Yeni Üyelik
27.
Bölüm

xxvıı. YARALI KALPLERE ŞİFA

@rumeysadoganm

Yıllar insanı farklı bir yere savurabiliyordu. Kader denen gerçeği göz ardı etmek imkânsızdı. Bunu şu bir iki yılda çok iyi fark etmiştim. Çocukluğumdan başlayan yalan, bir hikâyenin başrolüyken şimdi doğrularla kendi hayatımın başrolüydüm. Değişen birçok şey olmuştu. Hayatım, inançlarım ve düşüncelerim… Bu, benim için hiç kolay olmamıştı. Kim derdi ki canın gibi sevdiğin ailen artık hiçbir şeyin olacaktı. Onlar benim hiçbir şeyimdi bundan sonra… Yirmi yedi yıldır kandırılmanın verdiği hırs birikmişti kalbimde ama şimdi bu hırsın yerini eskimiş bir öfke almıştı. Bunu tam manasıyla başarabilmiş miydim bilmiyorum ama eskisine nazaran kendimi daha güçlü hissediyordum. Şimdi hayalini bile zor kurduğum hayatın eşiğindeydim. Bir zamanlar saçma sapan hareketler yaptığım adamın karısı olacaktım. Eskiden imkânsız olarak gördüğüm adam şimdi hayatımın tam merkeziydi.

Çok büyük sınavlardan geçmiştik. Sadece ben değil Hamza’da öyleydi. Benden nefret ettiğini zannederken sevgisini görememiştim. Ona bencil derken aslında ben kendime bencilmişim. Fark ettiğim o kadar çok şey vardı ki şimdi bunu daha iyi anlıyordum.

İyi oluyordum artık. Hamza, beni işinde ehil olan bir psikolog ile görüştürmüştü. Tam manasıyla iyi olamasam da uyku problemine biraz daha çözüm bulmuştuk. Ara sıra uykusuzlukla yüzleşsem de eskisi gibi değildim. Bu sadece psikolog sayesinde olmamıştı, bana Hamza’da iyi gelmişti. Onunla ara sıra ettiğimiz sohbetler, bana olan yaklaşımı beni iyi ediyordu.

Düşüncelerimin arasında burukça gülümsedim. Ayna karşısında duran aksime baktım, geçmişimle beraber yeni bir bene kavuşmuşluğum vardı gelinlik içindeki ben de. Güzelleşen, bana ait olmayan bu yüzde hüzünlerin gölgesi vardı. Gülümseyişimin ardında yalnızlığım vardı. Arkamda bıraktığım ailemin acısı vardı. Ben, hiçbir zaman normal bir insan olamamıştım, normal bir yaşantım olmamıştı. Şimdi bu düşüncelerime set çekemeyecek kadar kolum kanadım kırıktı. Ne yaparsam yapayım, ne yaşarsam yaşayayım kolum kanadım iyileşemeyecekti. Belki şifa olacak bir hayatın içindeydim lakin tam anlamıyla iyileşemeyecektim.

Kapım açıldı. Bedenimi tamamıyla kapıya çevirdiğimde Hamza’yla göz göze geldim. Adımları kapının önünde durdu. Gülümseyişi genişledi ve kendine geldiği an yanıma yaklaştı. Siyah takımın içinde fazlasıyla yakışıklıydı. Özenle taranmış saçları, yeni tıraş olmuş yüzü bugün için fazlasıyla göze hitap ediyordu. Yanlarımda duran ellerimi tuttu. Dokunuşu dünyamı çiçeklendiriyordu.

“Bana hayatın güzelliklerini de gösteriyorsun.” Gülümsedim.

“İltifat mı ediyorsun?” Biraz daha uzatsın sözlerini istedim. Şu an ruhumun okşanmaya ihtiyacı vardı, en çok da onun tarafındandı isteğim. Ben bunu yıllarca beklemiştim, şimdi hakkımdı.

“Sanırım sen daha fazlasını istiyorsun.” Güldüm. Başını omzuna eğdi. Uzun uzun daldı yüzüme. Öyle güzel bakıyordu ki kalbimin en umulmadık yanında bir şahlanış başlıyordu. Daha sonra yavaşça kaldırdı elini, teni tenime değdiğinde şahlandı kalbim. Gözleri gözlerime değdiğinde nemlendi kirpiklerim. Dokundu gözlerime, bu dokunuş nemlenmesin gözlerin der gibiydi. O dokundu ben sustum, o dokundu ben konuştum. Kelimeler dilimde değildi, sessizce akıttığım gözyaşımın mutluluğuydu bu. Ben sustukça konuşan gözyaşlarım oldu. Şifa getirdi, şifam oldu. Dudakları alnıma nahif bir okşayış bıraktı. Öptüğü yerde çiçekler açtı. Ne o konuştu ne ben, biliyorduk ki şu an da sessizliğe, sessizce sevişe ihtiyacımız vardı.

“Bana verilmiş hakka sınır koyamam değil mi?” Hatırlattığım bu söze güldü. Bu dejavuları seviyordum, ben ona dair ne varsa seviyordum.

“Sen benim Aymira’msın.” Alnını alnıma dayayıp, “Benim yurdum, benim evim, benim sığındığım tek kalpsin,” diye mırıldandı. Nefesimizin birbirine karışması geçen saniyelerin ardındaki vuslattı. Sevdim, sevmek buysa onun kalbinde kalbimi buldum. “Çok güzelsin, kelime dağarcığıma yetmez güzelliğini sığdırmak.” Alnıma kondurduğu buseden sonra geri çekildi, parlayan gözlerindeki o matem yüklü histen arınmıştı. O bana baktı, gözbebekleri yuvamı bana verdi. “Göklerde kıyılan nikâha yeryüzü şahit olacak.”

Dolu gözlerle başımı salladım. Bir şükür düştü dilime sessizce. Diken batmıyordu artık ayaklarıma. Öyle güzeldi ki her şey bir an rüya olacak diye ödüm kopuyordu. Elini uzattı, tuttum. Parmaklarımız birbirine kenetlendiğinde sımsıcak oldum. “Seni bulmak, sen de var olmak kadar güzel.” Dudaklarından çıkan kelimelerle, “Sen de var olmak kadar,” dedim. Gülümseyerek kapıya çıktık. Bütün gözler üzerimizdeydi. Ruman, dış kapıyı açıp geçmemiz için yardımcı oldu. Evin önünde duran araca bindik. Arabada çalan enstrümantal müzik sessizliğimize karıştı. Hamza ya ezgi dinlerdi ya da enstrümantal müzik... Bu günlük günümüze enstrümantal eşlik etmişti. Elimi aralık camdan uzatıp rüzgârla buluşturdum. Tenimi okşayan nahif rüzgârla vuslata gidiyorduk. O vuslat benim ikinci vuslatımdı. Birini Hamza’yı kaybettiğimde diğerini Hamza’yı bulduğumda yaşıyordum.

Diğer elimi tutan Hamza, parmaklarıma hafif bir buse kondurdu. İç çekerek başımı koltuğa yasladım. Mutluluğumun tarifi yoktu, hiçbir kelam hiçbir tasvir sığmazdı Hamza’yı kalbime sığdırmamda. Sanki bir kördüğüm çözülmüş yerini bütün acısını yok sayan dinginlik doldurmuştu. Bildiklerimi çoktan unutmuştum. Şimdi ben, hiçbir şey bilmiyordum ve bunu Hamza ile öğrenecektim.

Düğün alanına geldiğimizde heyecandan bacaklarım titriyordu. Sahil kenarında ufak bir kalabalıkta nikâhımız kıyılacaktı. Konuklar yerlerini alırken Ruman’lar da çok geçmeden geldi. Hamza, kolunu uzatınca tereddütsüzce koluna girdim. Hafif esen rüzgârla etrafımızdaki süsler bu güzelliğe eşlik ediyordu. Alkışların arasında yerimizi aldık. Etrafı inceledim. Ruman, bana gülümseyerek göz kırpıyor Barış, başıyla bana mutlu ol dercesine selam veriyor, diğerleri ise bu mutlu günümüze eşlik ediyordu. O an bakışlarım geriden gelen Gizem’e kaydı. Onu düğüne davet ettiğimde kabul etmezken şimdi burada oluşu mutluluğumu daha fazla katladı. Bugün yalnız olmadığımı hissettim. Barış, şaşkınlıkla Gizem’e baktı. O da bundan mutlu olacak ki Gizem’in sırtını sıvazladı. Benim nikâh şahidim Ruman iken Hamza’nın ki Maşita’nın eşiydi. Yeni gelmiş olmalılar ki köşedeki sandalyede oturuyordu. Hatta kızlar da yanındaydı ve hep birlikte el sallıyorlardı. Nikâh memuru geldiğinde titreyen elimi engellemek istercesine birbirine kenetledim. Hamza, heyecanımı yok etmek istercesine elimi tuttu. Birbirimize baktığımız an flaşlar patladı, Şeyma art arda resimler çekmeye devam ediyordu. Hamza, sadece bana bakarken bir an göz kırpışı ile almak istediği gerginliğim heyecana dönüştü.

Nikâh memuru gerekli soruları sorup onaylamamızı sağladı. Nikâhımız kıyılmış, alnım sıcak bir buseyi misafir etmişti. Artık Aymira Atay’dım. Bir soyadın varlığını hissettim. Daha sonra bir çift kuzgunilere daldım. Yaslandım oraya, bütün benliğimi teslim ettim varlığına. Sevmenin bu kadar güzel olduğu yerde Hamza’nın sevdası daha başkaydı.

Tebriklerin ardından Gizem’in yanına gittim. Buruk bir tebessümle bana bakıp, “Tebrik ederim,” dedi. Birbirimize sıkıca sarıldık.

“Sen de hoş geldin.” Mutluluğum sesime yansırken Gizem de aynı şekilde sırtımı sıvazladı. Ona kırgın kalamazdım. Belki çok şey geçmişti aramızda ama biliyordum ki onun için değerliydim. O da benim için öyleydi.

“İyi ki geldin.” Hüzünlendim aniden. Sol tarafımda onarılmaz bir boşluk varken en azından o boşluğu dolduracak sebeplerden biri olmamıştı bugün. Gizem’in gelmesini gerçekten çok beklemiştim, o da gelmişti çok şükür.

Hamza, etrafına toplanan arkadaşlarıyla gülerek sohbet ediyordu. Bir ara arkadaşı evlendiği için onunla alay ediyor evlilikten dem vuruyordu. Hamza bunu şu anlık alaya alıyordu. Keyfi yerindeydi, hatta onu ilk defa bu kadar keyifli görmüştüm. Ona baktığımı fark edince bana döndü. Yine canıma kastedecek hareketi yaptı; göz kırptı. Burada nefessizlikten ölüyorduk sanki. Ona söylememiştim ama çok yakışıklı olmuştu.

“Ohoo bizim kız uçmuş, uçmamış çakılmış yere.” Funda’nın sesini duyunca irkildim. Ben, onların yanına gideceğime onlar benim yanıma gelmişti. Gidip hepsine sarıldım, nasıl da özlemiştim.

“Ya kızlar, hoş geldiniz.”

“Biz hoş geldik ve seni hoş gördük. Ne kadar güzel olmuşsun öyle. Bir de seni şöyle gördüğümüz için mutluyuz.”

“Teşekkür ederim canım.” Berna bana uzaktan öpücük atarken İlknur, “Neyse, bir ton laf biriktirip gelmiştim ama vazgeçtim. İyisin şükür.” İyiydim, bugün ise daha başka hissediyordum. Sanki yeniden doğmuştum.

Kızlarla topluca fotoğraflar çekilmiştik. Daha sonra eşler de gelince fotoğraflar tamamlandı. Hatta bir ara Berna’ya da talip çıkmış, zavallı kız kaçar adım bizden uzaklaşmıştı.

Bazen gerçekten şükredebileceğim çok nedenlerim vardı. Hayat bana gül sunmamıştı ama dikenine rağmen gülünü de esirgememişti. Bazen de kanamıştı dokunduğum yer, çoğu zaman da katlanılmaz kılmıştı. Allah’a öyle şükrediyordum ki katlanılmaz zannettiklerim beni buraya getirmişti. O bana imtihan sunmuştu ben de o imtihanı sabırla geçmiştim. Mutluydum, bu mutluluğuma en güzel söz bir elhamdülillah olurdu. Ve hep şunu derdim kendime; imtihanda çiçek açarmış.

Girdiğimiz oda kocamandı. Düğünden sonra haberim olmadığı için Hamza’nın planlarına aniden dâhil oldum. Hamza, bana bunu yola çıkarken söylemiş, her şeyi kızlara hazırlatmıştı.

Odadaki temizlik kokusu huzurlu hissettirdi. Her şeyin detaylıca yapılması, bu kadar özenilmesi Hamza’nın işi olduğunu çok fazla belli ediyordu. Onu bir ay gibi bir sürede çok iyi tanımıştım.

“Ne kadar kalacağız burada?” Yatağın ucunda oturan Hamza’ya döndüm.

“İki üç gün kalırız.” Başımı hafiften salladım. Pencereden dışarıya baktım. Evin manzarası şehir dışında olduğumuz için fazla güzeldi.

“Ne zaman böyle bir karar verdin?” Aslında amacım laf üstüne laf açmaktı. Biraz da çekingenlikti. İlk defa bir evde baş başa kalacaktık.

“Bilmem, spontane gelişti her şey.” Yine başımı salladım. Hamza ise beni anlamış gibi dudaklarını ihtişamla kıvırdı. Onun gibi yatağın ucuna oturdum. Elleri elimi bulunca parmaklarım parmaklarının arasında yerini aldı. Tebessümüm genişlerken onun parlayan gözlerinde dinginliği hissettim.

“Sen pek spontane iş yapmazsın ama.”

“Konu sen olunca oluyor.”

“Sonra bana bahane bulma.” Kaşları aralandı. Bazen ne diyeceğini mimiklerinden anlayabiliyordum.

“Benim bahanem sen olamazsın.” Uzandı yanağımdan öptü. Daha sonra bileğimi usulca kavrayıp bedenimi kendine çektiğinde başımı göğsüne yasladım. Çenesi başımdaydı. Parmakları narince bedenimde dolanıyordu. Başımdan öptü.

“Bu gece dinlen istersen, yorgun gözüküyorsun. Yarında yürürüz.” Köşedeki dolaptan battaniye alıp kapıya ilerlediğinde, “Hamza,” diye seslendim. Hamza, eli kapı kulpunda durdu. Şimdi cesaret edemezsem daha yapamazdım. Hem bunca zaman bana uzak kaldığı yetmişti. İkimizde birbirimizi özlemiştik. O bana verdiği sözü tutmuştu, şimdi incinmemden korkar gibi bu uzaklığını sürdürüyordu. İzin vermemi bekliyordu. Lakin artık onun bana uzaklığı beni iyi etmezdi.

Hay ya Rabbim! Kalbim niye böyle atıyordu ki? Ofladım, ateşte basmıştı. Bana döndüğünde ise sesim titreye titreye konuştum.

“Şey…” Yutkundum. Eğer konuşmazsam biraz daha, şuraya düşüp bayılabilirdim. “Gitmesen olmaz mı?” Şaşırdı tabii hâliyle. “Yani, bu gece beraber uyusak… Ben, yani seninle beraber… Aynı odada…” Kekeledim ardından saçmaladım. Bir de kardeş kardeş uyuyalım deseydim tam olurdu.

Hiç beklemediğim bir şey oldu. Hamza, gür bir kahkaha attı. Bu kadar mı saçmalamıştım yani? Yüzüne aval aval bakmaya devam ediyordum. Gözlerimi hızlı hızlı kırpıştırdım. Ay yok birazdan ağlardım ben. Böyle saçmalamazdım ki hiç! O kadar yanıyordu ki yüzüm, Hamza kahkahasını kesip tebessümle izledi bu sefer. Yanına yaklaştım. Oysa utançtan ölüyordum ama yapmalıydım. Ona artık sınırları kaldırdığımı söylemezsem içim rahat etmeyecekti. Daha sonra kıvrılan dudağıyla beraber parmakları ile yüzümü sevdi.

“Saçmaladım değil mi?” Elini tuttum. Elim dahi titrerken ona nasıl yaklaşacağımı bile bilmiyordum. Sadece battaniyeyi alıp koltuğun üzerine koydum. “Saçmalasam da gitme.” Başımı kaldırdım. Kuzguni harelerindeki o parıltı yüreğimi okşuyordu. Derindi bakışları, sanırım ben ilk defa böyle bana güzel bakarken görüyordum. O kadar anlamlı bakıyordu ki git desem bile gitmeyeceğini bilecek kadar pusluydu.

“Sence gider miyim?” Kollarımı boynuna doladığım an yüreğimdeki o ağır yük hafifledi. Daha önce böyle olmamıştım. Bu gece ona çok fazla ihtiyacımın olduğunu hissettim. En azından yanımda olsa kendimi iyi hissedecektim. Ona o adımı atmıştım ya işte o an geride bıraktıklarımın imtihanındaki çiçeğe yeniden can verdiren Allah’ın ne kadar yüce olduğunu bir kez daha anladım.

“Gitme,” dedim fısıltı ile. Yüzüm boynuna gömülüydü. Kokusu… Bir baharın gelişi gibi nazlı, soğuk bir kış gününe düşen ateş çıtırtısı… Yüreğimin kıyısı ısındı. Çiçekler açtı, toprağım filizlendi. Yağmurun sonunda hasret kaldığı güneşine yeniden kavuştu.

Bazı anlar öyle kıymetliydi ki şu an kolları arasında olduğum adama sıkıca sarılıyor oluşum asla da unutulmazdı. İkimiz de geri çekildik. Yüzüm avuçları arasındayken öptü alnımdan.

“Dokunsam incinirsin diye korkuyorum.” Sesi nahifti.

“Artık incinmem.” Tekrar sarıldım. Geri çekildiği esnada üzerimi değiştirmek için yanından ayrıldım.

Banyoya girdiğimde benimle beraber hızla atan kalbim de eşlik etti. Dizlerimin bağı çözülebilirdi her an. Bu nasıl duyguydu ki yüzüme ilişen gülümseme hiç silinmiyordu. Silinsin de istemiyordum.

Üzerimi değiştirdim. Saçlarım boneden çıktığı an rahatladığımı hissettim. Saç diplerim sızlıyordu, bonenin izi de alnımda yer edinmişti. Bunu sevmiyordum, saatlerce kalacaktı o iz büyük ihtimal. Banyodan çıktığımda Hamza, dışarıda olan bakışlarını bana çevirdi. Dudakları ihtişamla kıvrılırken buna eşlik etmesem olmazdı. Çünkü bu gülümseme bulaşıcıydı bilirdim. Ve o çok güzel gülüyordu. İç çekerek ilerledim.

Ayna önüne oturdum. Köşedeki tarağa benden önce davranmış saçlarımı hafiften taramaya başlamıştı. Aynada görüntümüze bakıyordum. Yüzünün aniden başka şekle girmesi ve ona baktığımı fark edip bana bakması benim de yüzümü düşürdü. Yaklaştı ve saçlarımı öptü.

“Kestirmişsin saçlarını.” Kestirmiştim. Önce Hamza’nın gittiğinde kesmiş sonra uzamasın diye düzenli kestirmeye karar vermiştim. En son da Ankara’da onu gördüğümde kesmiştim. “Sen severdin saçlarını.” Nereden bildiğini anlamak için cevap bekler gibi bekledim. Tekrar öptü ve uzun uzun kokladı. “Şirkette görmüştüm, aklımda kalmış. Aynada dakikalarca saçlarınla ilgileniyordun.” Kaşlarım aralandı. O an Ruman’ın dediği aklıma geldi. Saçlarımı toparlarken beni izlediğini söylemişti. Evet, severdim saçlarımı. Önceden o kadar önemserdim ki şimdi bunlar bana hiçbir şey ifade etmiyordu. Çenesini omzuma koydu. İkimizde aynada kendimize bakıyorduk. Hafiften tebessüm belirdi yüzünde ben ise kendimi tebessüm etmeye zorladım.

“Yine de çok güzel yakışmış.”

“Beyazlarım olmasına rağmen mi?” Şakayla karışık sormam onun pek hoşuna gitmedi. Tek tek sevdiği saçlarımı öptü. Burnu saçlarımdaydı, özenle sevdi.

“Beyazların olmasına rağmen…” Saçlarımı kenara itip ensemden öptü. Dudakları şifa gibiydi. Kapandı gözlerim. Kolları bedenimi sardığında ufaldım. Bütün dik duruşlarım diz çöktü yamacına. İkindi vakti esen hafif bir rüzgâra kapıldı kalbim. Sanki benden bir ben çıkmadı ona karışan ruhumda. Evet demiştim ve ben bir ben olmaktan çıkmıştı. Yaşamak o ikindi rüzgârında esen bir esinti gibiydi. Çekildiğim yer Hamza’nın yamacı olsa da gönlüm beyhude değildi artık.

Önüme uzatılan kahve kupasını aldım. Hamza, köşeye çektiğim sandalyelerden diğerine oturdu. Evin arka bahçesindeydik ve vakit akşamdı. Mevsimin serinliği az da olsa kendini göstermeye başlamıştı. Seviyordum bu zamanları.

“Sert ve şekersiz…”

“Tam sevdiğin gibi…” Her defasında beni şaşırtıyordu. Kendisi de bana eşlik etmişti ama onunki hafif sütlüydü.

“Hım, sevdiğim şeyleri ne zamandır biliyorsun acaba?” Kahvemden bir yudum aldım. Sanırım uzun zamandır buna hasret kalmıştım. Sahi ben resmen şu son günlerde kahve içmeyi unutmuştum. Burnuma ufak bir fiske attıktan sonra, “Senden kaçabildiğimi düşünmen kadar ince ayrıntı diyelim,” deyip sırıttı. Ruman’la konuştuğumuz güne gittim. Benden kaçamamıştı, ben ne kadar hayıflanmış olsam da aslında o hep kendini gizlemişti. Bu düşüncem ne kadar yanlış olsa da bir an hoşuma gitti. Hamza, sandalyemi tutup kendine çekti. Burun buruna geldiğimiz an yine o efsunkâr bakışında tutuklu kaldım. Bakışları dudaklarıma indi. Zaten bir nefes kadar yakındı. Dudağını kulağıma yaklaştırıp, “O gün sırf senin için işi uzatmamı bile bilmiyorsundur belki,” demesiyle dudağımın kenarı kıvrıldı. Lakin bu sevincimi zedeleyen geçmişim aklıma gelince dudaklarım düz bir şekil aldı. Düşünmemeye gayret etsem de o gün o sözü aklıma geldiğinde gözlerim doldu. Hamza, bunu anlayınca, “O gün onu görünce,” dedi, yutkunuşu sertleşti. “Öfkemi senden çıkarmam hataydı.” Ben ne diyebilirdim ki! “O gün söylediklerimin telafisini sana sunamam belki ama kızdım o ara, birçok şeye, sana ne bileyim her şeye… Bana itiraf ettiklerine karşın yanında o adamı görmem yanlış anlamamı sağladı. Aptallık ettim.” Gözleri kapandı. Tutuşu sertleştiğinde diyeceklerinin stresini yaşadım. Fakat o sözler her bir yerden zihnimi talan ediyordu. Her ne olursa olsun duymak istemiyordum. Geçmişe takılı kalarak yaşamak çok zordu, bu yüzden düşünmemeye gayret ediyordum.

“Beni görmeye katlanamıyordun değil mi?” Sesim kırgın çıktı. Elimde değildi.

“Seni görmeye değil, kendimi savunmasız görmeye katlanamıyordum. Bütün fıtratımı ele geçiriyordun.” Yanağımı sevdi. Diğer eli ise çenesinin altındaydı. “İtiraf et, gördüğün yerde beni yumruklamak istiyordun.” Güldüm.

“Beni çok iyi tanımışsın.” Keyifle geri yaslandı. Eski günler bir yaraydı lakin bunları düşünerek kendimi yıpratamazdım. “Yine de geç değil. Hâlâ yapabilme şansım var.”

“Kocaya el kalkmayacağını bilmen gerekiyor.” Gözlerimi kıstım ve burnumu kırıştırdım.

“Laf cambazısın.”

“Ben mi? Hiç de bile.” Gülerek başımı iki yana salladım. Ona biraz daha sokulup dışarıyı izledim. Başını başıma yaslayıp aynı benim gibi dışarıyı izliyordu.

“Hamza, ne hissediyorsun?” İçinde birçok soru barındıran kelimelerimle bir süre duraksadı. Başımı kaldırıp yüzüne baktım.

“Sanki bir parçam yarımmış da tamamlanmış…” Başımı öptü. “Sanırım sen benim yıllarca aradığım eksik yapboz parçammışsın. Buldum…” Gülümsedim. Kayıp bir yapboz parçası… Bir sır gibi saklanan bir parçaydı aslında bu. Şimdi bir bir yerine oturan domino taşıydı aslında. Bazen yıkılacağını düşünüyordum. Her an tetikteymişim gibi… O yapboz parçası olarak görebilirdi ama ben bu kadar kolay düşünemiyordum. Gölge gibi takip eden bir geçmişim varken de düşünmem olanaksızdı.

“Ya bir gün yine kaybolursa?”

“Allah bize böyle bir imtihan verirse o zaman yine tamamlanacağına dair umudum olur.” İç çekti. “Bu zamana kadar çok düştük Aymira. Öyle bir imtihan olursa o zamana kadar şu anın güzelliğini yaşamak istiyorum. Ve sen de düşünme artık.” Haklıydı, bu yüzden dediğini yapıp kendimi toparladım.

Yarım kalan kahvesi soğumuştu. Elindeki kupayı aldım ve tepeden ona bakarak, “Bence çok heveslenme, bir an da yapabilirim,” dedim. Deminki buhrandan çıkıp en son yaptığım imaya döndüm. Bu tavrım onu güldürmüştü.

“Eyvallah karıcığım, eyvallah.” Kıkırdadım.

Akşam namazının geçmesine kırk beş dakika vardı. Hızlıca toparlanıp içeriye geçtik. Abdestlerimizi alıp namazlarımızı kıldık. Namazlar bittiğinde Hamza köşesine çekilip Kur’an okurken ben de toparlamadığım mutfağı toparlamaya gittim. Aslında ondan biraz da kaçıyordum. Hamza, kahve içelim diye beni zorla mutfaktan kovduğu için pek bir işe elimi sürememiştim. Lakin gördüğüm manzara beni şaşırttı, mutfak toparlanmıştı bile.

Bazen beni öyle bir şaşırtıyordu ki ben, Hamza’yı onun hayatına dâhil olunca daha iyi tanımıştım. Sert sandığım adamın yumuşacık olduğu, soğuk sandığım yanının sıcacık olduğunu daha iyi görmüştüm. O bambaşka bir adamdı, o adam çok güzel bir adamdı. Ona bazen haksızlık yaptığımı fark etmiştim. Oysa o beni hiç yalnız bırakmamıştı.

Ben de onu bildiğim kadarıyla sevdiği şeyin çay olduğunu bildiğimden çay demledim. Çayı doldurup salona ilerledim. Hamza, Kur’an’ı rafa koyup geri oturdu.

“Bak şimdi oldu.” Bu hâline kıkırdadım. Kahveyi yarım bıraktığını saymazsak benim için kahve içmesi hoşuma gitmişti. Seni seviyorum demenin diğer yanıydı sanırım bu hareketler.

“Anlamıyorum, neyini bu kadar çok seversiniz şu çayın?” Tepsiden bardağını alıp iştahla dudaklarının arasına götürdü.

“Çaya bunu demek büyük hakaret. Ben senin kahvene laf atıyor muyum?” Kaşlarım aralandı. Sanırım sözleri ve davranışları birbirini tasdikliyordu. Oturdum yanına. Hamza, televizyondan bir belgesel kanalı açtı. Tarihin efsaneleri diye geçen belgeselde Halid bin Velid’i anlatıyordu. Hamza ile pür dikkat televizyonu izliyorduk.

Uzun zaman olmuştu televizyona bakmayalı. Sanırım Maşita ile izlediğimiz birkaç filmi saymazsak televizyon hiç açmamıştım. Böyle güzel programlar olunca televizyonu her yönden zararlı sayamazdım ama bazı zamanlar oluyordu ki kanallarda izlenecek dizi dahi yoktu. Bu yüzen Maşita evine televizyon almamıştı. Bilgisayarda televizyon görevini pek ala yerine getiriyor diyerekten eşinin maç fikirlerinin inadına gidip televizyonu evine sokmamıştı. Eşinin oflamasını hatırladıkça gülümsedim.

“Hamza?”

“Hım.” Televizyona o kadar adapte olmuştu ki isteksizce cevaplamasına karşın, “Hamza?” diye çağırdım yine. Yavaş yavaş bana döndü.

“Efendim Aymira.” Aniden ne soracağımı da unuttum. Yok yani ne var hemen cevaplasaydın.

“Futbolla ilgilenir misin?” Nereden çıktı bu soru der gibi baktı. Dikleşip bana döndüğünde en azından konuyu enine boyuna konuşmalıydık. Daha evimiz bile tam değildi ki. Birkaç eşya alıp bırakmıştık. Hamza’nın talimatı ile de Ruman’a o günkü konuşmalarından dolayı ceza vermiş, Şeyma’ya da Ruman’a yardım etmesi için evi biz gitmeden temizlemelerini tembih etmişti. O gün o kadar disiplinliydi ki kızgınlığı gerçek olmasa da kızları korkutmaya yetmişti. Böyle davrandığı için kızsam da bir azar da ben işitmiştim. O günü hatırladıkça söylenip duruyordu.

“Evet.”

“Peki, oynar mısın?” Ona da, “Evet,” deyince kaşlarım çatıldı.

“Bu da demek oluyor ki evimizde maç izlenecek.” Güldü bu hâlime. Sanırım ben de hoşlanmıyordum bu durumdan. Ama oldukça ciddiydim.

“Şimdi izlemem dersem seni kandırmış olurum Aymira. Ve haftada en az bir kere arkadaşlarla da oynarız.” Buna elbette bir şey diyemezdim. Herkesin bir ilgi alanı vardı, ben de buna saygı duyardım. “Ama bunun dışında vaktim hep sen olacaksın.” Yanağımı okşadı. Gülünce ortaya çıkan o gamzesine parmağımı koydum ve, “Hep bunu yapmak istemiştim,” diyerek orayı okşadım. “İyi madem, bu hobine katlanacağız mecbur,” dedim ve omuz silktim. Bu tavırlarım çocuk gibiydi, bu da bir tek Hamza’nın yanındaydı sanırım. Bu onun pek de yakındığı konu değildi, hatta hoşuna bile gidiyordu.

Vakit çok gecikmeden yatsıları da kıldık. Hamza işi olduğunu söyleyip yanımdan ayrıldı ve birkaç dakika sonra elinde bir kutu ile geldi. İçerisinde resimler vardı. Merakla resimleri göstermesini bekledim.

“Resimler burada kalmış, bak bu iyi oldu.” İçerisinden ufak tefek bir çocuğun çıktığı resmi bana uzatıp, “Benim,” dedi. Bu hâline gülüp, “Allah’ım ya, çok tatlıymışsın,” deyip diğer resimlere baktım. Sanırım Hamza’yı tanımaya buradan başlayacaktım.

“Bu da kurstan bir hatıra.” Üzerinde kendine göre bir giyim tarzı olan beyaz cüppe ve beyaz sarık vardı. “Annem hediye almıştı o zamanlar, daha 7-8 yaşlarındaydım. Yazın gittiğim kursun merasimine özeldi.” Parmaklarım resmin üzerinde gezindi. Minicik beden daha o zamanlardan belli ediyormuş kendini. Hamza, gerçekten hiç değişmemişti. Ailesi onu öyle güzel yetiştirmişti.

“Şu an çocuk olsan yanaklarını sıkardım.” Diğer resimlere bakmaya devam ettim. Çoğu kurs hatıraları, çoğu ise okulun kutlamalarıydı. Bir diğer resimde ise Kudüs vardı. Kocaman gülümseyerek iç çektim.

“Burada babamın vasiyetini yerine getiriyorduk.” Sorgularcasına baktım. Burada on beş yaşlarında gibiydi. O zamanlar daha kısa, daha çelimsizmiş.

“Babamla gidecektik aslında küçükken söz vermişti. Fakat olanları görünce ufak bir mektup bıraktı. O yaşlara nasip olduğu için annem, Şeyma ve ben gidebildik sadece.” Gülümsedim. Arkada Kubbet’üs-Sahra vardı. Bir resimde tek çekilmiş fotoğrafları ve önde Hamza olmak üzere ufak bir selfie vardı.

“Bir gün beraber gitmeyi çok isterim.”

“O gün Kudüs ve umre karışık ziyaretimizi beraber yapacağız. Hem de en kısa zamanda.” Heyecanla resimlere döndüm. Resimler çoktan bitmişti. Aklıma gelenle, “Kudüs’ün tarihçesini okuduğumda ben de döndüğümde ziyaret düşünüyordum, seninle nasip olacakmış demek ki,” dedim. Orada hissedilen maneviyatı ben de hissetmek istiyordum. Bir ara epey bir araştırma yaptığımda gördüklerimle kahrolmuştum ama biliyordum ki Allah mazlumu görüyordu.

“Seninle birçok yer gezmek birçok anı biriktirmek istiyorum Hamza.” Başımı omzuna yasladım. Şu anki sakinliğimiz oldukça huzur vericiydi. “Dünya turuna davetiye çıkarıyorsunuz küçük hanım.” Mütebessim bir şekilde, “Bunun için davetiye mi bekliyorsun bir de,” dedim. “Hayallerimizi yaşamaya bir yerden başlamak gerek.” Hamza elini karnıma koyup, “Ve çocuklarımızla,” dedi. Heyecan midemde yerini alınca kasıldı. Maratona çıkmış kalp atışımla büsbütün kızardım. “Kızlarımız ve oğullarımız,” deyip alnımdan öptü. Bu hayal bile beni bambaşka bir âleme çekebilirdi. Kızlarımız ve oğullarımız… Ben hep tek büyümüştüm, bunun eksikliğini hâlâ yaşıyordum ve eğer Allah da izin verirse, yaşadıklarımı çocuklarıma yaşatmayacaktım.

“Kızlarımız ve oğullarımız!” İmamla dudağını kıvırdı. “Birçok çocuk,” dedi. Başımı iki yana sallayıp güldüm. “Sevdiğim kadından birer parça.”

Resimleri kutuya geri koydum. Hiçbiri yıpranmamıştı, hatta özenle saklanmıştı kutuda.

“Şansına küs, benim sana göstereceğim pek bir fotoğrafım yok.” Önce duraksadı ardından beni de bu duygusallıktan çekerek, “Fotoğraflar gerçeğinin yanında grileşiyor. Öncesi için değil sonrası için sana resim vaatleri verebilirim,” dedikten sonra kutuyu köşeye koydu. İçimde kalan ukdeyi Hamza ile paylaşmak istiyordum nedense. Ajitasyon yapmak değildi amacım lakin içimi döksem rahatlayacak gibiydim.

“Annemler çok gezerdi; şehir dışı partilerinde, yurtdışı seyahatlerinde olurlardı.” Hâlâ onlardan bahsedebiliyor oluşuma şaşırdım. Yine de devam ettim. “Özel günlerimde hiç olmadılar. Doğum günüm hiç kutlanmamıştır mesela, ya da okulda ailesini gözleyen çocuktum hep. Gelmediler hiç…” Soludum. “Sana neden anlatıyorsam.”

“Bana anlatacaksın tabii Aymira. Bundan sonrasında ise hep mutluluklarını.” Umarım öyle olurdu. Mutluluk kelimesi bana öyle uzaktı ki mutlu olabileceğime dair inancım yoktu.

“Bir gün gösterim vardı, annemler yine gelmemişti. Alışkındım ama öfkem bir türlü dinmiyordu. Bir arkadaşımın annesi gelip kızına tebrik için hediye getirdiğinde çok kıskanmıştım. Sonra alıp o hediyeyi kırdım. Aslında yapmazdım ama annemlerden hiç böyle bir şey görmediğim için kızgınlığım ağır basmıştı sanırım. Annemler bunu öğrenince beni bir hafta cezalandırmıştı.” Alayla kıvırdım dudaklarımı. “O bir haftada beni bir bakıcıya bırakmışlardı. Hasta olmuştum ama annem bakıcımın benimle ilgilenebileceğini söyleyip tatile gitmişti. Babamın ise umurunda değildim.” Daha iyi anlıyordum artık. Meğerse annem hiç var olmamıştım. O da zaten benim için uzaklıktı. “Büyüdükçe anladım ne kadar yalnız kaldığımı.”

Hamza’ya baktım. Şefkatle gülümsedi. Ona doğru yaklaştım ve başımı dizlerine yasladım. Elleri saçlarımdayken mayıştım. Eğildi öptü. Kulağıma doğru fısıltı ile, “Şimdi ise yalnız değilsin kır çiçeği. Hiçbir zaman da olmayacaksın,” deyip geri çekildi. Sanki sözleri kalbime değmişti. Belki bir şeylerin eksikliği vardı ama şimdi o eksikler hiç yaşanmamış gibi değiyordu yaralarıma. Aslında hep var olduğunu ama şimdi daha da var olduğunu bana inandırıyordu. Ona inanıyordum. Ona bütün benliğimle güveniyordum.

 

Pencereden vuran kızıllık seccademe yansıyordu. Gece yine uyuyamamıştım. Bunun nedenini bilmiyordum ve içimdeki bu elem dolu hissi atamıyordum. Önüme dönüp uzun uzun dua ettim. Ellerimi yüzüme sürüp bu sefer sessizce seccade başında oturdum. Aslında bunu yapmamın nedeni Allah’la aramdaki diyalogdu. Dua gibi değildi ama dua mahiyetindeydi. Sadece sessizce içimden geçirerek bekledim bu anı. Hiçbir şey konuşmadan sessizce Allah’ın beni, yüreğimdekileri duyduğunu bilerek oturmak tarifi imkânsız bir histi. Kapanan gözlerimle beraber yanağıma usulca düşen gözyaşım oldu.

Secdeye gittim. Engel olamadım ve sessiz hıçkırıkların arasında ağladım. Neden ağladığıma dair bir fikrim yoktu. Sadece içimden ağlamak geliyordu. Sebepsizce, içim sıkıla sıkıla. Belki de bu bir şükretme biçimiydi.

Kalktım ve seccadeyi yerine koydum. Ortalık biraz daha aydınlanmıştı. Arkama dönmemle berjerde oturan Hamza’yı görünce irkildim. Öne eğilmiş dirseklerini ayırmış olduğu bacaklarının dizlerine yaslamıştı. Uzun uzun baktı bana. Gülümsemiyordu, neşeli hâlinden eser kalmamıştı. Ne zamandır buradaydı bilmiyordum. Onu görmezden gelip yanından geçecekken hızlı davrandı ve bileğimi tuttu. Tutuşu narindi. Çekti kendine ve dizine oturttu. Başımdaki örtüyü alması ile saçlarım önüme döküldü. Kulağımın arkasına sıkıştırdığı saçlarım parmakları arasında narince sevildi. Gözlerine baktığımda uykusuzluğunu gördüm. O da benimle uyumamıştı bunu şu an fark ettim. Yine de bu manzaram ayrı güzeldi. Sabah güneşin doğuna Hamza’ya bakarak şahit olabilmemin güzelliğini yaşıyordum. Bedenimi kendine daha çok çektiğinde başım göğsündeydi. Çenesini başıma yaslayıp, “Hiçbir zaman sana ulaşamayacağım.” dediğinde ne o ne de ben bu gecenin karanlığını sahiplenmedik. Uzattığı eli aslında ilaç gibiydi. Belki bir çözümüm yoktu ama öldürmeyecek kadar iyi hissettiriyordu.

“Ben de kendime ulaşamıyorum Hamza. Tek çaresiz sen değilsin.”

Loading...
0%