@rumeysadoganm
|
Kaç saattir buradaydım bilmiyordum. Taşlıkların üzerine oturup bacaklarımı kendime çekmiştim. Dalgın bir şekilde denize bakıyordum. Hava kararmaya yüz tutmuştu. Birçok aramadan sonra telefonum kapatmış saatin kaç olduğunu bilmeden burada öylece oturmuştum. Beni merak etmiş olmalıydılar. Bu hâlimle karşılarına çıkamazdım. Bitik durumdaydım. Eğer o eve gidersem Hamza’yı suçlardım yine. Bana anlatmadıklarının hesabını sorardım. Bunu yapmamalıydım, öfkem soğusun daha dingin düşüneyim istiyordum. Özellikle Hamza’ya karşı daha yeni yeni adım atıyorken tekrar onunla çatışamazdım. Hava sıcak olmasına rağmen üşüyordum. Dalgadan ötürü üzerim biraz ıslanmıştı ama bu mühim değildi. Hiçbir şey hissetmiyordum. Uyuşmuş gibiydim ve ben ne yapacağımı bile bilmiyordum. Biraz daha düşünürsem kafayı yiyeceğimi biliyordum. Gözlerim kapandı. Babamın bunları nasıl yaptığını anlayamıyordum. Nasıl olurda bir insanın canına kıymayı bu kadar kolay başarıyordu. Ya gerçek annem? Sırf Hamza’nın babasına yardım etti diye ölümü hak ediyor muydu? Peki sebep neydi? Nasıl bir olay yaşanmıştı da annem yardım etmek zorunda kalmıştı. Yutkunmam boğazımda takılı kaldı. Kendimi hiç olmadığım kadar dipte hissediyordum. Ben şimdi nasıl düzelirdim? Her an yeni bir şey öğrenmenin acısını sırtımdan nasıl atardım? Yüzümü dizlerime gömdüm. İçimdeki feryadı bastıramadı dalga sesleri. Susmadı zihnim, beni ablukaya alırken yerle bir etmeyi es geçmedi. Canım yanıyordu, gücüm olsa avazım çıktığı kadar bağırırdım. Kalksam düşecek gibiydim. Başımı gökyüzüne çevirdim. Ezan sesini duyunca Allah’ın yanımda olduğunu hatırladım tekrar. Sessizce dua ettim. Başka çıkar yolum yoktu ki. Ne yöne gitsem bir yerlerden düşerdim hep. Bana vaat ettikleri ne varsa hepsini bugün toplayıp sırtıma yüklemişlerdi sanki. Gidip namaz kıldım. Uzun uzun dua ettim, imamın Kur’an okuyuşunu dinledim, gidenleri seyrettim. Bir köşede iki büklüm bir şekilde oturuyordum. Gidecek yerimin olmasına rağmen gidemeyecek kadar güçsüzdüm. Başımı yasladım duvara. Gelen geçen teyzelere yalanlar söyledim. İyi değildim oysaki. Kolumu kanadımı kırmışlardı. Ne çok isterdim haykırarak ağlamayı. Sanki bedel ödeyen sadece ben değildim, gözlerimdeki kuruyan yaşlarda benimle bedel ödüyordu. Nefesim daraldıkça iyi hissetmediğimi anladım. Baş ağrım daha fazla şiddetlendi. Bunun üstüne bir de bulanan midem ve dönen başım beklemediğim hamlelerimdi. Çantamdan telefonumu çıkardım. Saate bakmak için kapattığım telefonumu tekrar geri açtım. Bulanık gören gözlerime rağmen ekrana adapte olabilmiştim. Telefonum açılır açılmaz çalmaya başladı. Hamza’nın ismini görmemle duraksadım. Burnum sızladı. Kapandı, tekrar çaldı; tekrar, tekrar, tekrar. En sonunda açtım telefonu ve ardından gelen endişeli sesi işittim. “Aymira, neredesin?” Konuşamadım. O ise sormakta ısrarcıydı. “Aymira, cevap ver!” Sesi sert çıktı. Olduğum yere biraz daha sindim. Buz kesmişti vücudum. Vereceğim cevap onu buraya getirirdi. Oysa yalnız kalmak istiyordum. Birilerine olanları anlatmaya, Hamza’ya ise hesap sormaya hiç gücüm yoktu. “Neden?” Birkaç saniye sustu. Hesap sormayacağım diye kendime söz versem de yapamamıştım. Öğrenmek istiyordum bir şeyleri. Titreyen nefesini duydum. Sanırım biliyordu, bense bildiklerine karşı cephe alıyordum. “Neden benden hep bir şeyler gizliyorsun Hamza?” Sessizliğine alışıktım, bu da onlardan biriydi. “Hamza, ben çok kötüyüm.” “Hadi güzelim, söyle yerini. Ne öğrendin bilmiyorum ama gelince konuşacağız söz.” “Neden getirdin beni buraya, bırakamadın mı kendi hâlime? Ölüyorum ben.” Onu da kendi karanlığıma çekiyordum. Araftaydım, ucuna bastığım her bir nokta beni darmadağın edecek gibiydi. Oysa dağılmamış mıydım, daha ne kadar dağılabilirdim ki? “Tamam, söz gelince konuşacağız. Ama şimdi yanına gelmem lazım.” İç çektim. “Camideyim.” Telefon kulağımdan kaydı. Daha sonra elim kucağıma düştü. Güçsüzlüğümle hırpalandım. İndim secdeye ve sessizce bekledim. Dil olarak dua etmedim ama yüreğimdekileri şikâyet ettim Allah’a. O, beni her hâlimle duyuyordu. Ve yeniden sindim köşeye. Gözlerim kapandı. Üzerimde büyük bir hâlsizlik vardı. Ruhum emilmişti. İmtihanım çetindi. Allah’a uzattığım elim bir bağ oluyordu ama ben o ele çok zor ulaşıyordum. Oysa bu kadar şeyi yaşayacağımı nereden bilebilirdim? Hayat bana öyle bir gelmişti ki düştüğüm yer hep kanatmıştı. Ama kaderim bana gül bahçesi vaat etmişti. Yine bir gül bahçesine girecektim biliyordum. Geçmez dediğim ne varsa geçmişti, bu da geçecekti. Ne kadar süre geçti bilmiyorum ama camiye giren kişi ile araladım gözlerimi. Hamza, koşarak karşıma geçti. Bakışları üzerimdeydi, elleri ise yüzümde. Gözlerindeki korkuyu gördüm. Ama benim korkum onun korkusunu göz ardı ediyordu. “Aymira, meraktan öldüm.” “İyiyim,” diyebildim sadece. Ne o ne de ben inandım buna. “Yanıyorsun, ateşin var.” O, ne kadar endişeli olsa da ben o kadar sakindim. Yüzümü ellerinden çektim. Şu an bu değildi konumuz. “Sen biliyor muydun?” Neyi der gibi baktı. Oysa bilmezliğe vuruyordu, her şeyi biliyordu. “Annemi, gerçek annemi, neden öldüğünü?” Bakışlarını kaçırdı. Acıyla kıvırdım dudaklarımı. Şaşırmamalıydım. “Neden anlatmadın?” “Uygun zamanı bekledim, sana her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatmam için beklemeliydim.” Yine bildiğim Hamza’ydı. Ne bekleyebilirdim ki? Ayağa kalktığımda sendeledim. Kolumu tutan Hamza ile düşmekten son an da kurtuldum. Yürüyemeyeceğimi anlayınca Hamza’dan tutundum. Endişesi hâlâ sürüyordu. Ona bakmıyor oluşum sırf kendimi tutamamam korkusundandı. Canım çok fazla yanıyordu. Bu durumlarda asla birinin gözlerine bakamazdım. Bakarsam ağlardım, ağlamak ise istediğim durum değildi. Hayat bana hiç adil gelmemişti. İmtihan diye kabullendiğim gerçekler canımı çok yakıyordu. Arabaya bindiğimizden bu yana tek bir cümle konuşmadık. Uzun bir süre sonra gözlerim kapanmıştı, kendime geldiğimde ise evdeydim. Hava ışımıştı. Bedenimdeki ince sızılar baş gösterince kıpırdadım. O ara Hamza’yı gördüm. Yatağın köşesine çekilmiş berjerde uyukluyordu. Bedeni berjere zor sığmıştı. Yan tarafıma dönüp yüzünü izledim. İnsanın ruhuna işleyen sureti kor bir ateşin içinden çekip alınmış gibiydi. İçimdeki tenhalığa rağmen o ışığı görebiliyordum. Fark etmeden ona çekilirken aslında ondan hiç gidemediğimi bilebiliyordum. Elimi uzatsam beni de o kor alevden çekecekti. Siyah gür kirpikleri özenle düşmüştü göz altlarına. Sanki oraya mesken kurmuş arzı endam ediyordu. Uzun kavisli kaşları çatık değildi, uykunun verdiği masumiyeti yerleştirmişti yüzüne. Dokunmak istedim ama yapamadım. Parmaklarım ufak bir mesafede kaldı ve orayı terk etti. Dokunsam saçlarına, yel değer miydi yüreğime? Dokunsam çehresine, diner miydi kıyametim? Güzeldi, baktıkça güzelliğine, eskimeyen bir mısra düşerdi dilime. Sanki sadece Hamza’ya aitmiş gibi okşardı ruhumu. Her şeye rağmen yaşamla ölüm mücadelesi verdiğim yerde yüreğimi yaslayabileceğim yer Hamza’nın yamacıydı. Gözleri açıldı. Uykulu ifadesi tebessümüyle birleşti. İstemeyerek çektim bakışlarımı. “İyi misin? Dün gece ateşin vardı.” Eliyle ateşime bakıyordu. “İyi bari düşmüş.” Yattığım yerden doğruldum. Engel olmak istemişti ama onu dinlemedim. “Bana hâlâ açıklama yapmadın.” Yatağın ucuna oturdu. Sanırım artık bütün bilinmezlikler ortaya dökülecekti. “Her şey doğru, baban anneni sırf İsa babama yardım etti diye öldürdü.” İnsan, birkaç kelimeden oluşan bir cümleye ne kadar takılırdı? “Bana tek seferde söyleyebilirdin her şeyi, her sefer yeniden acı çekmezdim bu sayede.” Haklısın der gibi başını salladı. Gözlerime bakamıyordu, onun da ne kadar acı çektiğini görebiliyordum. O da benim gibi babamın yaptıklarına maruz kalmıştı. Bu sefer çenesini tutan ben oldum. Bana bakacaktı, benden kaçmayacaktı. Buna mecburdu. Anlat der gibi baktım gözlerine. “Bunun için erkendi, elde ne varsa toplamam gerekiyordu. Annene dair dosya oluşturmuştum. Söyleseydim, yetersiz kalacaktı. Ne yazık ki biri benden önce davrandı.” Kaşları çatıldı. “O kişiyi bulduğumda inan bana gereken cezayı verdireceğim.” Tepki vermedim. Ayağa kalkıp pencereyi açtım. Boğuluyordum. Ben artık olacaklarla değil olanlarla ilgileniyordum. “Canım yanıyor.” Sesim cılız çıktı. Başım düştü öne. Bu sefer kalbim Hamza’yı suçlamak istemedi, suçlamadı da. Onunda mecburiyetlerini biliyordum artık. “Aymira.” Yanıma geldi. Ona bakmadığımı görünce çenemden tutup bu inadımı kırdı. Kuzguni harelerindeki o saf ışık yoktu. Bu sefer beni o dehlizden çekemeyeceğini biliyordu. “Bütün gece sayıkladın. Hiçbir tepki vermiyorsun ve bu beni endişelendiriyor. Bunu reva görme kendine.” Yüreğimden vücuduma yayılan o ince sızıyla yeniden kaçırdım bakışlarımı. Cesaretim yoktu kendimi tekrar dibe çekmeye. Ağlarsam kaybolurmuşum gibi hissediyordum. Yutkundum. Hamza, bu sefer durmadı, ısrarları ile ondan kaçmama izin vermedi. Parmakları yanaklarımı buldu. Dokunduğu an kendimi o korktuğum yere çekiyormuşum gibi hissediyordum. “Hadi, dök içindekileri. Kendine yasak etmişsin her şeyi, yapma. Ağlamana dayanamam ama bunun sana iyi geleceğini biliyorum. Ağlamadıkça hasta ediyorsun kendini.” “Korkuyorum.” Gülümsemeye gayret etti. Elmacık kemiğimi sevip, “Yanındayım,” dedi. Beni kendimle yüzleştirecekti. Buna ihtiyacım olduğunu o biliyordu ama ben bilmek istemiyordum. Doğruydu, ağlarsam rahatlardım. Yine de ağlamak bana ürkünç geliyordu. Gözlerim buğulandı. Ağlarsam hiç susmazdım bunu çok iyi biliyordum. “Yapabilirsin.” Olduğum yere düştüm. Artık dizlerimde güç kalmadı. Hamza buna da engel olmadı. O da benim gibi oturdu yere. Ve ben uzun zaman sonra yana yakıla ağladım. Kalbimdekileri dudaklarımın arasında hürriyetine kavuşturdum. “Biz hiç tanışmamalıydık.” Titredi dudaklarım. Bacaklarımı kendime çektim. Başımı dizlerime yaslayıp ağlamamı sürdürdüm. “Hâlâ bir fırsatın varken neden beni kendinden uzaklaştırmıyorsun? Biz bir aradayken hep bir şeyler eksik kalacak.” Hıçkırdım. “İzin ver gitmeme.” Oysa kalbime sorsam gitmenin ne kadar acı verici olduğunu biliyordum. Ama yapamıyordum, artık canımın yanmasına engel olamıyordum. Bir yerlerde bizi bu sebeplere sürükleyen gerçeklerin olduğunu hep bilecektik, bitmeyecekti. “İzin ver ki sen geçmişinden kurtul bense geçmek bilmeyen gecelerimin ayazından…” “İzin versem gidebilecek misin?” Gidemezdim ki. Yıllardır gidememiştim de… Ama söz konusu aramızdaki bu illet gerçekti. Bunun için bir yerlere kaçma isteği hep oluşacaktı. Sanki kaçıp bir köşeye sığınsam geçecekti! “Olmuyor işte, bizden olmuyor.” Başımı kaldırdım. Islak gözlerimin arasında durgun yüzüne baktım. “Bırak gideyim. Bırak kendi hirama çekileyim. Yüzleşemiyorum artık bir şeylerle.” Sessiz kaldı. Onun da dolan gözlerini gördüm. “Hamza, özür dilerim.” Kalktım ayağa. Yakın olan kapıya ulaşmam uzun sürmedi. Ama açılmadı, engellendi. Ensemde hissettiğim nefes, kalbimi cayır cayır yaktı. “Gidersen ben nereye sığınayım. Yok ki senin gibi bir hiram.” Kolları bedenime dolandı. Sırtım göğsüne yaslanırken kollarım kolları altında kalmasından ötürü hareket edemiyordum. Yüzünü boynuma gömdü. “Yine beni sensizlikle sınama. Seni bu kadar özlemişken yeni bir özleme yer açma.” Bedenimi kendine çevirdi. Islak kirpiklerinden süzülen gözyaşlarında takıldı bakışlarım. “Benim evim tutuştu ama yuvam çiçek açtı. Şimdi sen gidersen üşürüm, penceremin önündeki çiçekler solar.” Dudaklarımın arasından çıkan hıçkırıkla beraber sarıldım. İçim yangın yeriydi. Geri çekildim. Dayanılmaz bir ikilemin eşiğinde kapı dışarı edilmeden tutuldum kollarımdan. Hıçkırıklarım arttı. Beraber çöktük yere. Daha fazla sarsıldım, daha fazla yandım. Başımı okşayan adamda tutuklu kaldım yeniden. Bedenimi kolları altına alan adama daha fazla engel olamadan sığındım yamacına. Oysa ne çok hasretmişim içimdekileri haykırmaya, bir yamacın dibine sığınmaya. Düştüğüm yerde yeniden toparlanamasam da daha fazla dibe çekilmiyordum. Canımı yakan kişinin Hamza olmadığını şu an daha iyi anlıyordum. Ben yanan canımı yakınımdakilere teslim etmiştim de haberim yokmuş. Bunu şimdi daha iyi anlıyordum. … Yavaşça mezarlığa girdik. Bir mezarın başında durarak konunun yüzleşme olacağını anladım. Mezar taşında, “Bircan Arslan,” yazıyordu. Ölüm tarihi: 12.11.19994... Kesif bir acıyla sadece mezar taşındaki isme bakmakla iktifa ettim. Ağlayamıyor, bağıramıyor acımı paylaşamıyordum. Ben, hayatın kirli yamasıydım. Bir türlü dikiş tutmuyor, tutturduğum dikişi yeniden paramparça ediyordum. Ne kadar aptalmışım meğer, ne kadar körmüşüm. Bu zamana kadar hiçbir şeyi fark etmeden yaşayıp gitmişim. Günlerce gelememiştim mezarlığa. Öğrendiğim günden bu yana bir şeyleri yerine koymaya çalışmıştım ama yapamamıştım. Hep yaptığım gibi sessizliğime çekilmiştim. Hamza ise bu süreçte bana destek vermişti. Asla ısrar etmemiş, bütün kararı bana bırakmıştı. Bense bu süreçte yüzleşeceğim gerçeğine alışmaya çalışmıştım. Ama şimdi… Gerçeği yaşıyordum. Sertçe yutkundum. Perme perişan hâldeydim. Ölümün bu kadar yakın olup zor olduğu yerdeydim. Sessizce haykırdım, kapanan gözlerimle beraber, “Ben kimim sahi?” dedim ıstırap verici sözle. “Haldun Arslan’ın kirli kızı mı yoksa şurada yatan kadının geçmişi mi?” Kendimi avutamadığım bahanelere sığınıyordum. Karanlık bir mezar oradaki kadının değil benim yuvamdı sanki. Zaten ben, karanlık bir mezara çoktan girmiştim. Hamza, bileğimi tutup kendine çevirdi. Gözlerinde hissettiğim kesif his gözyaşımı daha çok akıtmama neden oldu. Bu, nasıl bir histi ki boğuluyordum. Boğuluyor ama ölmüyordum. “Sen benim Aymira’msın,” dedi. Parmağı gözaltımda dolandı. Ağlamaktan korkuyordum ama o böyle yapınca gözlerimin dolmasına engel olamıyordum. “Tertemiz, bir gül kadar mis.” O kadar içten konuşuyordu ki geçmişimi kirleten ailemin izlerini silemiyordu bu sözler. Başımı iki yana sallayıp, “Şu sözler beni mutlu etmesi gerekiyor oysa ama ben her geçen günde geçmişi kirli olan babamla sınanıyorum Hamza, bu sınanma beni avuçları arasında tutuyor,” deyip mezarın dibine çöktüm. Başımı yasladığım mezar taşındaki kolumun içine hapsedip, “Olmuyor işte, ben güçlü durmaya çalıştıkça beni paramparça ediyorlar,” dememle başımda hissettiğim el beni bu düşüncenin karanlığından çekmeye çalışıyordu. Başımı kaldırdıktan sonra, “Şuradaki kadının ne suçu vardı ya, benim ne suçum vardı Hamza?” dedim serzenişle. Ağlamam şiddetlendi. Hamza, ifadesiz bir tavırla mezar taşına bakıp, “Hiçbir suçunuz yoktu Aymiram, bütün suç adaletin nezdinde saklı. O gün geldiğinde bütün acın mükâfat bulacak,” deyip beni kendine çekti. Bu sefer çekinmeden ağladım, ağladıkça hıçkırdım. Susmadım, dile gelen veryansınla yüreğimi acıyla yaktım. Sanki bir hiçmişim gibi, şu mezarlığın karanlığına aitmişim gibi... Susmak ne kadar zordu oysa, sabretmek çileli bir yoldu. Her adım atışım dikenli bir yolu sunuyordu bana. Annem bildiğim kadın, bir yabancıyken gerçek annem burada yatıyordu. Bir kere bile göremediğim annem tam burada, soğuk toprağın altındaydı. “Peki söylesene Hamza, bir şeyler söyle de yine seninle yüreğim ısınsın. Sana güvenebilmem için tek bir neden? Benden saklamadığın başka bir şey olmadığına inandır beni.” Bir an da duraksadı. Önce mezar taşına sonra bana baktı. Güven kelimesi sığ bir mana içermiyordu benim için. Kendimi avutabileceğim birçok neden varken bunu sormam bir yerlerde kendimi avutmam için sebep arıyor oluşumdandı. “Bunun cevabını sana yakında vereceğim Aymira.” Buruk bir tebessümle, “Oysa bunun için sana kızmam gerekiyor ama kızamıyorum çünkü haklısın. İçim soğumuyor Hamza. Bir evladın babasından nefret etmesi saçma değil mi? Resmen içeride diye seviniyorum,” dedim. Zamanında canımdan çok sevdiğim babama dair hiçbir hissimin olmaması beni çok farklı bir hâle bürümüştü. Bu bambaşkaydı. Hiçbir söz tamamlayamazdı. “Sen, neyin doğru neyin yanlış olduğunu iyi biliyorsun Aymira. Sakın evlatlığını sorgulama çünkü sen, onlara rağmen her türlü adımı attın.” Kafam o kadar karışıktı ki diyecek tek bir söz benim için muallaktaydı. Hamza için belki bunlar böyleydi ama benim için acı tecrübeydi. “Peki, biz?” Sorduğu sorunun ehemmiyeti yüreğimdeki enkaza uzatılan el gibiydi. Önceden elini çeken oyken şimdi bendim. Tek bir fark vardı, ikimiz de birbirimizin yabancısı değildik. “Biz zaten biz olduk Hamza, sadece aradaki boşluğun dolması gerekiyor.” “Dolacak mı peki?” Boşluğu benim bıraktığımı söylerken bense hiçbir şekilde açıklığa kavuşturamıyordum. “Kim bilir,” dedim usulca. “Bazen ne düşünüyorum biliyor musun?” Merakla baktım yüzüne. “Göklere çıkan kalbin nasıl yerle bir olduğunu... Bunu sana ben öğretmiştim, şimdi de sen bana öğretiyorsun. Ben haksızdım ama sen beni yerle bir etsen de haklısın.” “Benim yerle bir etmeye niyetim yok. Sen kendini affettireceksin ya bu yüzden dimdik ayakta durmalısın.” Güldü. O gülünce ben sersemleştim. Bu kadar güzel gülebileceği bir alan açmıştım ona. “Böyle olmamalı.” Anlamazcasına baktım yüzüne. “Kısasa kısas olmalı.” “Sen olsan öyle yapardın sanırım.” Bir adım yaklaştı. Karşımda durduğu an kendimde hiçbir cesaret bulamadım. Ona öfkeli değildim. Kendi içimde çözemediğim binlerce mesele vardı. Sadece kırgındım. Söylediği sözler geldi aklıma. Bana bakarken nasıl hissettiğim geldi. Çaresizliğim, ağlayışlarım, ölümü hissedişim geldi. Oysa ona dair bir kalbim varken öldürmemiş miydim hislerimi? Yan tarafımda duran elimi tuttu. Onu çözemiyordum. Bana bakarken dolan gözleri gerçek miydi onu bile bilmiyordum. O kadar çelişki yaşıyordum ki ona dair ne varsa sanki bir an da bomboş çıkacak ve o söyledikleri yine yüzüme çarpacakmış gibi geliyordu. Elimi kalbinin üzerine koydu. Yutkundum. O kadar hızlı atıyordu ki bir an nefes alamamışım gibi hissediyordum. Kapandı gözleri, biraz daha yaklaştı dibime. Sanki aramızdaki mesafe onunda nefesini kesiyormuş gibiydi. "Oysa öldüren senken ölen bendim." Fısıltı ile konuştu. Yutkundu. Kurumuş dudaklarını yalayıp, "Oysa her şeyimle suçluyken affedilmeyi isteyecek kadar yüzsüzüm." dedi. Bu sefer avuçlarımı yüzüne götürdü. Elleri bileklerimi narince kavradı. Gözleri hiç açılmamıştı. "Aymira, buradayken gitme. Buradayken beni terk etme." Alnını alnıma dayadı. Bu sefer benim de gözlerim kapandı. "Bendesin. Teninin tenimde mührü var." İkimizin de yanağı gözyaşıyla ıslandı. Konuşamamak ne zordu. Lakin susmamalıydım. "Lakin o mühür benim kalbime çoktan değdi Hamza." Neyi kastettiğimi ikimizde iyi biliyorduk. … Başımı yastıktan zorda olsa kaldırdım. Evde kimse yoktu. Hamza, işe geçmiş Şeyma, okula Mehlika Hanım ise bir arkadaşının kızı kaza yaptığından dolayı hastaneye gitmişti. Evde yalnızdım, bu yüzden sabahtan beri başımda dönen bu buhranlı havadan çıkmaya karar verdim. Kapı zilinin çalmasıyla bakakaldım. Üst üste çalan kapı ziliyle daha fazla beklemedim ve delikten kimin geldiğini baktım. Barış’ı görünce şaşırdım. Avucumu alnıma bastırdım. Ben Barış’a bunu bile haber verememiştim. Kim bilir ne kadar kızacaktı. Kapıyı açmamın ardından tepkisini ölçer gibi bekledim. Tam da dediğim gibi oldu ama önceliği kendime tanıyıp, “Hoş geldin,” dedim. Yana çekildim. Ters ters yüzüme bakarken sessizce içeriye girdi. Kapıyı kapattıktan sonra peşinden salona girdim. Heybetli bedeni koltuğa kurulurken köşedeki berjere de ben oturdum. Öne eğilmiş, dirseklerini dizine yaslamıştı. Ellerini birbirine kenetledi ve bana bakmaya devam etti. “Şu an sende ne görüyorum biliyor musun Aymira?” Merakla yüzüne baktım. Çok kızgındı, fazlasıyla da hesap sorucu. O, bana hep gerçeği derdi asla da çekmezdi laflarını. “Hiçbir zaman kendini düşünmeyen hep kendine bencil birini…” Haklıydı ama ben de haklıydım. Belki kendime bencildim ama bunun için nasıl yorgun olduğumu görmüyorlardı. “Ne yapayım Barış?” Bu sefer ben öfkelendim. “Baksana bana, baksana hayatıma…” Sustu. Beni dinlemek zorundaydı. Hiçbir zaman bunu bilerek yapmıyordum. “Yıllarca ailemin zorbalığı ile uğraştım. Yetmedi evlendim.” Sesim gittikçe sertleşiyordu ama bu mühim değildi. “Sonra ne oldu?” Konuşmadı. “O karanlık odada bana ölmem söylendi. Hükmüm verilmişti.” O günü hatırlamak bile acı veriyordu ama unutmayacağımı kendime hatırlatmam da gerekiyordu. “Ben öldüm. Ama yine hayattayım bak. Şimdi güçlü ol diyorsun, ben zaten güçlüyüm.” Biraz önceki öfkesi kayboldu. “Ruhum paramparça Barış, bırak o da imtihanını geçsin.” Bana hak verir gibi başını salladı. Yüzündeki dalgın ifadeyi anlıyordum ama buraya böyle fevri gelmezdi hiç. Anladığım kadarıyla Hamza ile konuşmuştu. İtelediğim duygularım biraz olsun beni sarmaladıkça Barış’a içimi dökebiliyordum. Barış’ın sen iflah olmazsın der gibi başını sallamasına hafiften gülümsedim. “Biliyor musun dün öğrendiğim gerçekle artık içim rahat.” Barış, anlamsızca konuşmamı dinliyordu. “Benim annem o değilmiş, dün tanıştım kendisiyle. Babamın caniliğine kurban gitmiş biri.” Şaşkınlık yüzünde daha da arttı. Oturduğu koltukta biraz daha öne geldi. Konuşmama devam etmemi istiyordu. Belli ki gerçekleri bilmiyordu. Hamza, bunu anlatmamıştı. “Bircan Arslan… Babamın pisliğine kurban gitmiş bir kadın.” Daha fazlasını anlatamadım. Ayağa kalktı ve salonun ortasında volta atmaya başladı. “Adam kendini nasıl saklamış ya, inanamıyorum.” Hemen yakınımdaki berjere oturdu. Ciddi yüzü, telaşlı ifadesi onunda hayal kırıklıklarını dile getiriyordu. “Hamza ile görüştüm. Olanları bir bir anlattı bana. Her şeyi biliyorum yani. Sana şu an kızmam gerekiyor hatta hesap sormam gerekiyor ama yapmayacağım. Belki de Hamza’yı da dövmem gerekiyordu ama vazgeçtim. Tamam, yaptıklarına ben de onay vermiyorum, ki sen bunu çok iyi biliyorsun.” Başımı eğdim. Bunu ben de görmüştüm. Aralık kapıdan kaç kere beni izlediğini, uyuyakaldığım seccadeden her seferinde beni kaldırdığını ve başucumda benim o acizliğimi izlediğini… Ve benim ağlayamadığım yerde birkaç sefer gözyaşı döktüğünü… Ama Barış’ı da anlıyordum. O, benim için çok endişelenmişti. Her kötü günümde yanımdan hiç ayrılmamıştı. Hep beni düşünmüştü bu zamana kadar, hâlâ da düşünmeye devam ediyordu. Üzerimde hakkı çoktu, bunun için ona minnettardım. “Sen çok özelsin Aymira. Bunu sen, böyle hissettiğin için değil, gerçekten öyle olduğun için söylüyorum. Kendinin farkına var.” Ünitenin üzerinde duran ufak cep aynayı getirip bana uzattı. Kapağını açtığı an aynadaki yansımamı gördüm. “Bak kendine, bu sen misin? Bir dahaki sefere seni kilo almış olarak göreceğim.” Güldüm bu söylemlerine. Sanırım haklıydı. Şu zaman zarfında fazlasıyla kilo vermiştim. “Tamam babacığım.” Göz devirdi. Ciddiydi, şu an dalgayı kabul etmezdi. “Sen, geç dalganı bakayım. Eğer bir üzül önce Hamza’yı döverim sonra seni.” Kıkırdadım. Zilin sesi aramızdaki muhabbete son verdi. Gidip kapıyı açtığımda Mehlika Hanım duruyordu karşımda. Ayakkabıları görünce merakla bakındı. “Hoş geldiniz.” Ayakkabılarını çıkarıp içeriye girdi. Barış’ı daha önce görmediği için yanlış anlamasından korkuyordum. Daha yeni birbirimizi tanımaya başlamışken bir yanlış anlaşılmaya kurban gitmek istemezdim. “Barış, benim arkadaşım. Yanlış anlamanızı istemem. Beni ziyarete gelmiş, sizin için mahsuru yoksa biraz kalıp gidecek.” “Hoş bulduk güzel kızım.” Barış’a baktı. Bu hâlime tebessümle karşılık verdi ve ardından avucuyla yüzümü bir anne şefkati ile sevdi. “Niye yanlış anlayacağım kızım. Arkadaşını tanıyorum merak etme.” Göz kırptı ve, “Hem ondan değil de sizli bizli konuşuyorsun ya hah işte o zaman büyük bir mahsur görüyorum,” dedi. Yüzümde tazecik çiçekler açmış gibiydi gülümserken. “En azından abla de, teyze de, de de ne dersen de ama sizli bizli konuşma.” Başımı olumlu şekilde salladım. Beraber salona geçtik. Mehlika teyze, Barış’ı sanki uzun zamandır tanıyormuş gibi sıcakkanlılıkla, “Hoş geldin oğlum,” dedi. Tabii şaşırdım önce. Büyük ihtimalle Hamza söylemiş olmalıydı. Resmen çekinmeyeyim diye bunu söylemedi Mehlika teyze. “Hoş bulduk, nasılsınız?” Barış, saygıyla ayağa kalktığı gibi Mehlika teyzenin ricası ile tekrar yerlerine oturdular. “İyiyim oğlum sen nasılsın?” Hoş beşten sonra Barış gideceğini söyleyince Mehlika teyze bırakmamış yemeğe kalmasını istemişti. Barış, ne kadar söylese de Mehlika teyzenin ısrarını geri çeviremedi. Zaten akşama Kevser teyzeleri de çağırmıştı. Eyvah ki eyvah! Akşama kadar kâh Barış’la sohbet etmiş kâh yemek işiyle uğraştık. En çok da Mehlika teyze sohbet etmişti. Onun bu kadar konuşkan olması yeni yeni öğrendiğim durumlardandı. Sohbeti güzeldi, Barış’ta bunu sevmiş gibi Mehlika teyzeyle çok güzel sohbet ediyordu. Arada benimle uğraşıyor, bizi güldürecek espriler yapıyordu. Barış, gelen Hamza ile bir köşeye çekilmişti. Ben de Mehlika teyzeye onunla konuşmak istediğimi söyleyince kaldığım odaya geçtik. Karşılıklı oturduk. Söze nasıl gireceğimi bilmiyordum. Bazı meseleleri konuşmazsak rahatlayamayacaktım. Bakışlarım ellerimdeydi. Bu konu çok önemliydi, onun ne hissettiklerini bilmek istiyordum ama en çok da bir özür gerekiyordu. Bu, benim vebalim altında olmasa da sonuçta bunu yapan benim babamdı. “Mehlika teyze, ben babam adına…” Sözümü tamamlatmadı hatta özür kelimesine bile izin vermedi. Ne diyeceğimi en başından anlamış gibiydi. “Aymira! Onlar adına bir özür borcun yok.” Kucağımda duran elimi tuttu. “Kimse için başını eğme.” Karşımdaki kadının vakur duruşuna takılı kaldım. Ben mi bazı şeyleri çok kafamda takıyordum? Oysa karşımdaki kadın bazı şeyleri alttan almamalıydı. “Keşke böyle olmasaydı.” Demedi bir şey. Söze başka yerden girdi. “Hamza’yı ilk kucağıma aldığımda daha birkaç aylıktı.” Geçmişi ilk defa dile getirdi. Gözlerinin dolduğunu fark edebiliyordum. Onunla beraber benim de gözlerim doldu. Bana neden anlatıyordu ki bunları? Oysa… Sözcüklerim yerine oturmuyordu bile. Hamza’ya dair bildiklerim o kadar kısıtlıydı ki birilerinden onu öğrenmek geçmişimdeki bazı sırları bir bir çözüyordu. “Zayıf, savunmasızdı. Evliliğimizin onuncu yılıydı, bebeğimiz oluyordu ve her defasında düşüyordu. Son bebeğimde bir aylıkken vefat etti. Artık umudu kesmiştik. Ölen eşim bu duruma üzüldüğü için bir evlatlık edinebileceğimizi söyledi. Nasıl sevinmiştim, o gece heyecandan uyuyamamıştım. Sabah olunca hızlı şekilde hazırlandım. Beraber yurda geçtik. Fazlasıyla çocuk göstermişlerdi ama dikkatimi çeken sadece Hamza olmuştu. Nedendir bilmiyorum ama onu ilk gördüğümde içimi tarifi imkânsız bir heyecan kaplamıştı. İnsan kaderini hissedermiş ya ben, Hamza’da bunu hissettim. Kalbim ısınmıştı varlığına. Sonra konuştuk, onun için uğraştık. Onu ilk gösterdiklerinde öyle ağlamıştım ki sanki benim evladım gibi sahiplenmişti yüreğim. Sonra kabul ettiler, onu aldık. İlk defa bazı prosedürlerin bu kadar hızlı ilerlediklerini söylediklerinde şaşırmadım. Hamza, benim kaderime yazılan en güzel armağandı. Onu ilk gördüğümde sanki benim bebeğimmiş, onu ben doğurmuşum gibi hissettim. Nasıl acıkmış bir görsen, ben de bebeğimi yeni kaybetmişim, sütüm birikmiş. Onu emzirdiğimde öyle huzurlu uyumuştu ki. Yedi yıl sonra ise Şeyma’ya hamile kaldım. Asla ikisini birbirinden ayırmadım. Şimdi ise büyüdü, evleniyor.” Buruk bir tebessümle anlattı Hamza’yı. Onu sanki kendisi doğurmuş gibi seviyordu. Annelik onunla vasıf bulmuş gibiydi. Nemlenen gözlerini kaçırdı. Bir yandan da hiçbir şey anlatmamış gibi keyiflenebiliyordu. “Bana seni anlattığında evlenmemişti. Evlendiğinde, o gün kapımıza gelip gittiğinde bütün gece seni düşünmüştü. Onu sabaha kadar gözetlediğimi bilmez, ilk sana söylüyorum. Çaresizdi. Ve bu çaresizliği onun kendi istekleri doğrultusunda değildi kızım.” Bir an da konuyu değiştirdi. “O gece Özge ile konuşmalarına şahit oldum.” Sanki bunu söylemekte zorlanıyor gibi kıpraştı yerinde. “O gece Özge ile konuştu. Ona dedi ki; gönlümdeki sen değilsin ama kabul edersen evleniriz. Anlamıştı Özge, sebep gösterince sorgusuz sualsiz onaylamıştı. Hamza’yı gerçekten seviyordu, her şeyiyle kabullenmişti. Hamza ise bu evliliğe gönülsüz razı olsa da şans verecekti ama olmadı işte. Biliyordu her şey zordu ve bunu bilerek her şeyi arkada bıraktı. Şimdi ise geldiğiniz nokta burası. Ne Hamza, o kıza gönlünü verebildi ne de seni unutabildi.” Konuşulacak çok şey vardı ama o bana bunları söylerken sanki bir şeyleri önüme sürüyordu. “Seni sadece Ruman’a emanet etti ama yetersiz kaldı. Seni korumak istedi, o hastane köşesinde sana geldi ama bu gelişi bir gölge gibiydi her gelişi gibi... Baban en büyük engeldi kızım. Sana geldiği gün de sen çoktan gitmiştin.” Odada saat sesinden başka bir ses kalmadı. Büyük şeyler yaşanmıştı ama artık o yaşanmışlıklar bir bir yerine oturmuştu. Gönlündeki bendim diye fısıldadım. Evet, kalp kırıcı şeyler yaşanmıştı ama artık o birkaç kelime çoktan telafi edilmişti. “Hamza,” dedim fısıltı ile. Ona artık hak veriyordum. “Keşke yaşanmasaydı bazı şeyler. Ama inan bana bunları isteyerek yapmadı kızım. Kefil olmam için keşke kalbimi yarıp eline verebilsem.” Gülümseyerek baktım Mehlika teyzeye. O an gözlerim parladı. Bu sefer kalbimde huzurlu bir his oluştu. “Mehlika teyze.” Seslenmem ile garip bir şekilde bana baktı. “Şu an yüreğime bir ferahlık oturdu.” Elini kavradım. Biraz daha dibine yaklaşmam ferahlığın yanında heyecanı meydana getirdi. Sarıldım. Hiç beklemediği an da yapmıştım bunu. Şaşırsa da aynı şekilde sarıldı. Usulca sırtımı okşadı. Bir yandan Barış’ın bir yandan ise Mehlika teyzenin dedikleri… Diğer yandan da şu birkaç gün ve o mektup… Ona güvenmiyorum demiştim ama ona güvenim hep varmış meğer. Bunu geç anlasam da mühim değildi artık. İkimizin arasındaki o gülüşü kapının tıklatılması bozdu. Hamza, başını içeriye uzatıp, “Misafirler geldi de siz, hayırdır?” diye sorup merakla göz kırptı. Mehlika teyze ile gülüşüp bir yandan yanaklarımızdaki ıslaklığı sildik. Resmen ikimizde ağlamıştık. “Yok oğlum, önemli bir şey değil.” Odanın ortasında bize öylece bakakaldı. Mehlika teyze giderken bana döndü ve göz kırptı. Hamza ise benden bir cevap bekliyordu ama ona anlatma gibi bir düşüncem yoktu. “İyi misiniz?” Başımı olumlu şekilde salladım. “Hadi içeriye gidelim. Misafirler bizi bekliyor.” Bu sefer o başını hafiften salladı. Kapıya ilerlemesi ile, “Hamza,” diye söylendim. Yavaşça bana döndü. Ne zaman bana yaklaşsa onu hep kendimden uzaklaştırıyordum ama şimdi birçok sebepten kendimi ona çekilirken buldum. Hızlıca gidip sarıldım. Ne olduğunu anlamamıştı ama tepkisizde durmadı. Ona ilk defa bu kadar sıkıca ve istekle sarıldım, o da benden farklı değildi. Sarılışı özlem giderir gibiydi. Boynuna gömdüğüm yüzüm ve kokusunu bu kadar yakından alışım ilkti. Kalbim dinginleşti. Belki de geç kalınmıştı ama bu sefer daha iyi anlamıştım. Allah’ın bize en doğru zamanda bu mükâfatı vereceğini nereden bilebilirdik ki? İkimizde geri çekildik. Hamza’nın gözleri ilk defa bu kadar güzel parlıyordu. “Ölecek miyim yoksa?” “Ağzını hayra aç ya.” Keyifle güldü. En son ne zaman böyle keyifli olduğunu bile bilmiyordum. Sanırım kırgınlığımın yok oluşunu hissetmişti. “Hayır da yani, ben bu anı daha geç yaşarım diye düşünürken sen bana şu an ne yaşattığının farkında mısın?” Gözlerim irildi ardından puslandı. “Ben bilemedim.” Güldü. Boyuma gelecek şekilde belini kırıp elleri arasına yüzümü aldı. “Sen bana bu dünyada da bir güzelliğin olduğunu gösterdin Aymira, yaşamak seninle başlamak gibi…” Biraz önceki tavrım değişti. Gülüşüm çoğaldı. Sanırım alınganlığıma bir son vermeliydim. Bu sefer o sarıldı. “İşte şimdi nefes aldığımı fark ettim.” … Gelenlere tek tek sarıldım. Neredeyse hep birlikte vakit geçirdiğimiz için onlarla vakit geçirmek bana çok güzel bir alışkanlık kazandırmıştı. Sanırım aile kavramını bu aileye girince öğrenmiştim. Kapıdan giren Şeyma’ya göz ucuyla bakıp, “Sen de mi yeni geldin?” diye sordum. “Aynen, kapıda karşılaştık teyzemlerle.” Ben, Mehlika teyzeye yardım ederken Şeyma üzerini değiştirmek için odaya geçti. Ruman da salatayı yapmakla meşguldü. Bana yaklaşıp, “Sanki rengin falan gelmiş he,” diyerek göz kırpınca dirseğimle koluna vurdum. Sessiz söylemese büyük ihtimal herkes birçok soru soracaktı. “Ne ya, azıcık tadını çıkarsam, şöyle ucundan. Valla içimde ukde kalır.” Dudaklarımı birbirine bastırdım. Ruman, söylenmeye devam ederken Hamza, bir bardak su almak için mutfağa girdi. Tam sürahiye uzanmıştım ki o da uzanıp tuttuğum kulpa uzandı. O an elim avucu arasında kaldı. Geri bıraktı ve bir milim uzağımda kalacak şekilde geri çekildi. Tezgâhın üzerinde duran sürahiyi alıp elinde tuttuğu bardağa su koydum. Gözleri üzerimdeydi ama ortam müsait olmadığı için eğilip fısıltı ile, “Görüşürüz kır çiçeği,” dedi. Akabinde göz kırpıp hafiften gülümsedi. Suyunu içtikten sonra mutfaktan çıktı. Arkasından öylece bakakaldım. Daha sonra şaşkınlığım tebessüme dönüştü. Öylece dalıp gittiğimi şu an fark ediyordum. Ruman, gülmemek için eliyle ağzını kapatırken diğerleri de benim tebessümüme eşlik etti. Biz kadınlar mutfakta yiyecektik, erkeklerde salonda yiyeceklerdi. İçerinin masasını da Hamza kuracaktı. Mehlika teyze Hamza’ya yardıma gitmiş, Şeyma ile Ruman’da mutfaktaki masayı kurmaya başlamışlardı. Kâselere çorbayı boşaltma işi tamamlanınca ekmekleri kesip masaya yerleştirdim. Artık herkes masaya kurulmuştu. Masada Kevser teyze ile Mehlika teyzenin sohbetleri dönerken Ruman, bana biraz daha yaklaştı. Evet, artık başlıyorduk imalı seanslara. “Tamam, şimdi daha fazla emin oldum. Bir tek rengin gelmemiş senin, domates gibi olmuşsun.” Parmaklarım istemsizce yüzüme dokundu. Hâlâ sıcacıklardı. “Ruman, güzel arkadaşım sus istersen.” Omuz silkti. “Ay ben yıllarca bunu hayal ediyordum bir bilsen, susar mıyım hiç!” Başımı iki yana sallayıp güldüm. Ona hak verebilirdim, baştan beri bunun olmasını herkesten daha çok istemişti. “Haftaya düğün varmış, baktınız mı gelinlik falan.” Kevser teyzenin de Ruman’dan aşağı kalır yanı yoktu. Hepsinin meraklı bakışları üzerimdeydi. “Daha bakmadık. Aslında aklımda bir model var. Geçen gün çok güzel beyaz bir elbise görmüştüm, sanırım onu alacağım.” Cevabım beni bile tatmin etmedi. Ne zamana yetişecekti ki hem? Şöyle sade beyaz bir elbise yeterdi aslında. Zaten şatafatlı gelinlik sevmezdim ki ben. “Aa olur mu öyle kızım? Elbise dediğin özel günlerde giyilir. Sen gelinlik giyeceksin. Yarın çıkın bakın, yoksa yetişmez düğüne kadar.” “Bakarım,” dedim cevaben. Olanlardan ötürü bir türlü sıra gelmemişti ki. “Ay nasıl bir şey hayal ediyorsun Aymira abla, ben bile şimdiden heyecanlandım.” Şeyma’nın hızlı hızlı konuşması ile dudaklarım kıvrıldı. Ağzındaki lokmayı zorla yuttu. “Bilmem, aslında çok bir şey hayal etmedim, sanırım spontane gelişecek her şey.” Bana, sen ciddi misin der gibi baktı ama ciddiydim. Zaten öyle büyük bir düğün de istemiyordum. Bana kalsa sade bir nikâh yeterdi. Aklıma annemlerle yaptığımız alışveriş geldiği için bütün hevessizliğimi buna bağlıyordum. Sanırım ben bu boşluğu kolay kolay dolduramayacaktım. Onun açtığı yaraları kapatamadığım gibi unutamayacaktım da. Kızlarla mutfağı toparladıktan sonra bahçeye geçtik. Büyüklerde kendi aralarında konuşacaklardı. Biz kızlarda odaya mecbur giremeyeceğimiz için kendimizi bahçede bulduk. Şeyma, kahve yapmaya geçmişken Ruman’la kaldığımız yerden devam ediyorduk. O ara bahçeye Hamza ve Barış da çıktı. Onlarda bizi görmeyi beklemiyor olacaklardı ki uzağımıza düştüler. Ben Hamza’dan zor da olsa bakışımı çeksem de yanımdaki Ruman’ın ara ara Barış’a baktığını görebiliyordum. Yüzündeki o minik heyecan, kızarmış bir yüze bıraktı kendini. Barış, vedalaşmak için yanımıza geldiğinde duruşumuzu düzelttik. “Gidiyor musun?” “Gidiyorum. Düğün için bir davetiye göndermezseniz gelmem ona göre.” Bu hâline güldüm. “Konuştuklarımızı unutma tamam mı?” “Unutmam.” “Görüşürüz o zaman.” Yanımdan geçerken Ruman’a az ama güzel bir bakışla bakıp başıyla selamladıktan sonra Hamza ile bahçeden çıktılar. Ruman’ın arda kalan bakışları çekildi. Yüzünün düştüğünü görebiliyordum en çok da nasıl acı çektiğini. Bunları ben de yaşamıştım, Ruman da tıpkı benim yaşadıklarımı yaşıyordu. Sadece benim gibi kendini rezil etmiyordu. Sanırım İslam’ın en güzel yanı buydu. Ve Ruman, ne yaşarsa yaşasın uzaktan yaşayacaktı. Ona ne desem benim hissettiklerimi hissedecekti. O yüzden sadece sustum. Elden gelebilecek bir şey varsa o da Barış’a bağlıydı. Sessizliği bozan telefonun melodisi oldu. Ruman, derin bir iç çekip telefondaki isme bile bakmadan açtı. “Aleykümselam Sevim teyze.” Kısa bir müddet karşıdaki sesi dinleyip, “Annemlerle teyzemlere geldik, Hamza abinin düğünü var ya onun için istişare falan yapıyorlar,” dediğinde karşıdaki ses ne dediyse bana bakıp gülmeye başladı. “Ay yok Sevim teyze, hani Aymira var ya onunla.” Eyvah eyvah! Kim bilir ne diyecekti. En son beni torunuyla evlendirmek istiyordu. Yaşına veriyordum, epey bir yaşı olduğu içinde ne yazık ki ona kızamıyordum. Ülkemizin yaşlı kadınları hep böyleydi, elden bir şey gelmezdi. Ruman, konuşacaktı ama karşıdaki sesin cırlaması ile yüzünü buruşturup telefonu geri çekti. Sesi ben bile anlaşılır şekil de duymuştum. “Tamam Sevim teyze, anneme söylerim seni arar. Telefonunu getirmemiştir yine benim annem bilirsin. Hadi Allah’a emanet ol.” Telefonu kapattıktan sonra kahkaha atmaya başladı. Hin bir bakış atmasıyla gelecek birçok imalara kendimi hazırladım. Zaten durumu çok ciddiye almıyordum. “Senin Sevim teyze, şok. Hâlâ ümidi varmış senin hakkında ki seni soracaktı büyük ihtimal anneme.” Güldüm. “Asaf’ın başının etini yemiştir yine.” Daha fazla devam edecekken Hamza’nın gelmesi ile bir şey diyemedi. Eliyle ağzını kapattığı an Hamza’nın keskin bakışlarından kurtulamadı. Öyle sert öyle kızgın bakıyordu ki Hamza, Ruman devamını getiremedi bile. “Eee Ruman. Sonra ne olmuştur?” “Şey, sen yanlış anladın Hamza abi.” Hamza, tehditkâr şekilde başını sallayıp, “Ben gayet doğru anladım da devamını getiremedin, söyle söyle sen şimdi söylemezsen büyük ihtimal çatlarsın.” demesiyle gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Ruman’ı kurtaran Kevser teyzenin sesi oldu. Ruman, elini açıp dua ede ede eve ilerledi. Bu hâline kıkırdadım. “Hoşuna gitti sanırım.” Omuz silktim, biraz şöyle davransa sorun çıkmazdı sanırım. E biraz da o kıskansın değil mi? “Kızın lafını yarım bıraktın.” Gözlerini kıstı. Karşıma oturduğunda gördüğüm yüz ifadesindeki bu ciddiyeti gerçekten beklemiyordum. Seksen yaşındaki kadına kızacak değildi herhalde. Hem bazı şeylerin o da farkındaydı. Ben zaten ciddiye almıyordum. “Doğru, biraz daha dinleyip Asaf’ı dövmem için bir neden bulmalıydım değil mi?” “Asaf bile olanlardan habersizdi, adamın suçu ne?” “Asaf’ı savunma bana.” Bu sefer sesi gerçekten ciddiydi. “Ben onu savunmadım ki.” “Aymira, sus bence.” Kaşlarımı araladım. Benim gibi düşünmüyordu o, ciddi ciddi kızmıştı. “Ama haklıyım.” “Ya sabır, ya sabır.” Ayağa kalktı. Onu delirtmek bu kadar kolay mıydı? Eve doğru ilerlemeye başladığında ben de peşi sıra gittim. Yan yana yürürken bile sabır dilendiğini görebiliyordum. Eve girmeden evvel, “Yok arkadaş, ben ne yapsam engel olamam ki. Ne vardı biraz çirkin olsaydın. Herkesin ilgisini çekmen hiç hoşuma gitmiyor,” demesine takıldım o an. Beni güzel mi buluyordu? Heyecan kalbimde nüksettikçe dudağımdaki tebessüm bile farklılaştı. Hamza, duraksadığımı fark edip ne dedim der gibi baktı. “Güzel miyim sahi?” Son zamanlar zayıflayınca kendimi güzel bulmamaya başlamıştım. Hatta yüzüm bile olanlardan sonra çökmüştü. Bunu takmıyordum ama Hamza’dan duymak bambaşkaydı. Çocuk gibi sorduğum soruya gülümsedi. Öfkesini yatıştırmıştım. “Şirinlik yaparak beni kandırıyorsun.” Omuz silktim. Azıcık güzel şeyler duymak istemem benim suçum değildi ki? “Kandırmıyorum, sadece hoşuma gitti.” Gülümseyişi çoğaldı. Dibime gelip ellerimden tuttu. “Aymira, kendine baktığında ne gördüğünle ilgilenmiyorum. Benim gördüğüm bambaşka çünkü.” Benim durduğum yer sadece bir mekândan ibaret değildi. O an sanki bir yüreğin ortasına düşmüş, orada can bulmuştum. Tıpkı karşımdaki adamın yüreğimin en nadide yerine düşmem gibi. Elmacık kemiğimle buluşan teni bir sözün ötesindeydi. Başımı utançtan yere eğdim. O bundan hoşnut olmayarak çeneme parmaklarını koyup yüzümü kaldırdı. Kuzguni hareleri ihtişamla parlıyor bana sunabileceği en güzel bakışıyla her şeyi dile döküyordu. “Senin başın hep dik olsun, eğer eğilecekse de böyle utançtan olsun.” Bu söz her şeyi ortaya döküyordu. Zor olmuştu ama artık karşımdaki adam benim Hamza’mdı. Kırgınlıklarımla yüreğimin sahiplendiği, kırılan dökülen ne varsa tamir eden bir adamdı. … Kızlarla düğün hazırlığı için alışveriş yapmıştık. Bulduğumuz gelinlik, aldığımız ayakkabı ve birçok şey elimizi dolu dolu yapmıştı. Hamza, acil işi çıktığı için bize katılamamıştı. Sabah telefonda görüşürken epey gergindi. Uzun bir süre yürümekten ayağım ağrımıştı. Normalde öğle yemeği yemezdim ama acıkmıştım. Alışveriş merkezindeki restoranlardan birine oturup yemek siparişi verdik. Sabahtan bu yana hiç susmayan Şeyma, “Kuaför randevusunu bugünden halletmemiz gerekiyor,” deyince Ruman da onu tasdik etti. Benden daha çok heyecan yapıyorlardı. Onların heyecanını hissettiğim için bu ana kayıtsız kalamıyordum. “Siz daha kendinize bir şey bakmadınız.” “Önce karnımızı doyuralım da bakarız.” Hak verdim, gerçekten acıkmıştık. Zaten çok bir işimiz kalmamıştı. Siparişlerimiz de gelmişti. İştahla önümüzdekileri yerken hiçbirimiz konuşmuyorduk. “Misafirler gelmiş mi Ruman?” Sorum ile başını kaldırdı Ruman. Bir saat önce geleceklerini biliyordum ama haberim yoktu. “Annem aradı şimdi, bize geçmişler.” “Çok fazla akrabanız var mı?” “Yani iki teyzem daha var. Onlar bizde kalır ama İsa eniştem tarafı geldi mi bilmiyorum. İki tane de halan olacak.” Bunu Şeyma’ya göz kırparak söyledi. Sanırım akşama sadece misafir olarak değil alıcı gözüyle de bakacak olmalarını ima ediyordu. Bu, beni gerse de bir şey diyemedim. Kalabalık aileye alışkın değilsem de alışırdım. “Nerede yaşıyorlar ki? Yani hiç bilmiyordum.” “Teyzemler İzmir de, halalar ise Konya da.” “Anladım, akşama görürüz nasıl olsa.” “Merak etme, çok iyilerdir. Hem de seni çok merak ediyorlardı.” “Ne bileyim, sanırım biraz gerildim.” Şeyma ile Ruman, bu hâlime güldüler. Onlara ters bir bakış attım. Akşam kesin benimle uğraşacaklardı. Yemekleri yedikten sonra diğer alışveriş işlerini de hallettik. Eve geçtiğimizde tam da konuştuğumuz gibiydi. Herkes buradaydı. Heyecanım bütünlük kazandığında zorla nefes aldığımı hissettim. Ruman’la Şeyma, benden önce eve girmişti bile. Ellerindeki paketleri odaya götürmüşler daha sonra beni beklemeden içeriye girmişlerdi. Şu an beni tek bıraktıkları için onlara kızacaktım. Holde öylece kalakalmıştım ki içeriden Mehlika teyze çıktı. Beni görünce kocaman gülümsedi. İçerideki kızlara benden önce ters bakış atıp bana yöneldi. “Gel kızım, içeriye girelim.” Dediğini yapıp ilerledim. Elini sırtıma koyup beni ilerletti. Utandığımı hatta çekindiğimi biliyordu. İçeriye girdiğimizde korkum daha da arttı. Ne kadar kalabalıktı böyle. Gencinden yaşlısına derken köşeye çekilmiş sandalyelere bile zor sığmışlardı. Hepsi beni gördüğünde ayağa kalktı. Onlara yaklaşıp tek tek sarılmaya başladım. “Maşallah güzel gelinimize, resimlerdekinden de güzelmiş.” Bana sarılıp konuşan orta yaşlardaki kadın, Hamza’nın halası olarak tanıttı kendini. Hepsi kendilerin tanıtıp aynı sıcaklıkla bana yaklaştılar. Şu an biraz daha rahatlamıştım. Aralarında kendimi rahat hissedeyim diye her şey yapıyorlardı. Sanırım hiçbiri mevzuyu bilmediği için bana nasıl tanıştığımızı, nereli olduğumu, ailemi soruyorlardı. Hepsini tek tek cevapladım. Sadece aile mevzusunda takılıp kalmıştım ki beni kurtaran Mehlika anne olmuştu. Hepsi Mehlika anneyi seviyorlardı, bunu davranışlarından görebiliyordum. İlgi üzerimden kalkmıştı çok şükür. Odaya gidip üzerimi değiştirmiştim. Biraz önceki ilginin beni terlettiğini fark edince üstümü değiştirmesem rahat edemezdim. Daha sonra ikindi namazını kılmadığımı fark edince onu da hızlıca kıldım. Komodinin üzerinde bir dosya ilgimi çekti. Daha önceden bu dosyayı görmediğimi biliyordum, yeni konmuş olmalıydı. “Biraz önce Barış getirdi kızım, Hamza yollamış.” Kaşlarım çatık baktım dosyaya. Mehlika anneye başımı sallayarak tepki verdim. Dosyayı açar açmaz gördüğüm isim Bircan Arslan oldu. Şaşırarak inceledim dosyayı ve bütün bilgileri gördüm. Anneme dair her şeyi öğrenip bana söyleyeceğine söz vermişti Hamza ve şimdi o söz yerine getiriliyordu. Kocaman gülümsedim hatta dayanamayarak bir iki gözyaşı döktüm. Çalan telefonumla hızla gözyaşımı sildim. Arayan Barış’tı. Merakla telefonu açtım. “Aldın mı dosyayı?” “Evet.” “Sana bir şey daha diyeceğim ama Hamza benim dediğimi duymasın.” Merakım git gide artıyordu. “Hani hastanedeyken neden gelmediğini merak ediyordun ya…” Sessizce dinledim. Biraz sonra öğrendiklerim canımı acıtacak gibiydi. “Burhan abi Şeyma’yı kaçırmış o gece. Sanırım Burhan abi her şeyi biliyormuş ve Hamza’nın geleceğini duyunca böyle bir oyun oynamış. O gece gördüğün gerçekti ve gelememesinin nedeni aldığı acil telefonmuş.” Kaşlarım çatıldı. Sanki bir an nefesim kesildi. Şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemiyordum. Burhan Bey, ne alakaydı ki hem? Kalbim daralıyordu. Nasıl insanlardı bunlar? “O adam ne alaka Barış?” “Babanla en başından beri işbirliği yapan kendisi çünkü. Babanın mal varlığı onun güvencesiydi. Hamza, seni bırakmayacağım diye gelmiş ve Burhan Bey’in hâliyle paçaları tutuşmuş. Onlar baştan beri Haldun abinin işbirlikçisiymiş. Biliyorsun babanla aralarındaki ortaklık önemliydi. Hem oğlunun sana olan takıntısını biliyorsun.” Biliyordum. Ne yazık ki hayatımı mahveden gerçeklerden biri de oydu. Bana öyle anlatmamışlardı. Gerçekleri demelerini isterdim ama benden sakladıklarına da bir şey diyemezdim. Sonuçta burada suçlu varsa babam ve Burhan Bey’di. “Hamza da en az senin kadar acı çekmiş Aymira.” Görüyormuş gibi başımı salladım. Beni görmezden geldi diye öfkelendiğim adam o gece beni almaya gelmiş meğerse. Onun sırtındaki yükü görememiştim, onu anlayamamış, onu hep suçlamıştım. Beni düşünmesi, beni yalnız bırakmadığını öğrenmem bir an acılarımı hafifletse de onun için üzülmüştüm. Şu an dünyam başıma yıkılsa altta kalırdım. Ruhum enkaz olmasa da eziliyordu. Bin parçaya bölünmüştüm ve ben bu duyduklarımla Hamza’ya gitmek istiyordum. “Mezarlıkta, anne babasını ziyaret etmeye gitti şimdi.” Gülümsedim, yanına gitmek istediğimi hissetmişti. Belki de gitmemi istiyordu. Telefonun ardındaki ses kesildi ve kapandı. Hızlıca trencimi giyip Mehlika anneye haber verdikten sonra evden çıktım. Sanırım ben, bütün bilinmezliğimden kurtulmuştum. Aklımı kurcalayan ne varsa Barış, onları çözüme kavuşturmuştu. Hamza, üzülmeyeyim diye söylememişti ve ben, onu bu sefer anlamıştım. Geçen taksilerden birini durdurdum. Şu an iyi bir vakte gelmiş olmalıydım ki trafik çok azdı. En azından uzun yolu rahatlıkla gidebildik. Çok geçmeden geldik mezarlığa. Biraz ilerledikten sonra gördüm onu. Oturuyordu iki mezar arasında. Sırtı bana dönüktü. Uzun uzun baktım. Biraz yakınına yaklaştım. Mezardaki isimler dikkatimi çekti. Esma Demir, Ali Demir… Ben eski ailesinin soyadını taşır diye düşünmüştüm ama o iki ailenin de soyadını taşımıyordu. Şaşkındım, bunun hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ayağa kalktı, arkasını dönmesiyle beni gördü. Gözlerindeki o hissi gördüm; acı, özlem ve birçok duygu… Yanakları ıslanmıştı. O dik ve heybetli duran adamın acziyetini gördüm. O acziyet heybetinden hiçbir şey götürmemişti, bilakis şefkatiyle kendine hayran bıraktırdı. Aramızdaki mesafe artık şu bir iki adımdı. Onu görmezden gelmeyeceğime yemin ederek koştum ve boynuna sarıldım. İlk defa aramıza kırgınlığı almadım. Belki de aylardan sonra ilk defa ona böyle istekle sarıldım, ilk defa bu kadar sımsıkı sardım kollarımı. Çünkü Hamza, bunu telafi etmişti. Belime dolanan kollarına daha çok sığınarak, “Bu sefer ben seni anlamaya geldim,” dedim. Onu anlamadığım yerde o olmaya geldim. “Affedildim mi?” Gülümseyerek geri çekildim. Yorgun gözüküyordu. Cebinden bir zarf çıkardı. Zarfı uzattığında benim olduğunu anladım. Alıp zarfı açtım. İçinden bir resim çıktı. Resimde çok güzel bir kadın vardı. Yutkundum. “Annen…” “Hamza, bu?” Kekeleyerek konuştum. Resme ne kadar uzun bakılırsa o kadar baktım. Ben aynı anneme benziyordum ama onun kadar güzel değildim. Gözyaşlarım resme damlarken Hamza, izin vermeyerek sildi gözyaşlarımı. Sonra sarıldı tekrar bana. Tek bir parça eksikti, o da tamamlanmıştı. Özlemin mesafesi olmazdı. Yakınımdayken yabancı saydığım adamın varlığını benimsedim. Ruhu ruhumu okşadı, üşümedim ilk defa. “Ya sen Hamza? Neden ailenin soyadını taşımıyorsun?” “Bazen gölge olmak gerekiyor Aymira. İntikamımın başrolüne gerçekleri koyamazdım.” Şimdi daha iyi anlamıştım. Diğer mevzuyu sormadım, sormasam da çok iyi anlamıştım. Yeniden sarıldım dibimdeki heybete ve bu sefer şükrüm kalbimin en derininden ulaştı dudaklarıma. |
0% |