Seslenen sesin kulağımı dibinde olması irkiltti. Hamza, bana anlamsız gözlerle bakıyor, sonra ise telefona… Elimde sıkı sıkıya tuttuğum telefon avuç içimi acıttı. Ne zaman gelmişti, ne kadar süredir bana sesleniyordu bihaberdim. Dalgında değildim aslında, sadece bazı sözleri idrak etmeye çalışıyordum.
“Hamza, ne zaman geldin?” Kaşları çatıldı. Benim bembeyaz olmuş yüzüme karşın onunki kıpkırmızıydı. Hareleri daha bir koyulaşmış, gözleri kısılmıştı. Telefonu elimden aldığı an engel olmadım. Ekranda Burhan Bey’in mesajını görmesi bütün sakinliği ortadan kaldırdı; hayatının bu kadar rahat gitmesi seni alıştırmasın.
Ve altta ismi… Olmadık bir anda, olmadık mesajıyla kendini hatırlatmıştı aklınca. Son zamanlarıydı ve köşeye sıkışmıştı. Hamza, onun için deliller arıyordu, mahkeme günü bu lafları ona bir bir soracaktı bilirdim.
“Ne zaman geldi o mesaj?” Aslında ne zaman geldiğini biliyordu ama bir çift kelam etmemi istiyordu. Sesindeki gazap yüklü tonu ben karşısındayken sakinleştirmeye çalışıyordu ama sakin konuşması bile öfkeliydi.
“Şimdi.” Onun aksine benim sesim titredi. Hamza, yüzüme baktığı an çatılmış kaşlarını düzeltti. Şu an karşısında kırılgandım. O da bana kıyamaz gibi başını eğdi ve yüzüme baktı.
“Tamam, sen aldırma o mesaja ben halledeceğim.” Biraz önceki ses tonu tamamen yumuşadı. Çenemi sevip, “Şimdi telefonunu alabilir miyim?” dedi. Başımı salladım. Telefonla beraber odadan çıktığında birini aradığını gördüm. Son işittiğim isim Fatih’ti… Fatih’in iş yerinden arkadaşı olduğunu biliyordum. Büyük ihtimal o da davadan haberdardı. Hamza’nın bu işle epey uğraştığını bildiğimden ona fazla soruda soramıyordum.
Koltuğa oturdum. Şu an üzerime bir kasvet binmiş gibi hiçbir şey yapasım gelmiyordu. Düşündüm, düşündükçe daha dibe battığımı fark ettim. Burhan Bey’in amacı belliydi. İntikam almak istiyordu. Oğlunun acısını bana yaşatmak, kaybettiği mal varlığının hesabını sormak istiyordu. İşin ucu Hamza’ya da dokunduğu için kendimi fazlasıyla kötü hissediyordum. Etrafımdakilere zarar gelsin istemiyordum.
İç çektim. Kendime gelmeyi zor da olsa başardığımda Hamza içeriye geldi. Elindeki telefonu bana uzattığı esnada ne yaptığını sorgulamak istedim ama, “Daha sonra, tamam mı?” deyişi sözleri ağzıma tıkadı. Ben de sormadım zaten. “Tamam.” diyerek konuyu kapattım. İkimizin de canı sıkkındı şu anda. Hamza yanıma oturup beni kolları arasına aldığında korkularım azalsa da zihnimde dönüp duran düşünceler dağılmamıştı. Sadece sessizliğimle bir şeyleri rayına oturtmaktı amacım. Bunu ne kadar başarıyordum işte onu bilmiyordum.
…
Dizlerimi karnıma çekip, elimdeki kahveyi yudumladım. Hamza, yorgun olduğu için biraz uyumak istemiş ben de zihnimi biraz dinlendirmek için bir köşeye çekilmiştim. Şu an balkonda bir boşluğa takılıp kalmıştım. Birkaç gündür mutluluktan ayağım yerden kesilmiş olsa da içimde bitmek tükenmek bilmeyen o hissi atamıyordum. Ailem, annem ve yüzleştiklerim. Mezar taşının o kasvetli görünümünü unutamayacaktım. Mezara gitmeye korkuyordum. Tekrar o isimle yüzleşmem beni nasıl bir hâle bürüyecekti bilmediğimden kendimi hep bir köşeye çekmek istiyordum. Bazen resme bakıyor bazen de bakmaya korkuyordum.
Gözlerimi kapattım ve cırcır kuşlarının seslerini dinledim. Vakit akşam vaktine yaklaştığı için bu sesi böyle sessizce karşılamam huzur gibi geliyordu.
Gözlerimin dolmasına engel olamadım. İç çekişim titrek, nefesim yüreğimi yakacak kadar acı doluydu. İmtihan dedim kendi kendime, imtihan. Başımı dizlerime yasladım. Sabretmek o kadar zordu ki bu kendimle savaşmaya kadar götürüyordu. Benim yaşam mücadelem aslında hep vardı ama şimdi bu mücadelede tek değildim.
Yanımda bir hareketlenme oldu. Hamza, daha ona bakmama kalmadan beni kendine çekti. Kokusu ciğerlerimdeki acıyı yok edecek kadar güzeldi. Bana uydu, konuşmak yerine başıma uzun uzun öpücük kondurdu. Başım omzunda karşıyı izliyordum. Akşam güneşinin batışını, uçan kuşların kanat çırpışını… Onunla izlemek ayrı güzeldi.
Narince sevdikten sonra bana döndü. Artık konuşmamı istiyordu ve ben, bu konuda kararsızdım. Uykudan yeni kalktığı için dağınık hâline bir süre takılı kaldım. Siyah perçemleri ustalıkla alnına düşmüş, orayı geri itmem için bana neden sunmuştu. Yaptım, alnındaki tutamları sevip geri çekildim.
“Bilmem,” dedim belirsizce. “Bir şeyleri düşünüyorum ama o kadar karmaşık bir hâl alıyor ki ne düşündüğümü ben bile bilmiyorum. Sadece geçmeyen bir şeyler var Hamza, bitmek bilmeyen bir acı…” Avuç içimi öptü. Gözleri öyle güzeldi ki her ayrıntısını biliyor, nasıl baktığını hep hissediyordum.
“Onların yanında ben de yara bıraktım değil mi?” Bu doğruydu lakin artık ona kızgın değildim. En azından onun sebepleri vardı. Bu yüzden de o yara benim için kapanmıştı. Başımı iki yana salladım ve, “Sen yarama yar olmuşsun, ötesi yok ki,” dedim. Yine de tatmin olmadı. Artık geçmişe takılmak istemiyordum. Sözleri belki zamanında beni incitmişti ama şimdi beraber sarıyorduk o yarayı.
“Beni mezara götürür müsün Hamza?”
“Peki, bir söz verir misin bana?” Ne sözü istiyordu ki? “Oraya gittiğimizde artık her şeyin yoluna gireceğini kendine kabullendirmeni istiyorum.” Dudağım bir buruk tebessümü kendine pay biçerken bunu kabullenmemi nasıl sağlayabilirdim ki.
“Sana kesinlikle olacak bir şeyi müjdeliyoruz. Sakın ümitsizliğe düşenlerden olma!” dediler. (Hicr – 55)” Söylediği ayet bakışlarındaki kesif kararlılığı daha da ortaya çıkardı. Başım eğildi. Doğru diyordu. Bir Müslüman ümitsiz olmazdı. Bir Müslüman karanlığa düşemezdi. Allah vardı, o hâlde umudun bittiği yerde inançlarımız doğardı.
“Söz.” Omuzlarım dikleşti. Boynuna sarıldım. İstemsizce bir yaş düştü gözümden. Bu belki de son gözyaşımdı.
“Şimdi oldu.” Başımı omzuna yasladım. Şu an doğadaki sesi beraber dinliyorduk. Saatlerce burada oturmuştuk. Daha fazla burada kalmayıp işlerimizi halletmek için balkondan çıkmıştık. O ayrı köşede ben ayrı köşede işlerimizi hallettik. Daha sonra beraber çay içip geceyi kapattık. Yatak odasının aralık kapısından girdiğimde Hamza üzerine geçirdiği pijamanın uçlarını düzeltip bana baktı. Parmağıyla işaret ettiğinde yanına gittim. Gülümsemeye çalıştım, başarılı olmuştum evet.
“Gel bakayım buraya.” Kolları arasına girip dişlerim gözükecek şekilde güldüm. Saçlarımdan öptü. İşte bu anı seviyordum. Kokusu ruhumu yatıştırıyordu. “Tembellik yapıp yine namazı bu saate bırakmadıysan yatalım mı?” Kıkırdayıp, “Ne kadar ayıp,” diyerek yatağa giriştim. “Ne zaman gördün tembellik yaptığımı?” Tek kaşını kaldırıp bana bakınca burnumu kırıştırdım. Bu adamın canıma kastı vardı. Hiç mi düşünmüyordu hassas kalbi mi? “Kaş gösterisi yapmaktan vazgeçmelisin bence.” Evet evet, vazgeçmeliydi. Bu hareketi asla yapamıyordum. Fazlasıyla havalı hareketti çünkü. Yanıma yatıp, “Neden?” dedi dudağının kenarı kıvrılırken.
“Cazibeme eksiklik katıyor.” Kahkaha atması ile yüzlerim yanmaya başladı. Omuz silktim.
“Tek kaş kaldırmak cazibeli mi oluyormuş?”
“Cazibe demeyelim de havalı bir hareket diyelim.” Esnedim. Sanırım komiklik yapamayacaktım daha fazla. Gözlerim yavaş yavaş kapanadururken başımı Hamza’nın omzuna koydum.
…
Ruman’la anlaşmamızın ardından sahile gelmiştim. Ondan önce birkaç işimi halletmem planlarımız açısından iyi olmuştu. Telefonumun melodi sesi ile yürüyüşümü yavaşlattım. Ekranda Gizem’in ismini görünce garipseyerek telefonu açtım. Normalde beni aramazdı hiç. Önce selam verip ardından buluşmak istemişti. Ona da aynı şekilde sahile gelmesini söylemiştim. Çok geçmeden ikisi de geldi. Ruman’la Gizem tanışamamışlardı, onları tanıştırdığımda umduğumdan da iyi anlaşmışlardı. Gizem, eskisi gibi değildi; daha sıcakkanlı daha arkadaş canlısı olmuştu. Önceden insanlara biraz üstten bakardı ama şimdi benim bile şaşıracağım bir kimliğe bürünmüştü. Eskiden bakımlı ve iddialı giyinirken şimdi oldukça sade giyimi dikkatimi çekti. Bugün kot pantolonunun üstüne uzun siyah kollu bir tişört giymişti. Vakur duruşu Ruman’ın da dikkatini çekmişti.
Hamza, kısa bir mesaj atıp bugün biraz geç geleceğini, bir arkadaşıyla işinin olduğunu söylemişti.
“Bizim bir kafe var diğer kızlarla gittiğimiz. Seninle hiç gitmedik sanırım Aymira. Hem yakın hem çok güzeldir. Gidelim mi? Bugün farklı bir gün olsun.” İkimiz de Gizem’e baktık. Gizem’in onaylaması ile arabaya geçtik. Trafiğin yoğun olduğu saat dilimindeydik şu an. Arabalar karınca gibi dizilmiş, kaplumbağa hızında ilerliyordu. Radyoya uzandım, çıkan müzik gergin havayı biraz olsun aldı. Ruman, arada telefon görüşmesi yapıyor bense Hamza’ya gideceğim yeri söylüyordum. Onun da orada olacağını söylemesi istemsizce gülümsetti.
Yarım saatlik yolu neredeyse bir saatte ancak tamamlayabildik. Bu sefer trafik umduğumdan daha kısa sürdü. Kafeye girdik, kafe oldukça büyük ve ferahtı. Ahşap detay oldukça fazlayken nostaljik eşyalar ilk göze çarpan unsurdu. Etraf çok kalabalık olmadığı için Hamza’yı görebildim. Pencere kenarındaki bir masada arkadaşı Fatih’le oturuyordu. Önlerinde birçok dosya vardı. Beni fark edemedi. Kızlarla diğer boş olan masaya ilerledik. Onlara yaklaşınca başını kaldırıp bize baktı. Kemikli gözlüğünü gözünden çıkarıp ayağa kalktığında kocaman gülümsedi. Ona gülümsemeyi kesinlikle yasaklamalıydım.
“Hoş geldin?”
“Hoş buldum,” dedim arkadaşına da baş selamı vererek. Kızlar, arkadaki masaya geçerken Hamza’ya bakıp, “Bir sorun yok değil mi?” dedim yoğunluğunu göz ardı edemeyerek. Bu aralar gerçekten yoğun çalışıyordu, özellikle konu babam ve Burhan Bey’di.
“İş güç işte, erken çıktın sanırım evden.”
“Yani, iki saat erken çıktım sayılır.” Başını salladığında arkaya geçtik. Arkadaşı Fatih, Hamza’ya bir şeyler dedikten sonra gelen çalışanla çaylarını aldılar. Bizde kahve söyleyip önümüzdeki kalabalığı boş sandalyeye koyduk. Ruman’a dönüp, “Sen ne yaptın?” dedim. Yüzündeki durağan ifade pek de iyi haberleri göstermiyordu ama çok da üzgün değil gibiydi.
“Sizden önce sevgili sözlümle görüştüm.” İma ile söylenmesi ben hariç Gizem’i güldürdü. Tabii Gizem’in ne haberi olacak ki, gülmekte haklıydı.
“Ee,” dedim laf almak istercesine.
“Annem de bu ay içerisinde nişan yapalım diyor.” Hiç mutlu gözükmüyordu. “Ben de olur dedim.” Kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken Ruman sitemle omuzlarını düşürdü.
“İstemiyorsan zorla kimse evlendirmez ki seni.”
“Sen öyle dediğime bakma. Annem istemiyorsan kabul etmeyeceğimi söyledi. Ben neyin inadını yapıyorum bilmiyorum. Şimdi de annem kabul etme diye peşimde dolanıyor ben kabul edeceğim diye annemde kaçıyorum. Tam tersi bir role girdik.” Cevap vermedim, Gizem’in hiçbir şey bilmediğini bildiğimden konuyu darlaştırdım. “Sebep o mu?”
“Hayır tabii ki ben sadece kararsızım.”
“Ama...”
“İstiyorum işte Aymira. Sen bana bakma.” Kendi bile dediklerine inanmazken daha fazla üzerine gitmedim. Gelen kahvelerimizi içerken bir yandan Gizem’e yönelttik bakışlarımızı. Ruman, Gizem’in Müslüman olduğunu duyunca çok sevindi. Önce burası derken sonra Hamza’nın dediği ilim derslerine hep beraber gitme kararı aldık. Gizem, benim aksime çok çekingen olmadığı için ortama hemen ayak uydurabilmişti. Onun tatlı küçük yanını görünce eskisine nazaran daha fazla sevmiştim. Sanırım İslamiyet insanı güzelleştiriyordu.
“Geçen gün senin verdiğin kitabı okudum. Kitabın sonuna gelmeye yakın içinden bir kart düştü. Üzerinde adres yazıyordu. Oraya gittim Aymira.”
“Meryem’le mi görüştün?” Gülümseyerek onayladı. “Önce tanıştık falan, sonra senden bahsedince sohbetimiz epey yoğunlaştı. Ondan ufak bir ricada bulundum.” Anlamsız gözlerim üzerinde dolaşınca, “Yurtlarına kabul ederlerse onlardan bir süre ders alacağım,” deyip umutla baktı. Bu karar Gizem için sevinmeme neden oldu. “Aslında ona yakın açtım konuyu ama bu kararımı kahvaltıdan sonra verdim.”
“İnşallah canım, çok güzel bir karar bu.” Masanın üzerinde duran elini tutup, “İnan bana seni böyle görmek çok mutlu ediyor beni. Kendim için bile bu kadar sevinememiştim,” dedim. Elimin üzerine diğer elini koyup gülümsedi.
Bakışlarım karşı masada oturan Hamza’ya kaydı, onun da arada bana baktığını fark edince göz göze geldik. Verdikleri sipariş gelince kız önce hesap kâğıdına siparişi işaretleyip bir müddet bekledi. O ara Hamza’ya baktığını fark ettim.
“Beni hatırladınız mı?” Hamza’ya yönelttiği soru sanırım fazlaca dikkatimi çekti. Hamza, kısa bakışla kıza bakıp, “Hayır,” diyerek önüne döndü. Kız, bu durumdan bozulup, “Geçen ay, bir olay için başvurmuştuk size,” demesiyle Hamza, hatırlamak ister gibi parmaklarını çenesinde gezindirdi. “Üzgünüm ama hatırlayamadım.” Kız daha fazla üstelemeden gitti. Çok iş olmadığından görüş alanımdaki masaya arkadaşının yanına oturdu. Kaşlarım çatıldı, hâlâ bakıyor oluşuyla sinirlendim. Kızlar fark etmeden önüme dönsem de arada kıza bakmaktan kendimi alamıyordum.
İşleri bittiğinde biz de ayaklandık. Kız, hesabı almak için geldi tekrar. Hesabı ödeyene kadar başında beklemesi sinir ettiğinde yanına gitme kararı aldım. Fatih, çoktan ayaklanmıştı.
“Ee bizimkini de ödersin değil mi hayatım?” Bu tavrım karşısında kaşları şaşkınlıkla aralandı.‘Hiç şaşırma, yoksa ben bu kızı çiğ çiğ yerim.’ Kızlar gülmemek için kendilerini zor tutarken bense kıza ölümcül bakışlar atmaya devam ediyordum. Kızdan önce kutuyu alıp uzattım. Kız, büyük bozguna uğramış gibi yanımızdan çekip gitti. Ben hariç hepsi gülüyordu. Hatta Fatih bile… Rezillikse rezillikti. En azından kız Hamza’nın evli olduğunu öğrenmişti.
Fatih, Hamza’nın koluna dokunup, “Ben geçiyorum üstat, bir şey olursa ararsın,” deyip hepimize baş selamı verip gitti. Bir yandan tuttuğu gülüşünü serbest bıraktı.
“Ben Ruman’ı bırakırım Aymira, siz geçebilirsiniz.”
“Tamam o zaman, Perşembe günü görüşürüz.” Kızlar önden giderken biz de kafeden çıktık. Akşam olduğu için rüzgâr tenime sertçe çarptı. Arabaya geçtiğimizde Hamza, sessizce arabayı sürüyordu. Stresten elimle oynamayı bırakıp Hamza’ya döndüm.
“Hangi davaya bakmıştın?”
“Hım?” Anlamaması sinirlerimi bozdu. “Diyorum ki kızın hangi davasına baktın?” Bu tavrım onu güldürdü. Yoldaki bakışlarını bana çevirdiğinde ciddiyetim onu daha fazla gülmeye teşvik etti. “Hoşuna gitti sanırım.”
“Gitti.” Koluna çimdik atıp, “Benimle oynama Hamza,” dedim. Araba aniden durdu. Ne zaman geldiğimizi bile anlamamıştım. Üzerime doğru eğilip, “Benim hakkımı da verirsin değil mi hayatım?” deyip beni taklit edince dudaklarımı birbirine bastırıp gülüşümü engelledim. “Çılgın karım benim.” Yanağımdan öpüp, “O kızı hatırlamıyorum, hatırlanacak kadar hayatımda yeri yok çünkü,” deyip geri çekildi. Arabadan indik. Hamza, benimle uğraşmaya devam ederken bense sahte tehditlerimle onu kendime çekmeyi başarıyordum.
Eve geçtik, ciddi manada yorulmuştuk. Hamza ile kendimize yiyecek bir şeyler ayarlayıp yedikten sonra bilgisayardan film açtık. Fakat ben, daha filmin yarısına gelemeden uyuyakalmıştım.
…
Uzun uzun baktığım mezar taşından çektim bakışlarımı. Üşüyen ellerim bacaklarımın arasındayken oradan çekilip sıcacık avuçların arasında yerini aldı. Hamza yanıma biraz daha kurulup yanağımda yer edinen gözyaşlarımı sildi. Gülümsemesi öyle sahteydi ki buna ben dahi eşlik ettim. Hemen ileride onun anne ve babasının mezarı vardı. Oturduğum yerden kalktım. Hamza ne yaptığımı anlamak ister gibi hareketsiz bir şekilde beni izledi. Hiçbir zaman cesaretim olmayan bu hâlimi umursamadım. Anne ve babasının mezarına yaklaştım. Peşimden geldi. Esma ve Ali… İki isim benim için büyük bir kaosa dönüştü. Hemen ileride ise İsa ismi canımı biraz daha yaktı. Kalbim paramparçaydı. O kadar insanın ölümüne sebep olan babamı asla affetmeyecektim.
Mezara biraz daha yaklaştım. Hamza, kim bilir kime benziyordu. Yine de onu öyle güzel yetiştiren bir anne varken hangi yönden baksam farklı hissediyordum.
Kapandı gözlerim ve bir damla süzüldü yanağıma. Oturdum mezarın dibine ve elimle okşadım Esma yazan ismi. Kim bilir hangi hayallerle düşmüşlerdi o yola! Kim bilir hangi hayallerle kurulmuştu o aile! Düşünemediğim yerde boğuluyordum. Bu canların bedelini ödeyemeyecek olan babama kinim daha da artarken onun bu gerçekler karşısında umursamazlığına ben daha fazla yanıyordum.
“Gerçekleri söyle Hamza.” Hamza da yanıma oturdu. Ona bakamıyordum. Şu an gözlerim dolu doluydu ve ağlamak en son istediğim durumdu. Lakin Hamza, buna izin vermedi ve çenemden tutup bakışlarımı kendine çevirdi. İkimizin de gözleri dolu dolu olsa da en güçsüzümüz ben olduğundan hiç beklemedi yaşlar gözümde.
“Benim gerçeklerimi sen değil baban duydu. Bu gerçekler senin için değil.” Başımı iki yana salladım.
“Ama benim hayatım.”
“Hayır, senin hayatın sadece senin yaptıklarından ibaret.” Her şeye rağmen böyle vakur olmayı nasıl başarıyordu? Onun bir duruşu vardı. Ben, o duruşa sevdalanmıştım. Gözümün gördüğü kalbimin hissettiğiydi.
“Resimleri var mı ailenin?” Başını olumlu şekilde salladı. Cüzdanını çıkardı ve gösterdi. Hatta cüzdanının bir köşesinde ise benim resmim vardı. Bu hoşuma gitmişti ama en önemlisi de ailesinin fotoğrafına uzun uzun daldım. Hamza, annesine benziyordu. Annesi çok güzel bir kadındı. Simsiyah saçları, ok gibi kaşları, dolgun dudakları vardı.
“Annen çok güzelmiş.” İç çekti. Gözlerinin dolduğunu görebiliyordum. Hamza, çok duygusal bir adamdı, bunu her geçen gün biraz daha fark ediyordum.
…
Başımın ağrısı yattığım yerden kalkmamı zorlaştırırken kafamı gömdüğüm yastığı çalan telefonla daha çok gömdüm. Şu an sessiz bir çığlık atıp, “Bir susmadın sabahtan beri,” deyip homurdanarak kafamın üstündeki yastığı altına aldım. Ekranda Ruman’ın ismini görmem en azından çıldırmama engel olmuştu. Sabah ezanından bu yana ya alarmı susturmayı unutuyordum ya da saçma sapan mevzularla telefon aramasına maruz kalıyordum. Telefonu açtığım an, “Selamun aleyküm,” diyen Ruman’a boru gibi sesimle, “Aleykümselam,” dedim.
“Ay ne oldu, sesin niye öyle?” Şu hâlime gülerek, “İçime borazan kaçtı,” dedim. Göz devirdiğini görmesem de anlayabiliyordum. “Ay uyuyamadım saat üçten beri, sonra anlatırım. Başım ağrıyor ondandır.” Açıklamam ile bir şey demedi fakat diğer tabirime güldü. “Akşam müsaitseniz, yemeğe gelseniz bize diyorum.” Alnımdaki parmaklarımı çekip dikleştim.
“Bir Hamza’ya sorayım.” O ara gözüm gönlüm Hamza’yı aradı. Bugün evde olmalıydı. “Tamam, haber bekliyorum o zaman.”
“Tamam.”
“Selametle,” deyip telefonu kapattı. Sertçe sırt üstü yatıp, “Gözümü açamıyorum ya resmen,” deyip sıkı sıkıya kapattığım gözümü zorla aralayıp yataktan kalktım. Saçım başım savaştan çıkmış gibiydi. Tepesi elektriklenmiş, toka saçlarımın arasında çetin bir mücadeleye girmişti. Uf, şu an nasıl çirkindim öyle. Aynaya bakıp, “Ne var yani dizilerdeki kadınlar gibi saçı başı düzgün kalkabilsem,” deyip burnumu kırıştırdım. “Şu hâlime bak, sanki yatakta ikinci dünya savaşı çıkmış.”
O an kahkaha sesi duymamla kapıda beni izleyen Hamza’yı gördüm. Pervaza yasladığı omzunu dikleştirip yanıma geldi. Elleriyle saçımı daha fazla dağıtınca kucağına yaslandım. “Doğru söyle, çok mu deli yatıyorum?” deyip başımı omzuna yasladım. Çenesini başıma dayayıp, “Beni yataktan düşürmediğini varsayarak, deli yattığına seni inandırmam zor olabilir,” deyince kıkırdadım. “Ay sen yatağın ucunda mı yatıyorsun?” deyip burnunu sıktım. Bunu şu an öğrenmiştim. Saçlarımı düzeltip, “Kollarımın arasında başın olması gerekirken ayaklarının olması bizim anormal olduğumuzu göstermesi gerekiyor,” deyince ikimizde bu duruma kahkaha attık. Şu an hayal ettim de... Neyse etmedim varsayın siz onu.
Geri çekilip banyoya geçtim. Duş aldıktan sonra kendime bakım yapmıştım. Hatta kıyafetimi özenle seçmiştim. Bugün Hamza’da evdeyken ona güzel gözükmek istemiş, sadece evde yapacağıma dair ayırdığım birkaç makyaj malzemesini kullanmıştım. Şu an normal bir insana dönüşebildiğim gibi aynadaki görüntümü beğenmiştim.
Mutfağa yaklaştıkça mis gibi kokular geliyordu burnuma. Masaya yumurtalı biber tavasını koyan Hamza’ya hayran hayran baktım. Hamza’ya kocaman sarılıp yanağına sulu öpücük kondurdum. “Sen var ya, bi’tanesin bi’tane...” Gülümsedi. Hatta beni uzun uzun inceledi. Onun yanında böyle özenli durmayalı çok olduğundan bu halimi beğenmişti.
“İkinciyi kalbin kaldırmaz diye bir tane olmayı tercih ettim.” Sabah sabah almıştık esprimizi. Göz devirip, “Hah yani, bir iltifat ettirmiyorsun,” deyip sandalyeye oturdum. Hamza, bu halime gülüp karşımda yerini alırken tezgâhın üzerinde duran kahve bardağına çarptı gözüm. “Uyandığımda yoktun.”
“Sana gül donanımlı kahvaltı tepsisi yapma gibi bir fikirle gelemedim ama işlerim vardı onu hallettim.”
“Önce karnımı doyurayım da sonra espri zehirlenmesini kabul ederim.” Hamza bıyık altından gülmeye devam ederken, “Şaka değil,” dedim ağzıma tıktığım ekmekle beraber. Bir şey demeden önüne dönünce iştahla bir ona saldırıyor bir buna saldırıyordum. Baş ağrım geçmişti şükür. Son zamanlarda iştahım da hayli artmıştı. Bu beni sevindiriyordu, biraz kilo almazsam sağlığımdan endişe edecektim artık. Hamza bu iştahlı halime güldü. Elini çenesinin altına koyup yanağımı sevdi.
“Akşam için Ruman çağırdı yemeğe, gider miyiz?” Tabağından bakışlarını çekip, “Olur, gideriz,” deyince başımı hafiften salladım. Şu an saat 10.00’du. Tatilin keyfini çıkara çıkarak yavaş yaptık kahvaltımızı. Hamza ile masa başında oturup sohbet etmeyi ayrı seviyordum.
“Akşam da uyuyakaldım zaten. Sen bitirdin mi filmi?” Onaylamaz ifadeyle damağını şaklatıp, “Senle bitiririz,” deyince dudağıma konan tarifsiz tebessümle, “Tamam,” dedim. Kahvaltı işi bitince beraber mutfağı toparladık. Beraber salona geçtik ve filme kaldığımız yerden devam ettik. Öğlene doğru hem filmi bitirmiş hem de biraz sohbet etmiştik. Ardından namazları kıldıktan sonra ikimizde köşemize çekilmiş, kitaplarımızı okumaya başlamıştık. Hamza sağ olsun bana kocaman bir kütüphane sunmuştu.
Evde çıt çıkmazken okuduğum satırlara kendimi kaptırmam çok da zamanımı almadı. Kitapta ırkçılıkla ilgili detaylara yer vermesi olağanca dikkatimi çekmişti zaten. Siyahiler ve beyazlar... Aslında ırkçılık sadece bu kefeye konulmaktan ziyade şu an onun meselesindeki en önemli unsur buydu. Hâlâ da bu mesele bitmiş sayılmazdı. Aslında insanın ameli kendini ele veriyordu. Şu an okuduklarım siyah beyaz çerçevesindeyken bununla kalmayan yerdeydik. Irkçılık acı bir ayrışmaydı. Peygamberimizin cahiliyeden kalma olduğunu söylediği bu sözü dün gibi hatırladığımı anımsadım okuduğum yerde.
Hucurât suresinin 11-12. ayetleri, Müslümanlar arasında her türlü bölücü ve aşağılayıcı tavrı fâsıklık olarak nitelemekte, bu cümleden ayrı olarak ırkçılığı da yasaklamaktadır. Buna karşılık aynı surede inanç ve değer birliğine dayalı kardeşliğin insanlar arasındaki ilişkinin mahiyetini belirlemesini emretmektedir.
Bu satırları okurken de aklıma şu kıssa geldi: Bir gün Ebu Zer, Bilal-i Habeşi’ye kızmış ve haddi aşarak “siyah kadının oğlu” diye hakaret etmişti. Bilal, onu Resul-ü Ekrem’e şikâyet etti. Hz. Peygamber (sav) Ebu Zer’e dedi ki:
“Onu anasının zenci olmasıyla mı ayıpladın? Öyle bir adamsın ki sen de hâlâ cahiliyet kokusu var. Sen takva ile daha üstün olmadığın takdirde, beyaz veya siyah derililerden daha hayırlı değilsin.’’(Ahmed ibn Hanbel, el- Müsned, Mısır 1313, V, 158.)
Ebu Zer, bu acı uyarı üzerine derhal Bilalî Habeşi’nin evinin önüne gelir, Bilalî Habeşi’yi çağırır ve yere yatar, yanağını yere koyar ve der ki; “Ya Bilal! Senin o siyah ayağın benim bu beyaz yüzüme basmadıkça buradan kalkmayacağım! Yüzüme bas ve bana hakkını helal et!”
Bunu ilk okuduğumda ne hissedeceğimi bilememiştim. Düşüncelerim derin ve karanlık bir kuyuya çekilmişti. Şu an bile Müslümanlar arasında ırkçılık meselesi çok fazla vardı. Bu sadece renkten dolayı değildi. Dil, din, mezhep vs… Bilinmeyen o kadar konu vardı ki. Bir başörtüsü bile nerelere çekiliyordu. Bu Müslüman dahi olsa karşısında tesettürlü birini görse ezici muamele yapabiliyordu. Artık gelişmeyen zihinler vardı, geçmişten bu yana bitmek bilmeyen inançlara düşmanlık hâlâ devam edebiliyordu.
Okudum, okudukça içinden çıkılmaz bir hâl aldım. Kitabı kapattığım an bütün uzvumun nasıl ağrıdığını fark ettim. Nasıl dalmıştım ki gerçek dünyaya döndüğümde kitap arasında kalan satırlardan hâlâ çıkabilmiş değildim.
Derin bir iç çekip geriye yaslandım. Kafam o kadar doluydu ki Hamza’ya baktım. Ne ara kitap okumayı bırakıp bilgisayar başına geçmişti anlamadım. Kemikli gözlüğünün üstünden bana bakıp, “Öyle bir daldın ki kaç sefer seslendim, duymadın,” deyince gözlerim kocaman açıldı. Cidden duymamıştım.
“Bir şey mi oldu?” Gülüp, “Yo, sadece şu durumdan haz aldım,” demesiyle yanaklarım yanmaya başladı. Bir an kitaba baktım, 100. sayfaya gelmiştim. Bereketli kitap olduğu her halinden belli oluyordu.
“Neden bu kadar çok okunduğunu anlıyorum.” Yaptığım îmamla geriye yaslanıp, “Bazı hayatlar derin bir kavrayış istiyor,” deyip boynunu kırklattı.
“Sanırım öyle...”
…
Akşam yemeği için evden çıktığımda hafiften atalayan yağmurla gülümsedim. Arabaya geçip rotamızı Ruman’ların evine çevirdik. Yağmur da durmuştu zaten. Artık Eylül aynına girdiğimiz için de hava serinlemişti çok şükür. Arabadan iner inmez ciğerlerimize dolan toprak kokusunu içime çektim. Bir tefekkür düştü gönlüme. Her mevsimi güzel yaratan Rab kim bilir nasıl güzeldi. Gülümseyerek açtım kapalı olan gözümü. Kapıyı açan Ruman girmemiz için bize yer verdi. Kapıdaki ayakkabılara bakacak olursak Mehlika anne ile Şeyma da buradaydı. Aile bağlarını çok seviyordum. Hep beraberdiler ve her gün birbirlerini görmezlerse sanki yarım kalacak gibilerdi.
İçeriye girdik. Herkesle selamlaştık, kucaklaştık derken Kevser teyzeyi mutfaktan çıkartarak kızlarla masaları kurmaya başladık. İçeride başkaları da vardı ama kimdi bilmiyordum. Şeyma okuldan yana sızlanıyor, KPSS dertleriyle yakınıyordu. Onun bu hâline gülmeden edemedim.
İçerisi kalabalık olduğundan biz kadınlar mutfakta yiyecektik. Diğer Ruman’ın odasından ise namaz kılan kadınlar çıktı. Evde çok oda yoktu. Bir salon, Ruman’ın odası ve yatak odası vardı sadece. Gördüğüm kişiyle gözlerim büyüdü, Sevim teyzeyi ve kızını beklemiyordum doğrusu. Onlar bu tarafa bakmadan salona geçtiler. Önce salondaki masayı kurmaya başladık. Biz tabakları kapıya kadar götürdüğümüzde Kevser teyze ile Mehlika anne elimizden tabakları aldılar. Birkaç kez öyle dönüş yaptık.
“Aaa Aymira kızım.” Tanıdık bir sesle başımı kapıdan içeriye uzattım. Sevim teyze, sevinçle ayağa kalktı. “Hoş geldiniz Sevim teyze.” İçerisi sandığımdan da kalabalıktı.
“Hoş bulduk kızım, gelsene içeriye bir sarılayım sana.” İçeriye girdim. Elini öpüp sarıldım. Sevim teyze dışında düğünde tanıştığım kızı Feraye abla, eşi ve görmeyi beklemediklerimden biri Asaf vardı. Asaf, babaannesine ters ters bakıyordu. Sevim teyze ise artık uslanmış gibi duruyordu.
“Nasılsın Sevim teyze?”
“İyiyim kızım, seni sormalı.” Yüzündeki sevecen ifadeyle gülümsedim. Hoş beşten sonra artık çıkmalıydım çünkü karşımda bize hiç iyi bakmayan Hamza vardı. Sıkkınca elini ensesine götürüyor, o da yetmiyor bakışlarını etrafta gezdiriyordu. Arada da sıkkınca ama sessizce soluyup yanaklarını şişiriyordu. Hatta bir ara Asaf’ın bana baktığını kontrol eder gibi bakışlarında gel gitler oluşuyordu. O da biliyordu Asaf’ın niyetini ama Sevim teyfe bir kere onun zihnini karıştırmıştı.
Odadan daralan nefesimle çıktım. Hamza’nın bakışlarını sırtımda hissediyordum hâlâ. Ruman, kapı pervazına yaslanmış kıkırdıyordu.
“Hamza abiyi böylede gördüm ya ölsem gam yemem.” Koluna çimdik attım. Mutfağa geçerken hâlâ gülüyordu ve ben, gerçekten daha fazla kızarıyordum. Şeyma, durumu hâlâ anlamadığı için bize kendi aranızda ne konuşuyorsunuz der gibi bakıyordu.
“İçerideki Sevim teyze var ya.”
“Eee?”
“Maşita’nın düğünündeyken Aymira’yı Asaf’a istedi.” Şeyma, kocaman gözlerle bana baktığında durumu anlamış gibi kahkaha attı. “Ve benim canım abim şu an küplerde,” diye devam etti Ruman’ın sözüne istinaden. Ben hariç kızlar gülüyordu. Hiç hoş değildi. Hem artık Sevim teyze akıllanmıştı.
“Uf uf, Aymira abla istersen bize gelebilirsin.”
“Komik değil, susun yoksa ikinizi de Hamza’ya şikâyet ederim. Şu an çok sinirli, sinirini ikinizden çıkarmasın. Hem bu konuda şaka kaldırmaz bilirsiniz.” Kızlar umursamaz şekilde omuz silktiler. Onlardan korkuyordum resmen, kesin ağızları durmayacaktı. Hiç umursamıyorlardı da zaten.
Kadınlarda masaya geldiklerinde ikisinde de ses kesilmişti. En azından şimdilik… Bense pek önemsemiyordum artık. Kızlar bu kadar rahat olmama şaşırıyorlardı lakin ne yapabilirdim acıkmıştım, Sevim teyzeyi mi umursayacaktım?
“Ruman, senin nişan ne zaman?” Feraye ablanın sorusu Ruman’ın bütün keyfini kaçırdı. Annesine bakıp akabinde, “İki hafta sonra,” dedi. Demek karar verilmişti.
“Hayırlısı olsun güzel kızım.” Sevim teyzeye hep birden başımızı salladık. Hayırlısı mı olacaktı bilinmezdi ama Ruman için pek bir mutluluk getirdiği söylenemezdi. Kevser teyzenin ise yüzü düşmüş gibiydi. Son zamanlarda kızına isterse olmayacağını söylese de Ruman inat yapıyordu. Barış’a daha fazla kapılmak istemiyordu, bunu davranışlarından görebiliyordum. Bana pek anlatmıyordu ama dediklerimi de reddetmiyordu. O dürüsttü, kaçmıyordu bazı şeylerden. Sadece doğru bildiği yolda yürümek istiyordu, bu da Barış’tan uzak kalarak oluyordu.
…
Saatler, günler, aylar çok çabuk geçiyordu. Daha dün çektiğimiz acılara ket vurmuş, bugün her şeyin Allah’tan geldiğine inanarak yolumuza devam etmiştik. O, bizi en iyi bilendi, zaten bu yüzden değil miydi her yaşadıklarımız. Hani bir söz vardır; Allah sevdiği kuluna verirmiş imtihanı... Buna yaslamıştık sırtımızı. Allah’ın sevdiği kulu olabilmekti amacımız, olabilmek ise çetin mücadele isterdi. Biz, bu çetin mücadelenin daha neresindeydik bilmiyordum. Yine de bir çabamız, bir gayemiz vardı. İnsanın zaten gayesi olmasa nasıl yaşardı ki?
Allah, benden bir aile almıştı ama bana daha güzel bir aile nasip etmişti. Üzülmüyorum desem bir kıymık saplanıyordu kalbime. İnsan, geçmişi bir an da unutamıyordu, ben de unutamıyordum. Her şey yoluna girse, benden af dilemeye gelseler affeder miydim onları onu da bilmiyordum ya... Ne kadar hatalı olurlarsa olsunlar onların doğru yolu bulması isteyeceğim tek şeydi.
Babam ve Burhan Bey’e verilen hüküm kararlaştırılmış, on beş sene sürecek hapis cezasına çarptırılmışlardı. Fakat Burhan Bey’i bulamıyorduk, nereye kaçmışlardı bilmediğimiz için Hamza daha fazla yoğunlaşmıştı işine. Ara ara evi gözetleyen adamların varlığı Hamza’yı rahatsız edecek ki sıkı emniyet alınmıştı.
Havada yağan kar, geride bıraktığımız dördüncü ayın bir nimetiydi. Hava buz gibiydi ve ben şimdiden evden çıkmadan üşümeye başlamıştım. Binadan uzaklaşarak arabada bekleyen Hamza’nın yanına bindim. Yükseklerde kar fazla olduğu için Hamza’yla kayak merkezine gidecektik. Aslında ben, olanlar yüzünden gitmek istemiyordum ama sırf beni düşündüğü için kafamdaki düşünceleri dağıtmak istedi.
Atalayan kar cama farklı bir görüntü sundu. Gülümseyerek izledim her bir tanesini. Ne güzeldi ki hiçbiri de birbirine değmeden güzelliklerini bahşedebiliyordu. Tefekkürlük bir görüntüydü. Yine tefekkür ederek iç çektim. Müzik çalara uzanıp kısık sesle açtığım müziği sessizliğimize kattık. Hamza, arada aynaya bakıyor ardından yoluna devam ediyordu. Epey bir ilerledik. Gideceğimiz yere yaklaşmıştık.
Araba beklemediğim anda hızlandı. Hamza yönünü başka tarafa çevirdi. Ben daha ne olduğunu anlayamadan telefonda birileriyle görüşüp direksiyonu tutuşunu sertleştirdi. Endişeyle etrafa baktım. Hamza, bana dönüp, “Kemerini tak Aymira,” dedi.
“Ne oluyor Hamza?” Oldukça seri gidiyordu. “Neden yönünü değiştirdin?” Sıkıntıyla ensesini ufalayıp, “Oraya gitmiyoruz,” dedi. Yutkunmam boğazımda takılı kalınca aynadan arkaya baktığını gördüm. O an arkaya bakma gereği duyunca siyah bir arabanın peşimizde olduğunu hatta hemen arkasında bir başka arabanın olduğunu da gördüm.
“B’bu,” dedim sesimin titremesine engel olamadan. “Kim bunlar Hamza?” Gergin yüz ifadesi bana bakınca yok oldu ama bakışlarındaki o hissi görebiliyordum. İçimi kaplayan huzursuz his bütün uzvumu ele geçirmiş gibi hareketlerimi kısıtlıyordu. Kemerimi hızla takıp dolan gözlerimi savdım.
“Şimdi çok hızlı olacağız, sıkı tutun olur mu?” Başımı onayladığımda elimi tutup öptü. Bu kesinlikle korkutuyordu. Hamza’ya belli etmemek için titrememi engelledim. Kapının kulpundan tutunduğum an hızını biraz daha arttırdı. Gittiğimiz hızla araba İstanbul yolundan çıkmış, farklı bir istikamete yönelmişti. Dudaklarının arasından ise tek bir cümle çıkmıştı:
“Korkma, Allah bizimle.”
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.9k Okunma |
449 Oy |
0 Takip |
31 Bölümlü Kitap |