şey demedi. Yanından geçerken peşimden geldi. Kapıyı açtığımda söylendi. “Ama ben eski arkadaşımı göremiyorum.” Sözlerinden sonra dolu gözlerle yüzüne baktım. “Aymira, bana eski arkadaşımı ver.” “Görüşürüz Gizem.” Onu arkamda bırakarak bekleyen taksiye bindim. Arkamda bıraktığım arkadaşımın da terkini yaşadım. Hayatın sunduğu enkazda daha ne kadar can çekişirdim bilmiyordum. Evet, bir bir terk ediliyordum. Hayatımdaki insanlar artık tamamen yabancıydı bana. … Dışarıdaki hafif hareketliliği izliyor, sabah namazından bu yana uyumadığım içinde acıkan karnımın sesini duymazdan geliyordum. Loş ışıkla aydınlanan oda günün iyice doğmasından sonra artık iyice aydınlanmıştı. Camdan uzaklaşıp mutfağa yöneldim. Kendime iyi bir kahvaltı hazırlamak istiyordum, sonrasında ise vaktimi dolu dolu geçirmek gibi bir plan vardı kafamda. Saat sandığımdan daha fazla ilerlemişti. Hazırladığım kahvaltıyı iştahım olmamasına rağmen yedim. Önümdekilere bakarsam pek yediğim söylenemezdi ama doyduğum aşikârdı. Masayı ve mutfağı toparladıktan sonra dün akşam kaldığım yerden devam etmek için masa başına oturdum. Kalın ciltli kitabı alıp kaldığım sayfayı açtım. Parmağım dün akşam altını çizdiğim alıntıda gezindi. Ağlama ey Ebu Hureyre! Zor hesap kıyamet günündedir. Dünyada Allah rızası için aç olan kimseye kıyametteki zorluk isabet etmez. Bazen bu alıntı kadar sebat göstermek istiyordum sonra ise bu kadar sabredemediğimi görüp pişman oluyordum. Benim için dünya zordu, ahiret hayatım ise meçhuldü. Onca günahın içinde hâlâ bu kadar rahat davranmam ise Allah’ın bize sunduğu bunca nimete karşı nankörlük gibi geliyordu. Onun şefkatini, rahmetini düşündükçe bu kadar karamsar olmamam gerektiğini öğrenmem gerekiyordu. Bunca zamandır bunları öğrenmemiştim, ailem beni bunlardan uzak tutmuştu ama şükür ki Allah beni zayi etmemiş beni bununla müşerref kılmıştı. Kalbim İslam’a açılmıştı ve ben o günden sonra hep bir arayış içerisindeydim. Zor olmasına rağmen buradaydım. Canım çok yanıyordu, çok geç tanıştığım İslam’ı savunamamamdan, aileme anlatamamaktan, onları bu cehennem çukurundan çıkaramamakdan suçluluk duyuyordum. Lakin bu suçluluk “Sen, sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, ama Allah, dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi O bilir” ayeti ile biraz olsun diniyordu. Ben ne kadar uğraşsam da onların hidayete erip eremeyeceğini bilemezdim. Çıkılmaz bir kuyuya düşsem de o kuyudan çıkarıp bir yurda sultan edecek bir Rabbin olduğunu biliyordum. … Sabah ezanından bir saat önce kendiliğimden uyanmıştım. Aslında az uyumuştum ama uykumu almıştım. Zaten epey bir terlemiştim, bu yüzden yatakta çok durmadan kalktım. Kısa bir duş alıp ardından abdestimi aldım. Aklıma gelenle üzerimi giyindim. Bu sabah, namazı camide kılmak istemiştim. Bu yüzden evden gerekli eşyalarımı alıp çıktım. Barış, bana kullanmam için yedek arabasını vermişti. Bu gerçekten şu an en çok ihtiyacım olan durumlardan biriydi ve Barış’a ne kadar teşekkür etsem azdı. Çok geçmeden camiye geldim. Sanırım burayı sevmiştim. Her ne kadar kötü anılarım olsa da burada ısınmıştım İslam’a. Bu yüzden beni tanımayan ama benim tanıdığım imamın kıldırdığı namaza katılacaktım. Beni hiç bilmeyecekti ama ben, onun için dua edecektim. Tıpkı şu an ettiğim gibi. Biri benim için dua etse sanırım bu çok hoşuma giderdi, hatta mutluluktan ağlar dururdum. Camide durup biraz Kur’an okudum. Sabahleyin Kur’an okumak bana iyi geliyordu. Bir sayfayı ne kadar yavaş okusam da acelem yoktu en nihayetinde. Zaten kafamı kaldırdığımda gün çoktan ışımıştı. Zaman nasıl geçmişti bilmeden vücudumu esnettim. Bugün çok işim vardı. Onları halletmem gerekiyordu birazda. Buradaki zamanımın kısıtlı olması elimi çabuk tutmam gerektiği konusunda beni uyarıyordu. Caminin o güzel kokusunu son kez içime çektim ve beklemeden çıktım. Tatlı bir his bırakan rüzgâr hafiften gülümsetti. Kuş sesleri zaten ayrı bir meseleydi. Tam tefekkür etmelik bir sabahtı. Pastaneden bir simit ve bir çay alıp sahildeki banklardan birine oturdum. Sanırım sabah rutinimin devamını bir süre burada değerlendirecektim. Bir müddet martıları izledim, dalga seslerini dinledim. Hayat yaşamaya değerdi. Şu sesler, şu görüntüler bile hayatın güzelliğini bir kere daha hatırlatıyordu. Önceden olsa ölmek isterdim ama şimdi inançlarımla beraber hayatın lezzetini de alıyordum. İslamiyet bana çok şey katmıştı. Telefonumu alıp fotoğraf çektim. Çok fazla fotoğrafım olmadığı içinde bir tane selfie ile olayı kapattım. Ben ne yaşarsam yaşayayım İstanbul gibi güzel bir şehirden nefret edemezdim. Burası bana her yönüyle iyiliği de kötülüğü de öğretmişti. Bu mühim değildi, sevdiğim yer zorluklar karşısında vazgeçilmez olurdu. … Geciken ikindi namazlarımızı sahil camide kılmış ardından camiye yakın olan kafelerden birine geçmiştik. Ruman, çalan telefonunu açıp karşısındaki kişiyle konuştuktan sonra annesinin beni akşam yemeği için çağırdığını, reddetme olanağım olmadığını söylemişti. Kahveleri içtikten arabaya geçtik. Kevser teyzeyi hiçbir surette reddetme olanağım yoktu zaten. Eğer gitmezsem bir daha benimle konuşmayacağını söylemişti. Mecbur kabul etmek zorunda kalmıştım. “Annemin azarlarına hazır ol bence.” Kıkırdayıp eliyle ağzını kapattı. “Kevser teyzeyle ufak bir çatışma yaşayacağımız kesindi zaten.” Ufak bir serzeniş çıktı dudaklarımdan. Sanırım bu gece ufak küsüşmeleri düzeltmem gerekiyordu. Gülümsedim. Ruman’ın telefona odaklanması dışında ben de süzülüp giden yola odaklanıyordum. Kevser teyzeye en son buralara gelmeyeceğimi söylerken ne kadar nettim. Ama şimdi büyük konuşmamın karşılığını alıyordum. Ruman’ın evine geldik. Bahçe kapısından geçtik ardından Ruman dış kapıyı cebinden çıkardığı anahtarla açtı. İçerisi oldukça kalabalıktı, Ruman da benim gibi şaşırıp, “Allah Allah, hayır olsun inşallah,” dedi ve geçmem için yer verdi. Önde ben, arkada Ruman girdi eve. Sesleri duyan Kevser teyze karşımızda belirdi. Beni görmenin sevinciyle kollarını açıp yanıma geldi. “Hoş geldin kızım,” Sarılması o kadar içtendi ki biraz önceki gerginliğim bu sıcaklıkla uçup gitti. Sitem etmeyeceği ortadaydı ama gönlünü almam şarttı. “Hayır olsun anne? Bir şey olmadı değil mi?” Ruman’ın sorusuna Kevser teyze, “Önemli bir şey değil kızım,” deyip içeriye geçecekken, “Hadi üzerinizi çıkarında içeriye gelin,” dedi. Ruman, bir bana bir içeriye bakıyordu, içeride kimlerin olduğunu şu an daha iyi anlamıştım fakat ses etmeden trençkotumu askılığa astım. Duraksadığımı gören Ruman, “Merak etme, salona geçmeyiz,” dedi. “Kusura bakma, bilmiyordum burada olduklarını. Annemin de bu meselelerden haberi yok o yüzden bilememiş,” deyip koluma dokundu. Açıklama yapmasına gerek yoktu, ben anlıyordum onları. O yüzden açıklamasına hiçbir cevap vermeden, “Hadi geçelim,” dedim. Mutfağa ilerledik. En azından mutfakta yiyor oluşumuz rahatlattı beni. İçeriye adım atmamız hiç de umduğumu bana buldurmadı. Tezgâhın başında iş yapan Mehlika Hanım’la ayaklarım zemine yapıştı adeta. Sükûnetle koyduğu çorbadan sonra beni görmesi hoşuna gitmemişti. Öylece şaşkın, öylece hareketsizdi. Sadece gülümsedi, şaşkınlığına set çekip sükûnetini bozarak, “Hoş geldin kızım,” dedi. Munis tavrı ondan ziyade beni şaşırttı. Oysa bana kızgın olmalıydı, yüzüme bakmamalıydı ama o hiçbir şey olmamış gibi gülümseyebiliyor hoş geldin diyebiliyordu. Ama o gün de bana pek sert yaklaşmamıştı, hakkını yiyemezdim. Nasıl yaklaşmam gerektiğini bilmiyordum. Sadece başımı sallamakla ve, “Hoş buldum,” demekle iktifa ettim. Zehir zemberekti yüreğim, bir dokunsa ağlayabilirdim. Utanmıştım; ilk defa geçmişimden, yaptıklarımdan bu denli pişman olmuştum. Ne zaman görmezden gelsem geçmişimi, illaki hatırlatacak bir şeyler karşıma çıkıyordu. Masa hazır olduğunda Ruman’la masaya oturduk. Bakışlarım masadaydı. Biz kadınlar mutfakta yiyorduk. Hem ben sebebiyle Hamza o masada oturmazdı. Burada olmamı istemeyecek tek kişi oydu, bir an önce buradan gitmemi istediğine de emindim. Yabancı olduğum masada, iştahımın tek bir zerresi kalmadı. Bir an önce yemeği yiyip baskın düşüncelerin altından uzaklaşmak istiyordum. Kevser teyze, arada içeriye servis yapıyordu. Kapının hafif aralık kalmasıyla bakışlarım salondaki güzel yüzü buldu. Mutfakla salon karşı karşıya olduğu için içeriyi rahatlıkla görebiliyordum. Teyzesinin eşiyle oldukça sıkı bir sohbete girmişlerdi. Hamza, eniştesini dikkatle dinlerken bazen araya girip kendisi konuyu anlatıyordu. Anlatırken beden dilini de kullanıyordu. Lacivert spor kesim bir gömlek giyinmişti. Yine siyah saç tutamı alnında yer edinmişti. Onu burada en son gördüğümden bu yana sadece zayıflamıştı ama bedenen dinçti. Sadece yüz kemikleri daha belirgin hâldeydi. İçimi ısıtan görüntüsü beni üşümüş ruhaniyetimden çekip sıcacık etti. Bir an bana kaydı bakışları, şaşkınlık yüzünde yer edinirken çok fazla sürdürmedi bu durum. Yüzündeki o bilindik ifadeyle hızla bakışlarımı kaçırdım. Fakat Oğuz’un dedikleri aklıma gelince ona sormam gereken sorularımın olduğunu hatırladım. Lakin onunla konuşmak, yakınında durmak istemiyordum. Ama soracaktım, belki bugün değil ama en kısa zamanda halledecektim. "Şeyma nerede teyze?" Masadaki sessizliği bozan Ruman oldu. Ben de çevrelendiğim bu ifadeden kurtuldum. "Son senesi ya, kafasını derslerden kaldırmıyor. Evde yerim ben bir şeyler deyince biz de zorlamadık onu." Ruman, aldığı cevap ile yemeğine devam etti. Zorla bitirdiğim çorbanın devamında yediğim yemekten hiçbir şey anlamadım. Biten yemek meselesi beni rahatlattı. Masadaki tabaklardan birkaç tanesini alıp tezgâha taşıdım. Kevser teyze, ne kadar buna razı olmasa da sorun olmadığını söyleyip Ruman’la beraber mutfağın işini bitirdik. Yemekten sonra kahve yapıldı. Ruman kahveleri götürmeden evvel ikisini buraya bıraktı. Köşedeki sandalyeye oturduğum an tekrar onu görmemle kapıyı kapattım. Aramıza set kurmaktan başka bir şey yapamazdım. En azından onu görmezsem içtiğim kahveden zevk alırdım. Mehlika Hanım’la Kevser teyze önemli mevzu olduğunu söyleyerek içeriye geçtiler. Bu evdeki tek yabancı ben olduğum için kendimi geri planda tuttum. Anlamadığım meseleler vardı; eşi neredeydi? Düğüne gelmemişti, belki de gittiği yere dönecekti, içerideki mesele için gelmiş olmalıydı. Ruhumu boğan bu düşünceyi yok saymak faydasızdı. Hamza’yı önemsemek ise acı vericiydi. Unutamamak ıstırap verici bir yüktü benim için. Ruman, boş tepsiyle geri döndü. Daha fazla Hamza ile göz göze gelmemek için kapıyı tekrar kapattım. Karşıma oturduğunda ona sormak istediğim birçok soru vardı. Sorsam yanlış anlaşılmaktan korkuyordum. Önümdeki fincana bakıyor, kelimelerimi toparlayacak bir tavra girmek için çabalıyordum. Bana dönüp, "İyi misin?" diye sordu. Sorusu tamamen girdiğim ruh hâliydi. Kendimi o kadar belli etmiştim ki hâlâ kızaran yüzümün yanmasını hissediyordum. "İyiyim." Sesim kırgın çıktı. "İyi değilsin," deyince hiçbir şekilde cevap vermedim. Ne diyebilirdim ki? "Mesele Hamza abi değil mi?" Yine cevap vermedim. Cevap verecek bir söz bulamadım, sadece sustum. Hamza hakkında konuşmaktan tekrar kaçındım. “Burada olduğunu bilseydim sonra gelirdik.” Gülümsemeye gayret ettim. Aslında iyiydim ben, onu düşünmüyordum. Bazen insan zamanın getirdikleriyle olgunlaşabiliyordu. Benim hislerim de öyle olmuştu. Zamanla alışmış, büyümüş, iyileşmişti. “Önemli değil, gerçekten. Hem ben artık Hamza’yı düşünmüyorum ki. İnan bana ben eskisi gibi değilim.” Sesim beni oldukça tatmin etmişti. “Biliyorum elbette. Ama işte…” Kolumu dostane bir tavırla sıvazlayıp, "Yüzünde öyle bir ifade var ki bu beni üzüyor," deyince başımı iki yana sallamakla iktifa ettim. Bu durumu kendimle kıyaslamamalıydım. “Ruman, bazen insan hatıralarla yüzleşebilir. Yüzleştikçe de bir şeyleri daha iyi anlar. Ben bu akşam bunu anladım. Gördüğüm kadarıyla da başarmışım. Evet, biraz sarsılabilinir ama inan bana canı acımaz. İnandırmalı mıyım seni bilmiyorum ama ben kendime inandım. Sen de buna inan.” “Buna seviniyorum zaten hep. Yine de hislerini bildikçe bir şey yapmak istiyorum senin için.” Bir müddet yüzüne bakıp, “Hislerim falan yok. Evli bir adama karşı zaafım kaldığını düşünüyorsan sil aklındaki o düşünceyi,” diyerek sertçe çıkıştım. “O kadar alçalmadım ben.” "O, evli değil." Dudaklarının arasından çıkan sözler yerdeki bakışlarımı ona çevirmemi sağladı. "Özge, vefat etti. Sen buradan gitmeden önce onu toprağa verdik." Önce kaşlarım çatıldı, bu beni gerçekten şaşırtmaya yetti. "Gerçekten mi? Başınız sağ olsun, üzüldüm." Ruman hafiften iç çekip, "Sağ ol," dedi. Bunu beklemiyordum. Camiye gittiğimde gördüğüm cenaze onundu demek ki. Özge'ye kızmıştım ama onun ölmesini istemezdim. "Aymira!" Neyden bahsedeceğini bildiğimden, "Ufak bir işim vardı, artık gitsem sorun olmaz değil mi?" dediğimde elimden tutup, "Bir dinle,” diyerek beni durdurmaya çalıştı. Kalkmamla oturmam bir oldu. Sertçe yutkundum, nefes alamıyordum sanki. "Ruman! Evli olsun ya da olmasın, benim için bir önemi kalmadı artık. Bitti, ister inan ister inanma ama bitti.” Hızla mutfaktan çıkarak banyoya geçtim. Ben, çoğu şeyi kaybetmiştim. Hayatımı, onu, geçmişimi… En çok da yolumu kaybettiğimi sandığım yerde daha değerli bir güzellik bulmuştum. Onu kaybetmiştim ama O’na ulaşmıştım. Bu benim için her şeyden önemliydi. Geriye dönüp baktığımda Hamza'ya dair bıraktığım külleri toplamaktan vazgeçmiştim. Bu çok yorucuydu, yorulmaktan vazgeçmiştim. Ben, eski hislerimi taşımaktan vazgeçmiştim, bu eser Hamza’nındı. O, beni bu hisle baş başa bırakırken ona olan hislerimde kendini karanlık bir mezara hapsetmişti. Yine de; İnsan affedemeyeceği kişiyi de özlüyordu. Özlem; taşınması gereken bir his miydi yoksa unutmamızı sağlayan tek silahımız mıydı? Belki de ikisi de değildi. Bilmiyordum hiçbir şey. Sadece benim istediğim ona karşı soğuk durmayı başarmamdı, o da olmuştu. Elimi yüzümü yıkayıp banyodan çıktığımda Ruman’ı endişeyle dış kapıdan içeriye girerken gördüm. Beni gördüğünde panikledi. O an şüphe filizleri yüreğimi zehir gibi sarmaladı. “Hayırdır Ruman, nereden geliyorsun?” “Şey, hiç. Hadi içeriye gidelim.” Yüzünde endişeden çok korku gördüm. Çatılan kaşlarım sorgu dolu bir tavra büründü. Onu az buçuk tanıyordum, benden sakladığı bir şeyler olduğunu o an anladım. “Betin benzin atmış. Bir şey olmuş işte.” İkilemde kalmış gibiydi. “Söyleyeceğim ama çıkmayacaksın dışarıya.” Söylemesini bekledim. Kapıda Oğuz var, ne yaptıysam gönderemedim. Sorun çıkartıp duracağını söylüyor. Ama bekler bekler gider. Hadi biz içeriye gidelim. Herkes buradayken bir şey yapamaz herhalde.” Daha birkaç gün önce yaptıkları yetmezmiş gibi beni burada da rahat bırakmaması sinirlerimi bozdu. Ruman, onu tanımıyordu. Yapabileceklerini asla tahmin edemezdi. Ama ben, tanıyordum onu, asla gitmezdi buradan. Salonun kapısına bakıp, “Ben şimdi hallederim, sen içeridekilere bir şey söyleme,” dedim. Önce kabul etmeyecekti ama ona, “Lütfen! Merak etme, ben gönderirim onu şimdi,” diye ısrar ettiğimde zor da olsa başını salladı. Kimseyi zora sokmak istemezdim. Ve daha buraya geleli birkaç saat olmuşken milletin başına bela edemezdim. Bahçe kapısına ulaştım, Oğuz’un karşıma çıkması bile normal geliyordu bana. Anlaşılan beni hiçbir zaman rahat bırakmayacaktı. Kaşlarım olabildiğince çatıldı. Oğuz, yaslandığı arabanın kaputundan doğrulup bana doğru yaklaştı. Bu adam beni mi takip ediyordu? Nasıl bulabilmişti burayı hem? Bakışlarım eve kaydı, Allah’tan salonun penceresi buraya bakmıyordu da birinin görme ihtimali yoktu. "Ne arıyorsun burada?" Oğuz, elini cebine sokup tam karşımda durdu. Yüzünde pişkin bir ifade vardı. "Akşamdan beri seni burada bekliyorum." "Neden? Seni buna iten ne Oğuz? Neden peşimi bırakmıyorsun?" "Hâlâ sana aşığım Aymira ve sen benim karımsın." Alaycı bir gülümseme ile, "Karın mı?" diye söylendim. "Sen hastasın, Oğuz." Sertçe kolumu kavrayıp kendine çekti. Bu hareketleri oldukça sinirimi bozuyordu artık. Kolumu elinden kurtarmamın imkânı yoktu. "Beni anlamıyorsun Aymira." Sinirden göz devirdim. Bu artık sıkmaya başlamıştı. Neyi anlamıyordu bu adam ya da neydi bu inat? "Bırak," diyerek söylendim, bağırmadım ama sesim sertti. Kimsenin duymasını istemiyordum. Oğuz'un nefesi yüzümü bertaraf ettikçe midemi bulandırıyordu. İçmişti, önceden tanık olduğum bu koku artık en nefret ettiğim kokuya dönüşmüştü. Tiksinerek yüzümü buruşturmam onu daha fazla öfkelendiriyordu. "Gidiyoruz." Kararlı çıkan sesi ve sıktığı kolumu kurtaramamam can sıkıcıydı. Bu gerçekten yorucuydu. Artık bitsin aramızdaki bu inat istiyordum. “İnan bana seni rahat bırakmam, hatta bu evdekileri de.” "Yarım bıraktığım işi yaparım diyorsun öyle mi?" “Bunu ben istemedim.” “Sen istemedin mi!” Sesim alaycı çıktı. “O odada benim aklımla oynadınız. Bunun müsebbibi bizzat sendin.” Öfkem biraz daha arttı. İçeriden çıkan Kevser teyze koşarak yanımıza geldi. Çok geçmeden de peşinden evdekiler geldi. Resmen rezillikti. O da olaya müdahil olunca çok yakında mahalleyi de başımıza toplayacağız diye korkuyordum. Zaten bir iki kişi köşeden bizi izliyordu. Kimse korkudan bir şey diyemiyordu, hele ki birkaç kişinin video çekmesi o hep gördüğüm haberlerdeki görüntüyü anımsattı bana. Hızla kolumu çekip, "Oğuz, yeter!" diyerek bağırdım. “Hastasın sen, kafayı yemişsin.” İçtiği için bu söylediklerim onu her zamanki hâlinden daha öfkeli yapıyordu. Üzerimdeki hükmü kendini küçük düşürmekten başka bir şey değildi. Öyle çok acıyordum ki ona, bunu bilse asla bana yaklaşmazdı. “Beni hasta eden sensin lan. Baksana hâlime. Kim için bunlar?” “Umurumda değilsin. Her şeyi siz istediniz, şimdi de beni suçlayamazsın. Çek git artık. Midemi bulandırıyorsun.” Fevri bir hareketle elini havaya kaldırdığı an hızla bileğinden tutan kişi ile geri sendeledi. İkimizin de bakışları yan tarafımızdaki Hamza’ya kaydı. Önüme geçip, "Önce o elini indir!" demesi ile ikimizde Hamza’ya baktık. Gözlerinde hüküm süren öfke, geri çekilmemi sağlarken Oğuz’un daha da öfkelenmesine sebep oldu. İçimde boy gösteren telaşla ne yapacağımı bilemedim. Oğuz, fevri bir hareketle kolunu Hamza'nın elinden kurtardı, gözü bendeydi. "Karımla arama girme," dedi hiçbir şey olmamış gibi. Ben, artık Oğuz’u anlayamayacaktım. Hamza, önce bana bakıp sonra Oğuz'a döndü. O da konuyu açık ve net bir şekilde anlamıştı. Hiç olmadığı kadar sertleşen ifadesi Oğuz’un üzerinde bir karabasan gibi dolandı. “Ne karısı lan, hangi karından bahsediyorsun? Çek git olay çıkarma.” Oğuz hiç dinler mi? Bunu asla kabullenemiyordu. "Gidiyoruz Aymira." Yanıma gelecekken Hamza önüne geçti. "Sen gidebilirsin." Oğuz, çileden çıkarak Hamza'nın üzerine yürüdüğünde Hamza, ters bir hamle ile Oğuz'un kolundan tutup ters çevirdi. Bunu hiç beklemiyordu, Hamza öfkesine hâkim olamazcasına Oğuz’a hamlesini sertleştirdi. Oğuz ise çabalamaktan vazgeçmiyordu. Mavi gözleri öyle bir soğuktu ki ürperdim. “Durun bir dakika.” Araya girmek istesem de olmadı. Olay çıksın istemiyordum. “Tamam Oğuz, geleceğim.” Bıkkın çıktı sesim. Oğuz oldukça memnun kalırken Hamza direkt bana baktı. Buraya zaten gelmemeliydim. Birinin benim yüzünden zarar görmesini istemiyordum. “Yeter ki şu rezilliği kes.” “Bekliyorum, eşyalarını al gel.” “Hiçbir yere gitmiyorsun Aymira.” Arkamı dönmüştüm ki söylenmesi ile durdum. Hamza, aksime bunu kabul etmedi. “Sen ne karışıyorsun lan. Hadi Aymira.” Hamza, sabır dilenir gibi nefesini soludu. “Hamza, tamam. Olay çıkmasın artık. Gitsem iyi olacak. Rezil olduk zaten yeterince.” Etraftaki insanlarımı kastettiğimi anladı. “Aymira, sana hiçbir yere gitmiyorsun dedim. Bana bak Oğuz, yapabileceklerimin sınırı yok. Birazdan polis çağırmamı istemiyorsan buradan uzaklaş.” Gerildi. Hamza’nın ciddiyetini anlamış daha fazla uğraşmamıştı. Belki de biraz korkmuştu. "Benden kolay kurtulamayacaksın Aymira," Son tehdidi bu oldu. Hışımla bahçeden çıktı. Arabasına bindiğinde ondan gördüğüm tek şey öfkeydi. Kevser teyze, beni sakinleştirmek adına kollarını bedenime sardı. Bakışlarım hâlâ Oğuz’daydı. Bir müddet direksiyonu kavrayıp bekledi. Öfkesini soğutmak istiyordu fakat öfkesi soğuyacak gibi değildi. Kendi kendine büyüttüğü bu olayı kendine yüklüyor, acısını ise bana çektiriyordu. Bana bakarken gördüğüm o bakışlarındaki çaresiz adamı gördüm. Aslında o da ailesinin kurbanı olmuştu, biraz da olsun üzülüyordum onun için. Gaza basması ile arabanın tekeri yolda büyük bir feryat ederek ilerledi. Geride kalan egzoz kokusu ona dair tek kalıntıydı. Arkasında kalan bakışlarım birkaç saniye sonra dehşetle açıldı. Araba büyük bir gürültü ile yolda takla atarken, etraf sisli bir dumanın esareti altında kaldı. Yan taraftan gelen araba ise diğer tarafa savruldu. Hızla arabanın olduğu yere koştuk. İnsanlar bizim gibi arabanın etrafına dolaşırken Hamza, daha fazla beklemeyerek Oğuz'u kurtarma çabasına girişti. Birtakım insanlar Hamza'ya yardıma koşarken diğer insanlar öteki arabaya baktı. Ben ne yapacağımı bilmez bir vaziyette olanları izlemekle kalıyordum. Korkuyla olacakları beklerken ufak yerden Oğuz’un yaralı bedenini gördüm. Kısıtlanmış hareketlerim bütün uzvumu ele geçirmiş gibiydi. Ambulansı arayan adam bir yandan arabalara bakıyordu. Feryatlar ulaştı kulağıma, daha sonra bütün bilincim donup kaldı. Kalbim acıyordu artık, sırtıma yeniden bir yük binmişti. Sanırım bir şeyler hep ters gidecekti. |
0% |