Yeni Üyelik
25.
Bölüm

XXV. GERÇEKLER

@rumeysadoganm

Elimdeki kitabı komodinin üzerine koyup pencereden temiz havayı içeriye soktum. Buraya geleli üç gün olmuştu. Bu üç günde şahit olmadığım anlarla karşılaşmıştım. Hamza’nın tutumu, Mehlika Hanım’ın sıcacık tavırları, Şeyma ile Ruman’ın bana iyi gelmesi gibi… Bazı zamanlar hirama çekiliyordum ve düşünmek için çok zamanım oluyordu. Aslında bu bana iyi geliyordu, kafamdaki birçok şüpheyi kendi kendime onarabiliyordum. Bunun etkeni birazda Hamza’ydı. Güvenmem dediğim adama ne vardı ki güveniyordum. İşte en büyük güçsüzlüğüm burada başlıyordu.

Odadan çıkarak mutfağa ilerledim. Susamıştım ve su içmek istiyordum. İçeriye girdiğimde Hamza vardı. Beni görünce su ısıtıcısını yerine yerleştirdi.

“Şey, su alacaktım da.” Hemen köşedeki sürahiden bardağa su doldurup uzattı. Beklemeden bardağı aldım. Suyu içip çıkacaktım ama, “Çay içer misin?” diye sordu. Önündeki kavanozda bitki çayı vardı. “Hem biraz sohbet de ederiz.” Beklenti dolu bakışlarında takılı kaldım. İçimdeki kızgınlığa rağmen bu bakışları reddedemiyordum. Aramızdaki uzaklık sevgimin yanında hükmünü sürdüremiyordu.

“Olur, içerim.”

“O zaman şöyle otur, iki dakika içinde hazır olur çay.” Isıtıcıdaki suyu bardaklara boşalttı. Ben de köşedeki sandalyeyi çekip oturdum. Çok geçmeden çayları alıp karşıma oturdu. Önümdeki çayın kokusu lezzetli olduğunu gösteriyordu.

“Ellerine sağlık.”

“Afiyet olsun.” Oturuşunu rahatlatıp sırtını sandalyeye yasladı. Yine aynı şekilde bakıyor, uzun uzun yüzümü seyrediyordu. Dudağı kıvrıldı, daha sonra büyük bir ustalıkla aklımı cezp etmeyi başardı.

“Hep böyle mi yapacaksın?”

“Ne yapıyormuşum?” Eğlenir gibi sordu. Aslında bakışlarından rahatsız olmuyordum ama farklı bir şekilde kaçmak istiyordum. O da bunu gayet iyi biliyordu.

“Hep böyle uzun uzun bakacak mısın?”

“Bana verilmiş hakkın sınırı yok diye biliyorum.” Kaşlarım aralandı. Bu kadar açık konuşması alışık olduğum bir durum değildi. Ben de onun gibi sırtımı sandalyeye yasladım. Bacaklarımı kendime çekip kupayı avuçlarımın arasına sıkıştırdım. Bu bir savaş mıydı yoksa yapmak istediklerim mi bilmiyordum. Bu hak beni iki ucu çetrefilli bir yola sokuyordu. Daha ne kadar ileriye gidebilirdim, görebiliyordum.

“Sana bakarken iki uç görüyorum.” Anlamazcasına baktı. Bu sefer benim dudağım kıvrıldı. Hayır, bu bir savaş değildi. Yapmak istediklerim sınırsız bir hakkın verilmiş hâliydi. “Birinde uçurum birinde yurdum.” Öne eğildi. Dirseklerini masaya koyup beni dinlemek ister gibi baktı. Biraz da merak vardı. Onunla şu an daha açık ve net konuşuyordum. Bu hoşuna gitti. “Şimdi düştüğüm o uçurumda bana yurt oluyorsun. O yurtta üşüyor muyum yoksa sıcacık eden sen misin bilmiyorum.” İç çektim. Direndim biraz da. Elimdeki kupayı masaya koyup kollarımı dizlerime doladım. Bu sefer yüzüne uzun uzun bakan bendim. İç çeken de o… “Peki sen?”

Sandalyesini bana doğru çekti. Dizlerimde duran kollarımı gevşetip ellerimi tuttu. Hiç düşünmeden konuştu. “Benim sadece bir evim var Aymira. Şimdi o ev doldu ve bana yuva oldu.” Tebessümüm genişledi. Daha sonra yüzü düştü. “Ama sen… Yurdunun kış ayazından çıkmadığını görüyor musun?” Sesi tıpkı bir melodinin en hassas yanıydı. Öyle güzel bakıyordu ki beni bu dünyada var olabileceğim en güzel yurda konumlandırıyordu. Dünya telaşından kurtulup onun limanına sığınmamda büyük etkendi dokunuşu. Ellerimize baktım. Ruhumu okşayan varlığı yaralı yanımı iyi edemiyordu. Kaybolduğum yerden kurtaramıyordu. Tek eksikliğim buydu. Beni yeni bir Hamza ile tanıştırsa da eski Hamza’nın varlığı yok olmuyordu. Sesini zihnimden silip atamıyordum. Oysa bana bunların varlığını unutturmaktı amacı.

“Mevsimler gelip geçecek Hamza ve ben seni orada bekleyeceğim. Bana baharı yaşatacaksın değil mi?” Umutla konuştum. Yaklaştı biraz daha. Elleri yanaklarımı buldu. Avuçları arasında ufacık kalan yüzümün ısındığını hissettim. Alnımdan öptü, daha sonra yanağımı… Ondan kaçamayacağımı anladım.

“Varacağım yer aradığım yerse hiç yorulmaz yürürüm. Yürümek yetmez belki, işte o zaman koşarım.” Dudaklarım umutla kıvrıldı. Yanağımı avucuna daha fazla yasladım. Dediği gibi bize verilen hakka bir sınır koyamazdım. Bu beni daha fazla üzerdi. İşte ben de yürümek istemiyor, açtığı kollara koşmak istiyordum.

“Bazen rüyada mıyım diye sorguluyorum kendimi. Sanki hayatımda hiç var olmayacakmışsın gibi geliyor Hamza. Sanki uyanacağım ve ben o karanlık günlerime geri döneceğim.” Sesim hüzünlü çıktı. Ona adım atmak korktuğum yerdi.

“Ben de bir şey itiraf edeyim mi?” Başımı usulca salladım. “Tıpkı senin gibi düşünüyorum.” Yanağımı biraz daha sevip, “Yine de bu rüyayı sonsuza kadar sürdürecek olan biziz Aymira,” dedi. “İnan bana uyanmaya hiç niyetim yok.”

...

Seccadeyi komodine koyup odadan çıktım. Evdeki sessizliği bozan sohbeti duyunca salona ilerledim. Ruman’la Şeyma sohbet ediyorlardı. Hamza ile Mehlika Hanım etrafta gözükmüyorlardı. Kızların yanına gidip önce Ruman’a, “Hoş geldin,” diyerek sarıldım ve köşedeki berjere oturdum.

“Hayırdır, kıkırdayarak ne konuşuyorsunuz?” Şeyma, Ruman’a bakarak konuştu. Sanırım mesele Ruman’dı.

“Annesi evden kovmuş.” Şaşkınlıkla kaşlarım aralanırken Ruman, ters ters Şeyma’ya bakıyordu.

“Biraz önce dedikodumu yapan teyzeleri kovalamam oldu suçum.” Hâlâ merakla bakıyordum. Ruman devam edip, “Bilirsin teyzeler dedikoduyu çok sever, annemi körüklüyorlar akıllarınca,” dedi ve umursamaz bir tavırla elini salladı. O ara bize katılan Mehlika Hanım oldu. Hamza ise bana eliyle işaret ettiğinde yanına gittim. Kapı önünde ayakkabılarını giyerken tepeden ona baktım.

“Benim biraz işim var, onları halledip geleceğim tamam mı? Yarın da resmi işleri hallederiz.” Başımı usulca salladım. Eğildiği yerden doğruldu. Gamzeleri çıkacak kadar gülümsemesine takılı kaldım. Öyle güzel gülüyordu ki, buna kayıtsız kalmayarak hafiften tebessüm ettim. Bazen içimdeki fırtına ona bakınca diniyordu ve günler sonra ilk defa biraz iyi hissediyordum. Maşita haklı mıydı sahi? Hamza bana iyi mi geliyordu. Elini uzattı ama dokunamadan geri çekildim. Şu an ona dokunmak bana iyi gelmiyordu. Akşam ki cesaretim yoktu, bazı zamanlar değişebiliyor hem ona hem kendime cephe alabiliyordum. Dün akşam bana dokunup şu an dokunmasını istemediğim gibi…

“Allah’a emanet ol.” Merdivenleri inerken ben de ona “Allah’a emanet ol,” dedim ve içeriye girdim. Gittiği gibi evdeki yokluğu hemen belli oldu. Bazen kendime kabullendirmek istemediğim hislerden kaçtığımı anlıyordum. Ona adım atmayı o kadar istiyordum ki beni durduran yaralarımın derinleştiğini hissettikçe de ondan kaçıyordum. Bana sebepleri anlattıkça kızgınlığım biraz olsun azalmıştı. Sadece biraz zamana ihtiyaç vardı.

“Ama teyze söylesene, bir genç kıza evde kalmış denir mi?” Şeyma, buna kıkırdarken Mehlika Hanım kızının bacağına çimdik attı.

“Cahil insanın ağzı hiç susmaz ki kızım. Bilirsin insanlar karşısındakine birçok hüküm koyarlar. Allah senin nasibini yazmıştır. Sen bu sözlere aldırma.” Ruman, teyzesinin kolları arasına girdiğinde tebessümle izledim bu hâllerini. Şeyma, hâlâ laf sokmaya çalışsa da Ruman artık ona takılmıyordu bile.

Beraber odaya geçtik. Ben elimdeki birkaç kıyafeti katlamakla meşgulken Ruman kitapları inceliyordu. Kıyafetlerin içinde Hamza’nın da kıyafetleri vardı ama şimdi aradım ama bulamadım. Dolabının içine baktığımda özenle oraya koyulduğunu görmemin ardından kendi işime döndüm.

“Hamza abinin kitaplığını ilk defa görüyorum. Hep merak ediyordum sayende merakımı giderdim. Bak yine bir şeylere vesile oldun.” Güldü. Hem kitaplara bakıyor hem benimle konuşuyordu. Bakmayı bırakıp yanıma geldiğinde ben de kıyafetleri dolaba yerleştirip onun gibi yatağa bağdaş kurdum. İkimizin de konuşacak o kadar çok sözü vardı ki ama en çok o konuşmak istiyordu.

Aslında benim de konuşulacak çok şeyim vardı lakin şimdi değildi. Sadece karşımdakini dinlemek istiyordum, pasif bedenim dinginliği çoktan kabul etmişti.

“Yarın nikâh tarihi alacakmışsınız?” Başımı usulca salladım. Ruhumdaki kasvet bu konularda daha da gün yüzüne çıkıyordu. Oysa mutlu olmam gereken konulardı bunlar, ne eksikti bilmiyordum.

“Hadi ama biraz mutlu ol. Artık seni mutlu görmek istiyorum.” Haklıydı. Belki öfkem gitmişti, kırgınlığım ise yarım yamalaktı. Onu her şeyiyle kabul etmişken ona adımda atmıştım. Şimdi ise yürüdüğüm yola engeli neden koyuyordum bilmiyordum.

“Çabalıyorum,” dedim kararlı bir dille. Sesimdeki çabukluk Ruman’ı şaşırttı. Biraz evvel o kadar pasif duruyordum ki sanki beni dürten şey kararlarımdı. Aslında ben iyiydim, bunu kimse kabullenmek istemiyordu. “Sadece ne yapacağımı bilmiyorum. Eksikmişim gibi, yok muşum gibi hissediyorum. Dünya bana dar geliyor Ruman, sığamıyorum. Geç kaldığım bu din benim büyük sığınışımken oradan çıkmak, dünyaya dönmek istemiyorum.” Gözleri buğulandı. Sanki bu cevabı beklemiyormuş gibiydi. Benim derdim ne Hamza’ydı ne da kırgınlıklarım, benim derdim kendimleydi. Başa çıkılmaz bu canhıraşların içinde kaybolmamdı. Yoksa her türlü iyiydim ben. Sadece korkularımı yenemiyordum.

“Sana Peygamber efendimizin Taif dönüşü ettiği duayı anlatayım mı?” Sessizce onayladığımda kısa bir müddet bekleyip anlatmaya başladı.

“Peygamber efendimiz, Mekke’de daralınca İslam davetini etrafa yaymak için Taif’e gitti. Orada birkaç gün kaldı. Gayesi Taiflileri İslam’la tanıştırmaktı. Lakin Taif’in zalim putperestleri ve aşiret liderleri çocukların ve safihlerin ellerine taş tutturarak Hz. Peygamber’i taşlattılar. Gönlü yaralandı. Kalbi kırıldı. Hak etmediğiyle karşılaştı.

Gül sunana, siz taş sunuyorsunuz. Kurtuluş vaat edene siz kahır sunuyorsunuz!

Cennet hayatını fısıldayana siz ateş, kin ve öfke sunuyorsunuz. Ne kadar garip değil mi? Yüzü yaralı, nefes nefese bir bahçenin duvarının dibine oturdu. Yüzündeki kan izlerini ve yorgunluğun işaretlerini temizlerken Cebrail yanına indi.

Cebrail şöyle dedi; ‘Allah beni sana gönderdi. Arzu ediyorsan şimdi Taif’in dağlarını bir araya getiririm. Taif’i yok ederim.’ O, sessiz ve sakin, sert değil, acımasız asla... Kalbinde nefrete yer yok. Başını kaldırdı ve Cebrail’e şöyle dedi; ‘O, hâlimi görüyor. O, bunu istediyse kabulümdür. Bu çile kabulümdür. Ama Taiflilerin helakını kabul etmem. Allah’ım Taiflilere iman nasip et.’

Sonra ellerini kaldırdı ve şöyle dua etti; “Allah’ım, güçsüz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü ancak sana arz ve şikâyet ederim. Ey merhametlilerin merhametlisi, herkesin zayıf görüp de dalına bindiği, biçarelerin Rabbi Sensin. Sensin Rabbim benim. Beni kime bıraktın! Huysuz ve yüzsüz yabancıya mı, yoksa bu işimde bana hâkim olacak düşmana mı?

Allah’ım! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnetlere, belalara hiç aldırmam. Fakat senin esirgeyiciliğin bunları göstermeyecek kadar geniştir. Allah’ım, gazabına uğramaktan, rahmetinden uzak kalmaktan, karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahireti salâha kavuşturan ilâhi nuruna sığınırım. Rızanı dilerim. Sana iltica ederim. Bütün kuvvet, her kudret ancak Sendendir, Ya Rabbi!”

Sessizleşti, kendimi kaptırdığım bu anda kalbime bir ferahlık indi. Yaşadıklarımı düşündüm, bu beni bir nebze olsun acımdan çıkardı. Taif; peygamber duası almış şehir. Ya benim kalbim, ona bu kadar yakın olmayı isterken ne kadar yakındı? Neye kızacaktım, kime kızacaktım bilmiyordum. Geç kalmak belki de benim nasibimdi. En azından bulmuştum yolumu. O’nu bulan neyi kaybederdi ki?

“Sen geçmişinle yaralısın. Ailen sana dikeni vaat etmiş olabilir ama sen Allah katında tertemizsin. Onlara anlattığın hâlde seni dinlememişlerse bu senin suçun değil Aymira, artık bu yükü üzerinden at.” Kaşlarım çatıldı. Sanki bu gerçekleri duymaya ihtiyacım vardı. En çok da neyi, kimi suçladığımı anlamıştım. Hesabımın sadece kendimle olmadığını göstermişti bana Ruman.

“Sanırım kendime verdiğim cezayı ben bile fark etmemişim.” Kucağımda duran elimi tutup, “Bak, Efendimiz bile bu kadar eziyet görmesine rağmen hiçbir şeyden ümidini kesmemiş. Ya sen? Baksana hâline, bu yaptığın ceza Aymira. Peygamberimiz bile ibadetle kendisini geçmek isteyen sahabelerine nasıl kızmış. Maşita o kadar anlattı ki kaç gündür uykusuzsun bunu gözlerinden görüyorum. Sen insansın Aymira, geç bulduğun İslamiyet’le kendine kızma. Sen Allah’ın sevdiği kuluymuşsun ki sana İslam’ı nasip etti. Ya nasip etmeseydi? Sen tertemizsin, Allah bile İslam’a girmiş kişileri tertemiz kılarken sen nasıl olur da hüküm verirsin?” demesi içimde biriken boşluğa bir umut bıraktı. Buz gibi olan yanım, sıcacık olmuştu ve ben bu kadar umutsuzluğun içinde bir yön bulabilmiştim. Dediği sonuna kadar haklıydı. Ben kendimi cezalandırıyordum.

“Bir şans ver; kendine, hayatına en çok da Hamza abiye. İkinizde imtihanla sınandınız, artık Allah size bu hayatı nasip etmiş. Birbirinize haksızlık yapmayın.” Bir şey diyemedim. Gülümsedi. Artık bu konuyu kapatmamız gerektiğini ikimizde biliyorduk.

Artık gitmesi gerektiğini söyleyip gittiğinde kendimle baş başa kaldım. Odanın ortasında ondan dinlediklerimle hesaplaştım. Zamanda gel git yaptım. Geçmişimi yok saymayı başarabildiğimi görünce yüzümde hafiften tebessüm belirdi. Ben kendimle değil vicdanımla başa çıkmalıydım.

Resmi işlemleri hallettikten sonra Hamza’yı işten çağırmışlardı. Beni eve götürmek istemişti ama sahile gitmek isteyince ısrarlarıma şu anlık bir şey demedi. Beni sahile bıraktıktan sonra kendisi de işe gitti. Boş bulduğum banklardan birine oturdum. Sahil kalabalıktı. Bu yüzden gelen geçenleri izliyordum. Çantamda duran telefonumu alıp kurcalamaya başladım. WhatsApp’a gelen bildirimi şimdi görüyordum. Kızlar gruptan oldukça fazla yazışmışlardı. Hatta bir tane resim çekip atmışlar daha sonra bana gönderme yapmışlardı. Bu hâllerine gülümsedim ve ben de onlara tirip attım.

“Beni kovana kadar canınız çıktı, şimdi arkamdan kutlama yapıyorsunuz değil mi?” Güldüm. Çok geçmeden İlknur yazmaya başladı.

“Sana mis gibi talip bulmuştum, hak ettin canısı.” İlknur, yine hiç huyundan vazgeçmiyordu. Daha sonra Maşita yazmaya başladı.

“Çöpçatanlığa başka kim üzerinden devam edeceksin bakalım.” İlknur, önce sırıtma emojisi koyup ardından, “Bekâr olan herkesi. Kimsenin benden daha mutlu olmaya hakkı yok arkadaşım,” deyince kıkırdadım. Beraber değillerdi sanırım. Şu an aralarında olmayı isterdim. İlknur, açık sözlüydü ama sevdiklerine sadıktı. Yine de seviyordum bu tavırlarını. Grubun enerjisiydi.

“Bütün topları üzerime atıyorken böyle düşündüğünü bilmiyordum İlknur.” Araya giren Berna oldu. İlknur, yediği tiriple, “Sen hiç konuşma,” dedi. Aralarında ne geçmişse merakla bekledim.

“Sana bir daha annemin keklerinden getirmeyeceğim.”

“Ben de gider Aysel abladan isterim, hıh. Beni bununla mı tehdit ediyorsun?” Kıkırdadığım için bazı gözler üzerime çevrilmişti. Şimdiden bana iyi geldiklerini fark ediyordum. En azından üzerimdeki kasvet yok olmuştu.

“Annem de zaten seninle işbirliği yapmaya bayılıyor.”

“Tabii bayılacak, kızına her gün koca buluyorum.”

“Berna kaç kurtar kendini.”

“Aymira, orada bana göre bir iş varsa hiç çekinme söyle.”

“Nankörler. Kızım sizin iyiliğinizi düşünüyorum burada. Var ya nankörsünüz.” Kızlarla konuşurken zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım. Onlara veda edip ayaklandım. Biraz yürümek istemiştim. Biraz önceki dünyadan çıkıp gerçeğine döndüm. Epey bir yürüdüm, dönüşte ise telefonuma gelen bildirimlerle durdum. Oldukça fazlaydı ve bilmediğim bir numaradandı. Hatta bazıları görseldi. Gördüklerimle gözlerim kocaman açıldı.

“Gerçek annenin kim olduğunu öğrenmek istemez misin?” Sertçe yutkundum. Ne demekti bu? Daha sonra gönderilen evraklara baktım. DNA testi, annemin eski hayatı ve sonra öğrendiğim söz de annemin neden öldürüldüğü… Donup kaldım. Telefonla bakışmam neredeyse dakikalarca sürdü. Nefes alamıyordum. Ben daha beş aylıkken öldürülmüştü, hem de Hamza’nın babasına yardım etti diye, babam tarafından. Aradım numarayı ama açmadı. Şu an bacaklarım titriyordu. Bu olamazdı değil mi? Hayır, kesinlikle oyun oynanıyordu. Ama testler… Sertçe yutkundum. Her kimse bana yalan söylemesini istiyor, kötü bir şaka yaptığını düşünüyordum.

Harabeye dönen kalbim ölümün kıyısındaydı. Daha atlatamadığım gerçeklerin üzerine bir de bu eklenmişti. Kolum kanadım kırıktı. Düşeyazdığım an bir yabancı tuttu kollarımdan. Yanımdaki kadının, “İyi misin?” sorularını es geçtim. Kulağımda uğuldayan sesler, başıma saplanan ağrı çoktan bedenime sirayet etti. Çoktan düşmüştüm ben, bedenim de ruhum da paramparça olmuştu.

Daha ne kadar ölebilirdim ki? Kaç kere yanardı bir can? Öyle bir hâle getirmişlerdi ki beni, bana benden bir şey bırakmamışlardı. Kara kutu bütün gerçekliğiyle beni içine hapsetmişti. Boğuluyordum. Yolum şaşmış, yönüm karanlığa bürünmüştü.

Tekrar tekrar baktım dosyalara, hepsi gerçekti. Kim atmıştı bunları bilmiyordum. Amacı beni paramparça etmekti. Yana yakıla ağlamak istiyor, onu bile yapamıyordum. Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyor, yapamıyordum.

Hiç mi içleri sızlamamıştı yaptıklarından, hiç mi düşünmemişti bir insanın ne hayallerle yaşadığını? Bir aile kurban edilmiş, onun yanında ise bir başka aile dağılmıştı. Bu vahşete gönlüm razı gelmiyordu, bu vahşeti kabul edemiyordum.

“Allah’ım,” dedim yana yakıla. “Allah’ım, iyi ki hesap var.” Elimi kalbimin üzerine götürdüm. Şurada can veriyordum da kimse görmüyordu.

Loading...
0%